Avrupa ve Türkiye'nin iklim politikaları ne kadar farklı?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/21 Mayıs 2012

Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.

Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.

Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.

Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.

Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.

Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.

Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.

Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.

Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.

AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.

Sadece sütten değil ambalajından da kork

Özgür Gürbüz-Birgün/20 Mayıs 2012

Türkiye'de her gün 7 milyon 200 bin öğrenciye süt dağıtılıyor. İlk gün yaşanan zehirlenme olayından sonra konu birçok yönüyle tartışılmaya başlandı. UHT sütlerin sağlıklı olup olmadığı, çocukların laktoza karşı hassaslığı, aç karnına okula gelmeleri gibi birçok konu defalarca gündeme geldi. Muhalefetin eleştirileri hükümeti kızdırınca rüzgar yine tersine döndü ve medyada kampanyayı öven haberler ağırlık kazandı. Süt üreticilerinin desteklediği kurumların halkla ilişkilercileri bile 'süt uzmanı' kesilip televizyonlarda nutuklar atmaya, kampanyayı övmeye başladılar. Hepsinin atladığı nokta ise kampanyanın yerlerde sürünen 'çevre' boyutu oldu. Kimse her gün dağıtılan 7 milyon 200 bin tetrapak kutunun (karton kutu da deniyor) başına ne geldiğini düşünmedi bile.

Gelin birlikte hesaplayalım. Günde 7,2, haftada 36 ve ayda 144 milyon adet tetrapak kutu kampanya boyunca çöpe gidecek. Kampanya 10 ay sürse bu 1 milyar 440 milyon kutu demek. Bu kutular doğaya bırakıldığında yok olmaları onlarca yıl sürebiliyor. İki dakikada içilen bir süt için onlarca yıllık bir günaha imza atmak doğru mu? Ne doğru ne de çevreci. Çünkü bu ambalajlar sanıldığı kadar kolay geri dönüştürülemiyor. Peki çözüm nedir, ne yapmalı?

SÜTLER CAM ŞİŞEDE DAĞITILMALI
Bütün ambalajlar içerisinde en çevreci olanı tartışmasız cam şişeler. Okul Sütü Kampanyası'nda dağıtılan süt, cam şişelerle dağıtılsa çocuklar için örnek teşkil edecek bir çevre hareketine de öncülük edebilir. Sütler sınıflara kasalarla gelir. Okulda sütünü içen çocuk sınıftaki kasaya cam şişeyi geri bırakır ve belki de ilk kez bir geri dönüşüm uygulamasını hayata geçirmiş olur. İlköğretim çağında geri dönüşümle tanışan, çevreci ambalajları seçmeyi öğrenen çocuklar doğa koruma konusunda da bilinçlenmiş olurlar. Okula her gün süt getiren araçlarla kasalar geri götürülebilir. Böylece ek bir külfet veya enerji sarfiyatına da neden olunmaz. Sadece şişelerin temizlenmesi için su ve enerji harcanır ki, bu da kutuların üretimi ve kullanıldıktan sonra atık haline gelmesiyle kıyaslandığında göze alınabilecek bir bedel. Onları dağ ve bayırdan toplamanın enerji kaybı daha fazla bile olabilir. Süt kampanyası devam edecekse, dağıtılan sütler cam şişede dağıtılmalı; bu çok açık. Şimdi gelelim şu ambalaj meselesine... 

İyi bir halkla ilişkiler kampanyası sonucu, yanlış da olsa 'karton kutu' dediğimiz bu ambalajlar aslında plastik, alüminyum ve kartondan oluşuyor. Bu da doğal olarak 'geri dönüşümü' zorlaştırıyor. İcat eden firmanın adından dolayı bu ambalajlara genelde tetrapak kutu deniyor. Geri dönüşüm için kutuların yapımında kullanılan hammaddeleri tekrar elde etmek, yani plastik, alüminyum ve kağıdı ayırmak gerekiyor. Teknik olarak bu mümkün ama bu teknolojiye sahip geri dönüşüm firmalarının sayısı sınırlı. Türkiye'de bu teknolojiye sahip kaç firma var, üretilen karton-plastik karışımı kutuların yüzde kaçı bu tesislerde geri dönüştürülüyor belli değil. Firmaların geri dönüşümle ilgili rakamlarını kim denetliyor o konu da karışık. Çevre Bakanlığı bu konuda ÇEVKO Vakfı'nı yetkilendirmiş ancak bu vakfın kurucuları zaten ambalaj atığını üreten firmalar. Örneğin, bu kutu pazarının dünya lideri Tetra Pak firması ÇEVKO'nun da kurucuları arasında. Sadece tetrapak kutu değil tüm geri dönüşüm sisteminde bağımsız denetçi eksiği göze çarpıyor.

SADECE YÜZDE 20'Sİ GERİ DÖNÜŞÜYOR
Dünyada bu kutuların geri dönüşüm oranı 2011'de ancak yüzde 20'ye ulaşmış. Bu rakamı da dikkatli okumalı. 2011'de üretilen kutuların sadece yüzde 20'si geri dönüştürülmüş, kalan yüzde 80 ise ya çöpe ya da doğaya atılmış. Firmalar dönüşüm oranlarını her yıl artırdıklarını söylüyorlar ama bu geçmiş yıllarda doğaya bırakılan ambalajların toplandığı anlamına gelmiyor. Verilen rakamlar hep o yılın üretiminin ne kadarının geri dönüştürüldüğünü belirtiyor. Toplanmayan atıklar denizlerde, toprakta yıllarca çürümeyi bekliyor veya yakılıyor. Her durumda çevre kirliliğine neden oluyor.

Kafanız karışmış olabilir. Daha önce çeşitli gazetelerde bu kutulardan kütüphane, yatak yapıldığını okumuş olabilirsiniz. Medyaya yansıyan 'yeşile boyama' kampanyalarına kanmayın. Onlar size geri toplanan ve preslenerek mobilya yapılan kutuları gösteriyor, aslında yeniden kullanımdan bahsediyor. Geri dönüşüm ve yeniden kullanım iki farklı şey. Sürdürülebilirlik, doğanın söz konusu üretimi yaptıktan sonra eski halinde kalabilmesi, üretimden önceki işlevini sürdürebilmesidir. O ürünün üretiminde kullanılan hammaddenin yeniden elde edilmesidir.   Çevrecilik de zaten çöplerden ev yapmak değil, çöp üretmemektir. 

DEPOZİTO ŞART
Gelelim şu süt ve meyve suyu kutularına. Bu kutuları her yıl daha fazla kullanıyoruz. Marketlerde cam şişede meyve suyu, süt bulmak neredeyse bir mucize. Depozito uygulaması unutuldu, çevreyi kirleten ambalajlar için cezai bir yaptırım ya da caydırıcı bir fiyatlandırma mekanizması yok. Bir milyarı geçen nüfusuna rağmen Çin bile süpermarketlerde naylon torbaları cüzi de olsa para karşılığı vererek bir duyarlılık oluşturmaya çalışırken Türkiye'de ambalaj ve çevre konusu “saldım naylon torbayı çayıra mevlam kayıra” anlayışıyla yönetiliyor. Şirketler ne derse o oluyor. Onlarca sosyal sorumluluk kampanyası yürüten bu firmaların internet sitelerinde geri dönüşümle ilgili bilgiler ya çok eski ya da eksik. Örneğin tetrapak kutularda, söz konusu geri dönüşümü yapabilecek teknolojiye sahip firmalar Türkiye'de var mı, varsa nerede çalışıyor belli değil. Bu yazıda sorduğum soruları aslında benim değil hükümetin firmalara sorması gerekir. Ne var ki hükümet halk sağlığı ve çevre koruma konularında adeta hayalet gibi, ortada yok. TBMM Çevre Komisyonu ne yapıyor merak ediyorum doğrusu.

1980'lerden sonra yeniden tasarlanan Türkiye'de serbest piyasaya tam geçiş için adımlar atılırken, sermayenin ülkeye gelmesi için gerekli ortamın hazırlanması yolunda hiçbir 'fedakarlıktan' kaçınılmadı. Geri dönüşüm gibi firmaların karını azaltan, kullan-at mantığıyla şahlanan tüketimin hızını yavaşlatan, depozito ve benzeri uygulamalar şirketlerin sinirlerini bozuyordu. Kese kağıtları ve fileler yerini plastik torbalara, depozitolu cam şişeler ise yerlerini pet şişelere, alüminyum ve tetrapak kutulara bıraktı. Gelişmiş birçok ülkede depozito uygulamaları ısrarla sürdürülürken, ülkemizde geri dönüşümün kaderi bin türlü sağlık tehlikelerine karşı sokaklarda çöpleri karıştıran 'kağıt toplayıcıları'na bırakıldı. Sizin ve çocuklarınızın geleceği için hayatlarını tehlikeye atan, sigortasız çalışan bu insanların emeğinin hor görülmesi ve dışlanmaları ise işin bir başka boyutu.

Sağlıklı büyümeleri için çocuklarına süt içiren Türkiye, aynı çocuklara, sağlıklı yaşamak için muhtaç oldukları doğayı kendi elleriyle yok ettirdiğinin farkında değil.

''Rüzgarcı PMUM'da zorlanıyor, yerli katkı için yönetmelik bekliyor''

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 15 Mayıs 2012

Türkiye'de ilk rüzgar santrali bundan 12 yıl önce faaliyete geçti. Avrupa'nın en büyük potansiyellerinden birine sahip Türkiye'de rüzgar kurulu gücü bugün 1800 megavatı geçti. Potansiyele bakınca Avrupa'daki diğer ülkelerin gerisinde kalındığı söylenebilir ama durumun 18 Mayıs 2005'den daha iyi olduğu da ortada. 18 Mayıs 2005, Türkiye'nin kısaca Yenilenebilir Enerji Yasası (YE) dediğimiz, yenilenebilir enerji kaynaklarına alım garantisi veren kanunla ilk kez tanıştığı tarih. Daha sonra değişikliklere uğrayan kanunun yeterliliği konusunda, özellikle güneş enerjisiyle uğraşanların hâlâ ciddi kaygıları var. Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Serdar Ataseven Yeşil Ekonomi için sektörün bugünkü durumunu, sorunlarını ve önündeki fırsatları değerlendirdi.


-Türkiye’de kurulu rüzgar santrallerinin kaç tanesi Yenilenebilir Enerji yasasından yani 7,3 sentlik alım garantisinden  yararlanıyor?


M. Serdar Ataseven
Türkiye’de kurulu gücümüz 1800 megavat. Bunların 687 megavatı yani, yaklaşık  yüzde 40’ı garanti fiyattan faydalanıyor. Geçtiğimiz yıllara kadar kimse bu sabit fiyattan yararlanmak istemiyordu. Çünkü Piyasa Mali Uzlaştırma Merkezi'ndeki (PMUM) fiyatlar daha kazançlıydı. Şu anda da bakarsanız aslında PMUM’da fiyat 7,3’ün üzerinde. Ama gün öncesi piyasasında yatırımcılar bir gün sonraki üretimini bir gün önceden bildirmek zorunda. Ülkemizdeki tahmin sistemleri henüz gelişmediği için, bu bildirim bazı zamanlar riskli olabiliyor. Bu nedenle yatırımcı garanti fiyata gidiyor. Başka enerji üretim sistemlerine sahip olan yatırımcılar biraz daha risk alabiliyor ve gün öncesi fiyatından yararlanıyor. Sadece rüzgar üretimi ile ilgilenen yatırımcılar ise risk almak istemediklerinden garanti fiyatı tercih ediyorlar. Avrupa’daki sistem üç saat öncesinden bildirim esasına dayanıyor. Oysa Türkiye’de, bir gün öncesinden hatta 36 saat öncesinden bildirim yapmanız gerekiyor. Bu da yatırımcıyı zor durumda bırakıyor. Çünkü rüzgar hafif yön değiştirip rüzgar türbinlerini pas geçtiğinde, 36 saat öncesinden yapılan tahminler tutmayabiliyor. Kısacası şu an enerji üretim tahminlerini sağlıklı yapamıyoruz. Kendi içinde dengelemesini yapabilen yatırımcılar PMUM’dan yararlanıyor. Yapamayanlar ise garanti fiyatı tercih ediyorlar.

-Rüzgar türbinleri için ilk yatırım maliyetleri nedir?

Avrupa'dan gelen rüzgar türbinlerinde, projeden projeye değişmekle birlikte, tüm yatırımlar (yol, inşaat, iletim hattı) dahil, yaklaşık kilovat kurulu güç başına 1100-1300 Avro arasında bir maliyet olduğunu söyleyebiliriz. Çin’den geldiğinde yaklaşık  yüzde 30 civarında indirim olabileceği tahmin ediliyor. Piyasada Çin üreticileriyle ön sözleşme imzalayan bazı firmalar var. Ama şu ana kadar hiçbir rüzgar türbininde Çin malı türbin kullanılmadı. Çinliler şimdilik Türkiye pazarında yok fakat pazara girmeye çalışıyorlar. Çünkü Türkiye karasal rüzgar pazarında en büyük ülke. TEİAŞ tarafından onaylanmış lisanslı veya lisanslanacak 11 bin megavatlık projemiz var.  2023 yılı hedefi 20 bin megavat. Bu veriler tüm Avrupa’nın ve özellikle de Çinli türbin üreticilerin iştahını kabartıyor.

-Daha önceki bir röportajınızda rüzgar türbinlerindeki çalışma kapasitesinin 3500 saat olduğundan bahsetmiştiniz. Bu da oransal olarak yüzde 40'lara denk bir kapasite faktörü demek. Bu durumda Türkiye için kilovatsaat başı üretim maliyetleri nedir?

Türkiye’deki rüzgar potansiyeli Avrupa’ya göre yüzde 25-30 oranında daha yüksek. Avrupa’da bir rüzgar türbini 2000-2500 saat çalışıyor. Türkiye’de ise 3000-3500 saat çalışıyor. 3500 saatin üzerinde çalışan santraller de var. Bunlar birincil rüzgar sahaları. İkincil rüzgar sahaları da olacak. Fiyat olarak Avrupa’ya göre daha düşük bir enerji alım fiyatımız var. Avrupa’da 9 Avro sentlere varan rüzgar fiyatları var. Ülkemizde 7,3 Avro sent. Bu fiyatın yerli katkı ile desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Rüzgar projelerinin daha rahat finanse edilebilmesi için elektrik fiyatlarını garanti alım fiyatından daha yukarı çekmek lazım.

-48 bin megavatlık ekonomik teknik potansiyelin ne kadarı hayata geçirilecek?

Belirtilen 48 bin megavatlık teknik kapasite, Yenilenebilir Enerji Müdürlüğü'nün, ülkemizdeki rüzgar enerjisi potansiyelini belirleme çalışmalarına göre verdiği rakamdır. Kıyılarımızdaki rüzgar enerjisinin de dahil olduğu teknik potansiyeldir. Türkiye’de tüm yatırımları hayata geçirdiğimizde çıkabileceğimiz maksimum potansiyeldir. Bununla birlikte rüzgar potansiyelinin var olması yeterli değil. Bunun yanısıra rüzgardan üretilen elektriğin bağlanacağı trafo merkezlerinin olması, bağlantı ve üretim şebekelerinin güçlü olması gerekir.

TEİAŞ’ın 2013 sonuna kadar verdiği 11 bin megavatlık kapasite var. 2023 yılı hedefimiz 20 bin megavat. Ayrıca ülkedeki enerji ihtiyacına ve enerji üretim tesislerinin üretimine bağlı olarak her yıl 1000 megavat kapasite arttırımı yapılacak. Bu sektör adına sevindirici bir durum. Ülkemizde sürdürülebilir bir rüzgar sektörünün olduğunun göstergesi.  Bu, hedefin altının boş olmadığının, TEİAŞ tarafından destekleneceğinin kanıtıdır. Artık rüzgar için enerji sektöründeki iyi oyunculardan biridir diyebiliriz.

-Rüzgar enerjisinin sorunları geçtiğimiz Ocak ayında Enerji Bakanlığın’da yapılan bir toplantıda dile getirilmişti. O zamandan bu yana sorunlarla ilgili olumlu gelişmeler var mı?

17 Ocak’ta yaptığımız toplantıda dört ana konu üzerinde sorunlarımızı toplamıştık. Enerji Bakanlığın’dan yönetmelik değişikliği ile yerli katkı payının uygulanabilirliğinin sağlanmasını istemiştik. Enerji Bakanlığı'ndaki çalışmalar sürüyor, henüz yayımlanmadı. Yayımlandığında uygulanabilir bir yönetmeliğin çıkacağını umuyoruz. Parçalar yurtdışından getirilse bile, Türkiye’de montajı yapıldığında, yerli sayılması ve teşvik kapsamına alınması sektörün hızla gelişmesine büyük katkı sağlayacak ve yerli katkı payı uygulaması sadece kağıt üstünde kalmayıp, hayata geçmiş olacak. Yan sanayimizin gelişmesinden sonra yüzde 100 yerli olsun diyebiliriz. Bu şekilde yapılacak bir düzenlemenin sektörün önünü açacağını ve yerli kullanımına yönlendireceğini düşünüyoruz. Böylece yan sanayi de kısa sürede gelişecektir. İkinci sorun ise yerli teşvikten faydalanma süresinin 2015 yılı ile sınırlandırılmış olmasıydı. 2012 yılının ortasına geliyoruz. Yabancı bir yatırımcının Türkiye’de yatırım kararı alıp, üretime başlaması ve uygulamaya geçmesi arasındaki süre 2015’ten daha uzun sürüyor. Bu nedenle bu sürenin 2020 yılına kadar uzatılması gerektiğini ilettik. 2023 yılına kadar uzatılsa daha da uygun olur. Çalışmalar var ama sonuca ulaşmış değiliz. Enerji komisyonundan sonucu bekliyoruz. Ayrıca radarla ilgili EPDK’dan bir talebimiz olmuştu. Henüz somut bir adım yok. Yatırımların yapılması için bu tür sorunların bir an önce çözüme kavuşturulmasını bekliyoruz. TEİAŞ’tan havza planlaması yapılmasını talep etmiştik. TEİAŞ’tan somut bir adım geldi. 2013 yılına kadar açıkladığı kapasiteden sonra, gerekli havza planlaması çalışmalarının yapılarak, ülkemizdeki gelişmeye paralel, her yıl 1000 megavatlık kapasite ayıracaklarını açıkladılar. Sektör açısından sevindirici bir durum. 

Bu söyleşi 15 Mayıs 2012 tarihinde Yeşil Ekonomi haber portalında yayımlanmıştır.