Türkiye iklim fonundan para alsın diyenler el kaldırsın

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Kasım 2017

Ülkelerin iklim değişikliğini durdurmak için her yıl bir araya geldiği Taraflar Toplantısı (COP23) Almanya’nın Bonn kentinde devam ediyor. Hedef ortalama sıcaklık artışını 1,5, olmadı 2 derecenin altında tutup binlerce canlının yaşamını kurtarmak. Elde de bu işi yapıp yapamayacağı pek belli olmayan Paris Anlaşması var. Belli değil çünkü Paris Anlaşması’na imza atan ülkelerin seragazı emisyonlarını azaltmak için verdikleri taahhütler 2 derecelik ısınma hedefinin bile üstünde. Bu hedefler iyileştirilmezse 80 yıl sonra gezegenin ortalama sıcaklığı 3 derece artmış olacak.

Ortalama yüzey sıcaklığı 3 derece artarsa ne olur? Bir örnek verelim. Climate Central adlı örgütün bilim insanlarına göre 3 derecelik artış, 275 milyon insanın yaşadığı yerlerin sular altında kalmasına neden olacak. Asya’daki kentler başta olmak üzere milyonlarca insan göçe zorlanacak. Deniz seviyesindeki artış, Şanghay’da 17,5 Osaka’da 5, İskendireye’de 3 ve Miami’de 2,7 milyon insanın yaşadığı yerleri suyla dolduracak. Suriye’den göç etmek zorunda kalan 5 milyon mülteciyle baş edemeyen dünya, belki bunun 50 katı büyüklüğünde bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalacak. Yok olacak türlerin yanı sıra sıcak hava dalgaları, seller ve kuraklık yüzünden ölecek insanlar da cabası.

Türkiye’nin pazarlığı
Bunları sizi korkutmak ya da içinizi karartmak için yazmıyorum. Medyada Ajda Pekkan’ın estetik ameliyatları kadar bile yer bulmayan Bonn’daki tartışmaların ne kadar önemli olduğunu anlatmak için yazıyorum. Paris Anlaşması’nda ülkelerin verdikleri taahhütlerin iyileştirilmesi milyonlarca insan için hayati önemde. Bu anlaşmaya 197 ülke imza attı. 169 tanesi de anlaşmayı onaylayarak bu imzalarına resmiyet kazandırdı. Geriye 28 ülke kaldı. Tahmin edebileceğiniz gibi bunlardan biri de Türkiye. Türkiye anlaşmayı onaylamak için mali yardım talep ediyor. İklim değişikliğini durdurmak için oluşturulan Yeşil İklim Fonu’ndan (Green Climate Fund) para istiyor. ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilme kararından sonra Erdoğan’ın yaptığı, ‘biz de çekilebiliriz’ çıkışının arka planında bu yatıyor.

Bu talebin vicdan ve iklim adaleti açısından bir oluru yok. Mülteciler vs. üzerinden bir pazarlıkla kabul edilirse şaşırmam tabi ama umarım olmaz. Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’ndan para alması neden kabul edilemez açıklayayım.

Öncelikle Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği taahhüdü hatırlayalım. Türkiye, Paris’e imza atarken 2015 sonunda 475 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarını, 2030’da 929 milyon tona çıkarmayı taahhüt etti. Hiçbir şey yapmazsam 1 milyar 175 milyon tonu bulacak diye de ekledi. Ortada seragazı emisyonlarını azaltacağım diyen bir ülke yok. İki buçuk değil iki katına çıkaracağım diyen bir Türkiye var. Bu zayıf hedef için Türkiye’nin mali yardıma ihtiyacı olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye, milli kömür kandırmacasından vazgeçip yüzünü güneşe dönse hem elektriği daha ucuza üretir hem de 929 milyon tonluk artış hedefinin çok daha altında kalır. Kömüre verilen teşvikleri kesmek bile bu hedef için yetebilir. Yapması gereken zaten kendisi için daha ekonomik ve çevreci seçeneğe yönelmek. Bunun için “üstüne para ver” denir mi?  

İklim fonundan para gelsin diyenler el kaldırsın
Mantık, ekonomi ve enerjideki gerçek bunu söylüyor. Bir de işin vicdani boyutu var. Yeşil İklim Fonu’nun amacı açık. Gelişen ülkelerin seragazı emisyonlarını azaltmaları veya sınırlamaları için gelişmiş ülkelerden gelen parayı özellikle iklim değişikliğinin etkileri karşısında korunmasız ülkelere aktarmak. Bu ülkelerin başında da Afrika ülkeleri, az gelişmiş ülkeler ve küçük ada devletlerinin geldiği yine açık açık yazılmış.

Şimdi soralım. Türkiye Pasifik’te sulara gömülecek küçük bir ada devleti mi? Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına yanlışlıkla sızmış bir az gelişmiş ülke mi? İstanbul ne zamandan beri Afrika kıtasında?

İklim adaleti ve enerji demokrasisinden bahsettiğimiz günlerde, Türkiye’nin mali yardım isteğine örtülü-açık destek vermenin, denizdeki mültecinin kafasını suya batırmaktan farklı olmadığını altını çizerek vurgulamalıyım. Ortada, Türkiye’yi gerçekten zorlayacak bir seragazı indirim hedefi bile yokken, açlık, kuraklık ve göçle boğuşanlara ayrılmış parayı Türkiye için istemeyi benim vicdanım kaldırmıyor. İklim hareketi içindeki tüm kuruluşlara açık bir çağrım var. Yeşil İklim Fonu’ndan Türkiye’ye para gelmeli diyenler varsa açık açık söylesin. Herkes bu konuda rengini belli etsin.  

Bizim kömürümüz bizim zehrimiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Kasım 2017

Asılırsan İngiliz sicimiyle asıl diye bir söz vardı. Onun yerine artık, “öleceksen yerli kömürünle öl” diyeceğiz. Enerji Bakanlığı’nın son sloganı, #BizimKömürümüzBizimEnerjimiz böyle söylüyor. Dünyaya inat, Enerji Bakanlığı’nın kömür inadı sürüyor.

AB üyesi sekiz ülke kömürden çıkma kararı aldı. Altı ülke şimdiden kömüre veda etti. Endonezya gibi kömür zengini bir ülke bile yeni kömür santralı yapmayacağını açıkladı. Hindistan ve Çin gibi dev ekonomiler bile enerjide rotalarını kömürden yenilenebilir enerjiye çevirirken, Türkiye’nin kömürdeki ısrarını inat ve çıkar ilişkilerinden başka bir gerekçeyle açıklamak açıkçası çok zor. Kömürü aklama kampanyasına kanmak isteyen kansın. Biz, ‘kara elmasın’ aslında ne olduğunu hatırlatalım.

Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 32’si kömürden sağlanıyor. Bu rakama kanıp gördüğünüz her kömüre, milli diye sarılmaya falan kalkmayın, o üretimin yarısından fazlası ithal kömürle yapılıyor. Toplam elektrik üretiminin yüzde 17,4’ü dünyanın dört bir yanından getirilen gayri millî kömürden… Hükümet milli enerji diye diye, nasıl yaptıysa, ithal kömürün 2009 yılında yüzde 6,6 olan payını sekiz yılda üçe katladı! Dudaklar milli enerjiye, kazmalar ithal kömüre çalıştı.  

Bizim kömürümüz dediğiniz kömüre yakından bakınca Kolombiya kömürü, Güney Afrika, ABD ve Rusya kömürü görüyorsunuz. Bizim enerjimiz diye sevinenlere, Bakanlık’ın süslü püslü videosunu paylaşanlara duyurulur. Doğalgaz alıp elektrik üretiyorduk, onun payı biraz azaldı yerini kömür aldı. Dışa bağımlılıkta artış sürüyor. Değişen bir şey yok, havanın daha fazla kirletilmesi, iklim krizinin daha şiddetlenmesi de cabası.

Bizim kömürümüz diye oyuncak ayı misali bağrınıza bastığınız o kara kuru parçaların termik santrallarda yakılması, Türkiye’de her yıl en az 2 bin 876 erken ölüme, yetişkinlerde 3 bin 823 civarında yeni kronik bronşit vakasına neden oluyor. Milli enerji kömür yüzünden yılda 637 bin 643 günlük iş kaybı yaşanıyor. Kömürün sağlık üzerindeki etkilerinin ekonomik maliyetinin yılda 2,9 ila 3,6 milyar avro arasında olduğu tahmin ediliyor[1].

Türkiye’deki 81 ilin sadece bir tanesinin (Çankırı) havası temiz. Hava kirliliğinin önemli göstergelerinden PM10 ortalaması, 80 ilde Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınır değerin üstünde[2]. Hava kirliliğinde milli diyerek sevdirilmeye çalışılan kömürün payı büyük. Doğru, bizim kömürümüz ama daha çok da bizim zehrimizdir bahsettiğiniz.

Kömür, petrol ve doğalgaz iklim değişikliğinin başlıca kaynakları. Bugün başımıza elma erik büyüklüğünde dolu yağıyorsa, evlerimiz sel altında kalıyorsa, kuraklık ürünleri dalında kurutuyor ve sıcak hava dalgaları yüzünden yaşlılarımız hastanelere taşınıyorsa bilin ki bunda kömürün payı çok büyük. Sizi hastanelik eden, borç içinde bırakan, yaşamı zehir den kömürü bizim deyip,  milli ilan edince sempati mi duyacaksınız? Onun yerine kullanabileceğimiz kimseye ait olmayan güneş gibi kaynaklar varken neden halka bu eziyeti çektirme niyetindesiniz? Bizim kömürümüz dediğiniz tüm ihalelerin altından çıkan Cengiz’in, Kolin’in ya da Kalyon’un kömürü olmasın sakın?

Soma’da 301 madencinin hayatını alan kömür kimin kömürü peki? Bizim değil mi? İki hafta önce Şırnak’ta milli kömür uğruna 7 kişi ölmedi mi? Afşin-Elbistan termik santralına kömür çıkarılan sahada meydana gelen göçüğün 11 kişiyi öldürdüğünü ne çabuk unuttunuz? 2011 Şubat ayıydı. Dokuz kişinin cesedi hala toprak altında ama milli kömürcülerin derdi o cesetleri değil, toprak altındaki kömürü çıkarmak. Kömürle gelen trajediyi anlatmaya göz yaşlarımız yetmez. Milli enerji daha ne kadar can alacak? Bizim kömürümüz diyenlerin, bizim insanımız, bizim doğamız demesi için daha kaç kişi ölmeli?

[1] Ödenmeyen Sağlık Faturası, Sağlık ve Çevre Birliği HEAL raporu.


[2] Hava Kirliliği Raporu 2016, Çevre Mühendisleri Odası.

Madencilik talanına ÇED desteği

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2017

2016 Maden ihracat rakamları (Kaynak:MTA)
Türkiye’nin doğasının talan edildiği artık tartışma götürmez bir gerçek. Bazen çılgın proje adıyla, bazen de yatırım sloganıyla, Türkiye’de girilmedik ova, kesilmedik ağaç, delinmedik dağ, el değmemiş koy kalmadı. Doğadaki varlıkların (kaynakların) bir sınırı var ama insanın hırsının yok.

27 Eylül’de Meclis Başkanlığı’na sunulan torba yasanın 54. maddesi Türkiye’de madencilik talanının hangi noktalara vardığını gösteren son örnek oldu. Torba yasa böyle geçerse, Maden Kanunu’nun 7. maddesinin 11. fıkrası değişecek ve bir madenle ilgili çevresel etki değerlendirme işlemleri üç aydan fazla sürerse o madenin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporu olumlu kabul edilecek. Bürokrasi işi yetiştiremezse veya “ağırdan alırsa” halkın o madenin zararlarını görebildiği, kısmen de olsa itiraz edebildiği ÇED raporu, kimsenin görüşüne başvurmadan onaylanacak. Haberlere bakılırsa Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki görüşmeler sırasında bazı AKP milletvekilleri de bu maddeye itiraz etmiş. Bakalım bu itirazlar maddenin yasalaşmasının önüne geçebilecek mi?

ÇED raporları gerçekleştirilmesi planlanan projelerin çevreye etkilerini belirleyen, olumsuz etkilerin önlenmesi ya da en aza indirilmesi için yapılacakları anlatan bir rapor. Asıl önemli olansa o raporun hazırlanış süreci. O süreçte halkın ve ilgili kurumların görüşü alınıyor. Madenciler formalitenin de ötesinde, bir komediye dönüşmüş bu toplantıların yapılmasını bile istemiyor.

Eskiden halkın katılımı toplantıları yapılmazsa, itirazlar yükselirse süreç durabiliyor ya da yavaşlıyordu. ÇED sürecinde yazılı olmasa da halkın projeyi reddetme hakkı kavga dövüş hayata geçiyordu. Aslında bu hakkın sürece dahil edilmesi gerek. TEMA Vakfı Avukatı Ömer Aykul, halkın ÇED sürecine katılımının yeterli olmadığını, ikna olmadıysa projeyi reddetme hakkının da olması gerektiğini söylüyor. Haklı. Maden açacağınız köyün sakinlerini bir odaya toplayıp projeyi anlatmakla iş bitmez. Onların da söz hakkı olmalı, itiraz ediyorlarsa maden açılmamalı. Demokrasiden, halkın katılımından bahsediyorsak bu iş böyle yapılır.

ÇED sürecinde bugün yaşananlar ise trajik. Madenciler özel güvenlik birimleriyle, halkın katılımı toplantısının yapıldığı toplantı salonlarına etten duvar örebiliyor. Çevreciler girmesin diye salonu adamlarıyla doldurabiliyor. Jandarma seyrediyor, Çevre Bakanlığı temsilcileri görmüyor! İnanmazsanız Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Süheyla Doğan’a sorun, size tek tek anlatsın neler çektiklerini.

ÇED bir formalite oldu ama anlaşılan madencilerin ona bile tahammülü yok. 1993-2016 yılları arasında Çevre Bakanlığı’na gelen projelerin 4 bin 457 tanesine ÇED olumlu kararı verilmiş. Olumsuz yanıt alan proje sayısı ise 46. ÇED raporu istenen büyük projelerin sadece yüzde 1’i olumsuz yanıt almış. Bu tabloya bakarsanız her şey güllük gülistanlık. Sokağa çıkıyorsunuz her yerde doğa talanı.

Görünen o ki, Artvin Cerattepe’deki madenle ilgili yaşananlar madencileri öylesine yüreklendirmiş olmalı ki, torba yasaya madenleri halkın denetiminden kaçırmayı amaçlayan bu maddeyi koydurmayı bile başarmışlar. Nedir bu madenciliğin ülkeye katkısı diye bakıyorsunuz elde var bir yüzde 1,3. Madenciliğin Gayri Safi Yurt İçi Hasıla içindeki payı bu. 2003’te bu oran yüzde 1. Yurt içi hasıla arttığı için rakam büyüse de madenciliğin oransal katkısı neredeyse aynı.

Değişen rakam başka bir yerde. 2003 yılında Türkiye 742 milyon dolar değerinde maden ihraç ediyormuş. 2013’te 4 milyar 870 milyon dolara çıkmış. İhracatın yarısına yakınını da doğal taşlar oluşturuyor. Dağları yiyip bitiren taş ocaklarının nereye gittiğini görüyorsunuz. Türkiye’de doğayı, insan haklarını hiçe sayarak çıkarılan madenler, Çin, ABD ve Suudi Arabistan başta olmak üzere yurt dışına satılmış. Halkı etkisiz hale getirerek büyüyen neo-liberal politikaların yeni yüzü neo-madencilik Türkiye’de de artık iyice görünür hale geldi.

Danıştay’ın yaz saati pasını hükümet ıskaladı

Özgür Gürbüz-BirGün / 2 Ekim 2017

Dünyada bildiğiniz gibi dört mevsim var ama bizde beş. Yaz saati uygulamasında ısrar ederek yarattığımız beşinci mevsimin adı ‘zombi mevsimi’. Sabahın köründe yola düşen memurdan, okulun kapısını bulmaya çalışan çocuğa kadar ülkedeki herkesi zombiye çeviren ‘kalıcı yaz saati’ uygulaması sayesinde yeni bir mevsimimiz oldu. Halk arasında ‘çapak mevsimi’ diye de geçiyor. Malum, yollar gözleri çapaklı insanlarla doluyor.

Bir yıl önce, elektrik tasarrufu yapacağız diye kalıcı hale getirilen yaz saati uygulaması gerçekten tasarruf ettiriyor mu? Bu sorunun yanıtını geçen yıl Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) vermişti. EMO, 30 Ekim 2016’dan sonra kalıcı hale getirilen uygulamanın daha fazla elektrik tüketilmesine yol açtığını ay ay yaptığı karşılaştırmayla ortaya koymuştu. Yaz saati uygulamasının kalıcı hale getirildiği kış aylarında toplamda 7 milyar kilovatsaat fazla tüketim yapıldı.

Türkiye’de elektrik talebinin hemen hemen her yıl arttığını düşünürsek, bu artışın sadece yaz saatinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını anlamak için günlük elektrik tüketim verilerine yakından bakalım. Yaz saati uygulamasının kalıcılaştırıldığı tarihten (30 Ekim 2016) önceki iki günün tüketim verileriyle hemen ardından gelen iki günün verilerini karşılaştıralım. Karşılaştırılan günlerde hava sıcaklığının aynı olması da önemli. Böylece, ısınma amaçlı kullanılan elektrik tüketimi karşılaştırmayı çok fazla etkilemez. Elektrik tüketiminin çok olduğu Batı bölgesinin iki merkezindeki sıcaklıkların aynı olduğu günleri seçmem bu yüzden. Sonuçlar aşağıdaki tabloda.

Büyütmek için tabloya tıklayınız.
Görüldüğü gibi, 26 Ekim 2016 tarihinde sabah 8’de 31 bin 306 megavatsaat elektrik harcayan Türkiye, bir hafta sonra, yaz saatinin kalıcı hale getirilmesiyle aynı saatte 33 bin 244 megavatsaat elektrik tüketmiş. Tüketim bir günde 2 bin megavatsaat (2 milyon kilovatsaat) artmış. Hava koşulları aynı. Bir haftada ne oldu da elektrik tüketimi bu kadar arttı. Sanayi devrimi mi yaptık? Konutlarda yeni bir elektrikli alet mi kullanılmaya başlandı? Resmi daireler de bilgisayar sayısı mı arttı? Bunların hiçbirinin olmadığını biliyoruz. Yaz saati uygulaması nedeniyle karanlıkta kalkan birçok kişi daha çok elektrik kullandı, güneş doğmadığı için soğuk kalan evlerini belki de çabucak ısıtmak için elektrikli sobaların düğmesine bastı.

Bu dahiyane fikir ilk ortaya atıldığından beri söylüyoruz. Yaz saatini kalıcı hale getirmenin amacı tasarruf etmek değil. Elektrik tüketimi hükümetin istediği gibi artmadı (Aslında hükümetin buna sevinmesi gerek ancak Türkiye’de ekonomi, verimlilik üzerine değil tüketim üzerine kurulu). Türkiye’de bir santral bolluğu var, onlarca enerji santralının yapımı ise sürüyor. 80 bin megavatı geçen kurulu güce sahip Türkiye’de tüketim rekorunun kırıldığı günde 47 bin megavatlık puant talep oluşuyor. Bunun bir numaralı nedeni de klimalar. Hal böyle olunca, elektrik tüketimini artıracak her türlü çılgın fikir (yaz saatinin tüm yıla yayılması gibi) kabul görüyor. Yoksa piyasadaki elektrik fiyatının 2,5 katı fazlasına satış yapacak nükleer santrallar nasıl kurulacak? Talep artmalı, elektrik fiyatları yükselmeli ki, o nükleer santrallardan satılacak elektrikten edeceğimiz zarar bir nebze olsa da azalsın. Durum bu. İTÜ rapor hazırlamış falan hikaye. Sahi, İTÜ’nün raporunu gören var mı?

Yaz saatinin kalıcı olmasına itiraz etmeyen yok gibi ancak geçen hafta Danıştay’ın aldığı karar işin bir başka boyutuna da dikkat çekti. Danıştay, Bakanlar Kurulu’nun böyle bir düzenleme yapmaya yetkisi yok, bu konuda kanun gerekir diye uygulamanın yürütmesini durdurdu. Hükümet ise bu pası alamadı. “Danıştay’ın itirazı var normale dönüyoruz” diyeceklerine, yasal düzenleme yapacağız” diyorlar.

Bu işten sadece sabahları zombiye dönenler şikayet ediyor sanmayın; sanayici de memnun değil. Ege Hazırgiyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Emre Kızılgüneşler, Avrupa ile saat farkının açılmasından, sabahları yaşanan verim kaybından şikayetçi. Kızılgüneşler, “Hazır giyim sektörünün yıllık 17 milyar dolarlık ihracatının yüzde 72-73’ü Avrupa’ya yapılıyor. Türkiye’yi Euro bölgesinden uzaklaştıracak her türlü adımın ticaretimize olumsuz yansıdığını deneyimlerimizle biliyoruz” diyor.

Son söz: Ülkede ekonomiden demokrasiye her alanda mevsim kış, bir tek saatimiz yaz.

BirGün’de bu konuda iki yazı yazmıştık; hatırlatalım:
“Bu saat işinden kim karlı çıktı” - http://bit.ly/2wr0fcl 
“Yaz saati değil siesta”-  http://bit.ly/2kdtgXx