Özgür Gürbüz-BirGün/25 Ağustos 2013
Bugünlerde sağa bakma, sola bakma. Uzaklara bak, uzaklara
bakmakta fayda var. Yüzünü bu ülkeden öte yana çevir. Mısır’a, Suriye’ye veya
Lübnan’a bak. Aman ha, gözlerin Eskişehir’i, Hatay’ı görmesin. Bakışlarını Roboski’den
kaçır, Lice’ye hiç uğramasın. Okmeydanı’nda hastane koridorlarında neler oluyor
diye meraklanma. Berkin’in annesi Gülsüm Elvan 72 gündür hastane koridorlarında
yavrusunun komadan çıkmasını bekliyor; onunla göz göze gelebilirsin. Bakma bu
tarafa, bakma! 14 yaşındaki Berkin’in arkadaşları da mahallede beklemede. Oyun
oynayacaklar ama Berkin eksik. Yok say o mahalleyi sen. Diğer yüzde 50 belle.
Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın dövülerek öldürüldüğü
o sokağa bakayım hiç deme. Kanlı elleriyle ekmek satan fırıncıyı görme. Sen
iyisi mi Mısır’a bak. Yoksa kazara bir vali görürsün. “Ali’yi kendi arkadaşları
dövüp suçu polise atmışlardır” diyen bir vali çıkar karşına. Miden burkulur,
kusmak istersin. Sen en iyisi Eskişehir’e bakma. Elleri sopalı, gözleri kanlı
erkekleri görme. Sokağa davet ettiğin ‘delikanlıların’ vahşetine tanıklık etme.
İnsanlıktan çıkışlarını görmezden gel. Erkekliklerini 19 yaşındaki savunmasız
bir çocuğu döverek, öldürerek ispat
etmeye çalışanları yok say. Kan soluyanları duyma. O sokak artık bir cinayetin
sokağı; orayı bilme ve görme...
Sen en iyisi Mısır’a bak. Oradaki acılar uzakta. Ağlarsın
ama geçer, üzülürsün ama unutursun. Buralar ise senin memleketin. Acıların
kaynağı sensin. Bir bakarsın Eskişehir’de o sokaktan geçersin. Bir gün o polise
denk düşersin. Sana ekmek verirler, nimettir der yersin ama bilmezsin ki o
fırıncı yapmıştır. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yerdesindir ama
haberin yoktur. Arkadaşın komik bir şeyler söyler gülersin. Sonra unutamazsın o
acıyı, ağlamakla geçiştiremezsin.
Sen en iyisi Mısır’a bak ama yukarıdan bak. Gözlerin
Hatay’a takılmasın. 85 gündür Abdullah Cömert’in katillerinin adalet karşısına
çıkarılmasını bekleyen ailesiyle karşılaşma. Bu ülke tarifsiz acılarla dolu.
Gözlerini o acılardan sakın. Medeni Yıldırım’ın, Mehmet Ayvalıtaş’ın dostlarının
bakışlarından kaç. Olur ya, kazara görürsen ülkende olan biteni, sil o
kayıtları. Mobese kameralarının kayıtlarını siler gibi. Ama bil ki, o kameralar
bile senden daha iyi görüyor memleketinde olan biteni. Bildiğin metal
parçaları, senin kanlı canlı gözlerinden daha vicdanlı bakıyor bu
topraklara.
Esirgediysen bir baş sağlığını bu gençlerden, sen en
iyisi Mısır’a bak. Katilleri koruduysan eğer daha öteye. Sahip çıkıyorsan o
canilere kutuplara kadar yolun var. Mısır’a bakarken ağla istersen.
Vicdansızlaşan yüreğini uzak acılarla teselli et. Sorumluluklarından kaç,
muhasebeyi öteki dünyaya bırak. Sal gözyaşlarını, gören üzülüyor sansın.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Rusya’da panik havası
13 Ağustos’ta Rusya’nın Sesi’nde yayımlanan ilginç bir
haberde, Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralle ilgili çekinceler dile
getirildi ve Türkiye’ye bir anlamda gözdağı verildi. Haberde görüşlerine
başvurulan Stanislav Tarasov adlı dış politika uzmanı, Akkuyu’da nükleer
karşıtlarının düzenlediği protestoların, Batı basınında santralin Türkiye için
tehlike arz ettiği yönündeki haberlerden esinlendiğini iddia etti. Böylece,
Başbakanın diline doladığı şu ‘dış mihrak’ hikayesi de eğlenceli bir hâl aldı.
Bir ‘dış mihrak’ bir başka ‘dış mihrak’tan şikayetçi oldu; bunu da gördük. İşin
garibi, nükleer karşıtları da bu ‘dış mihrakların’ hepsine karşı mücadele
ediyor. Mersin’de nükleer santral kurmak isteyen Ruslar, Sinop’ta ise Japonlar
ile Fransızlar.
Tarasov’un tezi özetle şu: Türkiye’de bazı çevreler
Rusya’yı, Akkuyu’da nükleer santral kurmaktan vazgeçirmek istiyor. Bir devlet
şirketi Rosatom’un Türkiye’deki kolu Akuyu NGS’nin Mersin’deki santral için
verdiği ÇED raporunun Çevre Bakanlığı’nca reddedilmesini bir işaret olarak
görüyor. ÇED raporunun Temmuz sonunda şirkete geri iade edilmesi santralin
yapımını geciktirecek diyen Tasarov, “…Türkiye
hükümeti Akkuyu projesi ile ilgili imzalanan anlaşmanın şartlarını, yeniden
gözden geçirme niyetinde olduğunu açıkça ifade etmeli. Rusya ise ortaya çıkacak
yeni koşullarda Türkiye ile nükleer enerji alanında işbirliği yapmanın karlı
olup olmadığı konusunu yeniden düşünmeli” diyerek uyarıyor. Tasarov’un
işaret ettiği nokta, Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan
anlaşmanın tazminata kadar uzanacak maddeleri. Anlaşmazlık durumunda Madde 17
devreye girebilir ve tahkim yolu açılabilir. Madde 18 ise daha yumuşak. Taraflar,
bir yıl önceden haber vermek kaydıyla anlaşmayı fesh edebilir ama iki tarafın
da rızası olmalı. 2012’de Belene Nükleer Santrali’nin yapımından vazgeçen
Bulgaristan Rosatom’la anlaşmayı iptal etmiş, Rusya’da karşılığında 1 milyar
300 milyon dolar tazminat istemişti. Kısaca, ya aba altından sopa gösteriliyor
ya da “vazgeçtiyseniz uğraştırmayın bizi” deniyor.
NÜKLEER DÜNYADA GÖZDEN DÜŞTÜ
Türkiye’ye nükleer santral satma konusunda çok kararlı
görünen Rusya ve yapma konusunda ısrarlı Türkiye nasıl oldu da bu duruma geldi,
asıl bunu anlamak lazım. İki ülkenin Suriye ve genelde Orta Doğu’nun geleceği
konusunda anlaşamadıkları ortada. Bu, işin siyasi boyutu. İşin enerji boyutunda
ise bizim yıllardır söylediğimiz gerçekler var. Nükleer enerji pahalı, riskli ve kirli. Son aylardaki gelişmeler de
haklı olduğumuzu gösteriyor.
·
Fukuşima’da 2,5 yıl
önce kaza yapan santralden 400 ton civarında radyoaktif su her gün okyanusa
karışıyor. Dünyanın en ileri teknolojilerine ve maddi olanaklarına sahip
Japonya bile bir nükleer kazanın sonuçlarıyla baş edemiyor.
·
Hisselerinin büyük
çoğunluğuna Fransız devletinin sahip olduğu nükleer enerji devi EDF, Amerika’daki
nükleer enerji pazarından çıkacağını açıkladı. Hükümetin Sinop’a nükleer
santral kurması için anlaştığı şirket, Amerika’da kaya gazı nedeniyle ucuzlayan
doğalgazla rekabet edemiyor; ilk neden bu. Fransızları ABD’den gönderen ikinci
neden ise daha ilginç. ABD, Calvert Cliffs Nükleer Santrali’ne yapılacak üçüncü
reaktör için EDF’nin başvurusunu reddetti. Nedeni de şöyle açıklandı: Amerika
topraklarında yabancı bir şirketin kontrolünde nükleer santral kurulamaz! Bizde
ise durum tam tersi, yabancı şirketlerce kurulmak istenen iki santral var.
·
Elektrik
ihtiyacının yüzde 75’ini nükleerden üreten ve bize örnek gösterilen Fransa’dan
gelen haberler de nükleer enerji taraftarlarını üzüyor. Fransa’da elektrik
fiyatlarına Ağustos itibariyle yüzde 5 zam geldi. Bir yıl sonra bir o kadar
daha zam gelecek. Çünkü Fukuşima sonrası nükleer santrallerin güvenlik
önlemleri ve işletme maliyetleri arttı. Devlet destekli nükleer enerji
Fransa’da bile diğer kaynaklarla fiyat rekabetinde zorlanıyor.
·
Yenilenebilir
enerji kaynakları hızla gelişiyor. 2012’de dünyada yenilenebilir enerjiye 268
milyar dolar yatırılırken nükleere ayrılan pay 25 milyar dolar civarındaydı.
Yenilenebilir enerjiye yatırım yapan ülkelerin başında Çin geliyor, onu ABD,
Almanya, AB ülkeleri ve Japonya izliyor. Yani gelişmiş ülkeler ucuz ve güvenli
denen nükleere değil yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor.
·
Türkiye’de nükleer
enerjiyi halk desteklemiyor. Mayıs 2013’te yapılan Konda araştırması nükleere
hayır diyenlerin oranı yüzde 63,4 diyor. Greenpeace’in Nisan 2011’de A&G
şirketine yaptırdığı araştırma da yüzde 64’ün karşı olduğunu söylüyordu. Bunca
propagandaya rağmen halk ikna olmadı.
JÖLE YAKITLI NÜKLEER GELİYOR
Mersin’deki nükleer projenin üzerinde kara bulutlar
dolaşmasının nedenleri özetle bunlar. Benzer nedenlerden dolayı, bu projenin
Türkiye için stratejik ve ekonomik bir gerekçesi kalmadı. Geriye bir tek ‘nükleer
yapma inadı’ ve o inadın ateşli sahiplerinden nükleer sever Başbakan
Başdanışmanı Yiğit Bulut kaldı. İddialara göre sahildeki çarpık yapılaşmayı
denetleme konusunda kurulacak komisyonda yer alacak Yiğit Bulut’un bu konulara
girmesi an meselesi. Bulut’un sahilleri dolaşmaktan vakti olur mu bilmem ama
jöle yakıtlı ilk yerli nükleer santralin halka rağmen devreye girmesi kimseyi
şaşırtmasın. Görünen o ki çevre konularında da bol dış mihraklı, komplo teorili
günler bizi bekliyor. Zaten sahildeki otellere ruhsatları da telekinezi ustası
Marslılar vermedi mi? Biz sadece ara elemanız, hiçbir günahımız yok.
Gezi'den sonra enerji yatırımları
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/20 Ağustos 2013
Gezi Parkı Türkiye’de demokrasi ve çevre konusunda bir milat kabul edilebilir. Artık her şeyi ‘Gezi’den önce’ ve ‘Gezi’den sonra’ diye anlatacağız. Bu değişim süreci enerji sektörünü de çok yakından ilgilendiriyor. Özellikle de enerji yatırımlarının çevre ayağını.
Gezi’den sonra enerji alanında yatırım yapacakların daha dikkatli davranması şart. Bu uyarı sadece termik, hidroelektrik ve nükleer santral kurmak isteyenleri ilgilendirmiyor. Rüzgar veya güneş santrali kuracaklar da kurallara harfi harfine uymak zorunda. Gezi’den önce ‘formalite icabı’ bir çevre etki değerlendirme raporu alarak gerekli belgeleri tamamladığını düşünen yatırımcıyı kötü günler bekliyor. Gezi Parkı’yla sokağa dökülenlerin dünyadan haberi var. Yurt dışında bir santral yapılmadan önce halka sorulduğunu, karar süreçlerine halkın katılımın nasıl sağlandığını, evrensel çevre sorunlarının ve standartlarının neler olduğunu biliyorlar. Bundan böyle yöre halkına birkaç kuruş veririz, iş vaadiyle kandırırız, muhtarı satın alırız gibi babadan kalma taktikleri unutun. Hükümetteki tanıdıklara güvenmeyin. Projelerinizi en yüksek çevre standartlarında hazırlayın. Yöre halkına danışın, gerekirse onların istekleri doğrultusunda projenizi revize edin. Belki projeden vazgeçmek zorunda bile kalabilirsiniz ama bilin ki bu halka karşı bir şeyler yapmaktan daha kârlı bir iş olabilir. Sinop, Gerze’de yaşananları düşünün. Gezi ruhu aslında orada kendisini göstermişti. Anadolu Grubu bilinen her yolu denedi ama nafile. Halk geçit vermedi. Bunca hazırlık, yatırım boşa gitti. Aynı hataya, hele de millet ‘3-5 ağaç’ için ayaklanmayı alışkanlık haline getirdikten sonra düşmeyin. Bırakın bu iyi alışkanlık sizi de olumlu etkilesin. Daha saygın, kabul görür işlere imza atın.
“Peki, nasıl yol alacağız” diye soruyor olmalısınız. Bildiğim bir örneği anlatayım. Zorlu Enerji’nin İkizdere HES Rehabilitasyonu Projesi için yaptığı çalışmayı okumanızı öneririm. Paydaş Katılımı Stratejisi ve Uygulama Planı başlıklı bu rapor, halkın proje hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyor. Çevre bilimciler, antropolog ve sosyologlar dört ay boyunca çalışıyor. Daha da ilginci, firma bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için ÇED sürecini Ağustos 2011’de dondurma kararı alıyor. Raporun yayımlandığı tarih Mart 2012. Zorlu şu taahhüdü de veriyor: “Zorlu, topluma ve doğaya rağmen tek taraflı kararlar almayacağını bu çalışma ile başlatarak kamuoyuna beyan etmiştir. Yatırımının (çevresel ve sosyal) etki alanını sadece teknik bir mühendislik projesinin etkileri olarak değil, ulusal politikalardan başlayarak yerelde yaşayan insanın kaygılarına kadar geniş bir perspektifte belirleme isteğini bu çalışma ile başlatarak göstermiştir”. Rapor, insan merkezli bakış açısının egemen olduğu bir sektörden duymaya alışık olmadığımız bir şekilde, doğa merkezli bakış açısına da göz kırpıyor. Ekosistemlerin, doğal yaşamı olduğu kadar, toplumun yaşam alışkanlıklarını da şekillendirdiğine vurgu yapılıyor.
Zorlu Doğal Elektrik Üretimi A.Ş. İkizdere HES için 78 MW’lık (megavat) bir lisansa sahip. İşletmedeki kapasite ise 18,6 MW. Hukuki açıdan kapasite arttırımı için önlerinde bir engel yok ama yapılan değerlendirmeler ‘yeşil ışık’ yakmamış olacak ki bekliyorlar. Sonrasını veya şirketin diğer yatırımlarını ayrıntılarıyla bilemem ama bu örneğe bakarak Türkiye’de olmayan, yapılmayan bir işin yapıldığını söyleyebilirim. Gezi’den sonra bu ve benzeri çalışmalara daha çok ihtiyaç duyulacağı ortada. Türkiye ve dünya değişiyor, ezberleri bozmanın vaktidir.
Gezi Parkı Türkiye’de demokrasi ve çevre konusunda bir milat kabul edilebilir. Artık her şeyi ‘Gezi’den önce’ ve ‘Gezi’den sonra’ diye anlatacağız. Bu değişim süreci enerji sektörünü de çok yakından ilgilendiriyor. Özellikle de enerji yatırımlarının çevre ayağını.
Gezi’den sonra enerji alanında yatırım yapacakların daha dikkatli davranması şart. Bu uyarı sadece termik, hidroelektrik ve nükleer santral kurmak isteyenleri ilgilendirmiyor. Rüzgar veya güneş santrali kuracaklar da kurallara harfi harfine uymak zorunda. Gezi’den önce ‘formalite icabı’ bir çevre etki değerlendirme raporu alarak gerekli belgeleri tamamladığını düşünen yatırımcıyı kötü günler bekliyor. Gezi Parkı’yla sokağa dökülenlerin dünyadan haberi var. Yurt dışında bir santral yapılmadan önce halka sorulduğunu, karar süreçlerine halkın katılımın nasıl sağlandığını, evrensel çevre sorunlarının ve standartlarının neler olduğunu biliyorlar. Bundan böyle yöre halkına birkaç kuruş veririz, iş vaadiyle kandırırız, muhtarı satın alırız gibi babadan kalma taktikleri unutun. Hükümetteki tanıdıklara güvenmeyin. Projelerinizi en yüksek çevre standartlarında hazırlayın. Yöre halkına danışın, gerekirse onların istekleri doğrultusunda projenizi revize edin. Belki projeden vazgeçmek zorunda bile kalabilirsiniz ama bilin ki bu halka karşı bir şeyler yapmaktan daha kârlı bir iş olabilir. Sinop, Gerze’de yaşananları düşünün. Gezi ruhu aslında orada kendisini göstermişti. Anadolu Grubu bilinen her yolu denedi ama nafile. Halk geçit vermedi. Bunca hazırlık, yatırım boşa gitti. Aynı hataya, hele de millet ‘3-5 ağaç’ için ayaklanmayı alışkanlık haline getirdikten sonra düşmeyin. Bırakın bu iyi alışkanlık sizi de olumlu etkilesin. Daha saygın, kabul görür işlere imza atın.
“Peki, nasıl yol alacağız” diye soruyor olmalısınız. Bildiğim bir örneği anlatayım. Zorlu Enerji’nin İkizdere HES Rehabilitasyonu Projesi için yaptığı çalışmayı okumanızı öneririm. Paydaş Katılımı Stratejisi ve Uygulama Planı başlıklı bu rapor, halkın proje hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyor. Çevre bilimciler, antropolog ve sosyologlar dört ay boyunca çalışıyor. Daha da ilginci, firma bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için ÇED sürecini Ağustos 2011’de dondurma kararı alıyor. Raporun yayımlandığı tarih Mart 2012. Zorlu şu taahhüdü de veriyor: “Zorlu, topluma ve doğaya rağmen tek taraflı kararlar almayacağını bu çalışma ile başlatarak kamuoyuna beyan etmiştir. Yatırımının (çevresel ve sosyal) etki alanını sadece teknik bir mühendislik projesinin etkileri olarak değil, ulusal politikalardan başlayarak yerelde yaşayan insanın kaygılarına kadar geniş bir perspektifte belirleme isteğini bu çalışma ile başlatarak göstermiştir”. Rapor, insan merkezli bakış açısının egemen olduğu bir sektörden duymaya alışık olmadığımız bir şekilde, doğa merkezli bakış açısına da göz kırpıyor. Ekosistemlerin, doğal yaşamı olduğu kadar, toplumun yaşam alışkanlıklarını da şekillendirdiğine vurgu yapılıyor.
Zorlu Doğal Elektrik Üretimi A.Ş. İkizdere HES için 78 MW’lık (megavat) bir lisansa sahip. İşletmedeki kapasite ise 18,6 MW. Hukuki açıdan kapasite arttırımı için önlerinde bir engel yok ama yapılan değerlendirmeler ‘yeşil ışık’ yakmamış olacak ki bekliyorlar. Sonrasını veya şirketin diğer yatırımlarını ayrıntılarıyla bilemem ama bu örneğe bakarak Türkiye’de olmayan, yapılmayan bir işin yapıldığını söyleyebilirim. Gezi’den sonra bu ve benzeri çalışmalara daha çok ihtiyaç duyulacağı ortada. Türkiye ve dünya değişiyor, ezberleri bozmanın vaktidir.
Kelebek etkisi
Özgür Gürbüz-BirGün/28 Temmuz 2013
Foto: E. A. Gürbüz |
Avrupa’nın
19 ülkesinde 17 farklı kelebek türü uzun yıllardır takip ediliyor. Sayıları not
alınıyor. Son araştırmalar gözlem altındaki kelebeklerin sayısının geçen 21
yılda yüzde 50 oranında azaldığını tespit etti. Avrupa Çevre Ajansı’nın
yayımladığı araştırma çayır ve meralarda görülen kelebeklere odaklanmış. 17
farklı kelebek türünün sekizinin sayısı azalmış. İki türün nüfusu aynı kalmış,
sadece bir türde artış tespit edilmiş. Kalan altı türün durumu belirsiz. Kelebek
yemediğimize (henüz) göre sorun yok diye düşünebilirsiniz ama bu bir hata olur.
Tehlike çanları çalıyor.
Rapora
göre kelebeklerin yok olmasının en büyük nedeni değişen tarım toplumu.
Kelebekler geleneksel tarımın yapıldığı yerleri seviyor. Buralarda biyoçeşitlilik
zengin, tek bir tür yerine onlarcası var. Çiftçiler ise tercihlerini
endüstriyel tarımdan yana yapıyor. Geleneksel tarım yapanlara sistem fazla şans
tanımıyor. Avrupa’da çayır ve mera kelebeklerinin sevdiği arazilerde yoğun
tarım uygulamalarının artması, tek tip ürünlerin yetiştirilmesi biyoçeşitliliği
azaltıyor, kelebek nüfusunu da. Bir başka neden de insanların sulak alanları ve
dağları terk etmeleri. İnsanların terk ettiği bu alanlarda otların boyu
yükseliyor, bakımsız bahçeler çoğalıyor ve küçük çalılarla doluyor. Kısacası, köylülerin
kentlere göç etmesi kelebekleri de etkiliyor.
KELEBEKLER NE
İŞE YARAR?
Gözümüze
hoş geldiği için biz öyle düşünebiliriz ama kelebeklerin doğada var olma nedeni
dekoratif amaçlı değil. Onların da ekolojik dengenin korunması için üstlendiği
görevler var. Polenleri yaymak, yaprak bitlerini ve çürümüş meyveleri yemek
gibi. Çürümüş meyvelerden koparılan parçalar onların doğada daha kolay çözülmelerini
sağlıyor. Kertenkeleden kuşlara, yarasalardan yılanlara kadar birçok hayvanın
kelebeklerle beslendiğini de unutmamak lazım. Bir de kelebek etkisi dediğimiz
bir şey var…
Kelebek
etkisi daha çok ‘kaos teorisi’yle
ilgili ama ekolojide de sıkça kullanılır. Yaşam döngüsünün bir bütün olduğunu,
halkanın en ufak parçasının zarar görmesinin sistemin bütününü etkileyeceğine
işaret eder. Ormanlar olmazsa kuşlar, balık olmazsa yunus, yunus olmazsa deniz
olmaz. Kelebekler doğanın en hassas türlerinden biridir. Kelebekler yok
oluyorsa doğa bilimciler bunu tehlikeli bir işaret olarak algılar çünkü bu,
başka türlerin de tehdit altında olduğunun işaretidir. İnsan nüfusunun
yarısının 21 yılda yok olduğunu bir düşünün. Şimdi soralım, tehlikenin farkında
mıyız?
MİLLİ PARKA HES
OLUR MU?
Aklı
başında insanlar tarafından yönetilen ülkelerde milli parklara ağaç, çiçek, kuş
ve benzeri börtü böcek görmeye gidilir. Biz ise milli parka maden, baraj,
inşaat görmeye gidiyoruz. Çok fena kalkınan bir ülkenin çocuklarıyız ne de
olsa. Milli değerlerimiz çimento, kürek ve dozer oldu. Bir de ayran var. Çimento
sevmeyeni öldürür, kürekten kaçanı döver, dozerin önüne yatanı da ezer geçeriz.
Bu kapsamda yürütülen, “milli parkların
millileştirilmesi” projesi sürüyor. Sıra geldi Türkiye’nin kelebeklerine.
Son
durak Antalya’nın Kemer İlçesi’ndeki Beydağları Sahil Milli Parkı. Milli Park’taki
Kesme Boğazı’nda HES yapımı gündemde. Burası Kemer Orkidesi ve Safranı gibi
nadir bulunan 32'si endemik, 111 bitki türüne ev sahipliği yapan bir bölge. Ege
Yenilenebilir Enerji A.Ş. adlı şirket burada 2 MW gücünde bir hidroelektrik santrali
kurmak istiyor. Küçük bir santral için yıllardır korunan milli park feda
edilecek. Kimse burada üretilecek elektriğe ihtiyacımız var mı diye sormuyor.
Hükümet durmadan artan elektrik talebinden bahsediyor ama yaptıkları talep
tahminleri durmadan yanılıyor. Türkiye’de enerjide plansızlık ve
kontrolsüzlüğün bedelini doğa ve bizler ödüyoruz.
ÇÖZÜM ÇOK
İkinci
olasılığı da düşünelim. Diyelim ki bu baraja ihtiyacımız var. Bu santralin
üreteceği elektrik bir tek rüzgar türbiniyle üretilebilir. Küçük barajlardan
elektrik üretmenin maliyeti 2-16, rüzgardan üretmenin maliyeti 5-16 dolar sent
arasında. Bir üçüncü yol daha var ki benim en sevdiğim; enerjiyi akıllı
kullanmak, tasarruf yapmak. Bu baraj yılda 5 milyon kilovatsaat civarında
elektrik üretecek. Tükettiğimiz elektriğin 52 binde biri kadar. Geceleri boşa
yanan neon ışıklarının veya bina aydınlatmalarının bazılarını kapatsanız yeter.
İşte bu yüzden Türkiye’de enerji politikalarının yetersiz olduğunu, iyi
yönetilmediğini durmadan söylüyoruz. İyi bir şeyler yapılsa onları da
yazacağız.
Belirtmekte
fayda var, milli parklara yenilenebilir enerji santrallerinin kurulmasının
önünü Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti açtı. 2010 yılında 5346 numaralı
kanuna koydukları bir ek fıkrayla (Ek fıkra: 29/12/2010-6094/5 md.) milli parklara bakanlık onayıyla
yenilenebilir enerji santrali yapılmasının önü açıldı. Çevrecinin
daniskası başbakanımızın başında olduğu hükümetten bahsediyorum. Hani, her yere
fidan dikenlerden. Anladınız siz onu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)