Japonya’nın korkusu Erdoğan

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ocak 2014 

Türkiye ile Japonya arasında nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımına dair işbirliği anlaşması Cuma günü Meclis’te kabul edildi. Şimdi gözler 24 Ocak’ta tatilden dönecek Japonya meclisinde. Japonya’da medyaya yansıyan haberler halkın kafasının hayli karışık olduğunu gösteriyor.

Japonların kafasını karıştıran 2. maddenin 3. paragrafı. Genel Kurul’da son anda bir değişiklik yapılmadıysa bu paragraf uranyum zenginleştirmeye, kullanılmış nükleer yakıtın yeniden işlenmesine, plütonyum dönüştürmeye ve bu maddelerin üretimine yarayacak teknoloji ile maddelerin transferine ‘yeşil ışık’ yakıyor. Türkiye anlaşmaya bu maddeyi koyarak ithal nükleer macerasını yerlileştirmeye çalışıyor. İyi ama nedir Türkiye’nin istediği bu teknolojiler?

Bugün dünyadaki yeni nükleer reaktörlerin hepsi zenginleştirilmiş uranyumla çalışıyor. Doğadaki uranyumun içinde Uranyum 235 izotopu yüzde 0,7 oranında bulunur. Nükleer reaktörlerde uranyumun nükleer yakıt olabilmesi için U-235 izotopunun konsantrasyonu yüzde 5’lere çıkarılır, buna da ‘zenginleştirme’ denir. Amacınız nükleer silah yapmaksa zenginleştirme işlemini sürdürür, bu oranı yüzde 80-90’lara çıkarırsanız.

Türkiye’nin nükleer santrale ihtiyacı olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsanız, ilk bakışta Türkiye’nin uranyum çıkarıp, kendi yakıtını üretmesi mantıklı görünüyor. Ama aynı nükleer macera gibi ‘yerli yakıt’ da halkı kandırmaktan öte bir amaç taşımıyor. Türkiye’de 9 bin ton civarı uranyum var. Uranyumu yer altından çıkarmak binlerce ton radyoaktif kayayı yerinden etmekle mümkün. Dünyanın en pis ve tehlikeli madencilik faaliyetlerinden biri. Uyuyan radyasyonu uyandırıyorsunuz. Hadi madeni açtınız, gazlaştırma, zenginleştirme tesisleri kurdunuz. Türkiye’de yeterli uranyum yok. Bu rezerv, Türkiye’de kurulmak istenen 8 reaktörün birine bile yetmiyor. Nükleer santral kurarsanız sadece teknoloji değil yakıt açısından da dışa bağımlılık garanti. Her nükleer reaktör tipinin ayrı yakıt kullandığını unutmamak lazım. Rusya’nın geliştirdiği reaktör için tasarlanan yakıtı alıp Japon-Fransız reaktörüne koyamazsınız. Kömür değil ki bu!

Şimdi Japonlar haklı olarak, “Türkiye’nin elinde yeterli uranyum yok. Bu uranyumu zenginleştirecek tesisler pahalı, geliştirdikleri bir reaktör yok. Montajcı olup, yakıt üretseler o yakıtı kime satacakları belli değil. Santrali Türkiye’ye satınca biz zaten yakıtı da vereceğiz. Nedir bu işin aslı, yoksa…” diye soruyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise makul bir açıklama yapamıyor. “Nükleer yakıt elde etmekle ilgili endişemiz yok” diyor ama cümleler şöyle: “Bakın zenginleştirme ayrı bir şey. O yakıtı zenginleştirmiş 5 artı 1 ülkeler var. Amerika, Kanada, Rusya gibi ülkeler. O ülkelerin zenginleştirdiği yakıtın, yakıt fabrikaların kullanılması ve onların elde edilmesiyle alakalı kurvize toz bir şey. Biz onları kurmak istiyoruz. Bir de bu yakıtların elde edilmesiyle alakalı Türkiye'den uranyum çıkması halinde bunlarla alakalı bir şeye girmek istiyoruz, bir işlem olsun istiyoruz”. Bitmedi, bir gazeteci, “Biz yakıt mı üretmiş olacağız” diye soruyor, Bakan’ın yanıtı ise şöyle: “Bu önemli bir şey. Orada kesinlikle yokuz…” Japonlar bu açıklamanın yapıldığı günü Ulusal Panik Günü ilan etseler yeridir. Türkiye bir ‘şey’ yapmak istiyor ama ne ‘şey’ edeceğini bilmiyor. Sakın yapmak istedikleri o ‘şey’ olmasın diye konuştuklarına eminim.

Aslında Türkiye nükleer silah üretmemekle ilgili güvenceleri dünyaya çoktan vermiş bir ülke. 28 Kasım 1979’da onayladığımız Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) en önemli belge. Japonya ile yapılan anlaşmanın 3. maddesi de işbirliğinin sadece barışçıl, patlayıcı nitelikte olmayan amaçlar için yürütüleceğini söylüyor. Peki, Japonya Türkiye’ye neden güvenmiyor. İran’la aynı duruma mı düştük? İran da NPT’ye taraf olmasına rağmen uranyum zenginleştirmeye başlaması problem olmuştu, neredeyse bir savaşın eşiğine gelinmişti.

Görünen o ki, NATO, Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve daha onlarca uluslararası kuruluşa üye Türkiye’nin sözlerine dünya güvenmiyor. Bunun nedeni üzerinde düşünmekte fayda var. Enerji Bakanı’nın “kem-küm” eden açıklamaları mı, Türkiye’nin ihtiyacı yokken saçma sapan nükleer maceralara atılma isteği mi yoksa yerli politikacıların yıllardır nükleer silah masallarıyla santral pazarlama çabaları mı bizi bu günlere getirdi? Belki de neden Başbakan Erdoğan’dır. Tüm dünyanın kendisine komplo kurduğunu söyleyen, komşularıyla “sıfır sorun” politikasından “sıfır elçi” politikasına geçerek gerilimler yaşayan, onları tehdit eden, TIR ve otobüslerle iç işlerine karışan bir başbakanımız var. Dünyanın güvenini kaybetmemizde “sağlam irade”nin payı olmasın sakın?

Cüceler devlere karşı

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Aralık 2014 

İrlandalı yazar Jonathan Swift’in masal kahramanı Gulliver gizemli yolculuklar yapar, gemi kazaları onu önce cücelerin sonra da devlerin ülkesine gönderir. İlk öyküde cücelerin Gulliver’i sımsıkı bağlayıp esir ettikleri yerin hep bir ada olduğunu sanırdım. Meğer orası İspanya’nın Valensiya kentinde bir çocuk parkıymış. Dev adamın üzerinde cücelerin tepindiğini gözlerimle görmesem inanmazdım.

Parktaki, her bir tarafı kaydıraklarla dolu dev Gulliver maketi, çocukları mutlu etmek için birebir. Başına, karnına tırmanıp, her yere akıllıca yerleştirilmiş kaydıraklardan kendilerini aşağıya bırakan çocuklar çok mutlu. Gulliver’in karnından hatta ayakkabısının içinden bile kaymak mümkün. Çocuklar ya da Gulliver’e göre cüceler, devi alt edişlerini doyasıya kutluyorlar o parkta.

İspanya’da cücelerin devlere karşı kazandığı tek zafer bu değil. Yeşil Ekonomi sitesinin haberine göre 2013 yılında ülkedeki elektriğin yüzde 21,1’ini rüzgar santralleri sağlamış. Ülkedeki sekiz nükleer reaktör ise elektriğin yüzde 20’sini üretmiş. Tek tek bakıldığında dev kömür santrallerinin ve nükleer reaktörlerinin yanında cüce gibi kalan pervaneler İspanya’da elektrik üretiminde bir numaralı kaynak oldu. Devlerin küçümsediği güneş enerjisi de elektrik talebinin yüzde 5’ini karşıladı. İspanya Avrupa’daki ikinci büyük rüzgar kurulu gücüne sahip. En güney ucu rüzgar tarlalarıyla kaplı. Cadiz-Tarifa arasında en eski model türbinleri görmeniz mümkün. Bugün hepsi ülkenin doğalgaz, kömür ve nükleere bağımlılığını azaltıyor. Elektrik sektöründeki karbondiksit emisyonları da bir yılda yüzde 23 azaldı. 

İspanya teknolojiye erken yatırım yaptığı için kendi türbinlerini de üretebiliyor. Dünyanın en büyük 10 türbin üreticisinden biri Gamesa. 1994 yılında rüzgar enerjisine girme kararı alan firma şimdi teknoloji ihraç ediyor. 1994’te “nükleer değil rüzgar” dediğimizde bize “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye gülen ‘devler’, Türkiye’nin yoluna koca bir taş koydular. O devler hâlâ masa başında aynı oyunu oynuyor ama bu defa durum farklı. Küçük fırıldaklar ve güneş ekip elektrik biçen tepsi büyüklüğünde paneller, bir araya geldiklerinde devleri alt edebiliyor. İspanya, Almanya, Danimarka, İtalya, Portekiz… Devamı da geliyor.

Don Kişot’un memleketinde 23 bin megavatlık bir rüzgar kurulu gücü var. Türkiye İspanya’dan daha yüksek bir potansiyele sahip ancak kurulu güç 3 bin megavatın altında. Buna rağmen elektrik üretiminde rüzgarın payı yüzde 2,5’ları buldu. Pervaneler anlayana göz kırpıyor adeta. Türkiye’de kurulmak istenen sekiz nükleer reaktörün üreteceği elektriğin çok daha fazlasını biz üretebiliriz diyor. 

Henüz yerli türbin üreticimiz yok çünkü İspanya’nın yaptığı gibi sektöre net hedeflerle girmedik. İç pazarımızı yaratmakta geciktik. Ucuz denilen nükleere rüzgardan daha fazla alım garantisi ödemeyi taahhüt ederek, yerli türbin üreticilerini değil Rusya ve Japonya’nın nükleer firmalarını desteklemeyi tercih ettik. Tübitak’ın yerli türbin projesi bir sektör efsanesi oldu. Aynı hataları şimdi güneş enerjisi için yapıyoruz. Yarın dalga enerjisinde geride kalacağız, öbür gün hidrojende. Cücelerin kolektif aklı devlerin iktidarını alaşağı etmedikçe bu hikaye böyle gidecek.

Cücelerin bir araya geldiğinde devleri nasıl çaresiz bıraktığını Gezi Parkı direnişinde görmedik mi? Devler güçlü, heybetli ama kötü niyetli olduklarında kaybetmeye mahkumlar. En güzel masallar en umutsuz anlarda yazılır. Bizimkisi de o hesap. Cüceler tarih yazmak için 2014’ü seçmişler, ayak seslerini hepimiz duyuyoruz.

Yolsuzluk ve yoksulluk

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Aralık 2013

İstanbul’da Göztepe’yi bilen pazar köprüsünü de bilir. Köprü, Göztepe’yi ikiye bölen demiryolunun üstünden geçer, kestirme bir yol gibidir. Küçük ama onlarca merdiveni olan bir köprüdür. Çocukluğumda köprünün bir ucuna pazar kurulurdu. Annem pazara gider, alışverişi bitmeye yakın ben de köprünün altında onu beklerdim. Ağzına kadar dolu pazar çantasını köprüden geçirip eve kadar götürmek benim işimdi.

Yine bir pazar günüydü. Annem pazarın sonuna yetişmişti. Onu beklemeye gittiğimde pazar toplanmış, belediye temizliğe başlamıştı. Tam karşımda, yolun öte tarafında 10-12 yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Annesi pazar tezgahlarının arkasına saklanmış gibiydi. Eliyle kızına bir yeri işaret ettiğini gördüm. Pardösüsü eskimiş, kollarının uçlarında yırtıklar vardı. Yırtıkları takip ederek parmaklarına, daha sonra da parmaklarının gösterdiği yere baktım. Kızı da aynı yere bakıyordu. Boşalmış tezgahların altında duran ezilmiş meyveleri gösteriyordu. Herhalde elmaydılar. Annesi durmadan bir şeyler söylüyordu ama ben çok azını duyuyordum. “Al” dedi, “alsana” dedi. Kız önce elmalara sonra bana baktı. Göz göze geldik. Hemen bakışlarımı bir başka yere çevirdim. İlgilenmiyormuş gibi yaptım. Tezgahları kendisine siper almış annesinin söylediklerini seçemesem de sesini hala duyuyordum. Donup kaldım. Kızı da benim gibi donup kalmıştı. Bir anda çöpçüler belirdi. Sanki saatlerdir oradaydık. Çöpçüler pazardan arta kalan, tezgahtan düşen, yere atılan ne varsa metal kovalarına doldurdular.

Annesi söyleniyordu, kız ise başını önüne eğdi. Giderken arkalarından baktım. Çok canım yandı, yüreğim sızlıyordu.

Utancın ne demek olduğunu o gün orada, o eski pazar köprüsünün ayağının altında anladım. Annesi yoksulluğundan, kız benden, bense varlığımdan utandım. Pazarda kalanları toplamalarının sorumlusu ben miydim? Hiç sanmıyorum. Paramızın olduğu kadar olmadığı günleri de hatırlarım. Başka birileriydi o tablonun sorumlusu, dünyada herkese yetecek elma vardı ama birileri başkasının payını alıyordu.

O ana ve kızın çalışacak işleri, aç kaldıklarında devletin onlara verecek iki kuruş parası yoksa, bilin ki yokluktan değil, haksız kazançtan, yolsuzluktandır. Birileri devletin arsasını ucuza kapatıp, aslında halkın olanı cebine attıkları içindir. Herkese beşe sattıklarını devlete 10’a vermeleri yüzündendir. O ana ile kızı yerdeki elmaya muhtaç bırakan torpille işe girenler, zengine gelince var, yoksula gelince yok diyenlerdir.

Ve sizler; yolsuzlukları soruşturmak yerine kefen giyip adalete meydan okuyanlar. Mahkemelerin önünü açacağına elini kolunu bağlayanlar. Saadet zincirine bir yerinden dahil olup sesini çıkarmayanlar. Korktukları, koltukları için yazamayanlar. Duayla, dinle, vaazla harama övgü düzenler. Bedduayla işin içinden çıkmaya çalışanlar. Gözlerini kör, kulaklarını sağır edenler, bilin ki bugün bu ülkede aç yatanların hesabı sizden sorulur. Bayramlarda zekat vermekle, kurban kesip bağış yapmakla bu günah affolunmaz çünkü sistem değişmezse açlık kalıcıdır. Bir günlük karın doyurmayla bir yıl tok gezilmez.

Sözüm kefen meraklılarına, havalimanı şakşakçılarına. Hak etmediğiniz her kuruş, pazardaki ana-kızın boğazına gitmesi gereken lokmadır. Bu bir iktidar mücadelesi değil, adalet ve vicdan muhasebesidir. Bu ülkenin kimseyi pazardaki artıklara muhtaç etmeyecek kadar zengin olduğunu bilin. Bırakın yolsuzlukların üstüne gidilsin. Bırakın bu ülkede analar, babalar ve çocuklar açlık utancını yaşamasın, aç bırakanlar utansın.