Özgür Gürbüz-BirGün/14 Nisan 2013
BirGün’ün
perşembe günkü manşeti İstanbul’a yapılmak istenen 3. havaalanıydı. Ön Çevre
Etki Değerlendirme Raporu’nu hazırlayan firma projeyi belli ki savunamamış ve “daha iyi yer yoktu” demiş. Daha iyi
yer olmadığı doğru. Havaalanının yapılacağı tüm alanın yüzde 80’i orman. Bundan
iyi yer mi olur? Sahibi, istimlak derdi yok. Aslında rapordaki cümlenin doğrusu
şöyle olmalı: İstanbul’da bu havaalanını
yapacak başka yer yok. Birkaç orman dışında beton dökecek boş yer kalmadı
İstanbul’da. Onları da olimpiyat, havaalanı bahanesiyle teker teker hallediyorlar.
Gezi Parkı’ndaki on küsur ağaca bile yer yok planlarında. Yeşile alerjisi var
bu hükümetin. Ağaç gördüklerinde yatağa düşüyor olmalılar. Merak ediyorum
yaprak deyince uçuk da çıkıyor mu?
İSTANBUL NE
KADAR BÜYÜYECEK?
Üçüncü
havalimanı yerine Atatürk ve Sabiha Gökçen’in kapasitesinin artırılmasını
önerenler var ama asıl sorulması gereken soru “3. havaalanına ihtiyaç var mı” olmalı. İstanbul daha ne kadar
büyüyecek? Dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’in en kalabalık kenti Şanghay’ın
nüfusu 23 milyon civarında. Çin’in nüfusu ise 1 milyar 350 milyon. Şanghay’da
yaşayanlar Çin’de yaşayanların sadece yüzde 1,8’i. Türkiye’nin 2011 nüfusu 74
milyon 724 bin. İstanbul’da yaşayanların sayısı ise 13 milyon 854 bin. Bu demektir ki Türkiye nüfusunun yüzde
18,5’i İstanbul’da. Çarpıklığı görebiliyor musunuz? Dünyanın en kalabalık
ülkesinde bile böyle bir saçmalık yok. O nedenle İstanbul’un nüfusunu artıracak
yeni yerleşim, iş ve finans merkezleri, havaalanı, kanal, AVM, tünel, köprü,
iskele gibi her proje sorunu daha da çözülmez kılacaktır. Türkiye’de anakentlerin
nüfusunun 5 milyonu geçmemesine hatta çok daha az nüfuslu kentler kurulmasına
çalışmak gerekir. Bu da büyümeye sınır koyarak olur, ranta kucak açarak değil.
Havaalanına
itirazın bir başka gerekçesi de iklim değişikliği. Türkiye’nin 2011 yılı
seragazı emisyonları iki gün önce açıklandı. 2011 yılı verileri bize gösteriyor
ki, Türkiye'nin toplam emisyon miktarı 422 milyon tona ulaşmış. Toplam emisyon miktarı 1990’a göre yüzde
124 artmış. Havacılık sektöründeki artış hızı ise daha yüksek. Havacılık
kaynaklı karbondioksit emisyonları 1990’dan bu yana yüzde 368 oranında arttı. Ulaşım
kaynaklı emisyonlar içinde aslan payı lastikli taşıtlarda olsa da giderek daha
fazla uçak kullanıyor ve daha fazla küresel ısınmaya neden oluyoruz. Hükümetlerarası
İklim Değişikliği Paneli’nin son değerlendirme raporuna göre (2007) küresel emisyonların yüzde 13’ü ulaşım
kaynaklı. Havacılığın küresel emisyonlardaki payı da o zaman yüzde 2’ydi. Ucuz
uçak bileti furyasıyla bu oran artıyor. Avrupa Birliği bu yüzden hava sahasını
kullanan uçaklardan emisyon vergisi almaya başladı. Uçak şirketleri de daha verimli
motorlar peşinde. 40 yıl öncesine göre yeni uçaklar yüzde 70 daha az yakıtla
aynı yolu yapıyorlar. İki hafta önce Hollanda Kraliyet Havayolları’na (KLM) ait
bir uçak, Amsterdam’dan New York’a atık yağlardan elde edilen biyoyakıtla uçtu.
Tüm
bu çabalara rağmen dolu bir otobüs veya tren uçağa göre daha çevreci bir tercih
olmayı sürdürüyor. Bisiklet ve yürümek dışında tabi... Bu yüzden yeni
havaalanları yerine yeni demiryolları döşemek, toplu taşımayı, özellikle kent
içinde teşvik etmek çok önemli. Öte yandan bazı kısıtlamalar da getirilmeli.
Örneğin Ankara-İstanbul gibi kısa mesafelerde uçakların kullanılmaması için ek
vergilerle bilet fiyatları pahalandırılmalı. Aslında bu örneğin kendisi de
garip. İstanbul’dan Ankara’ya otobüsle beş saatte gidiliyor. İstanbul’dan
normal bir trafikte havaalanına bir buçuk saatte gittiğinizi, bir saat önce
orada olduğunuzu düşünürseniz, yolculuk, bagaj, rötar vs. derken hemen hemen
aynı sürede Ankara’da olduğunuzu göreceksiniz. Uçağı öncelikli ulaşım aracı
kabul etmek, bu basit hesabı bile yaptırtmıyor çoğumuza.
Çok
değil, üç hafta önce Karadeniz kıyılarını vuran ve Abdulsamet Kahrıman adlı
gencin ölümüne neden olan o dev dalgaları hatırlayın. O dalgaların nedeninin
küresel ısınmayı ciddiye almayan politikacılar olduğunu unutmayın; hesap sorun.
Hesap sorun ki, İstanbul’un yeni havaalanından kalkacak uçaklar Karadeniz’de
dalga çıkarıp başka canlar almasın.
NOYAN ÖZKAN
Türkiye’de çevre ve
hukuk mücadelesi deyince ilk akla gelen isimlerden biriydi. İzmir Barosu Eski
Başkanı, Çevre Hareketi Avukatları’nın kurucularındandı. Noyan Özkan ile ilk
kez 1995 yılında Akkuyu’da, nükleer karşıtı şenlikte tanışmıştım. İzmir,
Bergama derken tüm Türkiye’de çevrecilerin en büyük destekçilerinden biri oldu.
Geçen hafta acı haberi aldık. Seni çok özleyeceğiz Noyan Ağabey. Hepimizin başı
sağ olsun.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Yeşil Kaplanın Uyanışı
Özgür Gürbüz-BirGün/7 Nisan 2013
Mao’nun, “İnsanoğlu doğayı fethetmeli” sözleri Çin’de önemini yitireli çok oldu. Bugün Çin’de aklı başında hiç kimse doğayı fethederek “kalkınmaktan” bahsetmez. Çin Kültür Devrimi’nden kalan “doğayı fethetme” hedefi yerini, “yeşil kentlere, düşük karbon ekonomisine ve yenilenebilir enerjiye bırakmaya başladı. Çin ekonomik kalkınma ve doğayı koruma kavramları arasındaki sorunları tümden çözmüş değil elbet ama gittikleri yolun yanlış olduğunu fark ettiler. Değişimin ilk adımı da hata yaptığınızı kabul etmektir. Darısı başımıza!
11 Nisan’da Ankara’da başlayacak Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin en çarpıcı ve tartışmalı filmlerinden biri hiç kuşkusuz Yeşil Kaplanın Uyanışı. Çin’in Yunnan bölgesinde kurulmak istenen barajlara karşı mücadele eden yerel halkın öyküsünü anlatan film, bir anlamda Çin’in son 50 yıllık kalkınma hamlesini inceliyor. Çin’in deneyimi hem doğa korumacılara hem de “ekonomik kalkınmayı” tanrılaştıran günümüz sanayici ve politikacılarına çok önemli mesajlar veriyor.
Serçe avından açlığa
1958’deki Büyük Atılım politikasıyla başlatılan çelik üretimi seferberliği nedeniyle yok edilen ormanlar, yeni tarım sahaları açmak için doldurula göller veya tahıl üretimini düşürdüğü için sinek, fare ve serçe avına çıkarılan kitleler. Çin’in bu kalkınma hamlelerinin yol açtığı ekolojik ve sosyal felaketlerden hepimiz, başta politikacılar, ders çıkarmalı. Çin’de bu politikaların sonuçları ağır oldu. Çelik ocakları için kesilen ağaçlar sonucu ormanlar kaybedildi. Filmde çarpıcı karelerle gösterilen, Diançi Gölü’nü doldurarak yeni tarım sahaları açma fikri, göl ekosistemini yok etti. Sadece göller değil, otlaklar ve ormanlar da pirinç üretimi için heba edildi. Bugün Diançi Gölü’nün iyileştirilmesi için milyonlar harcanıyor, ormanları yeniden kazanmak içinse fidanlar dikiliyor. Tahıl üretimini azalttığı için serçelerin ve farelerin öldürülmesi ise tahıllara saldıran böceklerin artmasına neden olmuş. Kimilerine göre 1958-1961 yılları arasında yaşanan büyük açlığın nedenlerinden biri de bu. Film, zaman zaman bir Çin karşıtı propaganda hissi verse de, ortalarında kapitalizmin de benzer sorunlara yol açtığını söyleyerek sizi biraz rahatlatıyor.
Çin’de 2004 yılında yürürlüğe giren Çevre Etki Değerlendirme Yasası, bu tip projelerde halkın katılımını ve onayını şart koşuyor. Belgesel, birkaç gazeteci ve akademisyenle yerel halkın bu yasal değişikliğe güvenerek, Yunnan eyaletindeki baraj projelerinin bazılarını nasıl durdurduklarını anlatıyor. İçlerinde en büyük olanı, Kaplan Atlatan Boğaz Barajı da var. Ana akım medyada baraj karşıtı ilk haberlerin çıkmasıyla eski Başbakan Vın Ciabao, Nu Nehri üzerindeki projelerin dikkatle ele alınması gerektiğini söylüyor. Ciabao’nun bu demeci, zenginliğin tartışılamaz ön şartı kabul edilen kalkınmanın sorgulanması anlamına geliyor. Bu açıdan baraj karşıtı bu mücadele Çin için önemli bir mihenk taşı niteliğinde. Ekoloji mücadelesi, halkın birlikte sesini yükseltmesine, hükümetin eleştirilere daha açık olmasına neden oluyor; tüm dünyada olduğu gibi. Türkiye’de süreç Çin’in tersi yönde ilerlese de…
Çin’de yaşarken Yunnan eyaletine gitmiştim. Doğasıyla insanı büyüleyen bir yer. Çin’in tüm hayvan ve bitki türlerinin yarısından fazlası bu bölgede. Yaşam suyla birlikte geldiğinden olsa gerek hidroelektrik potansiyelinin dörtte biri de yine burada. Kültürel zenginlik de çok çarpıcı. 25 etnik grup burada yaşıyor. Müslümanlar, Budistler ve Şamanlar.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Türkiye’de ilk kez İstanbul dışında bir kentte gösterilecek. Sinemaseverler, 14 Nisan’a kadar 24 filmi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ücretsiz izleyebilecek. Arıların neden son yıllarda kaybolduğunu, ABD’de 83 bin öğrencinin nasıl yerel gıda ile beslendiğini, Türkiye’de kentsel dönüşüm yaşanırken dünyanın pasif mimariye dönüşünü filmler çok güzel anlatıyor. Festivalin amacı sürdürülebilir yaşamı hep birlikte inşa etmek. Yunnanlı bir köylünün dediği gibi. “İki yemek çubuğunu kırmak kolay ancak bir deste yemek çubuğunu kıramazsınız”.
Dali'de pirinç tarlaları (Yunnan) - Foto: O.Gurbuz. |
Mao’nun, “İnsanoğlu doğayı fethetmeli” sözleri Çin’de önemini yitireli çok oldu. Bugün Çin’de aklı başında hiç kimse doğayı fethederek “kalkınmaktan” bahsetmez. Çin Kültür Devrimi’nden kalan “doğayı fethetme” hedefi yerini, “yeşil kentlere, düşük karbon ekonomisine ve yenilenebilir enerjiye bırakmaya başladı. Çin ekonomik kalkınma ve doğayı koruma kavramları arasındaki sorunları tümden çözmüş değil elbet ama gittikleri yolun yanlış olduğunu fark ettiler. Değişimin ilk adımı da hata yaptığınızı kabul etmektir. Darısı başımıza!
11 Nisan’da Ankara’da başlayacak Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin en çarpıcı ve tartışmalı filmlerinden biri hiç kuşkusuz Yeşil Kaplanın Uyanışı. Çin’in Yunnan bölgesinde kurulmak istenen barajlara karşı mücadele eden yerel halkın öyküsünü anlatan film, bir anlamda Çin’in son 50 yıllık kalkınma hamlesini inceliyor. Çin’in deneyimi hem doğa korumacılara hem de “ekonomik kalkınmayı” tanrılaştıran günümüz sanayici ve politikacılarına çok önemli mesajlar veriyor.
Serçe avından açlığa
1958’deki Büyük Atılım politikasıyla başlatılan çelik üretimi seferberliği nedeniyle yok edilen ormanlar, yeni tarım sahaları açmak için doldurula göller veya tahıl üretimini düşürdüğü için sinek, fare ve serçe avına çıkarılan kitleler. Çin’in bu kalkınma hamlelerinin yol açtığı ekolojik ve sosyal felaketlerden hepimiz, başta politikacılar, ders çıkarmalı. Çin’de bu politikaların sonuçları ağır oldu. Çelik ocakları için kesilen ağaçlar sonucu ormanlar kaybedildi. Filmde çarpıcı karelerle gösterilen, Diançi Gölü’nü doldurarak yeni tarım sahaları açma fikri, göl ekosistemini yok etti. Sadece göller değil, otlaklar ve ormanlar da pirinç üretimi için heba edildi. Bugün Diançi Gölü’nün iyileştirilmesi için milyonlar harcanıyor, ormanları yeniden kazanmak içinse fidanlar dikiliyor. Tahıl üretimini azalttığı için serçelerin ve farelerin öldürülmesi ise tahıllara saldıran böceklerin artmasına neden olmuş. Kimilerine göre 1958-1961 yılları arasında yaşanan büyük açlığın nedenlerinden biri de bu. Film, zaman zaman bir Çin karşıtı propaganda hissi verse de, ortalarında kapitalizmin de benzer sorunlara yol açtığını söyleyerek sizi biraz rahatlatıyor.
Çin’de 2004 yılında yürürlüğe giren Çevre Etki Değerlendirme Yasası, bu tip projelerde halkın katılımını ve onayını şart koşuyor. Belgesel, birkaç gazeteci ve akademisyenle yerel halkın bu yasal değişikliğe güvenerek, Yunnan eyaletindeki baraj projelerinin bazılarını nasıl durdurduklarını anlatıyor. İçlerinde en büyük olanı, Kaplan Atlatan Boğaz Barajı da var. Ana akım medyada baraj karşıtı ilk haberlerin çıkmasıyla eski Başbakan Vın Ciabao, Nu Nehri üzerindeki projelerin dikkatle ele alınması gerektiğini söylüyor. Ciabao’nun bu demeci, zenginliğin tartışılamaz ön şartı kabul edilen kalkınmanın sorgulanması anlamına geliyor. Bu açıdan baraj karşıtı bu mücadele Çin için önemli bir mihenk taşı niteliğinde. Ekoloji mücadelesi, halkın birlikte sesini yükseltmesine, hükümetin eleştirilere daha açık olmasına neden oluyor; tüm dünyada olduğu gibi. Türkiye’de süreç Çin’in tersi yönde ilerlese de…
Çin’de yaşarken Yunnan eyaletine gitmiştim. Doğasıyla insanı büyüleyen bir yer. Çin’in tüm hayvan ve bitki türlerinin yarısından fazlası bu bölgede. Yaşam suyla birlikte geldiğinden olsa gerek hidroelektrik potansiyelinin dörtte biri de yine burada. Kültürel zenginlik de çok çarpıcı. 25 etnik grup burada yaşıyor. Müslümanlar, Budistler ve Şamanlar.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Türkiye’de ilk kez İstanbul dışında bir kentte gösterilecek. Sinemaseverler, 14 Nisan’a kadar 24 filmi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ücretsiz izleyebilecek. Arıların neden son yıllarda kaybolduğunu, ABD’de 83 bin öğrencinin nasıl yerel gıda ile beslendiğini, Türkiye’de kentsel dönüşüm yaşanırken dünyanın pasif mimariye dönüşünü filmler çok güzel anlatıyor. Festivalin amacı sürdürülebilir yaşamı hep birlikte inşa etmek. Yunnanlı bir köylünün dediği gibi. “İki yemek çubuğunu kırmak kolay ancak bir deste yemek çubuğunu kıramazsınız”.
Pardon gaz çıkarttık
Özgür Gürbüz-BirGün/31 Mart 2013
***
Herkes “kaya gazı”nı konuşuyor. Nedir bu kaya gazı? Kilt
taşı veya şist dediğimiz derinlerdeki kayalıklar arasında sıkışmış metandan
bahsediyoruz. Çıkarabilirseniz doğalgaz gibi kullanabilirsiniz ancak çıkarmak
daha zahmetli. Kimyasallar eklenmiş basınçlı suyla kayaları çatlatmanız ve gazı
serbest bırakarak kuyular aracılığıyla yüzeye çıkarmanız gerekiyor. Yüzeye
diyorum çünkü genelde bu işlemi gerçekleştirmek için 1500-1600 metre derinliğe
inmek gerekiyor. Yüzeye çıkan sadece gaz değil tabi. Çatlatmada kullanılan
kimyasallar, kayaların içinde bekleyen ağır metaller de atık sularla birlikte
yüzeye çıkıyor. Bu devirde promosyonsuz hiçbir şey yok. Gaz alana zehir bedava.
Kaya gazı rezervi konusunda kesin rakamlar yok.
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) dünyada 208 trilyon metreküp kaya gazı rezervi
olduğunu tahmin ediyor. Bildiğimiz doğalgaz rezervlerinin 420 trilyon metreküp
olduğunu düşünürseniz, fosil yakıt şirketlerinin ilgisini daha iyi anlarsınız.
Bu rezervin 56 trilyon metreküpü ABD ve Kanada’da. Bu iki ülke üretim ve
teknoloji konusunda da herkesin önünde. Avrupa ve Orta Doğu ise kaya gazı
rezervlerinin sadece 16 trilyonuna (Avrupa 12, Orta Doğu 4) sahip. Türkiye’de
ise Trakya ve Güney Doğu’da kaya gazı rezervlerinin olduğu biliniyor. Türkiye’de
ne kadar rezerv bulunduğunu söylemek için erken ama bazı kaynaklar 400 milyar metreküp gaz olduğunu iddia
ediyor. Bu da aşağı yukarı Türkiye’nin 10 yıllık gaz tüketimi demek. Gaz demek
para demek, o yüzden aramalar sürüyor. İç Anadolu Bölgesi’nde de gaz peşinde
koşulduğu gelen haberler arasında. Gaz, diğer kirli kaynaklara oranla gerek
elektrik üretiminde, gerek ısınmada daha sorunsuz bir kaynak ama sütten çıkmış
ak kaşık da değil. Bu yüzden kaya gazına karşı çıkan çok kişi var.
Gaz da kömür ve petrol gibi bir fosil yakıt. Kömür ve
gaza kıyasla neredeyse yarı yarıya hatta daha az seragazı salsa da, o da iklim
değişikliğine neden oluyor. Çoğu çevreci grup, yenilenebilir enerji
kaynaklarına geçişte gazı bir geçiş teknolojisi olarak görmüştü. Kaya gazının
bizim gibi gaz rezervi sıfıra yakın ülkelerde bile bulunması, dışa bağımlılığı azaltır umuduyla ilgiyi
artırıyor. Çevreciler, kömürden, nükleerden kaçarken doluya mı tutulduk diye kara
kara düşünüyor.
MİLYONLARCA LİTRE SU
Kaya gazını çıkarmada suyun kullanılması en büyük dert. Dünya
Dostları Derneği’nin (Friends of the Earth) yaptığı hesaba göre, bir kaya gazı
kuyusunda yıl boyunca kullanılan su miktarı Avrupalı 10 bin ailenin yıllık su tüketimine bedel. Her
çatlatma operasyonu için 15 milyon litre su gerekiyor. Kuyuların sağlamlığı
da tartışmalı. Yanlış inşaat yüzünden yüzde 6’sı daha yapılır yapılmaz çalışamaz
hale geliyor. Yüzde 50’si ise 30 yıl içinde sonra sorun çıkarıyor. Bizim gibi
deprem riski altındaki ülkelerde durum daha da tehlikeli.
Suyla birlikte kullanılan kimyasalların oranı da az
değil. Bu oran suyun yüzde 1’i kadar olsa da, ortalama bir kuyuda kullanılan
kimyasalların 132 ton civarında olduğu belirtiliyor. Firmalar kesin rakamları
açıklamıyor. Suyla kayaları çatlatmada kullanılan kimyasalların yüzde 80’i yeraltında
kalıyor ve yeraltı sularına karışma tehlikesi yaratıyor. Kullanılan
kimyasalların yüzde 60’ı beyin ve sinir sistemini etkileyecek nitelikte. Yüzde
10’undan biraz fazlası da kanserojen.
Petrol fiyatlarının yüksek seyretmesinin de etkisiyle
kaya gazı enerji dünyasına o kadar hızlı girdi ki, kurallar, denetleme
yöntemleri ve etkileri neredeyse tartışılmadı bile. İklim değişikliği
milyonlarca insanı ve diğer canlıları tehdit ediyor. Ortalama sıcaklık artışı
1,5 ila 2,5 C arasında kalırsa dünyadaki hayvan ve bitkilerin yüzde 20 ila
30’unun soyları tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Şu andaki artışın
0,8 C dereceyi bulduğu biliniyor. Biz hala gaz, kömür ve petrolün peşinde
koşuyoruz. Taşın suyunu sıkma sevdasındayız. Sorun sadece iklim değişikliği de
değil. Bundan 20-30 yıl sonra yer altı sularında ağır metallere rastlanması,
gelecek nesillerde kanser vakalarının artması halinde bugün kârdan başka bir
şey düşünmeyen şirketler gelecek nesillere ne diyecek acaba? “Pardon, biz biraz
gaz çıkarttık” mı diyecekler? Ya biz ne diyeceğiz?
***
Dünyada durum
ABD ve Kanada dışında Arjantin’de kaya gazı çıkarma
konusunda ciddi gelişmeler var.
Ülkedeki 22 trilyon metreküplük rezerv için
ExxonMobil’den Total’e birçok petrol devi ülkede faaliyette. 100 kadar kuyu
var. Hükümet destekliyor ama çevreciler ayakta. Özellikle yerlilerin yaşadığı
bölgelerde ciddi sorunlar var. Avrupa’da ise İngiltere, Portekiz, İspanya,
Belçika, Almanya, Norveç, Polonya, Ukrayna, Romanya, Avusturya, Macaristan,
Hırvatistan, Yunanistan, Sırbistan ve Türkiye kaya gazına yeşil ışık yakan
ülkeler arasında. Fransa, Hollanda, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan ise şu an
için kırmızıda duruyorlar.
Prix Pictet: Güç - İklim Değişikliği
28 Mart Perşembe günü İstanbul Modern'de saat 18:30'da düzenlenecek İklim Değişikliği Paneli'ne bekliyorum. Etkinlik ücretsiz. İstanbul Modern'i perşembe günleri ziyaret etmek de ücretsiz. Ayrıntılar için yandaki duyuruya tıklamanız yeterli.
Yüzde 100 dana
Özgür Gürbüz-BirGün/24 Mart 2013
28 Mart Perşembe günü saat 18:30’da İstanbul Modern’de Ömer Madra ile birlikte iklim değişikliğini konuşacağız. İstanbul Modern’deki “Prix Pictet: Güç” adlı fotoğraf sergisi de sosyal ve çevresel konulara odaklanmış.
Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker iki gün önce yaptığı açıklamada, “Bundan sonra
ekmeğin içerisinde maya, un, su, bir de az miktarda tuz bulunacak, başka hiçbir
şey bulunmayacak” dedi. “Başka hiçbir şeye müsaade etmeyeceğiz" diye de
ekledi. İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor. Ekmeğin içinde başka
ne vardı ki?
Çok değil, 5 Aralık
2012’de, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca hazırlanan ''Türk Gıda Kodeksi Et
ve Et ürünleri Tebliği'' Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. Tebliğe göre artık
kırmızı et ürünleri içerisine beyaz et, nişasta, soya ve soya ürünleri ile et
kaynaklı olmayan proteinler eklenemeyecek. 3 Mart 2013’te üreticilere tanınan
süre de doldu. Bundan böyle aldığınız her sucuk, döner köfte ve benzerleri
sadece kırmızı etten yapılacak. Beyaz ete kırmızı, kırmızıya beyaz et
karıştırılmayacak. Bu et yiyenler için iyi haber, ne yediklerini bilecekler.
Kötü haber ise durumun bugüne kadar biraz “karışık” olduğunun aslında bu
icraat nedeniyle ortaya çıkmış olması.
Düzenlemeden önce
ambalajında “yüzde 100 dana” yazan sucuklar vardı. Ama ben hiç, “bu
sucuk tavuk, hindi ve dana eti karışımından yapılmıştır” diyen bir uyarı
etiketi gördüğümü hatırlamıyorum. “Ürünümüz biraz karışıktır ama sizin de
kafanız biraz karışık” diyerek satış yapılmıyor demek ki.
Bizim kafamız karışık,
doğru ama suçlusu biz değiliz; karıştırdılar. Domatesin hormonsuzunu, mısırın
genleriyle oynanmamışını satanlar ürünlerinin temiz olduğunu anlatmak
için kırk dereden su getirirken, içinde bin bir türlü zehirli madde bulunan
ürünleri bizlere yutturanlar ellerini kollarını sallaya sallaya pazara geliyor.
Alın size bir örnek.
Organik ürün üretmeye
karar veren bir çiftçi, öncelikle tarlasının yakınında endüstriyel tesis
olmadığını belgeler. Toprağının kimyasallardan arınması ve ilk
organik ürünü sertifikalandırması için en az 2 veya 3 yıl bekler. Komşu
tarlalarda kimyasal ilaçların kullanılmadığından emin olur, bunu da
ispatlamalıdır. Tüm bunlar için kendisine bir sertifikasyon firması bulur.
Üretimin her aşamasında düzenli kontrollere tabi tutulur. Firmaya ücret öder, organik
gübre kimyasaldan pahalıdır, ona da normalden fazla bir bedel öder. Bütün
bunları yapıp organik bir sebze veya meyve üretmeyi başarırsa da dert bitmez.
Analizi, kontrolü devam eder. Satacak yer bulmakta güçlük çeker. Büyük
marketlere mal satmak için para gerekir, ucuz ürünlerle rekabet zordur.
Marketlerde çok da sevilmez çünkü her organik ürün, yanındaki “bildiğimiz”
ürünün yalanını ortaya çıkaran bir belgedir. Markete giden tüketici, organik
salatayı görünce yanında duran “normal” salatanın içinde ne var diye
merak eder. Oyun bozulur. Belki de bu yüzden organik ürünler Türkiye’de birkaç
semt pazarına hapsedilmiş durumda.
Kısaca
özetlersek, kimyasal gübreyle büyütülmüş elma, kirli olmadığını belgelemek
zorunda değil ama organik elma zorunda. Sigara öldürür deyip paketlere
yazılmasını zorunlu kılanlar, iş otomobile gelince sessiz. Çok benzin yakıp hem
havayı kirleten hem de iklimi değiştiren araçların ön kapılarına “otomobil
öldürür” yazılı trafik kazası fotoğrafları yapıştırmak neden zorunlu değil?
Termik
santralde kömür yakmanın cezası yok. Alışveriş yaparken istediğiniz kadar
plastik torba kullanmak serbest. Cam şişede ürün alan daha çok öderken karton
kutu ya da plastikte satana kuruş ceza yok. Çocuk işçi çalıştıranlar
ürünlerinin etiketlerine, “Bu kazağı yedi yaşında çocuklara yaptırdık, ucuza
geldi” yazmaz ama çalıştırmayanlar bin tane sorgu suali geçtikten sonra,
adil ticaret belgesi alır. Daha fazlaya mâl olan ürünlerini satmak için kapı
kapı dolaşır. Görüldüğü gibi sistemin kendisi baştan aşağıya yanlış
kurgulanmış. O yüzden sistemi değiştirmek şart. İsterseniz adım adım değiştirin
isterseniz koşar adım ama bu iş başka türlü olur diye hayale kapılmayın.
BELGRAD
İÇİN HAREKET
İstanbul’daki
Belgrad Ormanı 1840’larda 12 bin hektardı. 1870’de 7 bin 500 hektara geriledi.
Bugün ise sadece 5 bin 524 hektar. Belgrad Ormanı’nın üçte biri son 130 yılda
yok olmuş. Şimdi bir başka tehlike daha var. ÇEKÜL Vakfı ve İstanbul
Üniversitesi Orman Fakültesi, buranın “Muhafaza Ormanı” statüsünün koruması ve
tabiat parkına dönüştürülmemesi için bir kampanya başlattı. Tabiat Parkı daha
çok yapılaşma anlamına geliyor. “Belgrad İçin Hareket” adlı kampanyayla bu kötü
gidişi durdurmaya çalışıyorlar, destek vermeliyiz.
28 Mart Perşembe günü saat 18:30’da İstanbul Modern’de Ömer Madra ile birlikte iklim değişikliğini konuşacağız. İstanbul Modern’deki “Prix Pictet: Güç” adlı fotoğraf sergisi de sosyal ve çevresel konulara odaklanmış.
Marina, Ulay ve Barış
Özgür Gürbüz-BirGün/17 Mart 2013
Marina Abramoviç bir sanatçı. Performans sanatçısı,
Yugoslavya doğumlu. Sanatını var eden en önemli etken kendisi. Performans
sanatının odak noktasında çoğu zaman sanatçının kendisi yer alır. Rol yapılmaz,
izleyicinin önüne hayatın ta kendisi konur. Kimi zaman izleyici de bu sanatsal
gösterinin bir parçası olur. Tıpkı Marina’nın 2010 yılındaki gösterisinde
olduğu gibi.
2010 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi’nde bir
performans sergileyen Abramoviç, 736 saat 30 dakika boyunca bir masanın
kenarında oturdu. Karşısındaki boş sandalye ise sanatseverlere ayrıldı. “Sanatçı burada” adını taşıyan gösteri
boyunca isteyen herkes Abramoviç’in karşısına oturdu ve hiçbir şey konuşmadan
bir süre sanatçıyla göz göze geldi. Bir yabancıyla karşı karşıya oturduğunuzu
ve bir tek kelime bile konuşmadığınızı düşünün. Marina, günler boyunca yüzlerce
yabancıyla karşı karşıya geldi. Kim olduklarını bilmeden, adlarını sormadan
sadece bakıştılar. Gözleriyle konuştular. Marina herkese aynı şekilde baktı;
sadece ve sadece bir kişiye aynı şekilde bakamadı.
O kişi Ulay’dı. Ulay herkes gibi sırasını bekledi.
Yavaşça Marina Abramoviç’in karşısına oturdu, başını, “ne haber” dercesine yana
doğru hafifçe salladı. Bakıştılar. Marina Ulay’a herkese baktığı gibi
bakmıyordu. Ulay başını bir kez daha hafifçe yana doğru attı. Bu defa, “işte
böyle, hayat” der gibiydi. Marina’nın gözleri doldu. Ulay’ın içi titredi.
Marina saatleri güne çevirdiğinizde 30 gün süren performansı boyunca hiç
yapmadığı bir şeyi yaptı. Ellerini masanın üzerinde kaydırarak Ulay’a uzattı.
Ulay Marina’nın ellerini tuttu. Gösteriyi izleyenler Marina’nın gözyaşlarının
arasına alkışlarını fırlattılar. Ulay’ın yürek atışlarına tempo tuttular. Aşkı
alkışladılar, gördüler…
Ulay’ın gerçek adı Frank Uwe Laysiepen. O da bir performans sanatçısı, 1943’te Solingen’de
doğmuş, Almanyalı. Marina ve Ulay’ı bir araya getiren de aslında bir
performans; aşk. Hissederek içinde var olursanız size bir masa, iki sandalye ve
saatler yeter. Hissetmezseniz, bibirinizi görmediğiniz an yiter gider. İki
sanatçı uzun yıllar, 1976 ile 1989 arasında birlikte yaşadı. Birlikte ürettiler
ama 89 yılında ayrılmaya karar verdiler. Ayrılıkları da sanatsal üretimlerinin
bir parçası oldu. İlişkilerini bitirmek için her biri Çin Seddi’nin bir ucuna
gitti. Oradan birbirlerine doğru yürümeye başladılar. Her biri 2 bin 500 km
yürüdü. Çin Seddi’nin üzerinde buluştuklarında son bir kez birbirlerine
baktılar ve ayrıldılar. Ta ki 2010’da Ulay Modern Sanat Müzesi’nde Marina’nın
karşısına çıkana kadar. 21 yıl sonra.
Barış için
Bu öyküyü belki çoğunuz biliyorsunuz, belgeselini izlemiş
olabilirsiniz. Benim bu inanılmaz öyküden Barış sayesinde haberim oldu. Barış
mı kim? Barış, Sevgili Sevin Okyay’ın tabiriyle bir “elf”, Yüzüklerin
Efendisi’ndeki ruhları iyilik dolu insanlardan biri. Barış şimdi gurbet
yolcusu. Barış gittiğinde yokluğunu daha iyi anlayacağımı biliyorum o yüzden
gitmeden kendisine teşekkür etmek istedim. Mekanikleşen beni, kültür ve sanatla
arada sırada da olsa kendine getirdiği için. Sizin de Barış gibi bir dostunuz
varsa elinizden kaçırmayın. Müzakere mi edersiniz, çok bilen insanlara mı
sorarsınız, bilemem. Müzakere notlarınız açığa çıkarsa çıksın, aldırmayın.
Barış bir giderse onu çok arar(sın)ız. Bizim “Elf Barış” gidiyor ama umudum
var, bir gün geri dönecek. Siz de hem “barışınıza” hem de umudunuza sahip
çıkın. Herkese bir Barış, bir Marina veya Ulay lazım.
Not: Marina
ile Ulay’ın Modern Sanatlar Müzesi’ndeki buluşmasını izlemek isterseniz
Youtube’dan “Marina Abramović e Ulay - MoMA 2010” başlıklı videoyu izleyebilirsiniz.
Talebi tahmin etmek yerine yönet
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/11 Mart 2011
Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2005 yılında yaptığı talep tahmininde 2011 yılında elektrik talebinin yüksek senaryoya göre 262 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını tahmin etmişti. 2011'de Türkiye'nin elektrik talebi 230 milyar kWs'te kaldı. TEİAŞ, 2005 yılında yaptığı tahmininde yüzde 12'lik bir sapma oranıyla yanıldı. Böylesine hareketli bir elektrik piyasasında altı yıl sonrasını bilmek zor, yüzde 12 iyi bir sapma oranı diyenler çıkabilir.
Ekonomik krizin de etkisiyle elektrik talebi 2008 sonunda beklentilerin aksine 198 milyar kWs'te kaldı. Halbuki önceki iki yılın artış oranları yüzde 8'den fazlaydı. 2008'de ise artış hızı yarı yarıya yavaşladı. 2009'da ise eksiye düştü, yani elektrik talebi artmadı, azaldı. Talep tahminlerinin iki ana kıstas üzerinde (büyüme hızı ve nüfus artışı) şekillenmesinden olsa gerek, ekonomik krizin daha ciddiye alınmasından da etkisiyle; kurumun 2009 yılında yaptığı tahmin sonraki yıllar için daha alçakgönüllüydü. 2009 Haziran ayında yayımlanan raporun düşük talep senaryosuna göre brüt elektrik talebinin 2011 yılında 213 milyar, yüksek talep senaryosuna göre ise 215 milyar kWs olacağı belirtilmişti. Gerçekleşen rakam yukarıda da belirttiğimiz gibi 230 milyar kWs oldu. Bu sefer de tam tersi oldu. Gerçekleşen tahmin edilenden azdı.
Bir başka örnek. TEİAŞ'ın Ekim 2010 ayında yayımladığı kapasite tahmini raporunda ise 2011'de elektrik talebinin yüksek talep senaryosuna göre 220 milyar kWs'nin biraz altında kalması bekleniyordu. Yıllık artışın yüzde 5 olması hesaplanıyordu ama artış yüzde 9’u buldu. Görüldüğü gibi elektrik talep tahminlerinde tek sorun zaman aralığı değil. Bir yıl sonraki talebi tahmin etmek bile oldukça zor. Bu yazının amacı da bu, TEİAŞ'la uğraşmak değil. Talebi tahmin etmenin ne kadar zor olduğuna vurgu yapmak.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın 2013 yılı bütçe konuşmasında da vurguladığı gibi, “...belirli bir anda talep edilen en yüksek elektrik enerjisi talebi (puant talep), 2012 Temmuz ayında rekor seviyede bir artışla 39 bin 45 MW'ı gördü. 2011'de en yüksek talep 36 bin 122 MW, 2010'da ise 33 bin 392 MW'tı. Elektrik piyasasını yakından takip eden herkes biliyor ki yaz aylarında artan bu ani talep yükselişlerinin bir numaralı sorumlusu klimalar. Bu da bize şu mesajı veriyor. Tüketim tarzındaki değişikliklerin hızı ve ekonominin seyrindeki belirsizlik, elektrik talebini tahmin etmeyi giderek güçleştiriyor. Türkiye'de giderek daha fazla eve klima kuruluyor. Bir sıcak hava dalgası, elektrik talebini deyim yerindeyse zıplatabilir. Talebi başı boş bırakırsanız tahmin etmek işte bu kadar zorlaşır. Neredeyse imkansızlaşır. Talebi yönetiyorsanız, yönetebiliyorsanız iş başka...
Anahtar kelime de bu; “yönetmek”. Sınırsız talebi karşılamak için hiç durmadan yeni santraller yapmak yerine, ne kadar enerji veya elektrik harcanacağına karar vermeniz gerekir. Peki, ama nasıl? Enerji harcanan her alanda, ulaşımdan sanayiye bir strateji oluşturacaksınız. Hangi sektörlerde olacaksınız, hangi tür ulaşım araçları kullanacaksınız bunları belirlemek zorundasınız. Ülke yönetiyorsanız verdiğiniz lisans ve izinlerle, şirket yönetiyorsanız aldığınız karar ve tedbirlerle talebi şekillendirebilirsiniz. Klima sayısının artmasını istemiyorsanız, konut yapımında standartları klimaya ihtiyaç duyulmayacak şekilde yeniden düzenleyeceksiniz. Petrol fiyatları arttıkça, enerji ithalatına verdiğiniz paradan yakınmayı marifet kabul etmiyorsanız, toplu ulaşımı destekleyeceksiniz. Bireysel araç kullanımını kısıtlayacak önlemleri beraberinde uygulayacaksınız. Hava kirliliği can alıyorsa Çin’in başkenti Pekin’de olduğu gibi her yıl trafiğe çıkacak araç sayısını kısıtlayabilir, kurayla plaka dağıtabilirsiniz. Çok enerji tüketen aletlerin kullanımını yasaklamak, vergilendirmek veya az tüketenleri desteklemek elinizde. Devlet bunun için var.
Sınırsız tüketimi sınırlı kaynaklarla karşılayamazsınız ama tüketimi sınırlayarak sorunu çözebilirsiniz.
Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2005 yılında yaptığı talep tahmininde 2011 yılında elektrik talebinin yüksek senaryoya göre 262 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını tahmin etmişti. 2011'de Türkiye'nin elektrik talebi 230 milyar kWs'te kaldı. TEİAŞ, 2005 yılında yaptığı tahmininde yüzde 12'lik bir sapma oranıyla yanıldı. Böylesine hareketli bir elektrik piyasasında altı yıl sonrasını bilmek zor, yüzde 12 iyi bir sapma oranı diyenler çıkabilir.
Ekonomik krizin de etkisiyle elektrik talebi 2008 sonunda beklentilerin aksine 198 milyar kWs'te kaldı. Halbuki önceki iki yılın artış oranları yüzde 8'den fazlaydı. 2008'de ise artış hızı yarı yarıya yavaşladı. 2009'da ise eksiye düştü, yani elektrik talebi artmadı, azaldı. Talep tahminlerinin iki ana kıstas üzerinde (büyüme hızı ve nüfus artışı) şekillenmesinden olsa gerek, ekonomik krizin daha ciddiye alınmasından da etkisiyle; kurumun 2009 yılında yaptığı tahmin sonraki yıllar için daha alçakgönüllüydü. 2009 Haziran ayında yayımlanan raporun düşük talep senaryosuna göre brüt elektrik talebinin 2011 yılında 213 milyar, yüksek talep senaryosuna göre ise 215 milyar kWs olacağı belirtilmişti. Gerçekleşen rakam yukarıda da belirttiğimiz gibi 230 milyar kWs oldu. Bu sefer de tam tersi oldu. Gerçekleşen tahmin edilenden azdı.
Bir başka örnek. TEİAŞ'ın Ekim 2010 ayında yayımladığı kapasite tahmini raporunda ise 2011'de elektrik talebinin yüksek talep senaryosuna göre 220 milyar kWs'nin biraz altında kalması bekleniyordu. Yıllık artışın yüzde 5 olması hesaplanıyordu ama artış yüzde 9’u buldu. Görüldüğü gibi elektrik talep tahminlerinde tek sorun zaman aralığı değil. Bir yıl sonraki talebi tahmin etmek bile oldukça zor. Bu yazının amacı da bu, TEİAŞ'la uğraşmak değil. Talebi tahmin etmenin ne kadar zor olduğuna vurgu yapmak.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın 2013 yılı bütçe konuşmasında da vurguladığı gibi, “...belirli bir anda talep edilen en yüksek elektrik enerjisi talebi (puant talep), 2012 Temmuz ayında rekor seviyede bir artışla 39 bin 45 MW'ı gördü. 2011'de en yüksek talep 36 bin 122 MW, 2010'da ise 33 bin 392 MW'tı. Elektrik piyasasını yakından takip eden herkes biliyor ki yaz aylarında artan bu ani talep yükselişlerinin bir numaralı sorumlusu klimalar. Bu da bize şu mesajı veriyor. Tüketim tarzındaki değişikliklerin hızı ve ekonominin seyrindeki belirsizlik, elektrik talebini tahmin etmeyi giderek güçleştiriyor. Türkiye'de giderek daha fazla eve klima kuruluyor. Bir sıcak hava dalgası, elektrik talebini deyim yerindeyse zıplatabilir. Talebi başı boş bırakırsanız tahmin etmek işte bu kadar zorlaşır. Neredeyse imkansızlaşır. Talebi yönetiyorsanız, yönetebiliyorsanız iş başka...
Anahtar kelime de bu; “yönetmek”. Sınırsız talebi karşılamak için hiç durmadan yeni santraller yapmak yerine, ne kadar enerji veya elektrik harcanacağına karar vermeniz gerekir. Peki, ama nasıl? Enerji harcanan her alanda, ulaşımdan sanayiye bir strateji oluşturacaksınız. Hangi sektörlerde olacaksınız, hangi tür ulaşım araçları kullanacaksınız bunları belirlemek zorundasınız. Ülke yönetiyorsanız verdiğiniz lisans ve izinlerle, şirket yönetiyorsanız aldığınız karar ve tedbirlerle talebi şekillendirebilirsiniz. Klima sayısının artmasını istemiyorsanız, konut yapımında standartları klimaya ihtiyaç duyulmayacak şekilde yeniden düzenleyeceksiniz. Petrol fiyatları arttıkça, enerji ithalatına verdiğiniz paradan yakınmayı marifet kabul etmiyorsanız, toplu ulaşımı destekleyeceksiniz. Bireysel araç kullanımını kısıtlayacak önlemleri beraberinde uygulayacaksınız. Hava kirliliği can alıyorsa Çin’in başkenti Pekin’de olduğu gibi her yıl trafiğe çıkacak araç sayısını kısıtlayabilir, kurayla plaka dağıtabilirsiniz. Çok enerji tüketen aletlerin kullanımını yasaklamak, vergilendirmek veya az tüketenleri desteklemek elinizde. Devlet bunun için var.
Sınırsız tüketimi sınırlı kaynaklarla karşılayamazsınız ama tüketimi sınırlayarak sorunu çözebilirsiniz.
Nükleer karşıtları Japonya'yı uyarmıştı
Özgür Gürbüz-BirGün/10 Mart 2013
Arşiv bir gazetecinin her şeyidir. Yarın, Fukuşima Nükleer Santrali'nde meydana gelen kazanın ikinci yıldönümü. Fukuşima'yla ilgili elimde neler var diye arşivime baktım. 27 Ekim 2007'de Japonya'nın saygın gazetelerinden Asahi Şimbun'da çıkan uzun bir editoryal yazı gözüme ilişti. Yazı şöyle başlıyor: “Bilim insanlarına göre gelecek 30 yıl içinde Tokai bölgesinde büyük bir deprem olma olasılığı yüzde 87. Öngörülen depremin merkezinde yer alan Hamaoka Nükleer Santrali'nin yakınında oturanlar santralin böyle bir depreme dayanamayacağı gerekçesiyle mahkemeye başvurdu. Şizuoka Bölge Mahkemesi santralde deprem karşıtı tüm önlemler alınmış gerekçesiyle bu itirazı reddetti.
Gazetedeki yazıya göre yerel halk, mahkemenin kararından memnun kalmamış. Santralin, sekiz şiddetinde bir depreme dayanacağı açıklamalarına güvenmiyorlar. 31 yaşındaki reaktörün korozyon gibi birçok nedenden dolayı eskimiş olacağını öne sürüyorlar. Mahkeme bu argümanlarını ciddiye almış ama düzenli kontrollerin nükleer santralin güvenilirliği için yeterli olacağını söyleyip, konuyu kapatmış. Nükleer santrallerin depreme dayanmayacağını iddia edenler iki noktaya dikkat çekiyor. Birincisi, depremin şiddeti çok büyük olmasa bile yüzeye yakın gerçekleştiğinde ciddi hasar verme olasılığı, ikincisi de Japonya'da henüz keşfedilmemiş aktif fay hatlarının bulunması.
Yazının sonunda ise okurken tüylerimi diken diken eden şu cümleler var. “Nükleer santrallerin depreme dayanıklılığı tartışması henüz bitmedi. Hükümet ve enerji şirketleri bu mahkeme kararına dayanarak rahatlayamazlar. Aksine, ülkedeki tüm nükleer santrallerin büyük bir depreme dayanacaklarını biran önce garanti etmeliler.”
Görünen o ki, Fukuşima'dan 4,5 yıl önce Japonya'da nükleer santral karşıtları geliyorum diyen tehlikeye karşı hükümeti uyarmış. Büyük bir deprem olursa nükleer felaket kaçınılmaz demişler. Uyarmış ama bugün de olduğu gibi, nükleer endüstrinin etkisi altındaki medya ve hükümet kılını kıpırdatmamış. Gazeteciler açık seçik yazmışlar, bilim insanları rakamlarla uyarmış, büyük bir deprem olursa sonucu nükleer felaket olur demişler. Üstüne, halk mahkemenin yolunu tutmuş. Hükümet dinlememiş, nükleer endüstri iplememiş, mahkeme es geçmiş. Belki de ülkedeki nükleer santralleri çok önceden kapatıp, Fukuşima'yı önleme şansını ellerinden kaçırmışlar.
Gelelim bizim memlekete. Bizde şu sıralar bir nükleer tiyatro oynanıyor. Oyunun metninden kısa bir alıntı sizlere:
Yaşamspor: Mersin Akkuyu'da nükleer santral olmaz. Burada fay hattı var. Akdeniz'de yeterli sismik araştırma da yapmadınız, geçmişte burada tsunami bile oldu. Fukuşima'yı unutmayın!
Atomspor (Rus aksanıyla): Dünyanın en güvenli nükleer santrallerinden biri olacak, 9 şiddetinde depreme dayanacak.
Yaşamspor: Rusya'da 9 şiddetinde deprem oldu mu, bu şiddette depreme dayanmış bir nükleer santraliniz var mı?
Atomspor: (Yutkunur ve başını havaya kaldırır, başka yöne bakar).
Yaşamspor: Zemin etütlerini bitirdiniz, neden sonuçları açıklamıyorsunuz, bağımsız kuruluşların incelemesine neden izin vermiyorsunuz?
Atomspor: Iıım, bakın, santralin yanında insanlar yüzüyor.
Yaşamspor: Nükleer santral pahalı ve tehlikeli, Türkiye'nin elektrik üretmek için onlarca farklı seçeneği varken bu ısrar neden?
Atomspor: Tüpgaz da patlıyor...
Yaşamspor: Nükleer atıklar ne olacak?
Atomspor: Satarsınız, iyi para yapıyor.
Nükleer karşıtlarını ciddiye almamanın sonucunu yukarıda alıntı yaptığım yazı çok iyi anlatıyor. Bugün Fukuşima eyaletindeki çocuklar düzenli sağlık taramalarından geçiriliyor. 21 Ocak 2013 tarihinde açıklanan sağlık taraması sonuçları, 95 bin çocuğun yüzde 44'ünde tiroid anormallikleri olduğunu göstermiş. Mali hasarın ilk 10 yıl içinde 250 milyar doları bulacağı söyleniyor. Japon ekonomisi belki de en kötü günlerini yaşıyor. Ülkedeki 50 nükleer reaktörün 48'i kapalı. 160 bin kişi evlerini terk etmek zorunda kalmış. Nükleer enerjiye güvenmenin bedeli çok ağır oldu. Şirketler bir yolunu bulup paçayı kurtarıyor ama insanlar ve doğanın kaçacak yeri yok.
Bu yazı, nükleer karşıtlarını, “bunlar bir şeyden anlamayan çiçek-böcekçiler” diye hiçe sayanlara armağanım olsun.
Arşiv bir gazetecinin her şeyidir. Yarın, Fukuşima Nükleer Santrali'nde meydana gelen kazanın ikinci yıldönümü. Fukuşima'yla ilgili elimde neler var diye arşivime baktım. 27 Ekim 2007'de Japonya'nın saygın gazetelerinden Asahi Şimbun'da çıkan uzun bir editoryal yazı gözüme ilişti. Yazı şöyle başlıyor: “Bilim insanlarına göre gelecek 30 yıl içinde Tokai bölgesinde büyük bir deprem olma olasılığı yüzde 87. Öngörülen depremin merkezinde yer alan Hamaoka Nükleer Santrali'nin yakınında oturanlar santralin böyle bir depreme dayanamayacağı gerekçesiyle mahkemeye başvurdu. Şizuoka Bölge Mahkemesi santralde deprem karşıtı tüm önlemler alınmış gerekçesiyle bu itirazı reddetti.
Fukuşima Daiçi Santrali-Foto: UAEA |
Gazetedeki yazıya göre yerel halk, mahkemenin kararından memnun kalmamış. Santralin, sekiz şiddetinde bir depreme dayanacağı açıklamalarına güvenmiyorlar. 31 yaşındaki reaktörün korozyon gibi birçok nedenden dolayı eskimiş olacağını öne sürüyorlar. Mahkeme bu argümanlarını ciddiye almış ama düzenli kontrollerin nükleer santralin güvenilirliği için yeterli olacağını söyleyip, konuyu kapatmış. Nükleer santrallerin depreme dayanmayacağını iddia edenler iki noktaya dikkat çekiyor. Birincisi, depremin şiddeti çok büyük olmasa bile yüzeye yakın gerçekleştiğinde ciddi hasar verme olasılığı, ikincisi de Japonya'da henüz keşfedilmemiş aktif fay hatlarının bulunması.
Yazının sonunda ise okurken tüylerimi diken diken eden şu cümleler var. “Nükleer santrallerin depreme dayanıklılığı tartışması henüz bitmedi. Hükümet ve enerji şirketleri bu mahkeme kararına dayanarak rahatlayamazlar. Aksine, ülkedeki tüm nükleer santrallerin büyük bir depreme dayanacaklarını biran önce garanti etmeliler.”
Görünen o ki, Fukuşima'dan 4,5 yıl önce Japonya'da nükleer santral karşıtları geliyorum diyen tehlikeye karşı hükümeti uyarmış. Büyük bir deprem olursa nükleer felaket kaçınılmaz demişler. Uyarmış ama bugün de olduğu gibi, nükleer endüstrinin etkisi altındaki medya ve hükümet kılını kıpırdatmamış. Gazeteciler açık seçik yazmışlar, bilim insanları rakamlarla uyarmış, büyük bir deprem olursa sonucu nükleer felaket olur demişler. Üstüne, halk mahkemenin yolunu tutmuş. Hükümet dinlememiş, nükleer endüstri iplememiş, mahkeme es geçmiş. Belki de ülkedeki nükleer santralleri çok önceden kapatıp, Fukuşima'yı önleme şansını ellerinden kaçırmışlar.
Gelelim bizim memlekete. Bizde şu sıralar bir nükleer tiyatro oynanıyor. Oyunun metninden kısa bir alıntı sizlere:
Yaşamspor: Mersin Akkuyu'da nükleer santral olmaz. Burada fay hattı var. Akdeniz'de yeterli sismik araştırma da yapmadınız, geçmişte burada tsunami bile oldu. Fukuşima'yı unutmayın!
Atomspor (Rus aksanıyla): Dünyanın en güvenli nükleer santrallerinden biri olacak, 9 şiddetinde depreme dayanacak.
Yaşamspor: Rusya'da 9 şiddetinde deprem oldu mu, bu şiddette depreme dayanmış bir nükleer santraliniz var mı?
Atomspor: (Yutkunur ve başını havaya kaldırır, başka yöne bakar).
Yaşamspor: Zemin etütlerini bitirdiniz, neden sonuçları açıklamıyorsunuz, bağımsız kuruluşların incelemesine neden izin vermiyorsunuz?
Atomspor: Iıım, bakın, santralin yanında insanlar yüzüyor.
Yaşamspor: Nükleer santral pahalı ve tehlikeli, Türkiye'nin elektrik üretmek için onlarca farklı seçeneği varken bu ısrar neden?
Atomspor: Tüpgaz da patlıyor...
Yaşamspor: Nükleer atıklar ne olacak?
Atomspor: Satarsınız, iyi para yapıyor.
Nükleer karşıtlarını ciddiye almamanın sonucunu yukarıda alıntı yaptığım yazı çok iyi anlatıyor. Bugün Fukuşima eyaletindeki çocuklar düzenli sağlık taramalarından geçiriliyor. 21 Ocak 2013 tarihinde açıklanan sağlık taraması sonuçları, 95 bin çocuğun yüzde 44'ünde tiroid anormallikleri olduğunu göstermiş. Mali hasarın ilk 10 yıl içinde 250 milyar doları bulacağı söyleniyor. Japon ekonomisi belki de en kötü günlerini yaşıyor. Ülkedeki 50 nükleer reaktörün 48'i kapalı. 160 bin kişi evlerini terk etmek zorunda kalmış. Nükleer enerjiye güvenmenin bedeli çok ağır oldu. Şirketler bir yolunu bulup paçayı kurtarıyor ama insanlar ve doğanın kaçacak yeri yok.
Bu yazı, nükleer karşıtlarını, “bunlar bir şeyden anlamayan çiçek-böcekçiler” diye hiçe sayanlara armağanım olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)