‘Rekortmen halka’ enerji faturası cezası!

Özgür Gürbüz-26 Eylül 2024 / BirGün

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar bir süredir elektrik ve gaz faturalarında değişiklik yapılacağını ve çok tüketenlerden devlet desteğini keserek daha fazla tahsilat yapılacağının sinyallerini veriyor. Bayraktar, “Desteği tüketim esaslı ortaya koymak gerekiyor” diyor ve destek gruplarını doğru tanımlamaktan bahsediyor. Bu iş nasıl yapılacak, işin o kısmı ise hiç net değil. 

Öncelikle daha çok enerji tüketmenin nedenlerinin doğru analiz edilmesi gerekir. Örneğin, kalabalık bir ailenin daha fazla elektrik tüketmesi nedeniyle cezalandırılması doğru olmaz. Bahsedilen tedbirler hanelerin enerji faturalarına kadar uzanacaksa, kişi başına düşen enerji tüketimi gibi yeni ölçümlerin yapılması gerekir ki misafir kovalamaya kadar varır bu iş. 

Tedbirler ya da pahalı fiyatlandırma, şirketleri de kapsayacaksa, işletmelerin çalışma alanlarına göre detaylı sınıflandırma yapılması gerekir. Enerji yoğun bir alanda çalışan işletmeyle (dondurulmuş gıda ürünleri satan bir market gibi) bir terzinin elektrik faturaları haliyle aynı olamaz. Bu yüzden işyerleri için sadece tüketim miktarına bakarak, “sen daha fazla tüketiyorsun, o yüzden de daha fazla ödeyeceksin” denemez. Zenginsin, senin elektrik bedelin daha fazla olacak diyen bir yöntem de gelir vergisindeki adaletsizliğin enerji faturaları üzerinden düzeltilmeye çalışılması anlamına gelir. Hükümet 22 yılda yarattığı gelir adaletsizliğini böyle çözemez. Görüldüğü gibi ‘tüketim esaslı faturalandırma’ öyle kolayca çözülecek bir konu değil.

Enerji fiyatlarını halka yansıtmamak için sübvanse ediyorum, bu da ekonomiye büyük bir yük oluyor deyip, yapılan gizli açık zamları haklı çıkarmaya çalışmak ilk bakışta anlaşılır gelse de o hükümete, “Sen neden halkını enerji faturalarını karşılayabilecek düzeyde zenginleştiremedin de devlet desteğine muhtaç ettin” diye sorarlar.

Hükümet her zaman yaptığı gibi yükü yurttaşların omuzlarına atmaya çalışıyor ve sorumluluk almaktan kaçınıyor. Asıl yapması gereken ise enerji tasarrufunu ve enerjinin verimli kullanılmasını teşvik edecek yapısal değişiklikleri hayata geçirmek olmalı. Elektrik tasarrufu yapılsın, konutlarda daha az elektrik tüketilsin ve enerjide dışa bağımlılık azalsın mı istiyorsun? O zaman buyurun size bir çözüm önerisi. Elektrik faturalarının üçte birini oluşturan buzdolaplarının enerjiyi verimli kullananlarından KDV’yi kaldır veya makul bir seviyeye indir de halk 15-20 yıl kullanacağı buzdolabını alırken daha az elektrik tüketenini tercih etsin. Hanelerde elektrik tüketimi düşerse, devletin desteklediği faturaların da tutarı azalır. 

Gaz çok pahalı, herkes kullanabilsin diye biz destekliyoruz mu diyorsun? O zaman konutlarda yalıtım standartlarını arttır, denetimleri sıklaştır da insanlar evlerinde daha az gaz yakarak ısınabilsinler. Yeni binalarda ısı pompasını zorunlu tut. Balkonlara güneş paneli kurulmasına izin ver. Her yeni apartman elektrik tüketimini belli bir oranda güneşten karşılamak zorunda olsun; çatısına, otoparkına güneş paneli koymayana ruhsat verme. Enerji kooperatiflerinin önünü aç, halk kendi elektriğini üretsin. Gerekiyorsa bu önlemleri uygun faizli, uzun geri ödeme süreli kredi paketleriyle destekle. Bunların hangi biri yapıldı da iş faturaya geldi? 

Enerji tüketiminin azaltılmasına kimsenin itirazı olmaz. Türkiye gibi enerjisinin yüzde 80’den fazlasını fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve gaz) sağlayan ve dışa bağımlı bir ülkede daha az enerji tüketmenin hem ekonomiye hem de iklim krizini durdurmaya faydası var. O yüzden de hükümetin, uygun politikalarla enerjinin tasarruflu ve verimli kullanılmasını sağlayacak araçları şirketlerin, kamu kuruluşlarının ve yurttaşların kullanımına sunması beklenir. Balık tutmayı öğretmeden herkesten balık tutmasını istemek olmaz! 

24 Ağustos’ta Enerji Bakanı Bayraktar, “Temmuz’da hem elektrik tüketiminde hem de elektrik üretiminde rekor seviyelere ulaştık” diyordu. Klima tüketimi nedeniyle her yıl yaz aylarında yaşanan bu ‘elektrik israfını’, elektrik tüketiminde rekor kırdık diyerek bir başarı öyküsü gibi değerlendiren bu açıklamanın ardından, çok elektrik tüketenden devlet desteğini keserek daha fazla para alacağız denmesi bir çelişki değil mi? 

Bırakın halkımız rekor kırmaya devam etsin Sayın Bayraktar, rekortmenleri cezalandırmayın!

Seçimi ‘zor muhalefet’ kazandıracak

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Eylül 2024

Foto: O. Gurbuz
Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşıyor desek herhalde itiraz eden çok olmaz. Evet, çok krizler gördük ancak bu defa sadece ekonominin kötü yönetilmesinin sonuçlarıyla yüzleşmiyoruz, çökmüş bir adalet sistemi, talan edilmiş doğal varlıklar, belli şirketlerle imzalanmış kapitülasyonlardan beter anlaşmalarla karşı karşıyayız.

2023 yılında yapılan bir hesaplama Türkiye’de nüfusun yüzde 98’inin yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşadığını göstermişti. AKP-MHP koalisyonu öyle bir sistem kurdu ki 83 milyon varını yoğunu ortaya koyup geride kalan 1,5 milyonun daha zengin olması için çalışır hale geldi.

DİSK/Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin (BİSAM) Haziran 2024 tarihli araştırması, dört kişilik bir aile için açlık sınırının 19 bin 44 liraya, yoksulluk sınırının ise 65 bin 874 liraya yükseldiğini açıkladı. Tek başına yaşayan biri için de yoksulluk sınırı 30 bin TL oldu. Bu, bir haneye tek bir asgari ücret giriyorsa o evdeki herkes aç anlamına geliyor.

Böyle bir ülkede ekonomik eleştirilere dayalı muhalefetin halktan destek görmemesi, muhalefeti iktidara taşımaması sürpriz olur. Son yerel seçimlerde kötü ekonominin sandıkta tercihleri değiştirdiği görüldü. CHP’li belediyelerin bazı kentlerdeki olumlu icraatlarının da başka kentlerde bir değişim rüzgarı yarattığını da elbette hesaba katmak gerekir.

Kötü ekonomi ve derinleşen yoksulluğun devamı halinde iktidarın işi zor ancak iktidarın seçim öncesi sıcak para bulması, son cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi yalan ve iftiralarla gündemi değiştirme olasılığı gibi manevra alanları olduğu da unutulmamalı. Bugün ekonomi üzerinden yapılan ‘kolay muhalefet’ yetersiz ya da eksik kalabilir.

Muhalefetin yaşanan büyük ekonomik krizin sadece faiz politikasından kaynaklanmadığını bildiğine eminim. Yapısal sorunlar denen, adaletten yolsuzluğa, üretim politikalarına kadar uzanan ve sistemi örümcek ağı gibi saran tüm yanlışların değiştirilmesi gerek. Bu da ‘zor muhalefet’i gerektiriyor. Başta CHP olmak üzere tüm muhalif partiler, toplumun iliklerine kadar işlemiş yanlışların olduğu bu zor alanlara girmeyi tercih etmiyor çünkü ‘kolay muhalefet’ şu an için seçimi kazandıracak gibi duruyor. Tek neden bu da değil, öyle olsa stratejik derdik. Türkiye’de merkeze yakın partiler aslında bu sistemle iç içe geçmiş durumdalar. Devletin alışılagelmiş işleyişini yanlış da olsa eleştirmekten kaçınırlar. Bu yüzden de halkın umudu, tutkusu olamazlar. Radikalizmden kaçma refleksi örgütlenmenin zayıflığının da nedenidir aslında. İktidarın biraz değişmiş bir modeli için kim örgütlü bir çalışmaya girer ki? Değişim umudu azaldıkça o değişim uğruna çalışma isteği de azalır. Olası bir siyasi yasak durumunda halkın kendisine destek vereceğini düşünen Ekrem İmamoğlu, umarım bu örgütsüzlük politikasını parti içinde de tartışmaya açmıştır.

Kadın ve çocukların öldürülmesinden trafikte maganda saldırılarına, çetelerin üssü olan Türkiye’den düğünlerde ‘kutlama kurşunlarıyla’ vurulan insanlara kadar her olayda karşımıza çıkan bireysel silahlanmaya karşı neden muhalefet bir söylem geliştirmez ya da bir kampanya yapmaz düşündünüz mü? Türkiye’nin Çin veya İngiltere gibi silah taşımanın ağır suç olduğu bir ülke olmasıyla hayatımızın iyileşeceği bu kadar netken neden muhalefetten bir çift söz durmayız?

Türkiye’de faiz oyunlarıyla emlak zenginleri yaratıldı ve nüfusun büyük bir bölümünün ev sahibi olma hayali bile kalmadı. Muhalefet neden belediye evleri, dar gelirlilere düşük kiralı konut gibi radikal politikalarla barınma sorununu çözeceğini gösteren projeler ortaya koymaz?

Başta Ankara’daki ‘kaçak saray’ olmak üzere, kamu arazilerini yasalara rağmen işgal eden örnekleri yıkacağını söyleyerek, ‘yapanın yanına kâr kalır’ anlayışını bu ülkenin hafızasından sileceğini neden söylemez?

Türkiye’de herkesin bu sisteme bir yerden bulaştığı ve köklü değişikliklerin kendisini de etkilemesinden korktuğunu itiraf edelim. Muhalefet de bu nedenle taşları yerinden oynatmaktan çekinen ‘kolay muhalefet’ stratejisine sığınıyor. Ama unuttukları şu. Belki de bu yüzden 22 yıldır iktidar ortağı bile olamıyorlar. Ve bu düzenden mağdur olanların tarihte hiç olmadığı kadar yüksek bir sayıya ulaştığının farkında da değiller.

Yüzde 2’den korkarak yüzde 98’in oyunu alabilir misiniz?

Hayaldi gerçek oldu

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Eylül 2024

Foto: Landon Parenteau on Unsplash
Orman yangınlarından sonra yanan alanların imara açıldığı, otel veya konut yapıldığı hep söylenir ama bunların hemen hemen hepsi aslında birer söylentiden ibarettir. Otel yapmak için yaktılar söylemlerinin aslı astarı yoktur diyebiliriz. Aksini gösteren tek örnek Bodrum Güvercinlikte’ki Titanic Otel’di. Ya da öyleydi demek lazım çünkü İzmir’deki son yangından etkilenen ormanlık alanın bir bölümü, 30 Ağustos 2024 tarihindeki “Cumhurbaşkanı Kararı” ile orman sınırları dışına çıkarılarak devlet eliyle inşaatçılara davetiye gönderildi. Hayaldi gerçek oldu…

Bu tehlikeli ve yanlış karar, 2018 yılında Orman Kanunu’na eklenen ‘ek 16. maddeyi’ tekrar gündeme getirdi. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi, Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, ek 16. maddeye dayanarak yapılan uygulamalar sonucunda orman kaybının 3 bin 500 hektarı bulduğuna dikkat çekiyor ve bu maddenin iptal edilmesi gerektiğini söylüyor. Rakamın büyüklüğünü anlamak için şöyle bir kıyaslama yapabiliriz. 2015 yılında tüm Türkiye’de yangınlar sonucu kaybedilen alan 3 bin 219 hektardı.

İzmir’deki durum da oldukça ilginç. 2020 yılında 375 hektarlık bir orman alanı, ek 16. madde ile bir gecede orman alanı dışına çıkarılıyor. TMMOB dava açıyor, Danıştay, usulen hata bulduğu için yürütmeyi durdurma kararı alıyor ama mahkeme devam ederken inşaat sürüyor ve Bayraklı’daki alanın büyük bir bölümüne şehir hastanesi ile TOKİ evleri yapılıyor. Devlet kendi mahkemesinin sonucu bile beklemiyor. 30 Ağustos’ta yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı da aslında bu alanı yeniden hukuken güvence altına almak için çıkarılıyor. Ancak kararda 95 hektarlık, son İzmir yangınında yanan ormanlık alan da var. Prof. Tolunay, en azından bu 95 hektarın karardan çıkarılması gerek diyor çünkü bu yanan ormanların başka bir amaçla kullanılmasının önüne geçen Anayasa’nın 169 maddesini de ihlal ediyor. 

Ormancılar Derneği de işin bir başka boyutuna dikkat çekti. Söz konusu alan 1995 yılında üzerinde orman örtüsü olmadığı için büyük bir sele ev sahipliği yapmış, selleri önlesin diye özellikle ağaçlandırılmış. Bir daha sel olmasın diye ağaçlandırılan alan şimdi yeniden ağaçsız bırakılıyor ve binalandırılıyor. Sele, gel de bizi vur deniyor. TMMOB da bunun benzer yeni felaketlerin önünü açacağı uyarısında bulunuyor. Buna çılgın proje denmez de ne denir? Ne devlet hafızası kaldı ne hukuk ne de plan. Varsa yoksa rant.

***

Tüylerimizi diken diken eden bir başka olay da Artvin’de yaşandı. Borçka ilçesinde önce taşocağı, o olmayınca ‘konaklamalı mesire yeri’ yapılarak şirketlere peşkeş çekilmek istenen doğa harikası Cankurtaran bölgesini korumak isteyen Reşit Kibar öldürüldü. Artvin Valiliği’nin açıklamasına göre katil Muhammet Ustabaş, cinayeti şirket çalışanlarından F.M.’nin aracında bulunan ruhsatlı silahla işlemiş. Ustabaş’ın şirketle ilişkili olduğu iddiaları var. Ustabaş’ın şirket çalışanı F.M.’nin silahının nerede olduğunu bilecek kadar şirkete yakın biri olduğu kesin. Köyün eski muhtar adayı Ustabaş, iki kişiyi de yaralıyor. Yeşil Artvin Derneği Başkanı Neşe Karahan’ı aradım. Karahan, Reşit Kibar’ın hedef alınan diğer kişilerin önüne geçtiğini, Ustabaş ile de aynı köyden olduğunu, komşu olduklarını söylüyor. Jandarmanın neden müdahale etmediğini de sorguluyor. Karahan söz konusu bölgenin daha önce ağaçlandırıldığını da sözlerine ekliyor. İzmir’deki gibi daha önceden ağaçlandırılan alan şimdi yapılaşmaya açılıyor. Cinayet sonrasında projenin sahibi Yapısoy Beton projeden çekildiğini açıklasa da Karahan, “Bu iş artık boyut değiştirdi, tehlikeli bir boyuta vardı” diyor. Daha fazla söze gerek var mı?

Nükleer silaha gerek kalmadı

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Ağustos 2024

Amacım ukalalık yapmak değil, öyle anlaşılırsa peşinen özür dilerim ama bunları yazmak zorundayım…

Foto: Wikipedia
Akkuyu Nükleer Santralı yapılırsa Güney Kıbrıs’taki füzelerin menzilinde kalacağı haberini sanırım 1997 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde çalışırken yapmıştım. Nükleer enerjiyi savunanalar bunu bir fantezi olarak değerlendirmiş, ciddiye almamıştı. 2004 Kasım ayında, Elektrik Mühendisleri Odası’nın Elektrik Mühendisliği dergisine yazdığım, “Nükleer Lobi Kapıda, Sakın Açma” başlıklı yazımda ise nükleer kaza riskine dikkat çekerek, özellikle Japonya’da meydana gelen kazaları sıralamıştım. Şu cümleyi de ekleyerek: “Bırakın Çernobil’i, en modern teknoloji ve standartların eksik olmadığı Japonya’da bile kazaların ardı arkası gelmemektedir.” Nükleeri savunanlar ise bir daha Çernobil olmaz masalını anlatmaya devam etti. Yedi yıl sonra Fukuşima kazası meydana geldi. Çernobil’de bir reaktörün kalbinde erime olmuştu, Fukuşima’da üç reaktörde birden oldu.

Nükleer karşıtlarının nükleer enerji meselesine nükleeri savunanlardan çok daha fazla hakim olduğunu gösterecek daha çok örnek var. Rusya Ukrayna savaşı Zaporijya Nükleer Santralı’nı tehdit etmeden önce de defalarca nükleer santralların savaş ve terör saldırılarının hedefi olabileceğini yazmış, söylemiştik. Dört gün önce Zaporijya Santralı’ndaki soğutma kulelerinin birinden yükselen kara duman, tüm dünyanın gözlerini tekrar nükleer tehlikeye çevirdi. Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) santralda inceleme yapan heyeti, ilk raporunda lastik yakılması ve drone saldırısı iddialarını destekleyen bir bulguya rastlamadıklarını söylese de soğutma kulesinde hasar olduğunu ve bunun orta kısımlarda olduğunu doğruluyor.

Bildiğiniz gibi santraldaki ilk çatışma bu değil. Santrala giden ve soğutma sistemlerinin çalışması için hayati öneme sahip elektrik hatları da birkaç kez hedef alınmış ve devre dışı kalmıştı. O saldırılardan sonra santraldaki altı reaktör de durdurulmuştu. Yine de tehlike geçmiş değil çünkü santral sahasında kullanılmış nükleer yakıtlar var. Yakıtlar reaktörlerden çıkarılsa bile soğutulmaları için 10-15 yıl su dolu havuzlarda bekletilmeleri ve sürekli soğuk su pompalanması gerekiyor.

Nükleer tehlike Zaporijya ile sınırlı değil. Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesine yaptığı saldırı, çatışmaların yaklaşık 50 km uzağındaki Kursk Nükleer Santralı’nı da tehdit ediyor. Rusya’nın Kursk Santralı’nda iki çalışır durumda reaktör var, iki yeni reaktörün yapımı da sürüyor. Bir tanesi bu yılın başında kapatılan iki reaktöre ait kullanılmış nükleer yakıtların sahada olma olasılığı da çok yüksek. UAEA, 9 Ağustos’ta Kursk Nükleer Santralı konusunda da tarafları uyaran bir mesaj yayımlamıştı.

Nükleer santralların savaşta hedef olduğu ve olacağı Rusya-Ukrayna savaşı ile iyice netleşti. Amacınız tarihin en alçak suçlarından birini işlemekse artık nükleer silaha ihtiyacınız yok. Türkiye’de nükleer santral isteyenlerin önemli bir bölümünün, nükleer santralı nükleer silahla karıştırdığını veya silah üretmek için nükleer santral istediğini gösteren araştırmalar var. Bu isteğin milliyetçi muhafazakâr cephe tarafından söze döküldüğünü de sokakta veya sosyal medyada biraz dolaşsanız görebiliyorsunuz. Bu kitle, Türkiye’nin nükleer silah yapmayacağına dair uluslararası anlaşmalara imza attığını veya Rusya’nın Akkuyu’daki santralından silah üretmek için hem Rusya hem de Türkiye’nin tüm dünyayı karşına alması gerektiğini bilmiyor. Nükleer silah üretmek için nükleer santrala sahip olmanın şart olmadığını da.

Türkiye’de bazı kesimlerin inanışının aksine, hedef olma riski nedeniyle nükleer santrallar artık bir ülkeyi güvenlik açısından da daha zayıf yapan bir unsur haline geldi. Bir nükleer santralın, nükleer silaha sahip olmayan başka ülkeler tarafından hedef alınabileceğini, Rusya ve Ukrayna’daki son gelişmeler bir kez daha ama hiç olmadığı kadar net biçimde herkese gösterdi. Yurtta barış, dünyada barış ilkesinden uzaklaşmış bir Türkiye için nükleer santral yapmak artık ateşle oynamaya benziyor. Bu uyarım, benzer hayallerle kandırılmış ve nükleer santral satılmış İran ve Mısır için de geçerli. Son olarak, nükleer santralın tüpgaz gibi patlamadığını da hatırlatalım.