Türkiye net sıfır hedefine ulaşmak üzere!

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Kasım 2024

Türkiye Paris Anlaşması’nı imzalarken, 2053 yılında net sıfır emisyon hedefine ulaşma hedefini de açıklamıştı. Belki inanmayacaksınız ama Türkiye bu hedefe, ‘biraz farklı bir yorumla’ 30 yıl önce ulaşmak üzere. AKP-MHP koalisyon hükümetini ve elbette bitmek tükenmez bilmeyen kararnameleriyle bu başarıya destek veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da kutlamak gerek.

Net sıfır emisyon, atmosfere bıraktığınız seragazı kadarını tutmak demek. Termik santraldan, araçlardan çıkan karbondioksiti tutmanın en kolay yolu da fidan dikmek. Ağaçlar fotosentez yoluyla karbondioksiti içlerine hapsedebiliyor, böylece gezegenin daha çok ısınmasına yol açacak seragazları atmosferde birikmiyor. Ülkeler net sıfır hesabı yaparken ellerindeki ormanları karbon tutan yutak alanlar olarak gösterip (aslında hepsinin yeni ağaçlandırılmış orman alanı olması isteniyor) hesaplamada eksi değer olarak kaydediyor. Basitçe söylersek, termik santraldan çıkan karbondioksiti tutacak kadar ormanınız varsa “net sıfır” oluyorsunuz.

Bizim net sıfır öykümüz ise biraz farklı. Güncel bir örnekle anlatalım. Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine bağlı Hacıbekirler köyünde Cengiz Holding bir bakır madeni açmak istiyor. Cengiz Holding Kazdağları’nın bu önemli doğal alanında maen açması için alanın üzerindeki ağaçları kesmesi gerek. Madenin yakınında CVK Madencilik’e, Terziler köyünde Koza Altın’a ve Yukarışapçı köyünde Ciner Holding’e ait altın madeni projeleri de var. Bu şirketler hep birlikte Kazdağları’nı maden sahasına çevirip, Türkiye’nin temiz hava deposunu sıfırlamak istiyorlar.

Çevreciler, Cengiz Holding’in madeni için bir milyon ağacın kesileceğini belirtiyor. Halbuki Türkiye’nin iddialı net sıfır emisyon hedefine ulaşması için bu ağaçların her birini koruması lazım. Cengiz Holding ise net sıfır hedefini, sıfır ağaç diye anlamış olacak ki itirazlara aldırmadan ağaç kesimine başladı.

Sadece ağaçlar sıfırlanmıyor, net olmak gerek. Cengiz’in maden işletme izin alanı ile Çevre Bakanlığı’nın onayladığı son ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporundaki alan birbirini tutmuyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile ÇED süreci de bu maden projesiyle sıfırlanıyor.

ÇED raporuna uygun olmayan işletme izni var ama maden ağaçları keserek çalıştırma yolunda ilerliyor. Cengiz Holding, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na da sıfırlıyor.

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, 94 davacı ile madene karşı dava açmış. Dava Danıştay’da ama kepçeler, testereler sahada. Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı geciktikçe geride kurtarılacak bir şey kalmayacak ancak Danıştay’dan da ses yok. Belli ki o da sıfırlanmış.

Cengiz ve diğer şirketlere ait maden sahalarının etrafında insanlar yaşıyor, köyler var, tarım yapılıyor. Dinamitler patlayacak, toz toprak bölgeyi saracak, ormanda yaşayan binlerce canlı ölecek. Amaç insan hayatını, tarımı, yaban hayatı net bir şekilde sıfırlamak olmalı. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e verdiği son seragazı envanter raporundaki veriler de bunu gösteriyor.

2017 yılında Türkiye’deki ormanlar ve diğer yutak alanlar toplam 75 milyon ton seragazını tutma potansiyeline sahipti. Elimizdeki son veri olan 2021 yılına baktığımızda bu rakamın 41 milyon tona gerilediğini görüyoruz. Raporda da açıkça belirtildiği gibi, son üç yıldaki yoğun ağaç kesimi Türkiye’nin yutak alanlarının neredeyse yarısını götürmüş. Gizlenemeyecek korkunç bir kayıptan bahsediyoruz. Önümüzde Bakü’de yapılacak iklim konferansı (COP29) var. Umarım toplantıya Türkiye’den katılacak çevre örgütleri, konferansta tüm dünyaya Türkiye’nin bu başarısını Çanakkale örneği üzerinden anlatır.  

Net sıfır emisyon hedefi hayal oldu ama net sıfır ağaç politikası neredeyse tutturulmak üzere. Bu gidişe bir dur demek için 9 Kasım Cumartesi günü Çanakkale Bayramiç’te olmak çok önemli. Sıfırı tüketmeden…

Google nükleerci mi oldu?

Özgür Gürbüz-BirGün / 31 Ekim 2024

Foto: adaderena.lk
Haftalardır nükleer lobinin yeni bir pazarlama atağına maruz kalıyoruz. Microsoft, Amazon ve Google gibi teknoloji devlerinin yapay zeka nedeniyle artan elektrik talebinin bir bölümünü nükleer enerjiden sağlayacağı haberlerini okuyoruz. Etkili bir halkla ilişkiler kampanyası çünkü teknoloji ve bilimle ilgilenenlerin örnek aldıkları şirketlerin nükleer enerjiye ilgisi nükleer enerji karşıtlığını çürütmede önemli rol oynayabilir. Ekonomi gazeteleri çoktan bu haberleri köpürte köpürte verdi bile. Türkiye’de yabancı basından alıntılar görmeye başladık. Peki, gerçekte neler oluyor?

Ukrayna-Rusya savaşıyla birlikte başta ABD, Fransa ve Birleşik Krallık’ın olduğu Batı ülkeleri Rusya’nın enerji kaynaklı gelirlerini ve bu yolla ülkeler üzerinde kurduğu hakimiyeti kırmak için harekete geçti. Öyle ki çevre örgütleri bile bu boykot çağrılarına alet edildi. İsrail söz konusu olunca aynı örgütlerden bir başka boykot kampanyası çıkmadı tabii. Önce Rusya’nın gaz satışına darbe vurdular. Sonra ABD, Avrupa’yı kendi gazıyla ihya etti ve böylece yepyeni bir pazara da kavuştu. Özetle ABD bir taşla iki kutu* vurdu.

Ardından sıra nükleere geldi. Uzun süredir bu alanda bizim de yakından tanıdığımız Rus devlet şirketi Rosatom tek başına at koşturuyordu. Çin dışında neredeyse dünyadaki tüm ihaleleri alıyor, eski Doğu Bloku ülkelerindeki Rus yapımı reaktörler de dahil olmak üzere bütün bu tesislere nükleer yakıt sağlıyordu. Ukrayna bile nükleer santrallarının yakıtını Rusya’dan almak zorundaydı. ABD ve müttefikleri bu oyunu bozmak için önce Westinghouse daha sonra da Fransız Framatom ile Rus tipi nükleer reaktörlere yakıt üretmeye başladılar. Yavaş yavaş nükleer yakıtta Rusya’ya bağımlılığı azaltmaya çalışıyorlar. Framatome üç gün önce Macaristan’ın Rus yapımı reaktörleri için anlaşma imzaladı örneğin. 2027 ilk yakıtın teslim tarihi.

Bu sürecin son adımı da Rusya’nın nükleer santral satışını durdurmak. ABD yetkilileri aylardır Avrupa’da ülke ülke gezip küçük modüler reaktör satmaya çalışıyorlar. Türkiye de bu ziyaretlerden sıkça nasibini alıyor ve hükümet de oltadaki bu yemi yutmuşa benziyor. Neden küçük nükleer? Çünkü büyük nükleer santrallar güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji santrallarıyla maliyet konusunda rekabet edemedi. En iyi teklifleri sunan Rusya’nın verdiği fiyatlar bile Akkuyu örneğinde görüldüğü gibi güneş ve rüzgardan 3-4 kat daha pahalı. Aynı elektriği daha pahalıya almak için garip sebepleriniz olmalı. O yüzden de nükleer pazarlamacıların yeni bir slogana ihtiyacı vardı. Ortada kocaman bir soru var haliyle. Küçük nükleer reaktörler, ölçek ekonomisinin aksine daha ucuz olabilir mi?

Bir yıl önce ABD’li Nuscale şirketinin küçük modüler reaktör projesinin yatma nedeni tam da buydu. 6 adet 77 megavatlık reaktörlerinin 2021’de bir kilovatsaat elektriği 5,8 sente (ABD Doları) üreteceği iddia edildi. İki yıl sonra, hadi yap denildiğinde, bu maliyetin 12 sentlere dayandığı (devlet destekleriyle 8,9) görüldü. İnşaatla beraber muhtemelen daha da artacaktı. Bu yüzden de küçük nükleer projesi kağıt üstünde kaldı. Bugün dünyaya nükleer santral pazarlamak isteyen Fransa’da yapımı 17 yıldır süren ve milyarlarca avro zarar eden sadece bir reaktör var. ABD de ise yapımı süren bir reaktör bile yok. Buna rağmen herkese nükleer öneriyorlar.

Gelelim teknoloji devlerine. Microsoft’un yeniden çalıştırılması için 20 yıllık anlaşma yaptığı Üç Mil Adası reaktörü dünyanın ilk büyük nükleer kazasına ev sahipliği yapmış santral sahasında ve 2019 yılında kâr etmediği için kapatılmıştı. Bill Gates’in yeniden açılması için anlaşma yaptığı reaktörün gücü sadece 835 megavat. Aşağı yukarı bizdeki bir termik santral kadar. Google’ın nükleer yatırımı 500 megavat, Yatağan termik santralından küçük. Amazon’un anlaşması 320 megavat için. Yatağan’ın yarısı kadar. Eğer siz nükleer enerjinin geri geldiğini bu üç örneğe bakarak iddia ediyorsanız işiniz hayli zor. Ancak, hepsini toplasanız Türkiye’nin bir yılda kurduğu güneş enerjisi gücünden az olan bu rakam, dünya kamuoyunu etkilemeyi başardı, ABD de muhtemelen bu niyetle firmaları arka arkaya bu anlaşmaları yapmaya ikna etti. Böylece önümüze, çalışan bir örneği olmayan, maliyeti, güvenliği, atık sorunu çözülmemiş küçük modüler reaktör efsanesi kondu. Satıcıların işi kolaylaştı. İşte bütün hikaye bu. Bakalım hangi ülkeler bu tuzağa düşmeyecek.

Yapay zekanın enerji talebi konusunda da atlanan birçok unsur var. O da bir başka yazının konusu olsun.

* Kötü örnek oluşturduğu için bir taşla iki kutu diyorum, yanlışlıkla yazılmadı.

Yenilenebilir enerji yol haritası güven vermiyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 23 Ekim 2024

Enerji Bakanlığı 2035 yılına ait yenilenebilir enerji yol haritasını açıkladı. Güneş ve rüzgar enerjisi kurulu gücünü dört kat artıracaklarını, söz konusu yatırımların yeni iletim hatlarıyla birlikte 108 milyar doları bulacağını belirtildi. 2005 yılına dönelim. Dönemin Enerji Bakanı Hilmi Güler de o sıralar sık sık medyanın karşısına çıkıyor ve Türkiye’nin 2010’a kadar enerjide 130 milyar dolara ihtiyacı olduğunu söylüyordu.

Hilmi Güler’in bu çağrısı aslında bir davetti. Yabancı yatırımcılara, finansörlere Türkiye’ye gelin, yatırım yapın ya da bize para verin diyordu. Ekonomiyi 20 yılda tarihteki en kötü duruma getiren AKP, 20 yıl sonra yine enerji kozunu öne sürerek para bulmaya, yabancı yatırımcıyı Türkiye’ye çekmeye çalışıyor. Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar’ın Pazartesi günü yaptığı sunumun özeti buydu.

Anlatılan ise tahmin edersiniz ki bu değildi. Enerji Bakanı, politikalarının üç temel üzerine oturtulduğunu söyledi. Arz güvenliği, enerji bağımsızlığı ve 2053 net sıfır emisyon hedefi. Bu hedeflere ulaşmak için de bugün 31 bin megavatı bulan rüzgar ve güneş kurulu gücünün 2035’te 120 bine çıkarılacağını söyledi. Elektrik talebinin de 330 milyar kilovatsaatten 510 milyar kilovatsaate çıkacağını…

Güneş ve rüzgar gücünü 10 yılda 90 bin megavat artırmak oldukça iddialı bir hedef. Bayraktar, özel sektöre havale edilen bu işler için izin süreçlerinin kısaltılacağını da belirtti. Yatırımcılara bir kez daha göz kırptı. Yakılan bu yeşil ışığın Türkiye’de doğa talanına dönüşmeyeceğini düşünmek naiflik olur. Süreci hızlandırmak, denetimi ortadan kaldırmak, olmadık yere beton dökmek olmamalı. Açıklanan planda çatılara, bina cephelerine, enerji kooperatiflerine bir vurgu yapılmadı.

Yenilenebilir enerji planının en sorunlu yanı ise inandırıcılığıydı. Türkiye 2053 yılında iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını azaltarak “net sıfır emisyon” hedefini yakalamak istiyorsa önce emisyonların kaynağını kurutmalı. Bir numaralı kaynak da kömür santralları. Türkiye ise kömürle çalışan termik santralları ne zaman kapatacağını açıklamayan Avrupa’daki beş ülkeden biri. Bu santrallardan çıkan emisyonları durdurmadan nasıl net sıfıra ulaşacaksınız? Sobadan çıkan duman sizi zehirliyor ama siz sobayı kapatmayıp yanına elektrikli ısıtıcı koyuyorsunuz. Bakanlık bu planda ve 2053 hedefinde samimiyse bir an önce termik santralların kapatılma takvimini kamuoyuyla paylaşmalı.

Bu kadar santral gerekli mi sorusuna da yenilenebilir enerji planında tatmin edici bir yanıt bulamadık. Bayraktar’ın şu cümlesi ise düşündürücüydü: “Önümüzdeki 30 yılda Türkiye’yi enerji ihracatçısı bir ülke yapmak istiyoruz”. Görüldüğü gibi niyet başka ama biz yine de rakamları hatırlatalım. Halihazırda Türkiye’de 67 bin megavatlık yenilenebilir enerji santralı var. Buna 90 bin megavatlık güneş ve rüzgar eklenirse yenilenebilir enerjiden oluşan kurulu gücümüz 160 bin megavatı bulacak. Böyle bir kurulu güç, enerji depolama ve belki de birkaç gaz santralıyla desteklenirse zaten bahsedilen elektrik talebini karşılamaya yeter. 115 bin megavat kurulu güce sahip Türkiye’nin en yüksek enerji talep ettiği sıcak yaz günlerinde bile talebin 57 bini geçmediğini biliyoruz. Bakanlık kendi yazdığı planını ciddiye alıyorsa, arz güvenliği açısından Mersin’de yapımı süren, Sinop ve Trakya’da yapılması düşünülen nükleer santrallar ile küçük reaktörlere ihtiyacı olmayacağını da biliyordur.

Bakanlığın tüm planlarındaki asıl eksiklik ise talebi yönetmeyi amaçlayan politikaların yokluğu. Enerji tasarrufu, enerji verimliliği dilimizden düşmüyor ama akşam saatlerinde reklam ışıklarını kapattıran basit bir politikamız bile yok. Tersine yaz saati uygulamasıyla tüketimi artırma peşindeyiz. Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi Almanya son 30 yılda ekonomisini yüzde 47 oranında büyütürken, birincil enerji talebini yüzde 20, seragazı emisyonlarını da yüzde 60 oranında azalttı. Bu süre içerisinde elektrik ihtiyacının yüzde 30’una yakınını karşılayan nükleer santralların hepsini kapattı, yenilenebilir enerjinin payını da yüzde 60’a çıkardı. Biraz kopya mı çeksek acaba?

Gençler ve çocukların yüzde 40’ı yoksulluk riski altında

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Ekim 2024

Eurostat
Türkiye’de sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 30,7. Yaş gruplarına göre baktığımızda ise 0-17 yaş arasında bu oranın yüzde 40’ın üstüne çıktığını görüyoruz. Bu oran Türkiye’yi Avrupa ülkeleri ile yaptığımız bir kıyaslamada ilk sıraya yerleştiriyor.

TÜİK’in bu verileriyle aynı zamanda Avrupa verileri de açıklandı. Avrupa Birliği’nde sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 21,4. Orada da her şey güllük gülistanlık değil ama AB’deki oran Türkiye’den 10 puan düşük.

Yoksulluk sadece 18 yaş altındaki grupta hissedilmiyor. Türkiye’de yaşayan 65 yaş üstündeki nüfusun yüzde 23,1’i de sosyal dışlanma ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya. 2021’de bu oran yüzde 16’ydı; iki yıldır sürekli artıyor. Artık 65 yaş üstü her dört kişiden biri yoksullukla yüzleşiyor diyebiliriz. Kuşa dönen emekli maaşları ve hayat pahalılığı, aile içi dayanışmanın yüksek olmasına rağmen durumu kurtarmaya yetmiyor.  

65 yaş üzerinde ise AB ortalamasının üç puan üzerindeyiz. Orada 65 yaş üstü nüfusun yüzde 20’si sosyal dışlanma ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya, bizde yüzde 23’ü. Avrupa içinde bu oranın yüzde 40’ın üstünde olduğu Letonya ve Estonya gibi ülkelerin yanı sıra yüzde 8’le çıtayı yükselten Norveç de var.

Burada dikkatimi çeken başka bir veriyi de paylaşmak isterim. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, her iki yaş grubunun artan sorunlarına karşı harekete geçmişe benzemiyor. 2021 yılında Bakanlık’a bağlı huzurevi sayısı 165, kapasitesi de 17 bin 91 kişiymiş. 2024 Ağustos itibarıyla huzurevi sayısı 168 olmuş, üç yılda üç huzurevi eklenmiş. Ağustos 2024 itibarıyla Bakanlık’a bağlı huzurevlerinde kalan sayısı 14 bin 668. Aynı dönemde özel huzurevi sayısı yaklaşık 2 bin adet artmış. Ve özel huzurevlerinde kalanların sayısı da 13 bini geçmiş. Bakanlık 65 yaş üstünde yoksulluk riski artarken huzurevine yatırım yapmamış, bu konuyu da daha pahalıya hizmet veren özel sektöre devretmiş. Özetle, parası olan huzura kavuşur demiş. Aynı dönemde Bakanlık’a bağlı çocukevi sayısı ve kapasitesinin düştüğünü de belirtelim.

Alarm zilleri ise 18 yaş altındaki nüfusa baktığımızda çalmaya başlıyor. AB’de 18 yaş altı nüfusun yüzde 25’i yoksulluk riskiyle karşı karşıyayken bizde bu oran yüzde 40’ı geçiyor. Neredeyse her iki genç veya çocuktan biri zor durumda. Geleceğimiz dediğimiz 18 yaş altı nüfusun yarıya yakını yoksullukla boğuşuyor.

Bu durumun olası sonuçlarını Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Erdoğan’a sordum. Barış Erdoğan, “Genç nüfusta yüksek oranda yoksulluk riskinin olması geleceğe yönelik bir takım olumsuz verilerin ortaya çıkmasına neden olabilir. İçlerinden bazıları yasa dışı yollarla kısa zamanda zengin olmaya çalışırken bazıları da toplumdan kendilerini geriye çekip uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanımına yönelebilir. Geleceğe yönelik bir umutsuzluk ve ona bağlı olarak sosyal bağların zayıflaması, zaman içinde ülkeyi terk etme, beyin ve kol göçü gibi sonuçlara neden olabilir” yanıtını verdi. Erdoğan ayrıca, yoksulluk riski nedeniyle genç erkeklerin eğitim hayatını bırakarak çalışma hayatına geçtiklerini, kızların da ev işlerinde çalıştırıldıkları ya da erkenden evlendirilip aileye ‘yük olmaktan’ çıkarılmaya çalışıldığına da dikkat çekti. Türkiye’de yoksulluk nedeniyle okul dışında kalan çocuk sayısının son bir yılda yüzde 38 oranında arttığını çok yakın zamanda Pelin Ünker’in DW’deki haberinde de okumuştuk.

15 yaşındayken para kazanmaya çalışan, çocukluğunu yaşayamadan kendinden çok daha büyük insanlarla iş hayatında mücadele etmek zorunda kalan bu gençlerin suça, uyuşturucuya bulaşmadan, eğitim almadan hayatta başarılı olmalarının ne kadar zor olduğu ortada. Bu veriler gençlerin umutsuzluğunu, psikolojik bozukluklarını ve başka ülkelere gitme isteğini açıklamada yardımcı olabilir. 18 yıl her gün yoksullukla boğuştuğunuz bir ülkede ruh sağlığınızı koruyabilir, o ülkeye ‘memleketim’ diyebilir misiniz?