Nükgöm

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Şubat 2013
 
Malumunuz, hükümetimiz Mersin'de nükleer santral kurulması için çabalıyor. Daha doğrusu, işi Rusya'ya havale etti, onlar çabalıyor bizimkiler de nükleer iyidir masalları anlatıp kamuoyunu yanıltıyor, pardon, bilgilendiriyor. Atom santrali yaparak muasır medeniyetler seviyesine çıkacağımız masalı da en çok başvurulan bilgilendirme yöntemlerinden. Toprağı bol olsun, eski bir nükleerci hocamız, “Nükleer santraller halkın kültür seviyesini yükseltir” bile demişti. Zaman kendisini haklı çıkardı. Nitekim, nükleer enerji alanındaki yoğun çaba ve isteğimiz bu yönde sonuç verdi. Nükleer santrallerin çalışmaya başladığı 1954 yılından bu yana tüm dünyada kimsenin çözemediği nükleer atık sorununu, hükümetimiz üstün gayretleri ve “el çabukluğu-marifet tekniğiyle” beş yıl içinde çözdü. Bu ileri düzeydeki tekniğin adı kısaca “nükgöm” olarak adlandırıldı. Uzun ismi ise “nükleer atıkları bulduğun yere göm”. Tekniğin uygulanmasında atalarımızın kullandığı araç ve gereçlerin, kazma ve küreğin kullanılması ise bu yeni buluşu daha da önemli ve yüzde 100 yerli yapıyor. Biliyorsunuz, biz otomobilden buzdolabına her şeyin ecnebisini, konuşmaya gelince ise her bir şeyin yerlisini severiz.
 
Nükleer atıkların bertaraf edilmesi işlemi nükgöm ilk kez İzmir Gaziemir'de uygulandı. 16 Nisan 2007'de varlığından haberdar olunan nükleer atıkların üzerine 10 bin 200 ton toprak döküldü. TOKİ inşaatında yeni kapı yapılsa açmaya giden bakanlarımız nedense gömme töreninde yoktular. Kurdele kesilmedi, besmele çekilmedi. Önemli olan netice tabi, böylece nükleer atık sorunu da halloldu. Allah vatana millete başka dert vermesin.
 
Hatırlatalım. Nükleer atıklar, İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne ait kurşun döküm fabrikasından İZAYDAŞ'a gönderilen üç kamyon cürufun birinde radyasyon tespit edilmesiyle ortaya çıkmıştı. Hemen ardından, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) olaya el koydu ve fabrikada incelemeler yaptı. TAEK'in ara ara gittiği fabrikadan 16 Nisan 2007 ile 24 Ekim 2008 tarihleri arasında 247 ton radyoaktif cüruf çıkarıldı. Bu atıklar Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne gönderildi. Söz konusu radyoaktif madde Europium-152. 135 yıl radyoaktif kalıyor, doğadan insandan uzak tutulması gerekiyor. Çekmece'deki tesislerde yer kalmamış olacak ki TAEK 24 Ekim 2008 tarihinden sonra atık taşımaktan vazgeçti. Gaziemir'deki nükleer atıklar bir anlamda kaderine terk edildi. Fabrika'nın Torbalı'ya taşınmasıyla da atıklar fabrika arazisinde başıboş bırakıldı. Çit çekiliyor, tabelalar asılıyor ama bir süre sonra orası çocukların oyun alanı oluyor.
 
2012 yılında Radikal gazetesinden Serkan Ocak konuyu yeniden gündeme taşıyana kadar kimse bir şey yapmıyor. Sonra ise mucizevi çözüm “nükgöm” hayata geçiriliyor. Kalan atıkların üstüne tonlarca toprak atılıyor ve doğadan yalıtılması gereken nükleer atıklar kaderine terk ediliyor. Aslında Gaziemir'de “resmi” bir nükleer atık deposunun temelleri atılıyor. Yarın ülkenin başka bir yerinde nükleer atık bulunursa ilk adres Gaziemir olabilir. O yüzden de İzmirliler ne yapıp edip, o atıkları geldiği yere göndermek zorunda. Söylemedi demeyin.
 
Europium-152, nükleer santraller çalışmaya başlayınca çıkacak nükleer atıkların yanında devede kulak kalır. Bu daha hiçbir şey değil. Nükleer santralden çıkacak atıkları ne yapacaksınız diye sorduğumuzda, “atacağız, satacağız” diyenlerin ne gibi cin fikirlerinin olduğunu artık herkes gördü. Uygun bir yere gömüp, arakalarına bile bakmadan kaçacaklar. 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıkları umarım biraz daha derine gömerler. İşte size nükleer enerjiye geçmeye çalışan Türkiye'nin acı gerçeği.
 
ELEKTRİĞİN YÜZDE 27'Sİ RÜZGARDAN
Enerji Bakanlığı nükleerle yatıp nükleerle kalka dursun, Avrupa'da her geçen gün yeni rüzgar santralleri kuruluyor. 2012 yılında 12 bin 416 megavat gücünde yeni rüzgar türbini elektrik üretmeye başladı. Avrupa'daki toplam rüzgar gücü 110 bin megavata yaklaştı. Bunun 2 bin 312 megavatı Türkiye'de kurulu. 2012'de Türkiye'nin inşa ettiği santrallerin kurulu gücü 506 megavat. Almanya'da 2 bin 440, İngiltere'de bin 897, İspanya ve İtalya'da da bin 200 megavat civarında yeni rüzgar kurulu gücü devreye girdi.
 
Avrupa Birliği'nde (AB) tüketilen elektriğin yüzde 7'si rüzgardan sağlanıyor. Danimarka'da bu oran yüzde 27, Portekiz'de yüzde 17, İspanya'da yüzde 16, İrlanda'da yüzde 13 ve Almanya'da yüzde 11. Yukarıda saydığımız ülkelerden daha iyi potansiyele sahip Türkiye'de ise elektriğin yüzde 2,3'ü rüzgardan elde ediliyor. AB'ye üye 27 ülkede yenilenebilir enerji yatırımlarında başı yüzde 54'lük payla güneş çekiyor. Yüzde 37'lik payla onu rüzgar izliyor. Yukarıdaki grafiktede görüldüğü gibi tüm enerji kaynaklarında da yine güneş önde. Bizde ise güneş enerjisi hâlâ bürokratik engelleri aşmayı bekliyor. Klasik olacak ama şöyle bitirelim: Güneş balçıkla sıvanmaz, radyoaktif atık yok olmaz!

Bir termik alana bir orman bedava

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Şubat 2013

Geçici her şey beni korkutur. Bir işe başlarsınız, size en düşük olanından bir “geçici” maaş verirler; daha sonra o para kalıcı maaşa dönüşür. Geçici işleriniz olur, tam alışıp hayatınızı yola koyacak gibi olursunuz; kovulursunuz. Diş hekiminin yaptığı geçici dolgu, bilin ki o koltuğa 3-4 hafta sonra tekrar oturmak demektir. Bir de geçici yasa maddeleri var. Onları da hiç sevmem. Genelde yangından mal kaçırmaya yarar.
 
Yatağan Termik Santrali Foto: O. Gurbuz
Elektrik Piyasası Kanunu Tasarısı şu sıralarda TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nda görüşülüyor. Komisyonun adını söylemek görüşmeden zor olsa gerek. İlk iki madde geçti bile. Tasarı, genel hatlarıyla elektrik piyasasında özel sektörün payını artıracak düzenlemeler içeriyor. Ayrıca çevre katliamına davetiye çıkaran geçici bir maddesi var. Geçici Madde 8. Bir kenera not alın, ileride bu maddenin adını sıkça duyacaksınız.
 
Bugün Türkiye'de elektrik üretme kapasitesinin yüzde 40'ından fazlası bir kamu kuruluşu olan Elektrik Üretim A.Ş.'nin (EÜAŞ) elinde. EÜAŞ'ın 27 hidroelektrik ve 18 termik santrali özeleştirme kapsamına alınmıştı. Seyitömer Termik Santrali geçtiğimiz günlerde özelleştirildi, diğerleri de sırada. Hükümet yıllardır bu santralleri satmaya çalışıyor ancak satmakta zorlanıyor. Termik santrallerin çoğu eski. Aralarında Yatağan, Afşin-Elbistan gibi çevre karnesi kırıklarla dolu santraller de var. Böyle olunca alıcı bulmak ya da iyi paraya satmak zorlaşıyor. “Geçici Madde 8” bu sorunu çözebilir. Elektrik Piyasası Kanunu Tasarısı bu haliyle Meclis'ten geçerse, EÜAŞ'a bağlı santrallere, bunların özelleştirilmesi halinde ise onu alacak özel şirketlere 2019 yılına kadar çevresel yükümlülükler konusunda muafiyet getiriliyor. Sürenin uzatılması da Bakanlar Kurulu'nun elinde olacak. Geçici maddede, “çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımların gerçekleştirilmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinlerin tamamlanması amacıyla 31 Aralık 2018’e kadar süre tanınır” deniyor. Devamı da var. Bu santraller, ister kamuda kalsın ister özelleştirilsin, çevre mevzuatına uymadıkları takdirde idari para cezası almayacak, elektrik üretim faaliyetleri durdurulamayacak.
 
ASİT YAĞMURLARI GELİYOR
Kömürle çalışan termik santrallerden çıkan kükürt dioksit ve azot oksitler asit yağmurlarına neden olur. Bölgedeki bitki örtüsünü, tarım ürünlerini olumsuz etkiler. Bu yasa geçerse söz konusu işletmeler asit yağmurlarına neden olan kükürt dioksiti tutan baca gazı arıtma (desülfürizasyon) tesisini kurmayabilecekler. Varsa da çalıştırmayabilirler. Ceza yok, kızan yok.
 
Termik santraller havayı, suyu ve toprağı kirletir. Dolayısıyla kirlilik besin zincirine yani gıdalara kadar yayılabilir. Kül dağları kontrol edilmeye çalışılsa bile sorundur. Rüzgarda uçuşur, kilometrelerce toprak küllerle kaplanır. Termik santral atıkları bölgedeki yeraltı ve özellikle yerüstü sularının asitlenmesine, kimyasal açıdan kirlenmesine neden olabilir. Bu da insan sağlığını uzun erimde olumsuz yönde etkiler . Bu yasa geçerse suları kirletmek altı yıl boyunca serbest. İklimi değiştirmenin cezası yok.
 
TEŞVİKİN DANİSKASI
Geçici Madde 8, Meclis'te kabul edilirse Yatağan'da olduğu gibi havayı solunamaz hale getirmek, insanları astım hastası yapmak, akciğer kanseriyle tanıştırmak devlet eliyle desteklenmiş olacak. Kömürcülere sorsanız hiç teşvik almadıklarını, rüzgar, güneş ve jeotermal gibi temiz enerji kaynaklarının ise hep teşvik beklediğini söylerler. Bundan daha büyük teşvik mi olur? Sırf özelleştirmeler gerçekleşsin, işletmeler kısa sürede kâr etsin diye canımızı, doğamızı size feda ediyoruz. Bu teşvik değil, teşvikin daniskasıdır.
 
Enerji Bakanı Taner Yıldız, termik özelleştirmelerinde çevre yatırımı için yatırımcıya süre verilmesi gerekir, kömüre çevreyi kirleten bir enerji kaynağı olarak bakılmamalı diyor ve ekliyor: “Tabii ki çevreyle beraber yapacağımız yatırımlar olacak. Ama yeni başlayan yatırımcının çevre şartlarına uyması için de bir zaman var. Onu da vermiş olacağız”. Anlamak mümkün değil. Güneşe, rüzgara yatırım yapan, santralin çalışmaya başladığı ilk günden itibaren çevreye verdiği zararı en aza indirmiş oluyor çünkü bu santraller zaten bu özellikleriyle tasarlanıyor. Bu yüzden diğerlerine göre daha maliyetli de olabiliyorlar. Temiz enerjiye yatırım yapan bunu ilk günden yapıyor da kömüre yatırım yapan neden yapamıyor? Bu mu serbest piyasa, bu mu ucuz dediğiniz, teşviksiz olduğunu iddia ettiğiniz kömür?
 
Yatırımcının zamana ihtiyacı var kısmı da hiç inandırıcı değil. Yatağan Termik Santrali'nin ilk ünitesi 1982 yılında devreye girdi. Kül barajı 10 yıl sonra 1992'de bitirilebildi. Santral, kükürt tutucu baca gazı arıtma tesisine 2007 yılında kavuştu. Yatağan 25 yıl inim inim inledi. Zeytinlikler, tarlalar zarar gördü. 30 yıldır çalışan santrallere hâlâ hangi zamanı tanımaktan bahsediyorsunuz? Yatırımcıyı bilmem ama insanların ve doğanın sabrı kalmadı. Termik santralleri satacağım diye, santral alana “bonus” niyetine yanında “doğa” verilir mi? Böyle promosyon mu olur?

Erkeklere sıra ne zaman gelecek?

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2013 

Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı'nın tasarruf ve enerji verimliliği kavramlarını telaffuz etmeye başlamasından dolayı mutluyum. Ülkedeki her dereye HES (hidroelektrik santrali), her koya termik, denize bakan her kıyıya nükleer santral kurmaya çalışarak enerji sorununun çözülemeyeceğini artık anlamalıyız. Bakanlığın gecikmeli de olsa “tasarruf diye bir şey var” demesi hoş. İşin hoş olmayan tarafı ise erkek egemen bakanlığımızın işi yine başkalarına yıkmaya çalışması. Hatırlayacağınız gibi bundan önceki verimlilik kampanyasında idolümüz “EnVer” adlı bir çocuktu.

Eski bakan Hilmi Güler zamanında yıldızı parlayan EnVer çabuk unutuldu. Kafasında kırmızı renkte, tavaya benzer bir şapkası vardı ve bize enerji tasarrufunu anlatıyordu. EnVer'e, “SuVer” adında, su tasarrufu konusunda uzman bir kız kardeş gelmesi de planlanıyordu ama olmadı. O tarihlerde kürtaj konusu gündemde değildi. Hükümet çocuğu aldırmış olmalı ki SuVer'le hiç tanışmadık. Yapması mecburi üçüncü çocuğa da “Yeter” adı konunca bu başarısız tasarruf kampanyalarına ara verildi.

Hilmi Güler'in halefi Taner Yıldız, kafasında tencereyle gezen çocukların halka mesajı iletmekte zorlandığını anlamış olmalı. Onun hedefi ev kadınları ya da kampanyanın diliyle söyleyelim, ev hanımları oldu. Nedeni de basit; enerji tüketicileri arasında ailenin önemi büyük. Proje diyor ki, “Isınma, aydınlatma, temizlik, kişisel bakım gibi faaliyetlerin yürütülmesinde aileler büyük ölçüde enerji tüketmektedirler. Ailede günlük faaliyetlerin sürdürülmesinde ve tüketiminde karar verici kişi olarak ise kadınların önemli bir rolü bulunmaktadır”. Çok doğru. Yemeğin kaç dakika pişeceğine, pantolonun kaç dakikada ütüleneceğine, çamaşırların hangi ısıda yıkanacağına, hangi deterjanın alınacağına hep kadınlar karar veriyor. Çünkü evin bütün “ortak işlerini” kadınların üzerine yıkmakta erkeklerin üzerine yok. Reis beyler otururken “karar verici” hanımlar çalışıyor. Şu karar vericilikte ne çileli işmiş canım. Yetkin mi var, derdin var bu memlekette.

ERKEKLER ÜTÜLESİN
Projenin amacının iyi olması, yapılan bu hatayı örtmeye yetmiyor. Kadını evde temizlikten, çamaşırdan sorumlu tutuyor ve adeta bütün bu işler sadece onun sorumluluğuymuş gibi davranıyor. Ben size enerjiyi gerçekten verimli kullanmaya başlayacağımız zamanı söyleyeyim. Ne zaman erkekler ütü yapmaya başlar, o zaman. Erkekler, haftada 4-5 saati ütü başında geçirince atletlerinden donlarına kadar her şeyi ütülü istemeyi bırakırlar. Erkeklerin yapabileceği bir başka şey de futbol maçlarının gece oynanmasına karşı çıkmak olabilir. Futbolun beşiği İngiltere'de bile çoğu maç gündüz saatlerinde oynanıyor. Maçlar gündüz oynanırsa aydınlatmak için elektrik harcanmaz.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), iktidardaki 10 yılı boyunca sadece arzı yönetmeye çalıştı. Talebi, değiştirilemez veya kontrol edilemez bir etken kabul edip bu talebi karşılamak için onlarca santrale yeşil ışık yaktı. Halbuki, talebi kontrol etmezseniz ölüm fermanınızı da imzalamış olursunuz. Sınırsız bir talebi sınırlı enerji kaynaklarıyla karşılamanız mümkün değil. Olan doğaya ve bu enerji yatırımlarının faturasını ödemek zorunda bırakılan halka oluyor. Sanayi, ulaşım ve kentleşme politikalarınız talebi kontrol etmekte kullanacağınız araçlardır. Enerji kaynaklarınız sınırlıysa (öyle olduğu söyleniyor) çimento, kağıt, demir-çelik sektörlerinde aynı anda yer almaz, bilişim veya tekstil sektörüne ağırlık verirsiniz.

10 YILDIR YERİMİZDE SAYIYORUZ
Okullar cuma günü kapandı, karneler verildi. Gelin biz de hükümete son 10 yılın enerji verimliliği karnesini verelim. Karnenin en önemli dersi enerji yoğunluğu. Enerji yoğunluğu, üretilen hizmet veya ürünü ne kadar enerji kullanarak yaptığınızı gösteriyor. Avrupa İstatistik Bürosu (Eurostat) verileri, 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) yaratmak için ne kadar enerji tükettiğinizi gösteriyor. AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde Türkiye 1000 avro değerinde GSYH yaratmak için 240 kilogram eşdeğeri petrol (kgep) harcıyordu. 2010'da bu rakam sadece 233'e geriledi. Avrupa'nın sanayi devi Almanya'da bu rakam 2002'de 157 kgep'ti, 2012'de 141 oldu. İngiltere'de 134 kgep'ten 111'e geriledi. Avrupa'nın en iyisi İsviçre'de ise 92'den 80'e. Hırvatistan 2002'de bizden kötü durumdaydı şimdi 230'larda. Kabaca söylersek, aynı masayı İsviçre'de Türkiye'den üç kat daha az enerji harcayarak, İngiltere'de ise iki kat daha az enerji harcayarak üretebiliyorsunuz. Gelişmişlik, çokça duyduğumuz gibi kişi başına tükettiğimiz elektrik miktarını artırmaktan değil, az enerjiyle çok iş yapmaktan geçiyor.

Kalkınma Bakanlığı’nın 9. Kalkınma Planı’nda aynen şöyle diyor: “...binalar ve ulaştırma sektörlerinde yapılacak verimlilik uygulamalarıyla hem genel enerji hem de elektrik tüketimlerinin yüzde 20-25 oranında düşürülmesi mümkün görülmektedir”. Yüzde 20 daha az elektrik talep etmek, kurulmak istenen onlarca HES'in, nükleer santralin rafa kaldırılması demek. Erkeklerin çoğunlukta olduğu mecliste doğru politik kararlar alınmadıkça, sorumluluğu “hanımlara” ve çocuklara yüklemek biraz kolaya kaçmak gibi geliyor. Evde yapacağımız tasarruf çalışmaları, ulusal politikalarla da desteklenmek zorunda.

Hasankeyf'te ecdadın kemikleri sızlıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ocak 2012 

Memlekette bir “ecdat” merakıdır gidiyor. Kimi ecdadı gibi ata binmek istiyor kimi yedi cihanı fethetmek. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ecdat dediğiniz kişiler geçmişteki büyükleriniz, atalarınız. Böyle olunca benim hesabıma göre Neandertallere kadar yolumuz var. Yolumuz uzun ama hafızamız kısa ve seçici. Öyle olunca Kanuni'yi hatırlıyor, akıl hastası padişahları “es” geçiyoruz. Ne de olsa biz ecdadın da “aklı yerinde” olanını severiz. Halbuki, her şeyi olduğu gibi, doğrusu ve eğrisiyle kabul etmeyi bir öğrensek, yani iyileşsek ne güzel olacak şu memleket.

Son ecdat vurgusu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan geldi. Erdoğan, geçen perşembe günü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Ankara'daki bir törenine katıldı. Törende belediyelere temizlik araçları, çöp kamyonları dağıtıldı. Anahtarlar elde fotoğrafçılara poz verildi, Erdoğan çöp kamyonu kullandı. Kimse alınmasın ama bir başbakanın çöp kamyonu anahtarı dağıtmaktan daha önemli işleri olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bir ülke hayatında ilk kez çöp kamyonu görüyorsa o zaman başka. Çöp kamyonu dağıtmak zaten hükümetin, yerel yönetimlerin görevleri arasında. İnsan işini törenle yapar mı? O zaman herkes her gün işe giderken evinin kapısının önünde tören düzenlesin, bir de üzerine komşulara nutuk atsın. Tasarruf tedbirleri arasına bu temel atma, kapı açma ve benzeri törenlerin de alınmasını talep ediyorum. Ey Ankara duy sesimi, devir tasarruf devri.

BAŞBAKANA MÜJDE
Erdoğan törendeki konuşmasında, “Güçlü şehirleri sağlam taşlar inşa etmez. Güçlü şehirleri güçlü insanlar inşa eder. Biz işte böyle şehirlerin hayalini kuruyoruz. Selçuklu'da, Osmanlı'da inşa ettiğimiz böyle şehirlerin hayaliyle yaşıyoruz. Ecdadımızın inşa ettiği, ilham aldığı o güçlü şehirleri biz, bugün aynı şekilde imar etmek için mücadele ediyoruz” dedi. Sayın başbakanım müjde! Ben böyle bir kent biliyorum. Adı Hasankeyf. TÜBİTAK kızar korkusuyla ecdadı Neandertallerde arayamayanlar için Hasankeyf müthiş bir başlangıç noktası olabilir.

Ecdadınız Greklerse, Hasankeyf'in de içinde olduğu bu topraklara “iki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya diyen onlardır. Ecdadınız Araplarsa, o topraklara “ada” anlamına gelen El-Cezire diyen ecdadımız Araplardır.

2009-2011 yılları arasında Hasankeyf'teki höyük alanında yapılan kazılarda kentin bilinen tarihin 10 bin yıl öncesine uzandığı görüldü. Kanuni bugün yaşasaydı 518 yaşında olacaktı. Hasankeyf hâlâ hayatta ve 10 bin yaşında. Ecdadın en yaşlısı Hasankeyf'tir. Ecdadın kenti örnek alınacaksa Hasankeyf yaşatılmalı, baraj sularına bırakılmamalıdır.

Ecdadımız Artuklulara dayanıyor diyorsanız Artukluların ilk başkenti Hasankeyf'tir.
Ecdadımız Eyyubilerse, Hasankeyf Eyyubi hanedanına uzun süre ev sahipliği yapmıştır. Eyyubilere ait sayısız eser Hasankeyf'te korunmayı beklememktedir.

Başbakan Erdoğan gibi hayaliniz ecdadın yaptığı gibi köprüler, camiler ve kentler yapmaksa Hasankeyf sizin başkentinizdir. Artukluların zamanında yapılan köprü ortaçağın en güzel mimari örneklerinden biridir. Akkoyunlular ecdadınızsa onların kente armağan etiği Zeynel Bey Türbesi sizin en önemli ibadethanenizdir. Eyyubi Sultanı Süleyman'ın mezarına da ev sahipliği yapan Sultan Süleyman Cami ve külliyesi ecdadın eseri değil midir? İmam Abdullah Türbesi, Koç Cami, Roma dönemine ait eserler, Er-Rızk Cami ve daha onlarcası kimin ecdadının eserleri acaba? Robotik ilminin kurucusu kabul edilen İslam alimi ve mühendisi Cezeri Hasankeyf'te yaşamadı mı? Yoksa, otomatik sulama makinelerini geliştiren Cezeri'yi ecdat kabul etmiyor muyuz?

Başbakan'ın hayal ettiği şehir yaşıyor. Erdoğan henüz görmemiş olsa da, işaret ettiği Selçuklu ve Osmanlı gibi onlarca medeniyetin tarihini paylaşan Hasankeyf hâlâ neden sular altında bırakılmak istendiğini anlamaya çalışıyor?

Hasankeyf'te yaşayan 34 yaşındaki İzzet Yılmaz hayatını boyacılık yaparak kazanıyor. İzzet'e “burası sular altında kalırsa ne yaparsın” diye sordum. TOKİ'nin kentin kuzeyinde yaptığı evlere gitmeyeceğini, mecburen Batman'a göç edeceğini söyledi. TOKİ'nin evlerinin bedelini ödemek parayla. Hasankeyf su altında kalınca iş-güç olacak mı şüpheli. O yüzden herkes İzzet gibi göçe hazırlanıyor. “Batman'da tanıdığın var mı” sorusunun yanıtı ise “yok”. İki çocuğuna nasıl bakacağını da bilmiyor. Tek umudu, suların evinin olduğu yere kadar ulaşmaması.

Mehmet Ali Bulat'a çarşıda rastladım. 36 yaşında, şoför ve dört çocuk babası. “Göç edecek misin” diye sorduğumda, “Göç edip nereye gideceğiz” diye soruyor. İzzet kadar umutlu değil, daha kızgın. Bulat, “Evleri onarmamıza SİT alanı diye izin vermiyorlar. Arsam var, otel yapabilirim ama izin yok. Kazı İşleri binası yeni yapıldı, onlara izin verildi. Çifte standart var. Şu anda Hasankeyfliler olarak yoğun bakımdayız. Komadan çıkar mıyız belli değil. Hiç kimse bizi bilgilendirmiyor, kaymakam dahi ne olacağını bilmiyor” diyor.

Ilısu Barajı'nın dev baraj gövdesinde inşaat hukuka rağmen sürüyor.  Ecdatla konuşma, söyleşi yapma şansım yok ama onun yaşadığı yerleri görme şansım var; şimdilik. Baraj biterse o şansım da kalmayacak. Ecdadın yaşadığı kentlere övgüler dizilen ülkemde, o kentlerde yaşayan insanların gelecek umudu yok.