Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ağustos 2017
Türkiye’de kutuplaşma o kadar arttı ki bunun bedelini sadece insanlar değil doğa da ödüyor. Tunceli’de (Dersim) çıkan orman yangınlarından sonra medyada yaşanan sessizlik, sosyal medyadaki tartışmaların yangından çok nefret söylemlerine odaklanması, ciddi bir soruna işaret ediyor. Ana akım medya, ülkenin doğusunda çıkan yangınlara, batısındaki yangınlar gibi yaklaşmıyor. Gündemde aldıkları süreler farklı, canlı yayın yapan televizyon ekipleri görmüyorsunuz. Bodrum’da yangın çıksa birkaç saat içinde her yerde okuyorsunuz ama iş ülkenin diğer tarafına gelince bazen yangınların haber olması bile günler alıyor.
Gazetecilerin de işi zor. Ne zaman doğuda bir yangın çıksa “kim yaktı” üzerinden bir tartışma başlıyor. Kundaklama ve sabotaj iddialarını doğrulamaktan daha zor bir konu bu. Sosyal medya da konuyu özellikle bu açıdan ele alıyor. Kimi PKK’yi, kimi güvenlik kuvvetlerini suçluyor. Gazeteciler zaten bu konularla ilgili haber yapmaya çekiniyor. Yasaklar yüzünden istese de söz konusu alanlara gidemiyor. Nasıl araştıracak, gerçeği bulacak ve yazacak? Böyle olunca orman yangınına odaklanan da kalmıyor. Araştırılamayan iddialar, doğru bilginin eksikliği, nefret ve ayrıştırmayı daha da körüklüyor. Ağaçların yanmasını basının özgür olmamasına bağlarsam herhalde abartmış olmam.
Yangınlardan sonra Tunceli Valiliği bir açıklama yaptı. Eldeki tek resmi bilgi bu. Açıklamada, …İlimiz Hozat-Aliboğazı, Merkez-Kutuderesi ile Munzur Vadisi-Bali Deresi mevkilerinde son bir hafta içerisinde güvenlik kuvvetlerimizce terör örgütlerine yönelik yürütülen operasyonlar kapsamında şiddetli çatışmalar yaşanmış, çatışmalar sonucu meydana gelen orman yangınları örtü yangını şeklinde olup, orman alt tabakasında bulunan kurumuş otların yanması sonucu meydana gelmiştir” deniyor. Valilik net bir şekilde söylüyor, oradaki orman yangını çatışmalar yüzünden çıkmış. Çatışmalar sürdükçe yeni yangınların çıkacağını kestirmek zor değil.
Bize düşen bu yangını söndürmek. Her zaman ve her yerde koşulsuz bir şekilde şiddet karşıtlığını, barışı savunmak. Kin beslemekten vazgeçmezsek bizi buluşturan son ortak değerimizi, doğayı da kaybederiz. Biliyorum, birçok insan artık bu ülkede barışa ya da bir ortak değerimiz olduğuna inanmıyor. Kutuplaşma yüzünden her konuda taraf tutup, diğer tarafı hiçe saymaya devam ediyoruz. Yangında ileriyi görmek zordur ama artık şu gerçeği anlamalıyız. Kimsenin zorla başkasının istediği gibi yaşayacağı bir dönemde değiliz. Birlikte yaşamak istiyorsak özgürlüklerle zenginleşmiş bir uzlaşma kültürüne ihtiyaç duyuyoruz. İstemiyorsak da herkesin, özellikle de ülkeyi yönetenlerin bunu açık açık söylemesinde fayda var.
Doğa hepimizin ortak mirası ve geleceği. Taraf tutarak, karşı tarafı suçlayarak onu kaybetmekten başka bir şey yapmıyoruz. Bu toplum, nadiren de olsa bazı konularda sağduyulu davranabiliyor. Doğanın da böyle bir işlevi olabilir. Din, ırk ve mezhep temelli ortak kimlik arayışlarının her biri felaketle sonlandı. Doğa bizi bir araya getirebilir. Hatırlayın, Gezi’de bunu büyük ölçüde başarmıştı.
***
Ayvalık’ta yanan ormanın fidanlarını biz dikelim
Yangın haberleri arka arkaya geliyor. Ayvalık Adaları Tabiat Parkı’nda beş hektarlık alana yayılmış orman kül oldu. Sabotaj iddiaları var. Ormanın korunacağına dair kuşkular da… Türkiye’de adalete güven yerlerde süründüğü için kimse buranın yeniden ağaçlandırılacağına inanmıyor. Orman Bakanlığı, her zaman yaptığı gibi orada yapılaşmaya izin vermeyeceğini söyleyecektir ama benim bakanlığa başka bir teklifim var. Herhangi bir şüpheye fırsat vermemek için gelin şöyle yapalım.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ayvalık’taki Tabiat Parkı’nın ağaçlandırılması işini, bu işi yıllardır hakkıyla yapan bir sivil toplum kuruluşuna devretsin. O kuruluş tam yetkili olsun, kimseyi alana sokmasın. Kampanya başlatsın, bağışlarla fidanlar toprağa kavuşsun. Kimsenin aklında soru kalmasın. Soğutma çalışmalarından sonra, toprak fidan dikmeye uygun olduğunda ilk fidanı da Bakan Eroğlu diksin. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu en çok açılış yapan bakanlardan biri, inanmayan bakanlığın internet sayfasına bakabilir. Bir açılış fotoğrafı da yanan yerlerin ağaçlandırılması çalışmalarında çekilsin. Kundakçıya, fırsatçıya bundan iyi mesaj olur mu?
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
WWF-Türkiye Doğa Koruma Yönetmeni Ayşe Oruç: Sorunun kaynağı insan
Foto: WWF-Türkiye |
Özgür
Gürbüz-BirGün/18 Ağustos 2017
Bodrum’da deniz kaplumbağalarının insanlara saldırdığı haberi, herkesin deniz kıyısına koştuğu tatil günlerinde en çok okunanlar arasına girdi. Geçen yıl da benzer haberler çıkmıştı. Süreç iyi yönetilmezse, insanlarla deniz kaplumbağaları arasında büyümeye müsait bir sorunla karşı karşıya olduğumuz ortada. Saldırıya uğrayanların panikle söylediğini tahmin ettiğim, “yüzgeciyle benim başımı aşağı indirip, beni boğmaya çalıştı” gibi abartılı sözler ve medyanın “jaws” vari haberleri durumu gerçeklikten daha da uzaklaştırıyor. Korku, bilimin ve mantığın ötelenmesine neden oluyor. Bu nedenle konuyu, hayatını deniz kaplumbağalarını korumaya adamış, yıllardır bu konuda çalışmalar yürüten WWF-Türkiye Doğa Koruma Yönetmeni Ayşe Oruç’a sorduk. Oruç, “Doğada nasıl davranmamız gerektiğini bilirsek, insan ve yaban hayvanları birbirlerini rahatsız etmeden aynı ortamlarda birlikte yaşayabilir” diyor.- Deniz kaplumbağaları 100 milyon yıldır gezegenimizde yaşıyor ama insanlara saldırma haberleri son birkaç yıla mahsus. Kaplumbağalar vahşileşmediğine göre neden bu haberleri daha sık duyuyoruz?
-
Ayşe Oruç (WWF-Türkiye) Deniz kaplumbağaları neyle besleniyor? İnsanları ısırması onlara verilen yiyeceklere alıştığını veya tercih ettiğini gösterir mi?
- Deniz kaplumbağalarını kim besliyor?
-
Kaplumbağaların beslenmesini nasıl durdurabiliriz? İlgili kurumların uyarıları sizce yeterli mi? Bu konuda cezai bir yaptırım var mı?
-
İnsanlar deniz kaplumbağalarının tercih ettiği alanlara girmez, kaplumbağaları besleme sona ererse bu ve benzeri haberleri duymayacağımızı söyleyebilir misiniz? Kaplumbağaların yaşadığı bölgelerde denize girenlere ne önerirsiniz?
-
Saldırgan kaplumbağaların rehabilite edildiğine dair de haberler okuduk. Bu mümkün mü? Bir davranış bozukluğundan mı bahsediyoruz burada?
***
Deniz kaplumbağalarının sayısı arttı
mı?
Foto: WWF-Türkiye |
Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN) Deniz Kaplumbağaları Uzmanlar Grubu, 2015 yılı sonunda, iri başlı deniz kaplumbağası (Caretta caretta) için küresel ölçekte yaptığı değerlendirme sonuçlarını açıkladı. 1996 yılında IUCN Kırmızı Listesi’nde ‘tehlikede (EN)’ statüsünde yer alan Caretta caretta türü deniz kaplumbağasının yeni statüsü, popülasyon açısından tehlikenin biraz daha azaldığını gösteren ‘duyarlı (VU)’ oldu. Akdeniz Havzası ölçeğinde ise Caretta carettaların yeni statüsü, yine nüfus artışına dayanarak ‘düşük riskli (LC)’ ilan edildi. Deniz kaplumbağaları göç eden türler arasında yer alıyor. Yumurtadan çıkan her bin yavrudan ortalama biri erişkin olabiliyor. Bir bireyin ergin hale gelmesi ve yumurta bırakabilmesi için yaklaşık 20 yıla ihtiyaç duyması, koruma çalışmalarının sonuçlarını değerlendirebilmek için en az 20 yıllık sürekli bir çaba gerektiriyor. Bu yüzden de Caretta carettalar açısından tehlike geçti demek için erken. Yeşil deniz kaplumbağası halen ‘tehlikede’ statüsünde.
Rüzgar ihalesi ve gerçekler
Özgür Gürbüz-BirGün/8 Temmuz 2017
Türkiye geçen
hafta büyük bir rüzgar ihalesi yaptı. Büyük çünkü ihaleyi kazanan Siemens,
Türkerler ve Kalyon şirketlerinin kurduğu birlik 1000 megavat (MW) gücünde
rüzgar santrali kurmaya hak kazandı. Türkiye’nin rüzgar kurulu gücünün Temmuz
2017 itibariyle 6500 MW civarında olduğunu hatırlatalım.
İhale sonucunu
önemli kılan bir başka nokta ise ihaleyi kazanan grubun rüzgar türbinleri için
Türkiye’de bir fabrika kurma, bunu bir ar-ge merkeziyle destekleme ve üretilecek
türbinlerin yüzde 65 oranında Türkiye’de imal edilme şartlarını karşılamak
zorunda olması.
Firmalar
ihaleyi almak için ürettikleri elektriği satacakları fiyat üzerinden
yarıştılar. En ucuza elektrik satmayı kabul eden firma, yukarıdaki şartları da
yerine getirmek kaydıyla ihaleyi kazandı.
Ortaya çıkan
fiyat en az ihale kadar etkileyiciydi çünkü rüzgardan üretilen elektriğin
fiyatı kilovatsaat başına 3,48 dolar sente kadar gerilemiş oldu. Benzer
ihalelerde kömürden üretilen elektriğin fiyatının 6,04 (Çayırhan termik
santralı) ve nükleerden üretilenin ise 12,35 (Mersin-Akkuyu) dolar sent olduğu
düşünülürse yaşamımızı tehdit eden bu enerji kaynaklarının aynı zamanda Türkiye
ekonomisine büyük bir yük olacağı da görülmüş oldu.
YEKA
(Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları) ihalesinin özeti yukarıdaki gibi. Bazı
yerlerde ihalenin dünyada yankı uyandırdığı gibi yorumlar da yapıldı. Enerji
Bakanı Albayrak, “YEKA ihalesinde,
rüzgarda yerli katkı payıyla şu anda kilovatsaat başına 10,3 dolar/cent olan
alım fiyatı 3,48 cente düşerek bir dünya rekoruyla gerçekleşti” dedi. 19
Ocak 2017 tarihinde Fas’ta gerçekleştirilen rüzgar ihalesinde bizdekine benzer
bir yöntem kullanıldığı ve fiyatın ortalama 3 dolar cent’e kadar gerilediği
Bakan Albayrak’ın gözünden kaçmış olmalı.
Böylesine büyük bir ihalenin ve değişik bir modelin enerji ve ekonomi çevrelerince konuşulması normal ancak yapılan haberler ciddi bir analizden çok hükümet propagandası yapmayı amaçlıyordu. O yüzden de hiçbiri, “rüzgar nükleerden 3,5 kat ucuz, kömürden de neredeyse 2 kat. O zaman biz niye hala kömür ve nükleerde ısrar ediyoruz” diye soramadı. Halbuki, enerjiden biraz anlayan herkesin aklına bu karşılaştırma gelir. Gazetecilik de bu soruları sormayı gerektirir. Onun yerine sağa sola çatarak hem kendilerine prim yapma hem de hükümete yaranma işine giriştiler.
Polemik bizim
buralarda çok seviliyor, YEKA ihalesi üzerinden onu da yapabilirlerdi aslında.
Yıllardır Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmesi gerektiğini
söyleyen çevreci grupların nasıl haklı çıktığını yazabilirlerdi. Rüzgar işe
yaramaz, fırıldaktan enerji mi üreteceksiniz diyen enerji uzmanlarının,
bürokrat ve politikacıların bugün ihale sonucuna bakarak geçmişlerini
unutturmaya çalıştıklarından da bahsedilebilirlerdi. Fırsatı sanırım bilerek
kaçırdılar.
Daha derin
analizler de yapılabilir elbet. Türkiye’de rüzgar fabrikası sayısını artırmak
(halihazırda türbin ve kule üretimi yapan firmalar zaten var), yeni rüzgâr
santralları kurmak için mutlaka böyle bir ihale yapmalı mıydık acaba? Türkiye,
doğru bir iklim hedefiyle şekillendirdiği, uzun vadede rüzgar kurulu gücünü
20-30 bin megavatlara getirecek net bir hedef koymuş olsaydı, birçok firma
zaten Türkiye’ye gelip yatırım üsleri kurmaz mıydı? Bence kurardı. Dünyada
rüzgarda ilerleyen ülkelerin çoğu böyle başardı zaten. Almanya, Danimarka,
İspanya, Hindistan veya Çin YEKA’larla yol almadı. YEKA’ya gelinceye kadar ne
kadar yıl kaybettiğimizi, kömürle, nükleerle ülkenin kaynaklarını ve zamanını
boşa harcadığımızı ve harcamaya devam ettiğimizi yazmak da, YEKA’yı övmek kadar
gerekli.
Son sözüm
dünyadaki enerji devrimiyle ilgili. Bugün sadece zengin ülkeleri değil herkesi
etkileyen enerji devrimi ya da değişimi, kömürden rüzgara geçmenin ötesinde bir
hareket. Enerji üretiminde kullandığımız kaynaklar değişmekle kalmıyor, üretim
modelleri ve kaynakların sahipleri de değişiyor. Bir şirketin dev santralinden
elektrik üretmek yerine, köylerde kurulan onlarca kooperatifin ürettiği
elektrikle ihtiyacımızı karşılamaya başlıyoruz. Benzin almak için petrol istasyonuna
gitmek yerine, evimizin çatısındaki güneş panellerinden gelen kabloyu
otomobildeki prize taktığımız günlere doğru gidiyoruz.
İşte bu
yüzden, kısa dönemde olumlu sonuçlar doğuracak YEKA ihalelerinden çok enerji
dönüşümüne odaklanmak gerekiyor. Türkiye, ne yazık ki hâlâ kavramsal açıdan
konuya uzak. Değişimi yakalamak için ilk yapacağımız iş çatılardaki güneş
panellerinin önündeki engelleri kaldırmak, enerji verimliliğini gündemin ilk
sırasına koymak, YEKA gibi dev şirketleri zengin eden, elektrik piyasasında
birkaç şirketi oldukça güçlü konuma getiren ihaleler yerine asıl hedef
kooperatifler aracılığıyla enerji sektöründeki geliri halka dağıtmak olmalı.
Merkezi, dev nükleer santrallar yerine, akıllı şebekeyle desteklenen, yerelde
üretim ve tüketimi öne çıkaran bir model kurulmalı. Her şeyden önce elektrik
tüketiminin artmasına değil daha az enerjiyle aynı işi yaptığı için sevinen bir
ekonomi anlayışı devreye girmeli.
Çünkü bu ülke,
‘güzel gibi’ görünen günleri değil ‘en güzel günleri’ hak ediyor.
Olimpos ve Çıralı’ya otel yapılırsa sorumlusu biziz
Çok değil,
bundan altı yıl önce Antalya Çıralı’da, Ormanspor’a tesis yapılması gündeme
gelmişti. Bölgenin yapılaşmaya açılmasının ilk sinyali gibiydi. Sürdürülebilir
turizmin Türkiye’deki en iyi örneklerinden biri sayılabilecek Çıralı-Olimpos’u
korumak isteyen herkes sesini yükseltti. Çıralı sahilindeki 18 dönümlük alanın
orman içi dinlenme tesisi yapılması kararı mahkemece iptal edildi. Hepimiz
sevindik. Şimdi ise öyle işler yapıyoruz ki güzelim sahili kendi elimizle
betonculara teslim edebiliriz.
Çıralı ve güney
ucundaki Olimpos Antik Kenti’nin önündeki kıyı şeridi, Türkiye’nin nispeten
bozulmamış nadir bölgelerinden biri. Köylüler turizmi kendilerine iş edinmiş,
örnek bir model oluşturmuşlar. Büyük oteller yok. Yarısı çöpe giden açık
büfeler yok. İzbandutların gölgesinde, bir ton para sayarak girdiğiniz plajlar
yok. Cicili biçili kıyafetlerini giyip, Instagram için fotoğraf çektirenler
yok. Aramıyorsan gürültü de yok. Deniz, tarih, pansiyonlar ve ağaç evler var.
Burası neden böyle korunabilmiş diye sorarsanız benim yanıtım net. Deniz
kaplumbağalarının sayesinde. Türkçe’de iribaşlı
deniz kaplumbağası dediğimiz Caretta carettalar koruyor Çıralı ve
Olimpos’u. Burası onların Akdeniz’deki önemli yuvalama alanlarından biri. O
yüzden de sahilde yapılaşmaya izin yok.
Ne var ki, son
yıllarda carettaların başı belada. Kaplumbağaları korumak için yıllardır
bölgede çalışmalar yürüten Çevre Koruma, Geliştirme ve İşletme Kooperatifi
Yönetim Kurulu Üyesi Bayram Kütle, yuva sayısının bir yıl içinde 141’den 68’e
düştüğünü söylüyor. Yuva sayısında dönemsel düşüşler olabilir ancak uyarı
yerinde. Benim gibi her yıl yolunu o bölgeye düşürenler bilir. Son yıllarda, tatilcilerin
kumsalda ateş yakması, kamp yapması ve gürültü çıkararak deniz
kaplumbağalarının yumurtalarını bırakmak için karaya çıkmalarını engellemesi
gözle görülür bir şekilde arttı.
Caretta caretta Foto: WWF |
Aklıma ilk
gelen çözüm önerisi, Çıralı’da denetim yetkisinin, kolluk kuvvetlerinin de
desteğini alan bir sivil toplum kuruluşuna verilmesi. Yaz aylarında orada gönüllü
çalışarak geceleri kumsalın korunmasını sağlamak için mücadele eecek onlarca
genç bulunacağına eminim.
Çıralı Foto: O.Gurbuz |
Kaplumbağaları yok ederseniz, o kumsala gelmekten vazgeçirirseniz bilin ki Çıralı-Olimpos’u kaybederiz. Kaplumbağalar orada olduğu sürece kimse o kumsala dokunamaz, dev holdingler betondan bloklar çakamaz. Orayı seviyorsanız kurallara uyun ve bölgenin doğasını koruyun yoksa kendinizi bir beş yıldızlı otelin açık büfe kuyruğunda bulursunuz.
***
Çıralı’da kaplumbağaları korumak için ne yapmalı?
WWF-Türkiye
Doğa Koruma Yönetmeni Ayşe Oruç, Çıralı’da deniz kaplumbağalarının korunması gereken
acil tedbirleri şöyle sıralıyor:
·
Kumsalın
taşıma kapasitesine uygun bir turizm politikası belirlenmeli. Yeni işletme ve
turist sayısının artışı kontrol altına alınmalı.
·
Çıralı
Kumsalı’ndaki koruma çalışmalarının devamlılığı sağlanmalı, yerel STK ve yöre
halkı tarafından yürütülen doğa koruma çalışmaları desteklenmeli.
·
Kumsala
kuzeyden ve ortadan iki yol iniyor. Kaplumbağaların yuvalama zamanında
araçların bu yollarla sahile yaklaşmaları ve ışıklarıyla kumsalı aydınlatmaları
önlenmeli.
·
Çıralı’da
sabit şemsiye ve şezlong sayısı artıyor. Gece tatilciler şezlongları deniz
kıyısına kadar indiriyor hatta orada bırakıyor. Kumsaldaki şezlongların güneş
batımından itibaren işletmeciler tarafından toplanması gerek.
Kumsal sıcaksa yavrular dişi oluyor
Caretta
caretta 100 milyon yıldır dünyada yaşayan deniz kaplumbağalarının varlığı kabul
edilmiş yedi türünden biri. Modern insanın varlığının 200 bin yıl öncesine
dayandığı düşünülürse bizim misafir onların ev sahibi olduğu söylenebilir.
Akdeniz’de Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs, Libya ve İsrail’de yuvalıyorlar. 100
yaşına kadar yaşayabilirler. Yumurtalarını doğdukları kumsala bırakıyorlar ve
yumurtaların çatlayıp kumun 60 santimetre altından çıkması yaklaşık 2 ay
sürüyor. Yuvanın olduğu kumsalın sıcaklığı yavru deniz kaplumbağalarının
cinsiyetini belirliyor. Yüksek derecelerde dişi kaplumbağa sayısı artıyor.
Kelebek etkisi
Özgür Gürbüz-BirGün/24 Temmuz 2017
Edward Norten
Lorenz bilim dünyasının çok iyi bildiği Kaos Teorisi’ni açıklarken, “Amazon
ormanlarında bir kelebeğin kanat çırpması ABD’de fırtına kopmasına neden
olabilir” demişti. Teoriyi ispatlamak bilimsel açıdan mümkün değil elbette ama bu
söylem doğanın önemini anlatmak için yıllardır kullanılır. Doğada her şeyin
birbirine bağlı olduğunu, umursamadığınız bir türün yok oluşunun hayatımızı
kökten değiştirebilecek sonuçları olabileceğini hatırlamak için kelebek
etkisinden bahsederiz.
Herkes bizim
gibi kelebek sevmiyor. Güray Tekin Öz (Güray Ağabey) dokuz aydır özgürlüğünden
yoksun. Cumhuriyet gazetesinin 11 yazar ve yöneticisiyle birlikte cezaevinde. Bugün
(24 Temmuz 2017) ilk kez hakim karşısına çıkacak.
Okumuşsunuzdur. Torunu Deniz Güray
Ağabey için bir kelebek resmi yapmıştı ama o resmi cezaevine almadılar. Üstelik
resmi geri de vermediler.
Güray
Ağabey’in eşi Çağlayan Öz, torununun yaptığı resmi şu sözlerle anlatıyor: “Dört
yaşındaki torunu, dedesine bir kelebek resmi yaptı. Öyle güzel bir kelebek ki,
Picasso görse kıskanır. Bakar bakar hayallere dalarsın. Rengârenk
kanatlarını çırpar gibi. Baktıkça onunla birlikte uçarsın. Gökyüzü kafesinin
içinden geçer göğe kanat çırparsın. Öyle anlatılmaz bir kelebek”.
Bir çocuğun
çizdiği kelebek resminde ne gibi bir sakınca gördüler acaba? Kimbilir, belki de
Deniz’in çizdiği kelebeğin kanat çırpmasından korkmuşlardır. Kelebekler
uçarsa insanlar da adalet için yürümeye başlar diye bir öngörüde bulunmuş
olabilirler. Kelebek güzel ya, ondan da ürkmüşlerdir. Ya insanlar hep bir
ağızdan şarkılar söylemeye başlarsa, dünyayı güzellik kurtaracak diye? Ya
kurtarırsa? Şarkıların cezaevlerine ulaşmasını nasıl engeller tel örgüler? Duvarların
adalet talebine dayanamayacağını en iyi bu yanlışları yapanlar bilir. Belki de
ondan bu panik. Kelebek duvar dinlemez ki…
Yapılan
yanlışın bir felakete dönüşeceğini görmek için Kaos Teorisi’ni bilmeye gerek
yok. Darbeciyle gazeteciyi aynı kefeye koymanın, hukuk sisteminin kendisini, baş
edemeyeceği sorunların içine hapsetmek anlamına geldiğini artık kabul etmek zorundayız.
Düşüncenin suç olmayacağını tartışmamalıyız bile. Niyet okumaların,
iftiraların, uyduruk gazetelerin tetikçiliğinin delil sayılamayacağını net bir
şekilde vurgulamalı, asıl bunu yapanları adaletin karşısına çıkarmalıyız.
Gazeteci yazmazsa ne olur?
Gazeteci
iktidarın yazma dediğini yazmazsa ne olur bu ülkede biliyor musun?
Minibüsteki
taciz, sokaktaki tecavüz cezasız kalır, bin kez daha yaşanır acılar. Çocukların
sosyal devlet olanaklarına kavuşsun diye verdiğin vergiler birilerinin cebine
gider; haberin olmaz. Ağaç kesilir ruhun duymaz. Üstünden araç geçmeyen
köprüler, yollar yapılır icraat sanırsın. Çocuk yaşında kızlar gelin olur,
sapıklığı görmezsin. Kanın, canın evlatların cemaat yurtlarında can verir,
takdiri ilahi sanırsın. Panzerler çocukları ezer, çığlıklarını duymazsın. Silahlar
öğretmenleri hedef alır, tahtaya düşen kan lekesini görmezsin. Bombalar insanları
parça parça eder, ülkende hüküm süren karanlıklar yüzünden gözünü açamazsın.
Gazetecinin
özgürce yazması, haber yapması bir kelebeğin kanat çırpmasına benzer. Gazeteci
yazdıkça dünyanın diğer ucunda çiçekler açar.
Kelebek
kanadını bugün Çağlayan Adliyesi’nde çırpıyor. Sosyal medyada, yazılarda ve
sokakta benim için tek bir ses var bugün. Özgür kelebeklerin kanat sesleri. Cumhuriyet
gazetesi ve diğer tüm gazetecilerin davalarına destek veren, demokrasi ve
özgürlük için can atan herkes duyuyor bu sesi. Duyamıyorsanız, yüreğiniz
dünyanın en tatlı melodilerine kapalı olmalı. Kırın o yüreğinizdeki mührü,
dünyadaki tüm kelebekleri özgür bırakın.
Şirketlerin palmiye yağı karnesi
Özgür Gürbüz-BirGün/17 Temmuz 2017
Foto: James Morgan-WWF |
Ocak ayında
gündeme gelen palmiye yağı tartışmalarında odak noktası sağlıktı. Avrupa Gıda
Güvenliği Kurumu, palmiye yağının 200 dereceden yüksek ısıda rafine edildiğinde
diğer bitkisel yağlardan daha kanserojen olduğunu söylemişti. Konu herkesin
ilgisini çekti çünkü dünyadaki bitkisel yağ tüketiminin yüzde 38’inde palmiye
yağı var. Bisküviden deterjana, hayvan yeminden araç yakıtına kadar birçok
alanda bu yağ kullanılıyor. Diğer bitkisel yağlara göre aynı miktarda yağ elde
etmek için daha az toprağa ihtiyaç duyması palmiye yağını öne çıkarıyor. Ucuz,
verimli ve kullanım alanı geniş.
Buraya kadar
her şey güzel görünüyor ama palmiye yağı tartışmalarının sağlık dışında bir
başka boyutu daha var, o da doğa. Bu ağaç türü deniz seviyesine yakın, sıcak ve
nemli yerleri seviyor; yağmur ormanlarını. Yağmur ormanları, orangutanlardan
kaplanlara, vahşi hayatın son sığınağı. Palmiye yağı tüketimi arttıkça bu hayvan ve
eşsiz bitki türlerinin evleri talan ediliyor. İklim değişikliğini durdurma
konusunda önemli role sahip yağmur ormanlarının giderek küçülmesi de daha az
karbondioksitin tutulmasına neden oluyor. İklim daha hızlı değişiyor. Sorun
bunlarla sınırlı da değil. Bu ormanlarda yaşayan yerli halklar, küçük çiftçiler
ve onları savunan çevrecilerle insan hakları savunucuları palmiye
üreticilerinin baskısı altında. Bağımsız kuruluşlar, her ay yaklaşık 16
kişinin, topraklarını korumak veya korumaya çalışanlara yardım etmek isterken
öldürüldüğünü belirtiyor.
Her yıl 10 milyon hektar orman yok ediliyor
Mevcut ağaçların
yüzde 86’sı Endonezya ve Malezya’da. Artan talep, yağmur ormanlarının
kesilmesine ve yerine palmiye yağı veren ağaçların dikilmesine yol açıyor. Malezya
ve Endonezya’da her yıl 10 milyon hektarlık yağmur ormanı kesilip yerine
palmiye ağaçları dikiliyor. Her saat başı, 300 futbol sahası büyüklüğünde bir
orman alanı yok ediliyor. Palmiye yağ üretimi son 15 yılda üç kat arttı ve
yılda 70 milyon ton seviyesine ulaştı. Ticari açıdan da önemli bir ürün haline
geldi. Palmiye yağı dünyadaki bitkisel yağ ticaretinin yüzde 66’sından sorumlu.
Dünya Doğayı
Koruma Vakfı’nın (WWF) ‘Palm Oil Scorecard’ adlı raporu bunun gibi onlarca çarpıcı
veriye sahip. Aslında rapordan çok bir puan kartı ya da karne demeliyiz. Dondurmadan
ruja kadar her yerde palmiye yağı kullanılabiliyor. Bu karne de şirketlerin
palmiye yağı ve palmiye yağı içeren ürün alımında ne kadar hassas
davrandıklarını gözler önüne seriyor.
Türkiye ile ilgili veriler yok
Karnesi
verilen 137 şirketten 28’inin WWF’e ve RSPO’ya rapor vermediklerini baştan
belirtelim. Ve yine sadece 98’i ne kadar palmiye yağı kullandıklarını
açıklamayı kabul etmiş. Bunlardan sadece 58’i tüm palmiye yağı tüketimini sertifikalı
ürünlerden karşılıyor. Adı geçen şirketlerin bazıları Türkiye’de de faaliyette
ancak veriler Avustralya, ABD, Avrupa, Hindistan, Kanada ve Japonya’yı
kapsıyor. Yurt dışındaki faaliyetlerini şeffaflaştıran Migros, Carrefour ve Pepsi Cola gibi dev şirketlerin Türkiye’de de aynı hassasiyeti göstermesi gerek.
Atılması gereken
temel adımlar değerlendirildiğinde birçok şirketin doğru yolda ilerlediği
görülüyor. Perakendecilere baktığımızda Carrefour, Migros, Marks and Spencer ve
IKEA’nın 9 üzerinden 9 aldığını görüyoruz. İşin üretici tarafında ise Danone,
Kellogg’s, Heinz, Unilever ve Pepsi yine tam not alan firmalar. Avon, Johnson
and Johnson, L’Oreal, Barilla, Ülker’in satın aldığı United Biscuits 9
üzerinden 8; Procter and Gamble 7, Nestle ise 6 alıyor. Nestle’nin kullandığı palmiye
yağının sadece yüzde 24’ü sürdürülebilirlik sertifikasına sahip. Procter and
Gamble’da ise bu oran yüzde 41. İş hedeflere gelince notlar yüksek ancak bu
hedefleri tutturma konusunda sorunlar yaşanıyor. 2015 yılında tamamen
sertifikalı palmiye yağı kullanacağım diyen 77 şirketten sadece 56’sı hedefini
yakalayabilmiş.
Haliyle
yukarıdaki, temel adımlar üzerinden yapılan değerlendirme size her şeyi
anlatmıyor. Özellikle süpermarketlerde, başka şirketlere ait ürünler de
satılıyor. O ürünler de hesaba katılınca hepsinin notları düşüyor. Tedarik zincirinin
de hesaba katıldığı Örneğin IKEA 10 üzerinden 8, Migros 6,2 alıyor. Carrefour
ise 10 üzerinden sadece 4,7 puan alabiliyor.
Şirketlerin
karnelerine bakıp onlara bisiklet mi alırsınız yoksa palmiye yağı içeren
ürünleri almaktan vaz mı geçersiniz bilemiyorum. Karar sizin. Ne de olsa bu
firmaların velisi, yani onların ürettiği ürünleri alan, ayakta kalmalarını
sağlayan tüketiciler sizlersiniz.
Şirketlerin tedarik zincirlerinin de değerlendirildiği süreçte
sürdürülebilir palmiye yağı kullanım karneleri
|
|||
Yıllık palmiye yağı kullanımı (ton)
|
%100 Fiziksel CSPO
geçiş tarihi *
|
Karne notu
(10 üzerinden)
|
|
Danone
|
34.457
|
2015
|
10
|
Ferrero
|
181.000
|
2015
|
10
|
IKEA
|
41.686
|
2015
|
8
|
United Biscuits
|
76.196
|
2016
|
7,7
|
Marks & Spencer
|
3.630
|
2020
|
7,4
|
Migros
|
12.696
|
2015
|
6,2
|
Kraft Heinz
|
12.732
|
2025
|
6
|
Barilla
|
34.696
|
2015
|
5
|
Carrefour
|
12.632
|
2020
|
4,7
|
Unilever
|
1.513.265
|
2019
|
3,9
|
L’Oreal
|
54.986
|
2020
|
3,8
|
Pepsi
|
452.743
|
2020
|
2,8
|
Nestle
|
417.834
|
2020
|
1,9
|
Procter & Gamble
|
493.677
|
2020
|
1,2
|
Mc Donald’s
|
122.669
|
2020
|
0,5
|
*Birçok firma CSPO sertifikalı
palmiye yağı kullanıyor olsa da bu yağlar belirli yerlerde birbirine karışıyor.
Fiziksel anlamda da sertifikasız yağlara karışmamış olanlar için %100 CSPO kavramı kullanılıyor.
***
Şirketlerin puanlaması nasıl yapılıyor?
Foto: Greenpeace |
Türkiye kömür sevdası yüzünden tarihi fırsatı kaçırıyor
Özgür Gürbüz-BBC Türkçe/11 Temmuz 2017
Türkiye iklim
değişikliğini durdurmayı amaçlayan Paris Anlaşması’na iki yıl önceki BM İklim
Konferansı’nda imza atmıştı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için TBMM’nde
görüşülerek onaylanması gerekiyor. Şu ana kadar anlaşmaya imza atan 197 ülkeden
153’ü anlaşmayı onayladı.
ABD’de Trump
yönetiminin başa gelmesi ve anlaşmadan çekileceğini açıklaması, onay sürecine
çok sıcak bakmayan Türkiye’nin itirazlarının yüksek sesle konuşulmaya
başlamasına neden oldu.
G20 Zirvesi sonrasında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin
anlaşmayı onaylamayacağını açıkladı. Türkiye’nin müzakerelerde gelişen ülkeler
sınıfında kabul edilmesini ve mali yardım almasını isteyen Erdoğan, anlaşmayı
onaylamak için bu koşulların yerine getirilmesini istedi.
Türkiye’nin
kendisini iklim müzakerelerinde gelişmiş ülkeler grubundan gelişen ülkelere
aldırma isteği yeni değil. Bu isteğin haklı olduğu da söylenebilir.
BM İklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne dayanan bu yanlış, Türkiye’nin başına hep
bela oldu ancak 2001 yılında Marakeş’te düzenlenen 7. Taraflar Konferansı’nda
(COP7) farklı konumu tanınarak biraz olsun düzeltildi.
2004 yılında da Türkiye
Çerçeve Sözleşmesi’ne katıldı. Geride kalan 13 yılda Türkiye’nin konumunun
tamamen netleşememesi biraz da müzakere sürecinin iyi yürütülmemesine bağlı.
Kyoto
Protokolü’nde alınan yükümlülükler ülkelerin nasıl sınıflandırıldığıyla
(gelişmiş-gelişen gibi) yakından ilgiliydi. Bu yüzden Türkiye Kyoto’yu çok geç,
deyim yerindeyse iş işten geçince imzaladı.
Paris Anlaşması’nda ise bu statünün
ne olduğundan çok verdiğiniz taahhüt ve o taahhüdün diğer ülkelerce kabul
edilmesi önemli.
2015 yılında
Türkiye’nin BM Sekretaryası’na sunduğu Niyet Edilen Ulusal Katkı (INDC) belgesi
oldukça zayıf.
Ne ekonomiyi tehdit edecek bir taahhüt içeriyor ne de ekonomide
özel bir dönüşüm gerektiriyor.
Türkiye'nin Niyet Edilen Ulusal Katkı'sı (INDC) |
Türkiye, 2015
yılında 477 milyon ton karbondioksit eşdeğerini bulan emisyonlarının, 2030
yılında, koşulların değişmediği bir senaryoda (business as usual) 1 milyar 175
milyon tona çıkacağını tahmin ediyor.
Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği
taahhüt ise bu rakamı 929 milyonda tutmayı öneriyor. Bir başka deyişle artıştan
yüzde 21 oranında azaltım yapmayı.
Politik dili
bir kenara bırakırsak şöyle demeliyiz: Türkiye, iklim değişikliğini durdurmak
için önümüzdeki 15 yıl içinde seragazı emisyonlarını 477’den 929 milyon tona
çıkarmayı, azaltmayı değil neredeyse iki kat artırmayı öneriyor.
Asıl sorun da
burada. Türkiye’nin seragazı emisyonlarını ciddi şekilde artırmayı öneren bu
planının iklime bir katkısı yok.
Kimse Türkiye’den ABD’nin açığını kapamasını
beklemiyor (zaten ülkedeki tüm enerji santrallarını kapatsanız bile bunu
yapamazsınız) ancak Türkiye’den de herkes gibi kendi evinin önünü süpürmesi isteniyor.
Dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 1’inden sorumlu bir ülkeden bahsediyoruz.
Türkiye’nin emisyonlarının bir süre daha yükselmesi anlaşılabilir ancak makul
bir yükselişten sonra düşüşe geçmesi, en azından artışın durması gerek.
Türkiye’nin Paris taahhüdünde bunlar eksik.
Meksika-Türkiye Karşılaştırması
Bu nedenle,
Türkiye’nin gelişmiş ülkeler yerine gelişen ülkeler statüsünü alması sorunu
çözmeyecek.
Paris’te önerilen ve Meksika gibi birçok gelişen ülkenin gerisinde
kalan taahhüdün iyileştirilmesi lazım.
Türkiye ve Meksika’nın ekonomik
gelişmişlik düzeyleri birbirine yakın. İki ülkenin kişi başına düşen seragazı
emisyon miktarları da aynı; yılda 6 ton civarında. Buna rağmen Meksika’nın
sunduğu niyet belgesi, Türkiye’ninkinden çok daha iyi.
Aslında Meksika
da Türkiye gibi artıştan azaltım öneriyor ve 2030 yılında koşulların
değişmediği bir senaryoya (Business as usual) oranla seragazı emisyonlarını
yüzde 22 oranında daha az artırmayı planlıyor.
Bizden farklı olarak bu hedef
için hiçbir şart koşmuyorlar ve halihazırda Paris Anlaşması’nı onayladılar.
Meksika
bununla da kalmıyor, 2030 yılında
seragazı emisyonlarını 2015’e göre yüzde 36 azaltmayı önerdiği bir başka
seçenek de sunuyor.
Bu hedef içinse, teknoloji transferi, düşük maliyetli
finansal kaynaklara erişim ve teknik işbirliği gibi şartlar koşuyor.
Ve yine
bizim planımızda olmayan kritik bir hedefe daha sahipler. Meksika toplam emisyonlarının
2025 veya 2026’da zirveye çıkıp daha sonra azalmasını hedefliyor.
Türkiye’nin
emisyonlarının hangi yılda zirve yapacağı ve düşüşe geçeceğiyse belli değil. Bu
önemli bir eksiklik.
Diğeri de Türkiye’nin mali yardım şartını ciddi bir
azaltım hedefi bile öne sürmeden masaya koymuş olması.
Meksika gibi bunu daha
iyi bir hedef için öne sürse, müzakerelerde çok daha fazla şansı olabilirdi.
Afşin-Elbistan- Foto: O. Gurbuz |
Kömür Enerjide Dışa Bağımlılığı Azaltmadı
Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamaktan kaçınması, gerçekçi olmak gerekirse, Erdoğan’ın öne sürdüğü gerekçelerle ilgili değil. Türkiye’nin önündeki en büyük engel kömür sevdası.
Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamaktan kaçınması, gerçekçi olmak gerekirse, Erdoğan’ın öne sürdüğü gerekçelerle ilgili değil. Türkiye’nin önündeki en büyük engel kömür sevdası.
2012 yılını ‘Kömür
Yılı’ ilan eden Enerji Bakanlığı, ülkenin neredeyse her yerinde kömür santralı
kurmaya çalışıyor.
Türkiye’nin elektrik üretiminde kömürün payı 2016 sonunda
yüzde 33,8’e ulaştı ve doğalgazı geride bırakarak birinci sırayı aldı ancak
enerjide sorunlar çözülmedi.
Yerli kömür ve
HES hamlelerine rağmen umulan olmadı ve enerjide dışa bağımlılık azalmadı.
2002’de
enerjide dışa bağımlılık yüzde 67’ydi şimdi ise yüzde 75.
Bunda ithal kömür,
petrol ve enerji verimliliğini göz ardı etmenin büyük rolü var.
Kömürün önünü
açmak için santrallara çevre muafiyetleri getiriliyor. Bu da sadece yerli
kömürün değil, ithal kömürün de önünü açıyor.
Türkiye Yenilenebilir Enerji Kaynakları Açısından Zengin
Kömürü
savunanların sıkça kullandığı, Paris ve Kyoto gibi anlaşmaların Türkiye’nin
önünü tıkadığı argümanı da sağlam bir temele dayanmıyor.
Bu anlaşmalar,
seragazı emisyonlarına yol açan fosil yakıtlar (petrol, kömür ve doğalgaz)
yerine güneş, rüzgar ve biyogaz gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının
kullanımını dolaylı yoldan öne çıkarıyor.
Türkiye fosil yakıtlar açısından
zengin değil ve bunların büyük bir bölümünü dışarıdan alıyor.
Halbuki güneş ve
rüzgar gibi kaynaklar açısından Avrupa’nın önde gelen ülkeleri arasında.
Yenilenebilir
enerji kaynaklarının ekonomiyi yavaşlatacağı iddiası da artık tarih oldu.
Yapılan son ihalelerde Ankara Çayırhan’da kurulacak kömür santralinden üretilecek
elektriğin şebekeye satış fiyatı 6,04 dolar sent olurken, rüzgar ihalelerinde
bu fiyat 3 dolar sent hatta daha aşağısında seyrediyor.
Paris
Anlaşması’ndan kaçan Türkiye, aslında kendisini enerjide dışa bağımlılıktan,
enerji kaynaklı çevre sorunlarına kadar birçok dertten kurtaracak enerji
devriminden kaçıyor.
Paris Anlaşması Türkiye’nin enerji dönüşümü için aradığı
yol haritası olabilir ama yöneticiler bunun farkında değil.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)