Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
AB-28’de nükleer ve yenilenebilir enerji
Basında yer alan haberler nedeniyle bu tabloyu hazırlamak zorunda kaldım. Başta Anadolu Ajansı olmak üzere, birçok yayın kuruluşunda enerji konusunda yapılan haberlerde veri hatalarına rastlıyorum. Özellikle de nükleer enerji konusunda... Nükleer enerjiyi güçlü gösteren haberlerde bu hataların sayısı artıyor. Güncel bir örnek. Anadolu Ajansı'nın geçtiği bu haber, "AB devleri elektriği nükleerden üretiyor başlığı" taşıyor. Bu haber Sabah ve Hürriyet gibi çok satan gazetelerin sayfalarında yayımlandı. Yukarıdaki tablodan da göreceğiniz gibi nükleerin elektrik üretimindeki payı, AB ülkelerinin ana kaynağı olmaktan çok uzak. Doğalgaz ve kömüre yaklaşmayı bir yana bırakın, yenilenebilir enerji kaynaklarıyla hemen hemen aynı seviyedeler. Bu da 50 yıllık nükleer enerji için bir başarı kabul edilemez. Eskiyan santrallerin devreden çıkmasıyla, on yıl içerisinde bu tablo daha da gerileyecek. Nükleer endüstrinin asıl kaygısı bu. O yüzden, medyayı da kullanarak pazar paylarını biran önce arttırmaya çalışıyorlar. Sipariş alamadıkları her yıl işleri daha da zorlaşıyor. Türkiye gibi kendini bunca yıl nükleer enerjiden korumuş bir ülkeye girmek de bu yüzden çok önemli.
Klima kullanımına siestalı çözüm
Özgür Gürbüz-BirGün/4 Mayıs 2014
Son birkaç yıldır Türkiye’de elektrik en çok yaz aylarında tüketiliyor. Eskiden elektrik tüketiminin tavan yaptığı dönem kış aylarıydı. Aydınlatma ve ısıtma kaynaklı tüketim kışın artardı. Şimdi tam tersi. Sıcaklar artınca elektrik talebini karşılamak zorlaşıyor. Bunalan düğmeye basıyor. Klimalar elektrik talebini patlatıyor. Klimalar açıldıkça onlara elektrik yetiştirmek için kömür ve doğalgaz santralleri devreye giriyor. Kömür ve doğalgaz yaktıkça da daha çok seragazı ortaya çıkıyor, küresel iklim değişikliği şiddetleniyor. Şiddetlendikçe de hava daha bunaltıcı oluyor, klima sayısı artıyor. Bu kısır döngüye dur demeliyiz.
Son birkaç yıldır Türkiye’de elektrik en çok yaz aylarında tüketiliyor. Eskiden elektrik tüketiminin tavan yaptığı dönem kış aylarıydı. Aydınlatma ve ısıtma kaynaklı tüketim kışın artardı. Şimdi tam tersi. Sıcaklar artınca elektrik talebini karşılamak zorlaşıyor. Bunalan düğmeye basıyor. Klimalar elektrik talebini patlatıyor. Klimalar açıldıkça onlara elektrik yetiştirmek için kömür ve doğalgaz santralleri devreye giriyor. Kömür ve doğalgaz yaktıkça da daha çok seragazı ortaya çıkıyor, küresel iklim değişikliği şiddetleniyor. Şiddetlendikçe de hava daha bunaltıcı oluyor, klima sayısı artıyor. Bu kısır döngüye dur demeliyiz.
Türkiye’nin bazı bölgelerinde klimasız
yaşam gerçekten zor. Gerekirse sıcak bölgelerde iş saatlerini değiştirip ‘siesta’
yapılmalı. Öğle saatlerinde işyerleri kapatılabilir, mesai kısaltılabilir.
İspanya yıllardır yapıyor, Kıbrıs’ta uygulanıyor. “Siesta hakkımız, söke söke alırız” ama yine de bir soralım dedim.
Elektrik ithalatının ekonomik kaybını siestayla kıyaslamalı. Hem bu bir yılın
meselesi değil.
Klima kullanmaya mecbur kalıyorsanız da
kullanımı en aza indirelim. Hem faturalarınız azalsın hem de dünya rahatlasın. Öncelikle
biraz dişimizi sıkmalıyız, terleyelim; yazın terlemek normal. Pencereleri
açalım. Yapısal çözümler de var. Sıcak bölgelerde ev yaparken ışık geçiren, ısı
geçirmeyen camlar kullanmalı. Binalar doğru yalıtım malzemeleriyle kaplanmalı.
Yalıtım sanılanın aksine sadece sıcak havanın dışarı çıkmasını önlemez, içeri
girmesini de önler. Bir de bireysel gariplikler var. Kışın evin sıcaklığını 25
dereceye getirmek için ısıtanlar yazın 25 dereceyi gördüğünde evi soğutmaya
çalışıyor. Bir karar verseniz hepimiz için iyi olacak.
KLİMALARI
YEŞİLE BOYAMAK
Bizim şirketler de bir âlem. Klima satan
Alarko firması, küresel iklim değişikliğinin etkilerine dikkat çekmek için bir
fotoğraf yarışması düzenlemiş. Klima alana deterjan verse, mangal hediye etse
daha iyi olurdu. İklim değişikliğinde klimaların payı büyük, insanları kandırmayın.
Mesele bu olsa iyi. Alarko, Cengiz İnşaat ile birlikte Karabiga’da bir kömür
santrali yapmaya çalışıyor. Kömür iklimin bir numaralı düşmanı. Alarko’ya
çağrım var. İklim değişikliği konusundaki hassasiyetiniz fotoğraflarda
kalmasın, Karabiga’daki termik santral projesini iptal edin, biz de
samimiyetinize inanalım.
Bir kandırmaca da Çevre ve Şehircilik
Bakanı İdris Güllüce’den geldi. Güllüce, “Türkiye’nin
kişi başı seragazı emisyon miktarı 5,9 tondur. Bu değer; OECD ortalamasının
üçte biri ve Avrupa Birliği ortalamasının yarısıdır. …sadece ulusal önlemler ve
kaynakları ile 1990-2012 döneminde sera gazı emisyonları yüzde 21 oranında
azaltılmıştır” dedi. Bu cümlede
bir hata olsa gerek. Türkiye’nin seragazı emisyonları 1990-2012 arasında yüzde 133
oranında arttı. Bakan Güllüce tahminen, ‘artıştan azaltımı’ kastediyor. Hiçbir
şey yapmasaydık o yüzde 21’lik indirim de olmazdı, biz yaptıklarımızla artışı
biraz azalttık demek istiyor. İyi de, bu azaltılmış halinin yüzde 133 artış
olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yapılan da, hava kirliliğine karşı doğalgaza
geçmek gibi biraz da mecburiyetten hayata geçirilen işler.
TÜRKİYE AVRUPAYI YAKALIYOR
Türkiye’de kişi başına düşen yıllık emisyon
miktarı hızla artıyor. 2010’da bu rakam beş tondu, iki yılda 6 tona çıktı. Romanya,
İsveç, Macaristan ve Portekiz gibi birçok ülkeyi yakalamak üzereyiz. Avrupa
ülkeleri azaltım hedeflerini tutturduğu için bizim hızlı artışımız birkaç yıl
sonra onlarla aynı noktaya gelmemize neden olacak. Bir şey yapmamak için
kullandığımız bu bahane de ortadan kalkacak. O zaman ne yapacağız?
Hükümet küresel iklim değişikliğine karşı
mücadelede ciddiyse bizi yönetenlere de çağrım var. Gelin, bir sayısal,
ölçülebilir hedef belirleyelim. 2020’ye kadar seragazı emisyonlarını “şu kadar
azaltacağız” diyelim, rakam verelim. Böyle bir hedef sadece çevreyi korumaz,
Türkiye’de sanayi ve ekonominin çehresini değiştirir. Geleceğin Türkiye’sini
kurmamıza giden yolu açar.
Çernobil’in 28. yılında nükleer enerji -3
BirGün gazetesi için hazırladığım üç günlük yazı dizisinin üçüncü ve son bölümü. İlk bölüm için lütfen buraya, ikinci bölüm içinse buraya tıklayınız.
TÜRKİYE’NİN NÜKLEER İNADI PAHALIYA PATLAYACAK
TÜRKİYE’NİN NÜKLEER İNADI PAHALIYA PATLAYACAK
Özgür Gürbüz-BirGün/28 Nisan 2014
Adalet ve
Kalkınma Partisi, 2004’ten bu yana nükleer santral kurmak için çabalıyor. Mersin
ve Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santraller için Rusya ve Japonya ile
anlaşmalar imzalandı. 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya Federasyonu ile yapılan
uluslararası anlaşmaya göre Mersin’in Akkuyu mevkiinde 4 bin 800 megavat (MW)
kurulu gücünde bir nükleer santral kurulmak isteniyor. Rus devlet şirketi
Rosatom Türkiye’deki faaliyetlerini Akkuyu NGS adlı bir şirket üzerinden
yürütüyor. Şirket yüzde 100 Rus sermayeli ve istese bile en fazla yüzde 49
hissesini satabiliyor. Anlaşmaya göre Türkiye, ilk iki
reaktörün üreteceği elektriğin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün üreteceği
elektriğin ise yüzde 30’unu 15 yıl boyunca Akkuyu NGS A.Ş.’den satın alacak.
Fiyatı da belli, kilovatsaat (kWs) başına 12,35 dolar sent (26 kuruş). Sinop
için de 3 Mayıs 2013 tarihinde benzer bir anlaşma imzalandığı ve bu defa 20 yıl
boyunca 11,80 dolar sentlik bir alım garantisi verildiği belirtiliyor.
Belirtiliyor diyoruz çünkü anlaşma metni aradan geçen bir yıla rağmen
kamuoyuyla paylaşılmadı. Sürecin gizli yürütülmesi Sinop projesine özgün değil.
Mersin’de nükleer santral yapmak için alınması gereken yer lisansı süreci, daha
önce eksik bulunduğu için iade edilen Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporunun
son hali aynı bu anlaşma gibi kamuoyundan gizleniyor. Nükleer enerjiyi savunan
hükümet yetkilileri, nükleer karşıtlarıyla tartışmaya yanaşmıyor. Şeffaf bir
süreç işletilmiyor. Türkiye’nin nükleer projeleri demokrasi açısından sorunlu
ama tek sorun o değil. Nükleer enerjinin maliyeti de tartışmalı.
Nükleer enerji ucuz mu?
Bozcaada rüzgar santrali - Foto: O. Gurbuz |
KAZA VE SÖKÜM MALİYETLERİ
Nükleer enerjinin
pahalı olmasında santrallerdeki kaza ve sızıntıların önemli bir payı var. Çernobil
kazasının yüz milyar dolarlarla ifade edilen maliyetini bir kenera bırakalım.
Her kaza veya sızıntı, aynı hatanın tekrarlanmaması için santrallerdeki güvenlik
önlemlerinin arttırılmasına neden oluyor. Bu da ek maliyetler getiriyor. Bulgaristan’da,
Çek Cumhuriyeti’nde nükleer projelerden vazgeçilmesinin ardında bu santrallerin
pahalı olması yatıyor. ABD Enerji Bilgi İdaresi’nin (EIA) 2014 yılına ait
raporu buna iyi bir örnek. EIA, 2019’da faaliyete geçecek, gelişmiş, yeni bir
nükleer reaktörden elektrik üretmenin maliyetinin kWs başına 9,6 sent olacağını tahmin ediyor. Aynı
yıl faaliyete geçecek bir rüzgar türbini ise 8 sent maliyetle elektrik
üretiyor. Bu rakam hidroelektrikte 8,45, jeotermalde 4,79 ve güneşte 13 sent.
Bu hesaplamalar sadece ilk yatırım, yakıt ve işletme giderleri üzerinden
yapılmış. Nükleer santrallerin söküm ve binlerce yıl radyoaktif kalan
atıklarının depolama, bakım maliyetleri hesaba dahil değil.
Nükleer
enerjinin tek rakibi de yenilenebilir enerji kaynakları değil. EIA’nın
tahminine göre, doğalgaz ve kömür santrallerinde 1 kWs elektrik üretim maliyeti
6,4 ile 9,5 sent. Ve bu kaynaklar aynı rüzgar ve hidroelektrik gibi devlet
desteğine ihtiyaç duymadan kurulabiliyor. ABD’de geçen yıl dört nükleer reaktör
(Crystal River-3, Kewaunee, San Onefre 2-3) kapatıldı. Bunların üçü tasarım
ömürlerini doldurmamıştı. Başta doğalgaz olmak üzere rekabete dayanamadılar. San
Onofre santralinin iki reaktörü için 4,1 milyar dolarlık bir söküm maliyeti
hesaplandı. Bu rakamı esas alarak tahmin
yaparsak, Akkuyu ve Sinop santrallerinin radyasyona bulaşmış parçalarını sökmek
için 20 milyar dolar daha gerekecek.
Türkiye nükleere mecbur mu?
Türkiye 2013 yılında 240 milyar kWs
elektrik tüketti. 2012’ye göre elektrik tüketimi yüzde 1,3 oranında arttı. Hükümetin
beklentisi bu artışın en az yüzde 5,3 olmasıydı. Yüksek talep tahmini ise yüzde
7,4’tü. 2011’de yüzde 9 artan elektrik talebi, 2012’de yüzde 5,1 ve 2013’te de
yüzde 1,3 oranında artarak düşüş eğiliminde olduğunu gösterdi. 2014 sonunda
artışın yüzde 4,6 olması beklense de, büyüme rakamlarının yüzde 2’lerde kalması
halinde 2013 benzeri düşük bir artış kimseyi şaşırtmaz. Nükleer santralleri
gerekli göstermek için kullanılan en önemli argümanın 2-3 yıldır geçerli
olmadığı ortada.
Nükleer santraller sadece elektrik enerjisi
üretebiliyor. Bu nedenle nükleer yerine hangi kaynaktan, daha ucuz ve çevreci
elektrik üretebiliriz diye bakmak akıllıca bir yol olur. Çevrecilerin sıkça
kullandığı “rüzgar, güneş bize yeter” sloganı, rakamlarla desteklenebilir. Hükümetin de kabul ettiği güneş enerjisi
potansiyeli 380 milyar kWs. 240 milyarlık tüketimin çok üstünde.
Halihazırda, 3 bin megavat kurulu güçle elektrik tüketiminin yüzde 3’ünü
sağladığımız rüzgar enerjisinin, 45 bin megavatlık ekonomik potansiyeli daha var.
Bu iki teknolojinin en büyük avantajı elektrik üretim maliyetlerinin giderek
azalması. Makina Mühendisleri Odası
Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, hidroelektrik, rüzgar, güneş,
jeotermal, yerli linyit ve biyogaz kaynaklarından 700-750 milyar kWs’lik bir
üretimin gerçekleştirilebileceğini söylüyor. Bugünkü tüketimin 3 katı
büyüklüğünde bir potansiyelden bahsediyor. Türkyılmaz ayrıca, enerjiyi verimli
kullanarak yüzde 25 oranında tasarruf sağlanabileceğine de işaret ediyor. Bu,
enerji verimliliği tedbirleri arttırılsa, Türkiye dörtte bir oranında az
elektrik/enerji harcayarak aynı üretimi yapabilir demek. Türkyılmaz’ın
reçetesinde nükleer, yeni ithal kömür ve doğalgaz santrali yok. Çevreciler
hidroelektrik, linyit gibi kaynaklara sıcak bakmıyor, zaman zaman bazı rüzgar
projeleriyle ilgili şikayetlerini de dile getiriyor. Bu tartışmalı kaynakları
dışarıda bıraksak bile Türkiye’nin Sinop ve Mersin nükleer santralleri devreye
girdiğinde üreteceği yaklaşık 80 milyar kWs’lik elektriği başka kaynaklardan
hatta sadece enerjiyi verimli kullanarak karşılayabileceği söylenebilir. Bu
durumda son sözü nükleer mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman’a bırakmalı.
Yarman, nükleer enerji kararının teknik değil, siyasi olduğunu söylüyor. O
halde hükümet bu siyasi kararının gerekçelerini halka açıklamalı.
-BİTTİ-
Çernobil’in 28. yılında nükleer enerji -2
BirGün gazetesi için hazırladığım üç günlük yazı dizisinin ikinci bölümü. İlk bölüm için lütfen buraya tıklayınız.
NÜKLEER RÖNESANS HAYAL OLDU
Özgür Gürbüz-BirGün/27 Nisan 2014
NÜKLEER RÖNESANS HAYAL OLDU
Özgür Gürbüz-BirGün/27 Nisan 2014
Nükleer
enerjinin en büyük şansı 1973’teki petrol kriziydi. Kriz, birçok ülkede paniğe
neden oldu ve o zaman sınırlı olan seçenekler içinde nükleer enerjinin
yıldızını parlattı. Fransa bu paniğin en iyi örneğidir. Bugün Fransa’da çalışır
durumda 58 nükleer reaktör var ve elektrik ihtiyacının yüzde 73’ü nükleer
santrallerden sağlanıyor. Bu 58 reaktörün 36 tanesi, petrol krizinden hemen
sonra başlatılan nükleer enerji hamlesi sonucu 1977 ile 1989 yılları arasında
kurulmuştur. 1977’ye kadar kurulan reaktörlerin birçoğunun düşük kapasiteli
olduğu da düşünülürse, Fransa’nın bugün sahip olduğu kurulu gücünün o paniğin sonucu
olduğu açıkça görülebilir. Fransa, 1999 yılından sonra sadece bir reaktör inşa
etti. Bugün yapımı süren tek reaktör (Flamanville) ise aynı Finlandiya’daki
ikizi gibi mali bir felakete yol açtı ve ne zaman faaliyete geçeceği
bilinmiyor.
Rakamlarla dünyada nükleer
enerji
Petrol
krizinin hızıyla nükleer enerjiyi kurtuluş sananların birçoğu, ABD’deki Üç Mil
Adası kazasıyla irkildi. Çekirdek erimesi, yani reaktörün kalbindeki yakıt
hücrelerinin hasara uğraması, bununla birlikte nükleer reaksiyonun kontrolden
çıkması nükleer endüstrinin korkulu rüyasıdır. Üç Mil Adası’nda kısmen bir
çekirdek erimesi yaşanması başta ABD olmak üzere bazı ülkelerde tedirginlik
yaratsa da, nükleerden kaçış Çernobil’le başladı. 1986 yılında dünyadaki
elektrik tüketiminin yüzde 11’i nükleer santrallerden sağlanıyordu. Çernobil’den
sonra yeni siparişlerin durması, nükleer enerjinin yükselme eğilimine de darbe
vurdu. Mevcut inşaatların tamamlanmasıyla 1997’de nükleer enerjinin küresel elektrik
üretimindeki payı yüzde 17’lik tarihi zirvesini gördü. Dünya enerji tüketimine
katkısı ise yüzde 6 civarındaydı çünkü nükleer santraller sadece elektrik
üretebilirler. Fosil yakıtlar ve yenilenebilir enerji kaynakları ısı ve
elektrik üretebildikleri için nükleere karşı hep avantajlıdır.
Nükleer
endüstri Çernobil sonrası akıllı bir manevrayla kabuğuna çekildi. Çernobil’in
unutulmasını beklemekten başka çareleri yoktu. 2000’den sonra Çernobil’in
unutulduğunu düşünen nükleer lobi tekrar atağa geçti. Bu sefer ‘nükleer rönesans’ sloganıyla sahneye
girdiler. Daha fazla bekleyemezlerdi zira yeni teknik eleman yetişmiyor, mevcut
kadrolar emekliye ayrılıyordu. Üniversitelerde nükleere ilgi azalmıştı. Yeni ve
daha güvenli olduğu söylenen nükleer reaktörlerle yeniden elektrik piyasasına
hücum ettiler. Avrupa ve Amerika’yı ikna edemeseler de, Asya’dan aldıkları
siparişlerle endüstri canlanır gibi oldu. Türkiye gibi birçok ülke yeniden
nükleer enerjiyi konuşmaya başladı. Buna rağmen, 2010 yılı sonunda (Fukuşima
kazasından önce) nükleer santrallerden üretilen elektriğin payı yüzde 12’ye
kadar geriledi. Güvenli nükleer reaktörler piyasanın tek talebi değildi. Ucuz
olmaları da gerekiyordu. Atık sorunu hâlâ çözülememişti. Üstelik, güvenli
nükleer santral demek maliyet demekti. Nükleer enerji, kömür, gaz, rüzgar,
güneş ve hidroelektrik gibi kaynaklarıyla rekabet edemiyordu. 2010 sonunda
küresel elektrik üretiminde nükleerin payı yüzde 12’ye düşerken, yenilenebilir
enerji kaynakların payı yüzde 20’ye çıkıyordu. Fukuşima sonrası ise nükleer
enerjinin küresel elektrik üretimindeki payı yüzde 10’lara kadar düştü. Bir
başka deyişle, 30 yıl öncesine geri döndü.
bitmeyen nükleer santral
inşaatları
1974’te Uluslararası
Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), 2000 yılına gelindiğinde nükleer santrallerin
dünyadaki kurulu gücünün 4 bin 500 gigavata (GW) ulaşacağını tahmin ediyordu.
Bugün itibariyle bu rakam sadece 372 GW ve buna bir yıldır çalışmayan
Japonya’daki yaklaşık 50 GW da dahil. Rakamlar küresel eğilimin nükleerin
lehine gitmediğini gösterse de bu tablo ülkeden ülkeye değişebiliyor. Dünyada
çalışabilir durumda 435 reaktör var ve UAEA’ya göre 72 reaktör de yapılıyor. 72
reaktörün 28’i Çin, 10’u Rusya, 6’sı
Hindistan, 5’er tanesi Güney Kore ve ABD, 2’şer adedi Birleşik Arap
Emirlikleri, Ukrayna, Slovakya, Japonya, Arjantin ve Pakistan, 1’er adet de Belarus,
Brezilya, Fransa ve Finlandiya’da inşa ediliyor. Detaylara bakmazsanız ‘72’ sayısı size çok gelebilir, öyle
düşünmenizi de istiyorlar. Halbuki bu 72 reaktörün bazıları yıllardır, yapımı
sürenler listesinde yer alıyor. Örneğin Arjantin’deki Atucha-2 reaktörü;
1981’den beri inşa ediliyor. Arjantin’de yapımı süren diğer reaktör ise bir
prototip. ABD’deki Watts Bar-2’nin inşaatına ise 1972’de başlandı.
Hindistan’daki Kudankulam’da iki reaktör 12 yıldır bitirilemedi. Slovakya’daki
iki reaktör 1987’den beri yapılıyor(!). Ukrayna’da durum hemen hemen aynı. Nükleer
reaktörün yapımız uzadıkça, kâr etmesi zorlaşır. İlk yatırım maliyeti yüksek
olduğu için biran önce elektrik üretip, satmaları gerekir. Bu örneklerin
hepsinin ortak noktası ekonomik bir felaket olmaları.
Yine aynı
listede, Rusya’da 10 yeni reaktörün yapıldığı söyleniyor ancak bu 10 reaktörün iki
tanesinin deniz üstü için tasarlanmış, küçük reaktörler olduğu yazmıyor.
Pakistan’daki iki reaktör de küçük, toplamı bir Yatağan santrali etmiyor. Japonya’daki
iki inşaat Fukuşima’dan sonra rafa kalktı ama hâlâ yapımı sürenler listesinde
yer alıyor. Finlandiya’da Fransızların dünyanın en üstün teknolojisi diye
pazarladıkları Olkiluoto reaktöründe inşaat durdu. Zarar 5 milyar avroyu geçti.
Fransa’da da durum farklı değil. Flamanville-3 reaktörünün yapımı 7 yıldır
sürüyor ve ne zaman biteceği belli değil. Nükleer enerji alanında dünya lideri
sayılabilecek Fransa’nın 2025'e kadar elektrik üretiminde nükleerin payını yüzde
50'ye indirmeyi planlaması da iyi okunmalı. Görüldüğü gibi, nükleer endüstri dünyada
72 reaktör inşa halinde demeyi sever ama her zaman olduğu gibi sizden
gerçekleri gizler. Yeni yapımların yarıdan fazlasının Çin ve Rusya’da olduğu
göze alınılırsa, dünyada herkesin nükleer enerjiye koşmadığı açıkça görülüyor.
Nükleer enerji söylendiği gibi ucuz ve güvenli olsaydı bu tablo bambaşka
olurdu.
***
Hangi ülkeler nükleerden
vazgeçti?
·
Avusturya
tek reaktörü Zwentendorf’u bitirmesine rağmen hiç çalıştırmadan kapattı. 1978’de
halk oylaması yapıldı ve yüzde 51 nükleere hayır dedi.
·
Çernobil
sonrası İtalya 4 reaktörünü birden kapattı. İtalyanlar Haziran 2011'deki yeni halk
oylamasında da nükleer enerjiye hayır dediler.
·
İspanya’da
Zorita ve Vandellos-1 reaktörleri kapatıldı, 7 reaktör kaldı.
·
Litvanya'da
İgnalina-I ve İgnalina-2 (2004, 2009) kapatıldı.
·
İsviçre
Fukuşima öncesi yeni reaktör yapmayı planlıyordu. Kazadan sonra 5 reaktörü
2034'te kapatma kararı aldı.
·
Belçika
2025'e kadar 7 reaktörünü kapatacak.
·
Yunanistan,
İrlanda, Danimarka, Norveç, Portekiz, Latvia, Lüksemburg nükleer santral
kurmadıkları gibi Fukuşima sonrası nükleere karşı bir deklarasyon yayınladılar.
·
Almanya,
Fukuşima’dan hemen sonra 8 reaktörü aynı anda kapattı. Kalan 9 reaktör de
2022’ye kadar kapatılacak.
3. Bölüm: Nükleer enerji ucuz mu? / Türkiye nükleere mecbur mu?
3. Bölüm için lütfen buraya tıklayınız.
3. Bölüm için lütfen buraya tıklayınız.
Çernobil’in 28. yılında nükleer enerji -1
BirGün gazetesi için hazırladığım üç günlük yazı dizisinin ilk bölümü.
2. Bölüm:Rakamlarla dünyada nükleer enerji / Hangi ülkeler
nükleerden vazgeçti?
2. Bölüm için lütfen buraya tıklayınız.
Özgür Gürbüz-BirGün/26 Nisan 2014
Pripiyat'ta lunapark - Foto: O. Gurbuz |
28 yıl önce
bugün, gece yarısına doğru Çernobil nükleer santralinde büyük bir patlama
meydana geldi. Kazadan ilk haberdar olanlar, dört nükleer reaktöre ev sahipliği
yapan Çernobil santralinde çalışanlar ve ailelerinin yaşadığı Pripiyat kentinde
oturanlardı. Üç kilometre uzaktaki bu kentten santralden çıkan dumanı görmek
mümkündü. Dünya kazadan iki gün sonra, 28 Nisan 1986 akşamı saat 11’de haberdar
oldu. Sovyet Haber Ajansı Tass, Çernobil nükleer santralinde ölümlü bir kaza
olduğunu söylemekle yetinmişti. Halbuki Danimarka’daki bir nükleer araştırma
laboratuvarı, Tass’ın haberinden iki saat sonra Çernobil’deki kazanın en yüksek
seviyede bir nükleer kaza olduğunu duyurmuştu. Radyasyonun büyük bir bölümü ilk
10 gün içinde havaya karıştı. Dönemin yetkilileri, santrali merkez alan 30 km
yarı çapında bir alanda yaşayan 130 bin kişiyi ilk 10 gün içinde tahliye etmekle
yetindiler. 140 km uzaklıktaki Kiev’de ve radyasyon sızıntısından en çok
etkilenen Belarus’un başkenti Minsk’teki 1 Mayıs kutlamaları bile iptal
edilmedi.
Çernobil, 1979’da
ABD’de meydana gelen Üç Mil Adası reaktöründeki kazanın çok ötesinde bir
kazaydı ve dünya böyle büyük bir endüstriyel felakete daha önce şahit
olmamıştı. Çernobil, nükleer enerjinin kaderini değiştirdiği gibi, birçok
siyasi sonuç doğurdu. Kimilerine göre Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının nedenlerinden
biriydi. Avrupa’da nükleer karşıtı hareketi, onunla birlikte çevre ve yeşil hareketi
güçlendirdi. Halkın çevrecilere güveni arttı çünkü onlar geliyorum diyen kazaya
karşı herkesi uyarmıştı. Nükleerin gözden düşmesiyle yenilenebilir enerji ve doğalgaz
yatırımları arttı. Bu sonuçların bazıları olumlu gözükse bile, kazanın olduğu
bölgedeki hasar tüm kazanımları gölgede bırakacak nitelikte. Ölen binlerce
insan ve canlılar. 28 yıl geçmesine rağmen ekilemeyen, barınılamayan topraklar,
yeni sızıntılara neden olmaya hazır radyoaktif materyaller ve milyarlarca
liralık ekonomik kayıp. Bu yazı dizisinde daha çok Çernobil ve Fukuşima sonrası
nükleer enerjinin durumuna bakacağız ama nükleer felaketin sadece rakamlardan
ibaret olmadığını en baştan hatırlatmakta yarar var.
İNSANLAR KANSER ORMANLAR ZEHİRLİ
Çernobil
kazası nedeniyle 350 bin kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Kaza ve
kazadan sonra temizlik çalışmalarında 800 bine yakın kişi çalıştı. ‘Tasfiyeci’
adı verilen bu kişilerin haklarını savunan birlik, 800 bin temizlikçiden 60
bininin öldüğünü, 165 bininin ise sakat kaldığını söylüyor. Sovyetler
Birliği’nden kalan resmi raporlar ise 25 bin tasfiyecinin öldüğünü kabul ediyor.
Çernobil'de ölen itfaiyeciler için yapılmış anıt-Foto: O. Gurbuz |
Çernobil
nedeniyle kaç kişinin kansere yakalandığı ve hayatını kaybettiği tartışmalı bir
konu. İçlerinde Uluslararası Atom
Enerjisi Ajansı’nın da bulunduğu ve bu yüzden şüpheyle yaklaşılan BM
Çernobil forumu, 2005 yılında ölü sayısını 4 binle sınırladı. Bu rapor büyük tepki
topladı ve yanıt niteliğinde farklı raporlar yayımlandı. Bugün Avrupa
Parlamentosu Yeşiller Grubu’na eş başkanlık yapan Rebecca Harms’ın desteklediği
ve iki İngiliz bilim insanının hazırladığı 2006 tarihli TORCH raporu, 30 ila 60 bin arasında kanser kaynaklı ölüme işaret ediyor.
Greenpeace’in çalışması ise Çernobil
yüzünden 270 bin kanser vakasına rastlanacağını, bunlardan 93 binin ölümcül
olacağını belirten bir rapor yayımladı. Çalışmalarından dolayı Nobel ödülü
almış, Uluslararası Nükleer Savaşa Karşı
Doktorlar Birliği (IPPNW) ise on binlerce tasfiyecinin ölmüş olabileceğini söylüyor.
2006’da hazırladıkları rapor, 10 bin kişinin tiroit kanseri olduğunu ve 50 bin
vakanın daha görüleceğini belirtiyordu. IPPNW’ye göre Çernobil, Avrupa’da 10
bin sakat doğuma ve 5 bin ölü doğuma neden oldu.
Kesin olan,
Çernobil nedeniyle sağlık sorunu yaşayanların çokluğu. 1996 yılında Ukrayna,
Rusya ve Belarus’ta çocuklar arasında tiroit kanseri yüzde 200 arttı. Dünya Sağlık Örgütü o tarihte, bu üç
ülkede 4 milyon kişinin nükleer felaketten etkilendiğini ve 1 milyonunun tedavi
gördüğünü söylemişti. Çernobil’den, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom
bombalarından 100 kat fazla radyasyon yayıldı. Ukrayna, Belarus ve Rusya
sınırları içerisindeki 125 ila 146 bin kilometrekarelik bir alan radyoaktif
kirliliğe (sezyum-137) maruz kaldı.
Sezyum-137 izotopunun radyoaktivitesini yitirmesi için 300 yıl geçmesi
gerekiyor.
Yüksek
seviyedeki radyasyon yüzünden Çernobil’in kaza yapan 4 numaralı reaktörünün
içerisinde kalan nükleer yakıt çıkarılamıyor. Kazadan sonra aceleyle kapatılan
reaktör binasının çökmesi halinde ciddi bir radyasyon sızıntısıyla karşı
karşıya kalınabilir. Bu yüzden dev bir lahit inşa ediliyor. 4,3 milyar TL’ye mal
olan koca bir çatının inşası sürüyor. İnşaat bittiğinde çatı reaktör binasının
üzerine kapatılacak ve içerideki radyoaktif materyaller sızıntıya olanak
vermeyecek şekilde kapatılacak. Projenin gecikmesi herkesi endişelendiriyor.
Diğer endişe kaynağı da radyasyona maruz kalmış bölgedeki ormanlarda çıkacak
bir yangın. Yangın, ağaçların, bitkilerin emdiği radyasyonun açığa çıkmasına
neden olacak. 2006’da bölgeyi ziyaret ettiğimde Çernobil’le ilgili çalışmalarda
toplam 7 bin kişinin çalıştığını öğrenmiştim. İşçilere, Ukrayna’daki diğer
işlere göre daha yüksek ücret ödeniyor. İki vardiya halinde çalışıyorlar ve
yüksek seviyede radyasyona maruz kalmamaları için ayın iki haftasını bölgeden
uzakta geçirmek zorundalar. Birçoğunun görevi, olası bir yangını önlemekti.
Belarus’taki
ormanların yüzde 21’i, ekilebilir alanların da yüzde 22’si kirlendi. Ukrayna’da
ise ülke ormanlarının yüzde 40’ı radyoaktif kirliliğe maruz kaldı. Bitki ve
hayvanlar kadar ülke ekonomileri de yara aldı. Belarus ekonomisinin ilk 30
yıldaki kaybının 43 milyar doları geçmesi, toplamda ise 235 milyar doları
bulması bekleniyor. Bu rakam Belarus’un 1985 bütçesinin 32 katına denk
geliyordu. Belarus ülke bütçesinin yüzde 6’sını Çernobil’in sonuçlarıyla baş etmek
için harcıyor. Ukrayna’da da durum farklı değil. Çernobil’in ülke ekonomisine
maliyetinin 2015’e kadar 201 milyar doları bulması bekleniyor. Ukrayna da
bütçesinin yüzde 5’ini Çernobil harcamalarına ayırıyor.
2. Bölüm için lütfen buraya tıklayınız.
Yatağan’da liberal Sinop’ta devletçi
Özgür Gürbüz-BirGün/20 Nisan 2014
Kemerköy ve Yeniköy termik santralleri iki gün önce
özelleştirildi. IC İçtaş adlı şirket 2 milyar 671 milyon dolar vererek bu iki
santrali Elektrik Üretim A.Ş.’den (EÜAŞ) satın aldı. Ankara’da iki santralin
ihalesi yapılırken, 2013 Haziran ayında özelleştirilen Seyitömer termik
santralinde işten çıkarmalar başladı. 109 işçi işsiz kaldı. Kemerköy, Yeniköy
ve Yatağan işçileri de 10 Nisan’dan beri Ankara’da. Birçoğu Kütahya’da olduğu
gibi işlerini kaybetmekten korkuyor.
Sırada Afşin-Elbistan ve Yatağan’ın da aralarında
bulunduğu 13 termik santral daha var. Sadece kömür ve doğalgaz santralleri
değil, EÜAŞ’ın elinde bulunan HES’lerin 28 tanesi de satışta. EÜAŞ son
özelleştirmelerden önce, 2013 yılında, 80 milyar kilovatsaat elektrik üretmiş.
Türkiye elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 30’u. Özelleştirmeler tamamlanırsa
devletin elektrik üretimindeki payı yüzde 20’nin altına düşecek. Peki,
yaratılan gerçekten bir serbest piyasa mı? Değil.
Özelleştirmenin kendisi kadar, yaratılmak istenen serbest
piyasanın ne kadar serbest olduğu da tartışılır. Termik santraller kolay
satılsın diye Elektrik Piyasası Kanunu’na konan geçici maddeyi unuttunuz mu? Bu
maddeyle termik santrallere en temel çevre yükümlülüklerini yerine getirmeleri
için 2019’a kadar ek süre verilmişti. Düpedüz teşvik. Serbest piyasada çevreyi
kirletmeme, teknoloji geliştirme gibi bir neden olmadan, bir kaynak lehine
teşvik olur mu? Aynı teşvik nükleer santraller için de geçerli. Devlet, Mersin
ve Sinop’taki santrallerde üretilecek elektriğin büyük bir bölümü için satın
alma garantisi verdi. Akkuyu’da bu süre 15, Sinop’ta 20 yıl. Dahası var… Enerji
Bakanı Taner Yıldız, Sinop’taki nükleer santralde EÜAŞ’ın yüzde 35 payı olacağını
söylüyor. Elektrik üretiminde termik santralleri satarak payını azaltan devlet,
nükleere girerek payını arttırıyor. Devlet elektrik üretiminden çekiliyor diye
işsiz bıraktığınız işçilere bu durumu açıklamak zorundasınız. Bu ne perhiz bu
ne lahana turşusu?
Nükleere alım garantisinin serbest piyasaya aykırı
olduğunu sadece ben söylemiyorum. İngiltere de aynı bizimkine benzer bir model
denedi. Avrupa Birliği bu alım garantisinin adaletsiz olduğunu belirterek geniş
kapsamlı bir resmi soruşturma başlattı. Projenin AB’den onay almaması kimseyi
şaşırtmayacak.
Özelleştirmeyi tümden reddeden sol/sosyalist gruplar için
bu anlattıklarımız detay olabilir. Kontrollü serbest piyasa tezini savunan
sosyal demokrat ve yeşiller için de bence durup düşünme zamanı geldi. Önce şu
soruya yanıt bulmak zorundayız. Su, gıda ve enerji gibi bugünkü toplumun temel
ihtiyaçlarını, giderek güçlenen ve devletleri kontrol eder hale gelen şirketlerin
tekeline bırakmak ne kadar doğru? Günümüzdeki uygulamalar, özel sektör
tekelinin devlet tekelinden daha iyi olduğunu göstermiyor. Bizi ilgilendiren
güncel bir örnek vereyim. Almanya’nın nükleerden vazgeçip, kömür ve doğalgaz
kullanımını azaltarak, elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payını
2050’de yüzde 80’e çıkaracağını açıklaması RWE, E.ON, EnBW ve Vattenfall gibi
dört dev elektrik üreticisini çileden çıkarttı. Kârları düşen şirketler
Almanya’yı kararından vazgeçirmek için her yolu deniyor. Termik ve nükleer
santrallerinden eskisi gibi kâr edemediğini söyleyen E.ON Yönetim Kurulu
Başkanı Johannes Teyssen, Ağustos 2013’te santralleri kapatıp Türkiye’ye taşıyacaklarını
söyleyerek adeta Alman hükümetine gözdağı vermişti. E.ON’un 2012 sonunda
Enerjisa’ya yüzde 50 hisseyle ortak olması rastlantı değil.
Serbest piyasaya evet diyenler bile şu soruları sormalı: “İstediğiniz
dev şirketlerin kontrolünde bir serbest piyasa mı? Başka bir yol yok mu?” Evet,
var. Enerji üretiminin devlet veya dev şirketlerin tekelinde olmadığı,
bireylerin, kooperatiflerin küçük santrallere sahip olduğu bir başka yol mümkün.
İnanmadınız değil mi? 2012 başındaki rakamlara göre, Almanya’da yenilenebilir
enerji kaynaklarının yarısının sahibinin bireyler olduğunu söylesem inanır
mısınız? Bunların hatırı sayılır bir kısmının tarlasına rüzgar türbini diken
çiftçiler olduğunu eklesem…
Güneş enerjisi bir çobanın hayatını değiştirdi
Özgür Gürbüz-BirGün/13 Nisan 2014
Kenan Sarıyer ve NKP Antalya sözcüsü Hediye Gündüz |
Kenan Sarıyer, güneş enerjisine geçerek hem kâr etmiş hem
de kendisini büyük bir külfetten kurtarmış ama çevreye katkı yaptığının da
farkında. Güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik paneli için, “Çevreye
hiç zararı yok” diyor. Dört yıl önce 2 bin 700 liraya aldığı panel çoktan
kendisini amorti etmiş. Güneşten önce gazla çalışan lambaları varmış. Diğer
alternatif ise tüp kullanmak. Sarıyer, güneş enerjisini tercih etmesinin
nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Jeneratör
alsaydım o zaman 500 liraydı. Şu zamana kadar benzin parası 3 bin lirayı
geçerdi. Çilesi de cabası. Komşular benzin için yayladan 25 km araçla yol
gidip, alıp geliyorlar. Bir bidon benzin için toplam 50 km yol kat ediyorlar.
Biz aynı yerde üç çobanız. Artık onlar da güneş paneli takmak istiyor. Maddi
durumları biraz zayıf olduğu için taktıramadılar. Parayı buldukları zaman gidip
benzin alıyorlar, olmadığı zaman da gaz lambasıyla idare ediyorlar”. Sarıyer’in
iki aküsü var. İki saatte aküler doluyor ve 4-5 günlük ihtiyacı karşılıyor. 200
civarı keçisi var. Yılın büyük bir bölümünde köyden uzakta. Üç ay yaylada,
kalan zamanda Çataltaş mevkiinde yaşıyor. Nereye giderse panelini de
beraberinde götürüyor.
Güneş gibi yenilenebilir enerjilerin maliyeti düşerken,
kömürün, petrolün ve nükleerin artıyor. Halk, termik, nükleer ve hidroelektrik
santrallere tepkiyle yaklaşırken, güneşe ve rüzgara daha sıcak bakıyor.
İtirazlar da yok değil. Rüzgar meselesini Karaburun’da yaşayanlar bambaşka
anlatırlar. Güneş enerjisine karşı olanlar da var. Tarlaların güneş
panelleriyle kaplanmasına karşıyız diyorlar. Türkiye’de güneş enerjisinin önü
zaten mevzuatlarla tıkanmış durumda. Kaldı ki güneş santralleri verimli
arazilere kurulacak diye bir kural yok. Çatılar, bina yüzeyleri, sokak
lambaları, boş araziler gibi onlarca farklı alanda güneş paneli kullanmak
mümkün. Buna rağmen “güneş de zararlı” argümanı kabul görmüş bir doğruymuş gibi
yazılıp çiziliyor.
Yenilenebilir enerjilerin ne her örneği melek ne de her
uygulama şeytan. Enerji ihtiyacının sınırlarını çizip, kuralları, kırmızı çizgileri
iyi belirleyip, halkın onayını aldıktan sonra bu projeler hayata geçirilebilir.
Enerji kooperatifleri kurularak enerji kaynakları büyük şirketlerin tekeli
olmaktan çıkarılabilir. Sen, ben, biz kendi enerjimizi üretebiliriz. Kenan
Sarıyer dağda çobanlık yapıyor, tükettiği elektrik hepimizden az ama o da elektriğe
ihtiyaç duyuyor, bilgisayar kullanmak istiyor. Bizden farkı şu, o hem daha az
elektrik tüketiyor hem de tükettiğini üretiyor. Her şeye elde sağlam veriler
olmadan karşı çıkmak umut ettiğimiz ekolojik dönüşümü gerçekleştirmemize değil,
mücadelelerin kaybedilmesine yol açabilir.
Enerji sektöründe muhafazakarlık
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/8 Nisan 2014
Türkiye’nin muhafazakar yapısı enerji sektörünü de etkiliyor. Yeniliklere pek açık olduğumuz söylenemez. Enerji konusu diplomalar üzerinden tartışıldığından olsa gerek, önerilen çözümler de çoğu zaman o diplomaların alınış tarihi kadar eski olabiliyor. Rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları ortaya çıktığında, “onlar bir şey üretemez, çalışmaz” denmesi de kanımıza işlemiş muhafazakarlığın bir eseriydi. İklim değişikliğini öğrenmek yerine inkâr etmek, sosyal maliyetleri hesaplamak yerine yok saymak da yine aynı zihniyetin meyveleri… “Bildik olan doğru, bilinmeyen ise yanlıştır” adeta bizim şiarımız olmuş. Ne yazık ki...
Türkiye’nin muhafazakar yapısı enerji sektörünü de etkiliyor. Yeniliklere pek açık olduğumuz söylenemez. Enerji konusu diplomalar üzerinden tartışıldığından olsa gerek, önerilen çözümler de çoğu zaman o diplomaların alınış tarihi kadar eski olabiliyor. Rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları ortaya çıktığında, “onlar bir şey üretemez, çalışmaz” denmesi de kanımıza işlemiş muhafazakarlığın bir eseriydi. İklim değişikliğini öğrenmek yerine inkâr etmek, sosyal maliyetleri hesaplamak yerine yok saymak da yine aynı zihniyetin meyveleri… “Bildik olan doğru, bilinmeyen ise yanlıştır” adeta bizim şiarımız olmuş. Ne yazık ki...
Yenilenebilir enerjinin
rüştünü ispat edip birçok ülkede şebekeye ciddi katkılarda bulunduğu ilk
yıllarda rüzgarı, güneşi yok sayanlar şimdi de yenilenebilir enerjinin
sınırlarını tartışmaya başladı. Bir parça yenilenebilir olsun ama bizim
bildiğimiz enerji kaynaklarının da yerini almasın dendi. Zaten yüzde 100
yenilenebilir enerji onlar için teknik açıdan hiç mümkün olmadı. Rüzgar
enerjisindeki lisans sürecini hatırlayın. Yapılan açıklamalara bakarak, bırakın
yüzde 100’ü, yüzde 5-10 seviyelerinin bile sorunlu olduğunu düşünürdünüz.
Danimarka’nın yüzde 100, Almanya’nın yüzde 80 yenilenebilir enerji hedeflerini
bu nedenle şimdilik bir kenara bırakalım. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA)
birkaç hafta önce açıkladığı, yenilenebilir enerji kaynaklarının şebekeye eklenmesinin
maliyeti ve teknik yönlerinin incelendiği raporunun* sonuçlarına bir bakalım.
UEA, rüzgar, güneş
gibi değişken ve sürekli üretim yapmayan kaynakların, o ülkenin yıllık üretimin
yarıya yakınını karşılamasının mümkün olduğunu söylüyor. Hatta bu oranların
üzerine de çıkabileceğini söylüyor ama bazı fosil ve nükleer sever
dostlarımızın kalp sağlığı için biz şimdilik yüzde 45’lik örnek üzerinden
gidelim. UEA’na göre yenilenebilirin toplam elektrik üretimindeki payının yüzde
45’leri bulması, uzun dönemde değişken üretim kaynakları olmayan bir sistemle
kıyasla, az bir ek maliyet getiriyor. Teknik açıdan da sorun yok. Şebekenin iyi
yönetildiği, esnek, değişken üretim yapan santrallerin, bildiğimiz baz yüklerin
yerini aldığı bir ortamda söz konusu ek maliyet megavatsaat başına sadece 11 dolar. Değişken yenilenebilir enerji
kaynaklarını yüzde 30’da tutarsanız, ek maliyet de megavatsaat başına 6 dolara kadar geriliyor. Uzun dönemli
projeksiyonlarda bu maliyetleri bile konuşmuyoruz çünkü karbondioksit ve
alternatif yakıtların (fosil, nükleer vs) maliyeti artıyor.
Raporun dikkat çektiği
bir başka konu ise bizim için çok daha önemli. Elektrik talebi hızla artan Çin,
Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde, yenilenebilir enerjinin payının yüksek
olduğu sistemler çok daha düşük mali yüklerle gerçekleştirilebiliyor. Batı Avrupa
gibi talebin daha yavaş arttığı, üretim santrallerinin halihazırda kurulmuş
olduğu ülkelerde ise maliyet haliyle artıyor. Çünkü yapılan iş, bir anlamda
eskisini söküp yenisini kurmaya benziyor. Tükiye’de kurulu güce her yıl eklenen
rakamlara baktığınızda, bizim Brezilya ve Çin gibi avantajlı kategoride
olduğumuz ortada.
UEA, yenilenebilirin
payının yüksek oranlarda olduğu bir sistem kurulması için endüstri ile
politikacıların birlikte hareket etmesi gerektiğini söylüyor. Adeta tam 12’den
vurmuşlar. Dönüp memlekete bakıyorum. Un (yenilenebilir) var, şeker (yatırımcı)
var ama ortada helva yok. Ah, o muhafazakar aşçı yok mu o aşçı!
*The Power of Transformatio, IEA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)