Gençler ve çocukların yüzde 40’ı yoksulluk riski altında

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Ekim 2024

Eurostat
Türkiye’de sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 30,7. Yaş gruplarına göre baktığımızda ise 0-17 yaş arasında bu oranın yüzde 40’ın üstüne çıktığını görüyoruz. Bu oran Türkiye’yi Avrupa ülkeleri ile yaptığımız bir kıyaslamada ilk sıraya yerleştiriyor.

TÜİK’in bu verileriyle aynı zamanda Avrupa verileri de açıklandı. Avrupa Birliği’nde sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 21,4. Orada da her şey güllük gülistanlık değil ama AB’deki oran Türkiye’den 10 puan düşük.

Yoksulluk sadece 18 yaş altındaki grupta hissedilmiyor. Türkiye’de yaşayan 65 yaş üstündeki nüfusun yüzde 23,1’i de sosyal dışlanma ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya. 2021’de bu oran yüzde 16’ydı; iki yıldır sürekli artıyor. Artık 65 yaş üstü her dört kişiden biri yoksullukla yüzleşiyor diyebiliriz. Kuşa dönen emekli maaşları ve hayat pahalılığı, aile içi dayanışmanın yüksek olmasına rağmen durumu kurtarmaya yetmiyor.  

65 yaş üzerinde ise AB ortalamasının üç puan üzerindeyiz. Orada 65 yaş üstü nüfusun yüzde 20’si sosyal dışlanma ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya, bizde yüzde 23’ü. Avrupa içinde bu oranın yüzde 40’ın üstünde olduğu Letonya ve Estonya gibi ülkelerin yanı sıra yüzde 8’le çıtayı yükselten Norveç de var.

Burada dikkatimi çeken başka bir veriyi de paylaşmak isterim. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, her iki yaş grubunun artan sorunlarına karşı harekete geçmişe benzemiyor. 2021 yılında Bakanlık’a bağlı huzurevi sayısı 165, kapasitesi de 17 bin 91 kişiymiş. 2024 Ağustos itibarıyla huzurevi sayısı 168 olmuş, üç yılda üç huzurevi eklenmiş. Ağustos 2024 itibarıyla Bakanlık’a bağlı huzurevlerinde kalan sayısı 14 bin 668. Aynı dönemde özel huzurevi sayısı yaklaşık 2 bin adet artmış. Ve özel huzurevlerinde kalanların sayısı da 13 bini geçmiş. Bakanlık 65 yaş üstünde yoksulluk riski artarken huzurevine yatırım yapmamış, bu konuyu da daha pahalıya hizmet veren özel sektöre devretmiş. Özetle, parası olan huzura kavuşur demiş. Aynı dönemde Bakanlık’a bağlı çocukevi sayısı ve kapasitesinin düştüğünü de belirtelim.

Alarm zilleri ise 18 yaş altındaki nüfusa baktığımızda çalmaya başlıyor. AB’de 18 yaş altı nüfusun yüzde 25’i yoksulluk riskiyle karşı karşıyayken bizde bu oran yüzde 40’ı geçiyor. Neredeyse her iki genç veya çocuktan biri zor durumda. Geleceğimiz dediğimiz 18 yaş altı nüfusun yarıya yakını yoksullukla boğuşuyor.

Bu durumun olası sonuçlarını Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Erdoğan’a sordum. Barış Erdoğan, “Genç nüfusta yüksek oranda yoksulluk riskinin olması geleceğe yönelik bir takım olumsuz verilerin ortaya çıkmasına neden olabilir. İçlerinden bazıları yasa dışı yollarla kısa zamanda zengin olmaya çalışırken bazıları da toplumdan kendilerini geriye çekip uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanımına yönelebilir. Geleceğe yönelik bir umutsuzluk ve ona bağlı olarak sosyal bağların zayıflaması, zaman içinde ülkeyi terk etme, beyin ve kol göçü gibi sonuçlara neden olabilir” yanıtını verdi. Erdoğan ayrıca, yoksulluk riski nedeniyle genç erkeklerin eğitim hayatını bırakarak çalışma hayatına geçtiklerini, kızların da ev işlerinde çalıştırıldıkları ya da erkenden evlendirilip aileye ‘yük olmaktan’ çıkarılmaya çalışıldığına da dikkat çekti. Türkiye’de yoksulluk nedeniyle okul dışında kalan çocuk sayısının son bir yılda yüzde 38 oranında arttığını çok yakın zamanda Pelin Ünker’in DW’deki haberinde de okumuştuk.

15 yaşındayken para kazanmaya çalışan, çocukluğunu yaşayamadan kendinden çok daha büyük insanlarla iş hayatında mücadele etmek zorunda kalan bu gençlerin suça, uyuşturucuya bulaşmadan, eğitim almadan hayatta başarılı olmalarının ne kadar zor olduğu ortada. Bu veriler gençlerin umutsuzluğunu, psikolojik bozukluklarını ve başka ülkelere gitme isteğini açıklamada yardımcı olabilir. 18 yıl her gün yoksullukla boğuştuğunuz bir ülkede ruh sağlığınızı koruyabilir, o ülkeye ‘memleketim’ diyebilir misiniz?

Samanlı Dağları’nı koruma davası yarın

Cengiz Holding’in Samanlı Dağları’nda kurduğu rüzgar santralına karşı açılan son dava yarın görülüyor. Bölgede yaşayanlar, sanatçılar ve uzmanlardan destek alarak projeye karşı çıkıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2024

Cengiz Holding’in Samanlı Dağları’nda yaptığı rüzgar enerjisi santralı (RES) yarın mahkeme karşısına çıkıyor. 30 megavat gücünde altı türbinden oluşan santral, uzun süren itirazlara ve süreç boyunca kazanılmış üç davaya rağmen özellikle Cengiz Holding’in projeyi devralmasından sonra hızla ilerlemişti.

Cengiz Holding’in Karamürsel RES projesinin ilk ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporuna verilen ‘olumlu’ kararı, Kocaeli İdare Mahkemesi tarafından, ‘projenin bölgedeki orman ekosistemine, yaban hayatına ve özellikle de göç eden kuşlara zarar vereceği’ vurgusuyla iptal edilmişti. Bu karara rağmen yapımına devam edilen proje için Cengiz Holding ÇED’i revize ederek yeni bir başvuruda bulundu. Kayınormanı Derneği, Kocaeli Ekolojik Yaşam Derneği, Koza Kültür Sanat ve Doğa Derneği ile altı yurttaş yenilenmiş ÇED’in iptali için geçen yıl Ağustos ayında yeni bir dava açmak zorunda kaldı. Açılan bu davanın duruşması, 10 Ekim 2024, Perşembe günü saat 11’de Kocaeli 1. İdare Mahkemesi’nde görülecek. Santral ise dava sonucunu beklemeden büyük ölçüde tamamlandı ve EPDK (Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu) kayıtlarına göre 15,6 megavatlık kısmı işletmeye alındı.

A. Bülent Üçok
İzmit ile Bursa arasında kalan bu önemli yeşil alanın korunması için mücadele eden Kayınormanı Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Bülent Üçok, “Samanlı çok yüksek bir dağ olmamasına rağmen, kuzeye bakan cephesinin sarplığı yağış bıraktırıyor. Bu da Doğu Karadeniz’i andıran farklı bir mikro iklim yaratıyor. Sonucunda da zengin bir bitki örtüsü var. Burası sanayileşmiş kentlerin (Bursa, Sakarya, Kocaeli, Yalova) ortasında bir vaha, bu şehirler için su ve oksijen kaynağı” diyerek RES projesine itirazlarını dile getiriyor.

BURADA YOK OLSALAR DA BAŞKA YERDE VAR
Projenin ÇED raporunda da bölgede Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nin (IUCN) Kırmızı Listesi’nde yer alan küçük orman kartalı ve Kazdağı göknarı gibi tehdit altındaki türlerin yanı sıra kritik tehlikedeki Yitik Tülüşah bitkisinin varlığı da belirtilmiş. ÇED raporunda, tehdit altındaki İstanbul nazendesi (lathyrus undulatus) çiçeği içinse orman alanlarında yaşadıkları için yollarda genişleme çalışması yapılmazsa zarar görme olasılığı yoktur diye yazılmış. Türbin kanatları getirilirken sahada yol genişletme çalışmaları yapıldığıysa biliniyor. Diğer endemik taksonların populasyonlarının insan faaliyetlerinden etkilenebileceği ancak Türkiye’nin başka bölgelerinde de olmaları nedeniyle bunun bir sorun teşkil etmeyeceği de ÇED raporunda yazılmış.

Çıplak Ayaklar Kumpanyası

SANATÇILARDAN SAMANLI İÇİN PROJE
Samanlı Dağları’ndaki RES projesine bir itiraz da Çıplak Ayaklar Kumpanyası’ndan (ÇAK) geldi. ÇAK’ın çalışmalarının bir bölümünü doğası bozulmamış Samanlı Dağları’nda gerçekleştirmesi ekibin ilgisini bu bölgeye ve RES projesine çekmiş. Bu yüzden de yaşadıkları alanı tanımak ve korumak için Kayınormanı Derneği ile SARP (Samanlı Art and Protection) adını verdikleri bir projeyi hayata geçirmişler.

Proje kapsamında farklı alanlardaki uzmanlar bölgeye davet edilmiş. Yaklaşık bir yıl boyunca uzmanların yaptıkları gözlemler, fotoğraf ve filmlerle birlikte kayda geçirilmiş. Prof. Dr. Doğan Kantarcı, Melis Rona, Öğretim Görevlisi Ergün Bacak, Dr. Esra Ergin Erdoğmuş, Güler Bozok, Jilber Barutçiyan, Özlem Rodoplu ve Zafer Kılıçoğlu’dan oluşan ekip, önemli mantar, bitki ve hayvan türlerini, bölgenin su kaynaklarını ve olası riskleri araştırmış.

Araştırmanın birkaç gün önce açıklanan sonuçları, bölgenin doğal zenginliğini gözler önüne seriyor. Çalışmaları yürüten uzmanlardan Melis Rona, yaptıkları gözlemler sonucu bölgede üç endemik bitki türüne rastladıklarını söylerken, Güler Bozok ve Ergün Bacak türbinlerin kuş göç yollarına yakınlığı nedeniyle kuşlarla ilgili sorunlara dikkat çekiyor. Bacak, “Estonya’da halkalanan her 10 küçük orman kartalından sekizi bu bölgeden geçiyor” diyor. Samanlı Dağları’nın önemli bir su üretim havzası olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Doğan Kantarcı, ise enerji üretiminde ormanlar gibi yanlış yer seçimlerinden kaçınılması gerektiğini vurgulayarak Karamürsel RES için yapılan yer seçimini eleştiriyor. Kantarcı, yarasaların tarım alanları, bağ ve bahçeler ile ormanlık alanlarda sinek ve böcekleri yedikleri için çok yararlı olduğuna değinerek, rüzgar türbinleri kaynaklı yarasa ölümlerine de dikkat çekiyor.

---

“Eğreltiotundan hareketler türettik”

Mihran Tomasyan

Çağdaş dans çalışmaları yapan ÇAK ekibinden Mihran Tomasyan, 17 yıldır Tophane’de çalıştıklarını belirterek, Samanlı’daki deneyimlerini anlattı. “Doğaya yabancı bir ekip değildik” diyen Tomasyan, “Yerleştiğimiz yer bence hâlâ çok vahşi. O yüzden önce o vahşiliği anlamaya çalıştık. Bir yanına hemen stüdyo kuralım, ev yapalım değil de buraya en uygun neyse onunla devam edelim dedik. O kaplumbağa her gün oradan geçiyorsa oraya çit yapmayalım diye düşündük” diyor. Doğanın sanatlarına etkisini de eğreltiotu örneğiyle anlatıyor: “Araziyle bağ kurarak, şehirde alıştığımız hareketleri orada yaparak değil, araziden ilham alarak bir hareket üretebilir miyiz sorusunu sorduk. Örneğin eğreltiotu üzerinde çalışıp ondan hareketler ürettik. Eğreltiotları başta bütün yapraklarını içinde saklıyor ve yukarı doğru uzuyor sonra yapraklarının aça aça ilerliyor. Bu bizim için bir veriydi.”

Savaşa hayır demenin dayanılmaz ağırlığı

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Ekim 2024

Kaynak: littlerockpeaceforpalestine
İran’ın İsrail’e fırlattığı füzeler, İsrail’in aylar süren saldırılar sonucunda Gazze’de öldürdüğü 40 binden
fazla insanı geri getirmeyecek. Muhtemelen İsrail’in yeni saldırılarına da davetiye çıkaracak, soykırım devam edecek, işgal genişleyecek. Savaş bir noktada dursa bile daha çok insan ölecek. Bunu hepimiz biliyoruz ama durduramadığımız bir savaş makinesi yüzünden kahrolası bir savaşta taraf tutmaya zorlanıyoruz. Füzelerin saldırısından sivillerin zarar görebileceğini düşünmek, bir saldırı haberini üzülerek bildirmek bile linç nedeni olabiliyor bu cehennemde. Muhtemelen bu yazdıklarıma da kızacak bazıları.

İnsanın yaşamı yok etmeyi savunması, can alınmasını onaylaması, intikamı meşrulaştırması elbette insanlığını kaybettiğinin resmidir. Bize insanın en gelişmemiş halini gösteren bir fotoğraf gibidir. Filistin’deki bu kanlı fotoğraftaki yerimizi, barış istemekten taraf tutmaya geçmeye zorlandığımız an değil, Filistin’in işgaliyle birlikte başlayan savaşı durduramadığımız an aldık. Savaşı durduramadığımız her gün, bir kare daha çekiliyor. Önde cinayetlerin olduğu bir başka karede daha arkadaki yıkıntılar arasında poz vermeye zorlanıyoruz. Halbuki biz o karede hiç yer almak istemiyoruz.

Bir savaşta ezilenden, işgale uğrayandan yana olmak elbette yadırganamaz; Filistin’e verdiğimiz destek de bu temele dayanıyor. Ancak öncelik savaşı önlemek olmalı. Filistin’de 1967 sınırlarına dönülmesini ve bağımsız bir Filistin devletinin tanınmasını istemekle, savaşın devamını istemek, işgalcilerin ölümlerine sevinmek arasında dağlar kadar fark var. Netanyahu Hükümeti’ni destekleyen güçler de tahminen bizden bu hataya düşmemizi istiyor. Bizi barışın değil savaşın tarafı yapmak, saldırılarını meşrulaştıracak.

İran’ın desteklediği güçlerin hedef alınarak köşeye sıkıştırılması, Lübnan ve Suriye saldırıları büyük bir olasılıkla İran’ı, hatta Rusya’yı bu bataklığa çekme planının bir parçasıydı. Arap Baharı yalanıyla ele geçiremedikleri Suriye’ye giden yol bu vesileyle açılmışa benziyor. Rusya’nın Orta Doğu’ya müdahalesi sonrası başlayan Ukrayna savaşı, Putin’in bu denkleme dahil olmasını zorlaştıracak. Rusya, Suriye’deki denklemi bozduğu için Ukrayna’da bir batağa sürüklendi, Batı ambargolarıyla ekonomisi zayıflatıldı. İran’ı uzun süreli bir savaşa sürükleyecek olası bir saldırıda, Rusya hem Suriye ve İran’a destek vermek hem de kendi topraklarını savunmak zorunda kalabilir.

Gelelim işin zor kısmına. Kabul etmeliyiz ki aylardır barış ve ateşkes çağrısı yapılıyor ama Batı kayıtsız kaldığı için ilerleme kaydedilemiyor. Böyle bir durumda, yukarıda yazdığım gibi iyiniyetli barış çağrıları ne kadar başarılı olabilir? Savaşta taraf tutmak yerine topyekûn barışın tarafında olursak hâlâ şansımızın olduğunu düşünenlerdenim. Öncelikle barış talebinde, bu talebi zorlayacak yaptırımlarda ortaklaşmak gerek. Bugüne kadar Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail aleyhine açtığı soykırım davasına müdahil olmak için başvuran ülke sayısı kaç biliyor musunuz? Sadece sekiz. Bu ülkeler, Nikaragua, Kolombiya, Libya, Meksika, Filistin, İspanya, Türkiye ve Şili. Kendilerini Müslüman kimlikleriyle öne çıkaran birçok ülkenin bu listede olmaması garip değil mi?

Ekonomik ambargo, uluslararası arenada İsrail’in yalnızlaştırılması gibi diğer barışçıl mücadele araçlarında da bir ortaklaşma görülmüyor. Barışçıl yöntemlerle işgale birlikte karşı çıkmadan, silahtan medet ummak çölde serap görmeye benziyor. İronik ama silahlı mücadelede bile ortaklaşamamış sözde Filistin dostu bir güruh var karşımızda. Hamas lideri Haniye öldüğünde ulusal yas ilan edenlerle Hizbullah’ın lideri Nasrullah öldürüldüğünde oralı olmayanlar. Bu çıkarlarına göre hareket eden topluluğun barış için öncülük etmesi elbette hayal. O yüzden de şu ana kadar hep bir tarafta yer alarak rengini belli etmiş Erdoğan, Putin veya Pezeşkiyan gibi liderlerin bir barış anlaşmasına öncülük etme şansı yok. Hem inandırıcı olmadıkları hem de İsrail’e hayır diyen güçleri arkalarında toplayacak kapsayıcılıktan yoksun oldukları için.

Bu savaşı durdurmak ve Filistin’in bağımsızlığını kazanması, dünyanın her bir köşesinden, sadece barış isteyen güçlerin bir araya gelmesiyle mümkün olacak. Öncülük edecek ülkelerin de birçok ekonomik ve diplomatik zorlukla mücadeleyi göze almaları şart. Rahatımızın bozulması kaçınılmaz. Barış umudunun bu kadar azalmasındaki en büyük etken de herhalde bu.

‘Rekortmen halka’ enerji faturası cezası!

Özgür Gürbüz-26 Eylül 2024 / BirGün

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar bir süredir elektrik ve gaz faturalarında değişiklik yapılacağını ve çok tüketenlerden devlet desteğini keserek daha fazla tahsilat yapılacağının sinyallerini veriyor. Bayraktar, “Desteği tüketim esaslı ortaya koymak gerekiyor” diyor ve destek gruplarını doğru tanımlamaktan bahsediyor. Bu iş nasıl yapılacak, işin o kısmı ise hiç net değil. 

Öncelikle daha çok enerji tüketmenin nedenlerinin doğru analiz edilmesi gerekir. Örneğin, kalabalık bir ailenin daha fazla elektrik tüketmesi nedeniyle cezalandırılması doğru olmaz. Bahsedilen tedbirler hanelerin enerji faturalarına kadar uzanacaksa, kişi başına düşen enerji tüketimi gibi yeni ölçümlerin yapılması gerekir ki misafir kovalamaya kadar varır bu iş. 

Tedbirler ya da pahalı fiyatlandırma, şirketleri de kapsayacaksa, işletmelerin çalışma alanlarına göre detaylı sınıflandırma yapılması gerekir. Enerji yoğun bir alanda çalışan işletmeyle (dondurulmuş gıda ürünleri satan bir market gibi) bir terzinin elektrik faturaları haliyle aynı olamaz. Bu yüzden işyerleri için sadece tüketim miktarına bakarak, “sen daha fazla tüketiyorsun, o yüzden de daha fazla ödeyeceksin” denemez. Zenginsin, senin elektrik bedelin daha fazla olacak diyen bir yöntem de gelir vergisindeki adaletsizliğin enerji faturaları üzerinden düzeltilmeye çalışılması anlamına gelir. Hükümet 22 yılda yarattığı gelir adaletsizliğini böyle çözemez. Görüldüğü gibi ‘tüketim esaslı faturalandırma’ öyle kolayca çözülecek bir konu değil.

Enerji fiyatlarını halka yansıtmamak için sübvanse ediyorum, bu da ekonomiye büyük bir yük oluyor deyip, yapılan gizli açık zamları haklı çıkarmaya çalışmak ilk bakışta anlaşılır gelse de o hükümete, “Sen neden halkını enerji faturalarını karşılayabilecek düzeyde zenginleştiremedin de devlet desteğine muhtaç ettin” diye sorarlar.

Hükümet her zaman yaptığı gibi yükü yurttaşların omuzlarına atmaya çalışıyor ve sorumluluk almaktan kaçınıyor. Asıl yapması gereken ise enerji tasarrufunu ve enerjinin verimli kullanılmasını teşvik edecek yapısal değişiklikleri hayata geçirmek olmalı. Elektrik tasarrufu yapılsın, konutlarda daha az elektrik tüketilsin ve enerjide dışa bağımlılık azalsın mı istiyorsun? O zaman buyurun size bir çözüm önerisi. Elektrik faturalarının üçte birini oluşturan buzdolaplarının enerjiyi verimli kullananlarından KDV’yi kaldır veya makul bir seviyeye indir de halk 15-20 yıl kullanacağı buzdolabını alırken daha az elektrik tüketenini tercih etsin. Hanelerde elektrik tüketimi düşerse, devletin desteklediği faturaların da tutarı azalır. 

Gaz çok pahalı, herkes kullanabilsin diye biz destekliyoruz mu diyorsun? O zaman konutlarda yalıtım standartlarını arttır, denetimleri sıklaştır da insanlar evlerinde daha az gaz yakarak ısınabilsinler. Yeni binalarda ısı pompasını zorunlu tut. Balkonlara güneş paneli kurulmasına izin ver. Her yeni apartman elektrik tüketimini belli bir oranda güneşten karşılamak zorunda olsun; çatısına, otoparkına güneş paneli koymayana ruhsat verme. Enerji kooperatiflerinin önünü aç, halk kendi elektriğini üretsin. Gerekiyorsa bu önlemleri uygun faizli, uzun geri ödeme süreli kredi paketleriyle destekle. Bunların hangi biri yapıldı da iş faturaya geldi? 

Enerji tüketiminin azaltılmasına kimsenin itirazı olmaz. Türkiye gibi enerjisinin yüzde 80’den fazlasını fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve gaz) sağlayan ve dışa bağımlı bir ülkede daha az enerji tüketmenin hem ekonomiye hem de iklim krizini durdurmaya faydası var. O yüzden de hükümetin, uygun politikalarla enerjinin tasarruflu ve verimli kullanılmasını sağlayacak araçları şirketlerin, kamu kuruluşlarının ve yurttaşların kullanımına sunması beklenir. Balık tutmayı öğretmeden herkesten balık tutmasını istemek olmaz! 

24 Ağustos’ta Enerji Bakanı Bayraktar, “Temmuz’da hem elektrik tüketiminde hem de elektrik üretiminde rekor seviyelere ulaştık” diyordu. Klima tüketimi nedeniyle her yıl yaz aylarında yaşanan bu ‘elektrik israfını’, elektrik tüketiminde rekor kırdık diyerek bir başarı öyküsü gibi değerlendiren bu açıklamanın ardından, çok elektrik tüketenden devlet desteğini keserek daha fazla para alacağız denmesi bir çelişki değil mi? 

Bırakın halkımız rekor kırmaya devam etsin Sayın Bayraktar, rekortmenleri cezalandırmayın!