Yeraltı demokrasisi

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Mart 2013

Başbakan Erdoğan ile oğlu Bilal arasında geçen konuşmaların sızdırılmasının üzerinden gün geçmeden yeni ses kayıtları yayınlandı. Hükümete yakın iş adamlarının pazarlıkları, Bilal Erdoğan’ın yeni maceraları, villalar, arsalar ve yeni havuz problemleriyle karşı karşıya kaldık. Ne bu yöntemleri onaylayabilir, ne de kayıtlar üzerinden politika yapabiliriz. Doğrunun, hukuki zeminde ortaya çıkması için mücadele etmekten başka şansımız yok. Bu kayıtların, kirli alışverişin, iğrenç pazarlıkların bağımsız organlarca araştırılmasında ısrarcı olmalıyız. Tabi ki olan biteni görüyoruz ama kamu vicdanında yargılama yetmez, Yüce Divan için ısrarcı olmalıyız.

Hükümet şunu bilmeli, araştırmıyorsan, yargılamaya, şeffaflığa izin vermiyorsan suçu kabul etmiş sayılırsın. Montaj diyerek, dublaj diyerek patinajı önleyemezsin. Ses kayıtlarından bir tanesi bile doğruysa hükümetin derhal kendisini ‘sıfırlaması’ gerekir. Bu ‘bir’ sayısına da, Erdoğan’ın Habertürk’e telefon ettiğini kabul etmesiyle çoktan ulaştık. Demokrasinin gereği budur ama ne demokrasimiz demokrasi, ne de gittiğimiz yol doğru yol. Bunu açıkça söylemeliyiz. Şahit olduğumuz durum politikanın dibe vurduğunu, ‘ileri demokrasi’ denen ucubenin yerini bir ‘yeraltı demokrasisine’ bıraktığını gösteriyor.

Peki, bu yeraltı demokrasisini kim yarattı? Bir bakanın, başbakanın yolsuzluk yaptığına dair iddiaların halk tarafından tartışılabilmesi, duyulabilmesi için gizli kayıtlara ihtiyaç duyulan bu ortamı kim yarattı? Dürüst olalım ve büyük harflerle suçlunun adını yazalım: Adalet ve Kalkınma Partisi.

Gazeteci istediği soruyu soramaz, istediği gibi yazamazsa…
Medya patronları hükümetle ilişkileri uğruna haberleri, yazıları sansürlerse…
Başbakan ve iktidarın temsilcileri, TV kanallarında bile muhalefetin karşısına çıkmazsa…
İktidar medyanın nasıl ve hangi haberi yapacağına karar verirse…
Üniversitelerde muhalif sesler bastırılır, sadece iktidar yanlısı görüşlere yer verilirse…
Devletin tek bir dini, mezhebi, etnik kimliği olursa, diğerleri ötekileştirilirse…
İnsanların özel hayatı devletçe denetlenmeye çalışılırsa…
Okullarda eğitim vermek yerine, iktidarın istekleri doğrultusunda beyinler yıkanırsa…
Meclis, bir kesimin ticari ve ideolojik faaliyetlerine onay veren bir organ haline getirilse…
Sendikalar tasfiye edilir, demokratik hakkı için sokağa çıkanlar öldürülür, gaza boğulursa…
Yargı tek elden yönetilir, iktidara karşı olanları cezalandırma kurumuna dönüştürülürse…
Kamunun denetimini yapan Sayıştay gibi kurumlar/mekanizmalar devreden çıkarılırsa…

O ülkeye ‘yeraltı demokrasisi’ hakim olur. Çünkü böyle bir ortamda demokrasinin mekanizmaları işlemez. Doğru söyleyenlerin sesi duyulmaz, hukuk haklıyı savunamaz. Halk, 2+2=4 deseniz size inanmaz. Medya 5 der, ona inanır. Olmadı; montaj, dublaj der. O da olmadı sabotaj diye bağırır. Çare yer altına iner. Kaset çıkar, sesler kayıt edilir ve filmler çekilir.

Demokrasinin ilerisi gerisi olmaz. Demokrasi trenini çıkarları uğruna raydan çıkaran AKP, yeraltının tüm kötülüklerini bu ülkeye davet etti. Özgürlüğü de, denetimi de, adaleti de yer altına taşıdı. Baskı ve şiddeti o kadar arttırmıştı ki, halk umudunu bile yerin altına gömmek zorunda kaldı. Şimdi o umut yer altından beslenerek filizleniyor. Umut çiçeğinin köklerini bile pisliğe bulaştırdılar. Bize düşen hem o çiçeği kurtarmak hem de köklerini temizlemek. 

Küresel ısınmanın tapesi yok mu

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Şubat 2014

Şubat ayı başında Slovenya’yı buz fırtınası vurdu. Ülkenin 1 milyon 180 bin hektarlık orman alanının yarıya yakını zarar gördü. Ağaçlar buz tuttu, elektrik hatları, demiryolları, karayolları ve otomobiller hasar gördü. Fotoğraflarda buz tabakasıyla kaplanmış evler ve ağaçlar var. Geçen hafta ormanlarda meydana gelen zararın 194 milyon; elektrik hatları ve altyapı hizmetleri hasarınınsa 120 milyon avro olduğu açıklandı.

Aynı tarihlerde İngiltere tarihinin en yağışlı kışını yaşadı. Sel baskınları neredeyse tüm ülkeyi etkiledi. Avustralya ise en sıcak yazını. 46 dereceyi bulan sıcaklıklar, kırsalda ardı ardına çıkan yangınlar başta tarımı ve hayvancılığı etkiliyor. 1951 ile 1960 arasında Avustralya’da yılda sıcak hava dalgası görülen gün sayısı ortalama 2,6 iken, 2001-2010 arasında bu rakam 5,8 güne çıktı; iki kattan fazla arttı.

ABD'nin Kaliforniya eyaleti de tarihinin en kurak kışını geçiriyor. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar zor durumda, eyalette acil durum ilan edildi ve herkesten su tasarrufu yapması istendi. Bir de kuraklık kaynaklı su kirliliği sorunu ortaya çıktı. Suların azalmasıyla, yer altı sularındaki kirletici maddelerin yoğunluğu artıyor ve kullananların sağlığını tehdit ediyor.

Japonya’yı kar fırtınası esir aldı. Ülkenin ortasındaki Yamanaşi eyaleti, bölgede son 100 yılın en yoğun kar yağışına şahit oldu. 23 kişi öldü. Bazıları mahsur kaldıkları arabalarında ısınmaya çalışırken karbonmonoksit gazıyla zehirlendi.

Kış Olimpiyatları’na katılmış 100’den fazla sporcu, hükümetleri kömür, petrol ve doğalgaz kullanımıyla ortaya çıkan seragazı emisyonlarını azaltmak için daha fazla gayret göstermeye çağırdı. Böyle giderse 2050 yılında, geçmişte Kış Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmış 19 kentten sadece 11’i benzeri bir organizasyona ev sahipliği yapabilecek kadar soğuk olacak. 2100’de ise sadece altısı.

Türkiye de kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya. Yağmur yok, kar yok. Barajlarda sular azaldı. Orman ve Su İşleri Bakanlığı bu tür yağışsız dönemin her 10-15 yılda bir yaşanan kurak periyodlardan biri olduğunu söylüyor. Hatırlıyorum, 2007 yılındaki susuz günlerde de aynı şeyler söylenmişti. Ne çabuk geçiyormuş şu 10-15 yıl? Sorun şu; yetkililer küresel iklim değişikliğinin adını ağızlarına almaktan bile korkuyor. Yokmuş gibi yapıyorlar çünkü onu durdurmak için hiçbir şey yapmıyorlar. Akademisyenlerin ve politikacıların bazıları, fosil yakıt lobilerinin hurafelerini derslerinde ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Buzul çağı, dinozorlar ve bakanlığın yaptığı gibi kuraklık periyodlarından bahsediyorlar. Kuraklık periyodlarına insanların katkısı olmuş mudur diye sormuyorlar. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin, “Bu işin sorumlusu en az yüzde 95 olasılıkla insan” dediğinden haberleri yok. Neden haberleri var ki?
  • Milyonlarca yılda meydana gelen iklim değişikliğiyle son 100 yıl içerisindeki değişikliği karşılaştırdıklarının,
  • Dünyanın en sıcak 10 yılının 2000-2009 yılları arasında yaşandığının,
  • Dünyanın en sıcak 14 yılının son 16 yılda gerçekleştiğinin,
  • 2100 yılına geldiğimizde okyanuslardaki asitlenmenin son 20 milyon yıldan daha fazla olabileceğinin farkında değiller.
Kimileri de ‘milli komplolarla’ sorunu saklama peşinde. “Çin küresel emisyonların yüzde 19’undan, ABD yüzde 18’inden, Türkiye ise yüzde 1’inden sorumlu. Çin ve ABD kirletiyor bize bir şey yapmak düşmez” diyorlar. İyi de, kimse sana Çin’in atmosfere bıraktığı emisyonları azalt demiyor. “Sen yüzde 1’lik payını azalt, kapının önünü süpür, onlar da süpürsün” diyor.

Tapeler, bideler, inşaat şirketi patronlarının havuz problemleri ve internet sansürü derken başımızı kaldırıp etrafımıza bakamaz olduk. Dünyada neler oluyor farkında değiliz, aslında bizim dünyalı olduğumuz bile şüpheli. Kendi halimizde takılıyoruz işte. Biz efsunluyuz, cümle alemin doğru dediğine eğri demesini biliriz. Komplo teorilerini bilimden çok severiz. Petrol, doğalgaz ve kömürü dışarıdan alıp cari açıktan şikayet etmeye bayılırız ama az kullan, dünyayı kurtar diyenlere kızarız. Küresel ısınmanın ses kaydı çıksa da inansak. Halimiz yaman.

Türkiye’nin çevre karnesi bisiklet aldırmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Şubat 2014
Twitter.com/ozzgurbuz

Yale Üniversitesi’nin hazırladığı 2014 Dünya Çevre Performansı Endeksi’nde (Dizin) Türkiye 178 ülke arasında 66. oldu. 2012 yılındaki dizinde Türkiye 132 ülke arasında 109. sırada yer almıştı. Rakamlara aldanıp Türkiye’nin çevre alanında iki yılda çağ atladığını düşünmeyin. Dizinin hazırlanışında ve puanlamada bazı değişiklikler yapılmış, yeni kıstaslar eklenmiş. Değerlendirilen ülke sayısı da artmış. Yale Üniversitesi de yaptığı açıklamada, dizinler arası karşılaştırma yapılmamasını salık veriyor. Öyle yapalım. Sadece 2014 notlarına bakıp nerede iyi, nerede kötü olduğumuzu anlayalım.

Dizin, tarımdan, iklime dokuz ana kıstasın değerlendirilmesiyle oluşturuluyor. Türkiye’nin ortalamada 100 üzerinden aldığı not 54,91. İsviçre’nin başını çektiği dünya sıralamasında Türkiye 66. sırada. Arnavutluk’un hemen önündeyiz ancak Mısır, Ürdün, Jamaika, Küba, Tunus, Ermenistan ve Belarus önümüzde. Avrupa Birliği’nde geride bıraktığımız tek ülke ise Romanya.

Hava kirliliği alarm veriyor
En iyi notumuzu hava kirliliğinden almış gözüksek de detaylara bakınca ‘iyi’ değil, ‘geçer’ not aldığımız ortaya çıkıyor. Birçok ülkede ısınma ve yemek için evlerde yakılan odun, tezek gibi yakıtlar ciddi sağlık sorunlarına yol açıyor. İyi not almamızı evlerdeki havanın temiz olmasına borçluyuz. Dışarıdaki havada zararlı parçacık oranını gösteren PM 2,5 verilerinde Türkiye 178 ülke arasında 133. sırada. Evin içinde duman yok ama sokakta hava kirli. Doğu Avrupa ve Orta Asya grubunda değerlendirmeye tabi tutulan Türkiye’nin bu gruplardaki ülkelere göre durumu kötü. Son 10 yılda sorunun arttığı görülüyor.

İkinci en iyi notumuzu da ‘Su ve Hıfzıssıhha’ başlığından almışız. Temiz suya erişimden 100 üzerinden 94 alan Türkiye bu sayede notunu yükseltmiş fakat iş Gayri Safi Hasıla ve bulunduğu bölgedeki diğer ülkeler üzerinden karşılaştırmaya gelince yine geride kalmış. Dizin tüm dünyaya baktığı için sizi yanıltmasın. ‘Az gelişmiş’ denen ülkelere göre çok ileride olduğumuz ortada ama Avrupa Birliği ve bölge ülkelerle karşılaştırıldığında durumumuz parlak değil.

Koruma notumuz zayıf
Kötü notları da konuşalım. En kötü iki not ‘Balıkçılık’ ile ‘Biyoçeşitlilik ve Habitat’ başlıklarından. Balıkçılık konusunda 100 üzerinden 21,9 alıp 70. olmuşuz. Bu kadar düşük nota rağmen son sıralarda olmadığımıza göre dünyada da durum pek parlak değil. Biyoçeşitliliği korumada ise 32 puanla 133. sıradayız. Başka bir deyişle, ‘koruma altındaki alanları koruma konusunda’ dibe yakınız. 178 ülke arasında 151. olmayı başarmışız. Tarımsal destekler konusunda da 144. ülkeyiz. Çevrecilerin neden sokağa döküldüğü ortada.

Kısaca özetlersek, arıtma sistemleri, suya ve elektriğe erişim gibi konularda karnede iyileşmeler görülüyor. Bunun başlıca nedeni insanların kırdan kente taşınması. Apartmanlara girdiğinizde suya erişiyor, ısıtma sistemlerinizi değiştiriyorsunuz. Arıtma sistemlerinin sayısı artıyor, hastanelere erişim kolaylaşıyor ama beraberinde hava kirliliği, çevre tahribatı artıyor. Türkiye’nin koruma altındaki alanları da tehlikede. Doğal ve kültürel sit alanları yapılaşmaya açılıyor. Antalya’nın Phaselis kenti, Urla’daki villalar, Polonezköy, Olimpos, Çıralı ve daha nice koruma alanı tehlikede. Performans dizinindeki not da kaygıları doğruluyor. Hükümetin doğal alanları koruma, hava kirliliği gibi konulardaki başarısızlığı da 10 yıllık eğilimlere bakınca görülüyor. Otoyol kenarına ağaç dikmekle bu iş olmuyor.

Yeşil BirGün
Çevre/ekoloji haberleri uzun zamandır BirGün’ün en çok önem verdiği konular arasında. Yeşil BirGün sayfasıyla bu haberleri takip etmek daha da kolaylaştı. İnternet sayfasına da Yeşil BirGün başlığı eklenirse tam olacak. Emeği geçenlere teşekkür etmeli.

Akdeniz elden gidiyor


Özgür Gürbüz-BirGün/9 Şubat 2014

Bu defa onların anladığı dilden yazacağım. Paradan bahsedeceğim. Manipüle etmeden, fıskiye kırmadan anlatacağım.

Türkiye’nin turizm gelirleri 2013 yılında 32 milyar doları geçti. Otomotiv sektörünün 2013’te yaptığı ihracat miktarı ise 21 milyar dolar. Turizmin istihdama katkısını kıyaslamıyorum bile.

Turistlerin çoğu Akdeniz’e geliyor. Ülkeye giren 39 milyon turistin yarısının bu bölgede tatil yaptığı tahmin ediliyor, 11 milyondan fazlası doğrudan Antalya’ya uçuyor. Yerli turist de cabası. Peki, siz ne yapıyorsunuz? Antalya’ya 300 km öteye bir nükleer santral kurmaya çalışıyorsunuz. İtirazlar ayyuka çıkana kadar, nükleer santralin kaçak inşa edilmesine bile ses çıkarmadınız. Yapılmak istenen tavuk kümesi değil, nükleer santral. Denetim yok, hukuk yok. Ayıptır söylemesi konuyu bilen de yok. Manisa’da uranyum çıkartılıp daha sonra kaderine terk edilen maden ocaklarında sınır değerlerin 140 katı radyasyon tespit ediliyor, hükümet oralı değil. Gaziemir’de tonlarca radyoaktif atık gömülü, halkı korumak için alınan tek önlem radyasyonlu alana tel örgü çekmek. Havadaki, topraktaki radyasyonu tel örgüyle hapseden ilk ülkeyiz. Dünya tarihine adını, çayından, hurdasından nükleer atık çıkan ülke diye yazdırmışsın. Akdeniz’e nükleer santral kurarsan bu turizmi etkilemez mi sanıyorsun?

Çok değil, bundan üç yıl önce Türkiye’ye nükleer santral satmak isteyen firmalar ve onların ‘gönüllü’ halkla ilişkiler ekibinin ellerinde bir fotoğraf vardı. Nükleer santralin yanında denize giren insanların fotoğrafı. O fotoğrafları gösterenlere bir teklifim var. Hadi, bu yaz Fukuşima’ya gidip santralin yanında denize girenleri gözlerimizle görelim. Balıkçıları, tıklım tıklım plajları seyredelim. Mayonuzu da yanınızda getirmeyi unutmayın, Fukuşima’nın bol trityumlu sularında serinlemeden olmaz. Akşama da sezyumu bol balıklardan yeriz.    

İş sadece nükleerle bitmiyor. Adana-Mersin arasını termik santrallere yem edecek planlar var. Halihazırda Yumurtalık bölgesi kömür ve petrole boğulmuş durumda. Yapılaşmadan nasibini almamış tarihi ören yerleriyle, kalan birkaç kumsal da talana hazırlanıyor. Phaselis (Faselis) antik kenti yakınına otel yapılmak isteniyor. Beş yıldızsız, otelsiz bir turizm modelinin en güzel örneği Olimpos’a geçen yıl yapılan taarruz geri püskürtüldü ama tehlike sürüyor. Antalya ve civarında betona tutsak olmamış yüzlerce dönüm arazi 2B adı altında satışa çıkarıldı. Çığlıkara’da taş ocağı, Ahmetler’de HES turistlerin görmek için geldiği doğal güzellikleri tehdit ediyor. Beydağları Sahil Milli Parkı Bakanlar Kurulu kararıyla milli park statüsünden çıkarıldı; kamptı, oteldi derken orası da talan edilecek.

Olsun, biz turistleri beş yıldızlı otellerle kandırırız sanmayın. Yakında ormansızlıktan hava, plansız yapılaşmadan denizler kirlenmeye başlayacak. Rehberler, turistleri eski çağlardan kalan harabelere değil, süpermarket depolarına, barajların su toplama havzalarına götürecek. “Burası İzmir Kemalpaşa” diyecekler. “Bu deterjan deposunun altında 1500 yıllık mozaikler yatıyor”. “Burası Hasankeyf” diyecekler. “10 bin yıllık tarihimize bir şey olmasın diye su altında bıraktık”. “Ve burası Allionai. İki bin yıllık bu sağlık merkezini sulama barajı yapmak için yerin altına gömdük” diye anlatacaklar. Beş yıldızlı betonlarınızı beş kuruşa pazarlayamayacaksınız. Türkiye’nin en büyük gelir kapısı kapanacak. Dağları, ovaları verdiğiniz, suları zehirlettiğiniz maden sektörünün ihracatı 5 milyar dolar. O ovalara, dağlara çadır kampı kursanız, ekolojik tarım yapsanız aynı parayı kazanırsınız. Dünya kirleniyor, temiz hava, toprak ve su dünyanın en pahalı ürünleri olacak. Çıkardığınız altınları üst üste yığsanız satın alamayacaksınız. Turistlerin bu ülkeye Başbakan’ın hologramını izlemeye geldiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz.