Özgür
Gürbüz-BirGün/9 Mart 2020
1986 yılında Çernobil’de meydana gelen kazadan ağır yaralı olarak çıkan nükleer enerji endüstrisi, yıllarca bu kazayı eski Sovyet teknolojisine bağlayarak nükleer enerjinin düşüşünü engellemeye çalıştı. Halbuki, çözülemeyen nükleer atık sorunu ve maliyetler nedeniyle nükleer enerjinin aranan çözüm olup olmadığı zaten tartışılmaya başlanmıştı. Çernobil’i eski teknolojiyle ve güvenlik tedbirleriyle ilişkilendirip, bir daha böyle bir kaza yaşanmayacağı garantisi verme üzerine kurulu bu strateji güç kaybeden sektörü kaza unutulana kadar ayakta tutmayı amaçlıyordu.
1986 yılında Çernobil’de meydana gelen kazadan ağır yaralı olarak çıkan nükleer enerji endüstrisi, yıllarca bu kazayı eski Sovyet teknolojisine bağlayarak nükleer enerjinin düşüşünü engellemeye çalıştı. Halbuki, çözülemeyen nükleer atık sorunu ve maliyetler nedeniyle nükleer enerjinin aranan çözüm olup olmadığı zaten tartışılmaya başlanmıştı. Çernobil’i eski teknolojiyle ve güvenlik tedbirleriyle ilişkilendirip, bir daha böyle bir kaza yaşanmayacağı garantisi verme üzerine kurulu bu strateji güç kaybeden sektörü kaza unutulana kadar ayakta tutmayı amaçlıyordu.
Nükleer endüstri daha sonra iklim krizinden kendine
pay çıkarmaya çalıştı. Çernobil ile Fukuşima kazaları arasında geçen sürede
güçlenen rüzgar ve güneş teknolojileri, nükleerle maliyet rekabetine girebilir
duruma gelmişti. Bu yüzden de pahalı nükleer santralları satmak için bir başka
bahane gerekiyordu. İklim değişikliğini durdurmada kömür santrallarına göre
daha az karbon emisyonuna yol açan nükleer santralların iklim krizine çözüm
olabileceği iddiasıyla “nükleer rönesans” adı verilen yeni bir pazarlama
kampanyası başlatıldı. Bundan dokuz yıl önce meydana gelen Fukuşima nükleer
felaketi ise hem Çernobil’den bu yana kullanılan “yeni santrallar güvenli”
masalını hem de nükleer rönesans kampanyasını çöpe attı.
Japonya, kazaya kadar nükleer güvenlik konusunda
dünyada örnek gösterilen ülkelerin başında geliyordu. Fukuşima öncesi 54
nükleer reaktörün çalıştığı ülkede şu an sadece 9 reaktör çalışıyor. 21 reaktör
kapatıldı, 26 nükleer reaktör ise belirlenen yeni standartları henüz
karşılayamadı. Elektrik üretiminin yüzde 30’unu nükleer santrallardan sağlayan
Japonya’da bugün bu oran yüzde 6’ya geriledi. Elektrik üretiminde dengeler tamamen
değişti. 2011 yılında güneşten sadece 4839 gigavatsaat elektrik üreten Japonya,
2018’de bu rakamı 67 bin 609 gigavatsaate çıkardı ve nükleer santrallardan (64
bin 929 gigavatsaat) daha fazla elektrik üretti.
Fukuşima nükleer kazası sadece Japonya’yı etkilemedi.
Başta Almanya olmak üzere birçok ülkede nükleer santrallardan çıkış hızlandı,
yeni nükleer santral planları askıya alındı. Almanya hızlı bir nükleerden çıkış
planı hazırlayarak, 17 nükleer reaktörden günümüze kadar 11’ini kapattı. Kalan
altı reaktör de 2023 yılına kadar kapatılacak. Kaza, Almanya gibi zaten nükleer
enerjiye kuşkuyla yaklaşan ülkelerin dışında, Fransa gibi nükleer enerjinin
kalesi kabul edilen ülkelerde bile tartışma başlattı. Fransa tarihte ilk kez
nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payının azaltılması için karar aldı. 2035
yılına kadar 14 nükleer reaktörünü kapatacak Fransa, nükleer santralların
elektrik üretimindeki payını yüzde 80’lerden yüzde 50’ye indirme kararı aldı.
Türkiye ise kazadan sonra Japonya’yı Sinop’a nükleer
santral yapmaya davet ederek enerji politikaları alanında tarihinin en büyük
hatalarından birine imza attı. Halbuki, ucuz denilen nükleer reaktörlerin Fukuşima
sonrası getirilen güvenlik tedbirleriyle birlikte artan maliyetleri, nükleeri
elektrik üretiminde bir seçenek olmaktan çıkarmıştı. Türkiye’de kamuoyu bu
gerçeği Japon şirketleriyle yapılan pazarlıklar sonucu net bir şekilde gördü. Japon
şirketler Türkiye’nin gerçek maliyetleri kabul etmemesi ve daha fazla ödeme
yapmayı kabul etmemesi nedeniyle bu maceradan vazgeçti. Akkuyu’daki ısrar ise
ekonomiye, çevreye, Rusya ile gidip gelen ilişkilere ve kamuoyunun nükleere
hayır demesine rağmen sürüyor. Bu inat Türkiye’ye çok pahalıya patlayacak.