Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Zeytin ve ötesi

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Haziran 2017

Geçen hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne kısaca “Üretim Reform Paketi” denilen bir kanun tasarısı getirildi. 76 maddelik tasarı yasalaşsaydı ülkede beton üretimi artacak ancak hayatta kalmamızı sağlayan neredeyse her şeyin üretimi azalacaktı. Halk tepki gösterdi, telefonla, eposta ve faksla milletvekillerine özellikle de hükümet temsilcilerine tepkilerini dile getirdi. Sosyal medyada hemen hemen her gün zeytinlikler konuşuldu. Biraz cesareti ve vicdanı olan zeytin üreticisi de Ankara’nın yolunu tuttu. Tasarı baskılar sonucunda Meclis Genel Kurulu’ndan geri çekildi ama tehlike geçmedi. Tasarı ilgili komisyonda tekrar görüşülecek. Bu hafta yeniden Meclis Genel Kurulu’na gelebilir.

Tasarıda öyle maddeler var ki, yıllardır korunmaya çalışılan zeytinlikler, meralar ve kıyılar bir çırpıda yapılaşmaya, sanayiye açılabilir.

Zeytinciliğin Islahı Kanunu’ndaki 20. madde zeytinlik alanların 3 km yakınına zeytinyağı fabrikası dışında kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis kurulmasını yasaklıyor. Yapılmak istenen değişiklikle, kamu yararı kararı alarak, bu alanlara istenilen sanayi tesisinin yapılmasının önü açılıyor. Kestiğin zeytin ağacının iki katını başka yere dik ya da ağaç başına 200 TL öde yeter. Yeni Türkiye’de bunun adı ‘üretim reformu’ oluyor.

Et ithal eden Türkiye’de, elde avuçta kalan meraları korumaya çalışan Mera Kanunu’nun 14. maddesi de değiştirilmek isteniyor. Değiştirirlerse, istedikleri meraları jet hızıyla organize sanayi, endüstri ve teknoloji geliştirme bölgesi ilan edebilecek ve sanayi tesisi kurabilecekler. Verdikleri zararın karşısında ‘ot bedeli’ bile ödemeyecekler. Yeni Türkiye’de buna da ‘üretim reformu’ diyorlar.    

Meralar ve zeytinlikler yetmedi mi? Tasarıda ona da çözüm düşünülmüş. İstedikleri yerde denizi doldurup üstüne tesis yapabilecek, kıyıları da çimentodan, termik santrala istedikleri sanayi tesisiyle donatabilecekler. Muhalefet bas bas “böyle iş olmaz” diye bağırıyor onlara sözüm yok ama merak ediyorum. Şu iktidar partisinin içinde, “Koskoca ülkede sanayi tesisi kuracak alan mı kalmadı? Neden ülkenin üretimine, tarımına ve turizmine hizmet eden bu alanları talan edecek böyle bir tasarıda ısrar ediyoruz” diye soracak bir yürekli milletvekili dahi yok mu? Vallahi, böylesi eski Türkiye’de hiç olmadı.

İşin insanı çıldırtacak bir başka tarafı da tasarının görüşüldüğü komisyonlar. Meclis’e çıktığı komisyon Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu, tali komisyonlar ise Milli Eğitim ile Plan ve Bütçe. Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’na, Çevre Komisyonu’na neden uğramıyor bu tasarı? Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın kendisi nerede? Neden ortaya çıkıp zeytinlikleri, meraları savunmuyor? Zeytinliklere, meralara, kıyılara sanayi ve enerji bakanlıkları mı bakıyor bu ülkede?

Dünyada neredeyse sadece Akdeniz’de yetişen, sağlıklı sofraların temel taşı zeytinden bahsediyoruz. Üç tarafı denizle çevrili, Avrupa’da turizmin göz bebeği olabilecek Türkiye’nin güzel kıyılarından bahsediyoruz. Anadolu’nun farklı jeolojik ve iklimsel özelikleri nedeniyle zengin bir biyoçeşitliliğe, tarımda kendi kendine yetebilme kapasitesine sahip bir ülkeden bahsediyoruz. Tüm bunların üretim zenginliği ve önemli bir ekonomik avantaj olduğunun farkında değil misiniz? Dünyada gıda güvenliğine, temiz sulara, bu değişikliklerle önünü açmayı düşündüğünüz madenlerden daha fazla önem verildiğini artık görün. Altın takmasanız da olur ama zeytin, peynir, süt, sebze ve meyve olmadan nasıl yaşayacaksınız? Kömür yiyip, madenlerden gelen atık suyu içen insan yaptılar da benim mi haberim yok?

Çimentoyu herkes üretebilir, Artvin’in, Rize’nin yeşilini, Akdeniz’in mavisini, Ege’nin zeytinliklerini başka bir ülke yapabilir mi? Yapamaz. O halde bu hafta vekillerinizi, özellikle de iktidar partisinin üyelerini arayın, eposta atın, faks çekin, sosyal medyadan yazın. Komisyona geri çekilen tasarı tamamen geri çekilsin. Ya da içinden zeytinlikleri, kıyıları ve meraları yok eden maddeler çıkarılsın. Bizden sonra bu ülkede yaşayacaklara bir şey kalsın.

Yeni Çeltek ve 220 işçi

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Nisan 2016

Yeni Çeltek, genelde 1980’deki işçi direnişi ve 1990 yılında 68 işçinin öldüğü grizu patlamasıyla hatırlanır. Amasya sınırlarındaki bu kömür madeni geçen hafta işçilerin açlık greviyle tekrar gündeme geldi. Madeni işleten, Soma Holding’e ait Gürmin Enerji’nin ocağı kapatıp işçileri Soma’da çalıştırmak istemesi üzerine 220 işçi yerin 1200 metre altında açlık grevine başlamıştı. Grev 10. gününde Enerji ve Çalışma bakanlıklardan gelen heyetlerin sorunların çözümü için verdiği sözler neticesinde sona erdirildi. İşçilerin isteği madenin açık kalması ve Soma’ya göç ettirilmemek.

İşçiler mücadelede bir adım öne geçti ama iş bu noktaya nasıl geldi biz onu konuşalım. Amasya Suluova’daki Yeni Çeltek kömür madeni, Soma’da 301 madencinin öldüğü kazadan tanıdığımız Soma Holding’in bir şirketine ait; Gürmin Enerji’ye. Soma Holding’in ilgisi madendeki kömürle sınırlı değil. Şirket, tarım ve hayvancılığın hakim olduğu bu topraklara kömür santralı da kurmak istiyor. Yöre halkı ise bu karara karşı çıkıyor. Merzifon’da MERÇEP adında bir çevre platformu kuruldu. Merzifon Belediyesi projeye karşı olduğunu açıkladı. Diğer ilçe ve köylerde de benzer sesler çoğalıyor. Duyarlı insanlar bu projeye karşı paneller, yürüyüşler düzenliyor. EPDK ise Cumhuriyet tarihinin en feci maden kazasının olduğu madeni işleten firmaya kömür santralı için ön lisans verdi. Ön lisansın süresi 2017 sonunda bitiyor. Soma Holding’in Yeni Çeltek’teki madeni kapatmasının birçok nedeni olabilir. Şirketin termik santrale karşı çıkanları sindirmek amacıyla, “termik yoksa madeni de kapatırız” diyerek gözdağı verme olasılığı ilk akla gelenler arasında.

Yeni Çeltek maden ocağının kapatılmak istenmesi dünyanın en büyük kömür şirketlerinden Peabody Enerji’nin iflas haberiyle birlikte geldi. Kömür talebinin azaldığı bir dönemdeyiz. Türkiye elektrik piyasasında arz fazlalığı da cabası ancak kömüre teşvik söylentileri firmaların iştahını kabartacak cinsten. Böylesine garip bir ülkedeyiz.

Açık konuşalım. Yeni Çeltek kömür madeninin yeniden açılmasını sorunun çözümü gibi görmek yanılgı olur. Çocukluğumdan beri felaket haberleriyle, korkuyla anılan, işçilerin ocağa dualarla uğurlandığı bu madenin kapanması aslında işin doğrusu. Soma Holding istediği için değil, kömür iklim değişikliğine yol açtığı için, hava kirliliğiyle insan sağlığını riske attığı için ve eğer oraya bir kömürlü termik santral kurulursa bölgedeki tarımsal üretimi etkileyeceği için. Buraya kadar eminim hepimiz aynı fikirdeyiz. Peki, ya işçiler? 220 işçinin bakmak zorunda olduğu aileleri var ve işlerini kaybetmek istemiyorlar. Yoksa kim yerin 1000 metre altında çalışmak ister, Türkiye gibi işçilerin hayatının hiçe sayıldığı, can güvenliği isteyen işçilere tekme atıldığı bir ülkede kim mecbur kalmadıkça bir kömür madeninde çalışmak ister? İster işçi, ister çiftçi, ister orada yaşayan biri olun, sorunun kaynağı belli: Kömür. Eksik olan ise çözüm önerisi.

Termik santral yapılmak istenen bölgede hayvancılık ve tarım yaygın. Tarımda da şeker pancarı öne çıkıyor. Pancar şeker eldesi için Amasya Şeker Fabrikası’na gönderilirken küspesi de hayvan yemi için ayrılıyor. Amasya Şeker’in pancardan biyoetanol yapımında da kullanılan etil alkol üretebildiğini biliyoruz. Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, örneğin ABD’deki Worcester Politeknik Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırma, şeker pancarının mısıra göre biyoyakıt üretiminde daha uygun bir seçenek olabileceğini gösteriyor. Bu konuda çalışmalar yürütülse, tarımı etkilemeyecek küçüklükte bir tesisle madendeki işçilerin bir bölümüne istihdam sağlamak mümkün olabilir. Yine aynı şekilde hayvan dışkılarını biyogaza çevirecek bir başka tesis, yeni bir iş kapısı ve enerji üretim kaynağı olabilir. İki küçük tesis ve beraberinde ortaya çıkacak istihdam fırsatları 220 işçiye daha güvenli, sağlıklı bir iş bulmaya yetebilir. Hem de Türkiye’ye yeni bir fikir, gelişme fırsatı sunabilir.

Mesele enerji sorununu çözmekse, bölgedeki altyapı, bir yalıtım firmasının fabrikasını kurmaya çok uygun. Bölge Karadeniz’in batı ve doğusuna giden yolların tam ortasında. Yakınındaki büyük yerleşim merkezlerinde Çorum, Samsun, Merzifon, Tokat ve Amasya’da binlerce binanın mantolama ihtiyacını karşılayacak bir üretim tesisi yine istihdam ve enerji sorununun ikisine birden çözüm olabilir. Verilecek yalıtım desteği veya düşük faizli krediler kurulmak istenen santralin üreteceği enerjinin tasarruf edilmesiyle karşılanabilir. Madencinin, çiftçinin ve orada yaşayanların hepsinin sorununu çözecek bir çözüm mümkün. Ne olacağına yapılacak araştırmalardan sonra karar verilmeli elbette ama çözümün ne olmadığı açık. O da kömür.

Tecavüz ediyorlar ama çalışıyorlar

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Mart 2016

Dünya, BirGün gazetesi Eğitim Muhabiri Serbay Mansuroğlu’nun ortaya çıkardığı Karaman’daki tecavüz vakasını konuşuyor. Ensar Vakfı ve Karaman İmam Hatip Mezunları Derneği’ne (KAİMDER) ait öğrenci evlerinde 45 erkek çocuğa tecavüz edildiği haberi önce gizlenmeye, sonra inkâr edilmeye çalışıldı. Olmadı. Şimdi tüm dünya biliyor.

Sonra bildik senaryoya geçildi, olayı küçümseme, önemsizleştirme çabaları başladı. Adalet ve Kalkınma Partisi bunu her olayda yapıyordu; yine yaptı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu gazetecilerin sorularını yanıtlarken, onlarca çocuğun cinsel istismara uğradığı Ensar Vakfı'nı “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz. Biz Ensar Vakfı’nı da tanıyoruz, hizmetlerini de takdir ediyoruz, ama öteki taraftan bunu yapan kişi için de sıfır toleransla hukuki açıdan bütün takibimizi yapıyoruz” sözleriyle savundu.

“Bir kere”, “biraz”, “ufacık”, “gemicik” ve “fıtrat” dediğimiz her konu dağ gibi sorunlar haline geldi. Mutluluğumuzu, gülen yüzümüzü, dostluğumuzu, emeğimizi çaldı ve hepsinden önemlisi bu ülkede canlar aldı. Sokakta gülen insan yok, mutlu olan yok, umudu olan yok.

Ertelemek, görmezden gelmek, küçümsemek artık işe yaramıyor.

Biz bu filmi yolsuzluklar ortaya döküldüğünde de gördük. Önce inkar ettiler, sonra “beni dinlemişler, ailemi dinlemişler, oğlumu, kızımı dinlemişler” diye aslında kabul ettiler. Son çare küçümsediler. Taraftarlar da, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diye geçiştirmeye çalıştı. Sonuçta, bakanların önüne yattığı, iş adamı diye ödül verdikleri Rıza Sarraf, ABD’de hapse atıldı. Bir kere yolsuzlukların önünü açarsanız ülke soyguncuların eline düşer. Onlar kral, emeğiyle, namusuyla çalışanlar sefil olur. Türkiye’de durum bu.

Biz bu filmi IŞİD meselesinde de gördük. IŞİD üyelerine terörist diyemediler, Fatih’te masa açıp propaganda yapmalarına göz yumdular. Adıyaman’da örgütlendiklerini herkes duydu, İç İşleri Bakanı, emniyet müdürleri duymadı. Gözü dönmüş bu örgüte silah yardımı yapılmasından, silahlı üyelerinin Suriye’den gelip Türkiye’de tedavi edilmesine kadar onlarca ‘iddia’ ortada. Hepsini göz yumdular, küçümsediler, görmezden geldiler. Haberlerin değil yazanların üzerine gittiler. Sonuç ne oldu? IŞİD üyeleri ülkenin dört bir yanında bomba oldu, arkadaşlarımızı, dostlarımızı öldürdü. Bizleri evimize hapsetti. Eli kanlı IŞİD üyelerine göz yumanlar yüzünden, onlar bizi bin kere vurdu.

Biz bu filmi Soma’da da gördük. 301 madencinin öldüğü kazadan sonra sorumluları cezalandırmak yerine işçileri tekmeleyenler yüzünden Ermenek’te 18 madenciyi daha toprağa verdik. Fıtrat diyenler, “bir kere” diyenler yüzünden 18 can daha gitti.

İlk işçi ölümünü “bir kere” deyip geçmeseydiniz her yıl binlerce işçiyi toprağa vermezdik.

Kesilen ağaçları “birkaç” diye küçümsemeydiniz, İstanbul’un ciğeri Kuzey Ormanları talan edilmezdi.

Anayasayı tanımam diyene ‘bir kere’ diye izin vermeseydiniz, bugün ortada herkesin güveneceği bir hukuk kalırdı.

Ey, ‘bir kere’ciler, fıtratçılar. Biz sözümüzü söyledik, şimdi top yine sizde. Çocuklarınızın gözünüzün önünde tecavüz edilmesine “bir kere olmuş” deyip geçecek misiniz, yoksa din maskesiyle, hükümetle arasındaki ilişkiyle, kendilerini gizleyen bu istismarcılara dur mu diyeceksiniz?

Bugüne kadar yolsuza, hırsıza, kanunsuza ses çıkarmadınız. Böyle devam ederseniz, sesinizi çıkarmazsanız, hayır ve din adıyla bu işleri yapanlara ne diyeceğiz? “Tecavüz ediyorlar ama çalışıyorlar” mı diyeceğiz? Bu durumun gülünecek bir tarafı yok. Çocuklarınız, çocuklarımız tehlikede. Bıçak nereye dayandı görmüyor musunuz?

Bilirkişi kim?

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Mart 2016

Cerattepe’deki sorunlu maden projesinde keşif günü geldi geçti. Rize İdare Mahkemesi tarafından oluşturulan bilirkişi heyeti üç gün önce maden sahasını inceledi. Yeşil Artvin Derneği öncülüğünde 751 gerçek ve tüzelkişinin müdahil olduğu, 61 avukatın sahip çıktığı ÇED iptal davası kapsamında bilirkişi raporu önemli bir yer tutuyor. Bu rapor mahkemenin kararında belirleyici olacak.

Buraya kadar her şey normal gözükebilir ama değil çünkü bir süredir ülkemiz ‘normal’ değil. Öyle olsaydı, Artvinliler gece gündüz eylem yapmaya devam etmez, evinde oturur mahkemenin sonucunu beklerdi.

‘Normal’ bir ülkede yaşasaydık 2014 yılında Rize İdare Mahkemesi’nde kazanılan dava sonucunda maden projesi çoktan sonlandırılırdı. Olmadı, şirketin bu karara ettiği itiraz Danıştay’dan dönünce proje biterdi. Hukuk bu ülkede normal bir şekilde yürüseydi, daha iki yıl önce iptal edilmiş ÇED raporunu göre göre, yeni bir ÇED raporuyla kapıyı çalan şirkete güle güle denirdi. Cengiz evine döner, Artvinli ormanda kutlama yapardı.

Türkiye’de her şey akla, fikre, demokrasiye uygun olsaydı 25 yıldır madeni istemediğini söyleyen bir halkın isteği, her türlü çıkarın üstünde tutulurdu. Orada yaşayan halka rağmen, bir şirketin cebini dolduracağı projeye yeşil ışık yakılmaz, hepimizin vergileriyle çalışan asker, polis hakkını arayan halkın değil, hukuku tanımayan, mahkeme kararı beklenmeden alana yerleşmeye çalışan şirketin önünde dururdu. O şirketin bu cesareti nereden aldığı araştırılırdı.

Bu ülkede insanlar Başbakan’a, mevcut hükümete, hukuka, bilirkişiye güvenini yitirmemiş olsaydı, bilirkişi heyetini yollara dizilerek, ellerinde ‘madene hayır’ atkılarıyla karşılamazdı. Halk oylamasında altın madenine yüzde 100’e yakın hayır diyen Bergama’da maden açılmasa, televizyonlar ve gazetelerin hemen hemen hepsi iktidarın propaganda bültenine dönmese, taraflar buralarda tartışabilse 92 yaşındaki Erzade Yakıntaş, gaz yemeyi göze alarak toprağını savunmak için yollara dökülmezdi.
Bu ülkede tarım arazilerine binalar dikilmesin diye kamu spotları hazırlayanlar, tarım arazilerini eş-dost şirketlere peşkeş çekmese kimse Artvin’de, Gerze’de, Yırca’da günlerce nöbet tutmazdı. Öyleyse doğru soruyu soralım, bu ülke neden böyle? Son 14 yılda bu ülkede ne değişti de insanlar hakkını aramak için belki de 1980 darbesinden bu yana hiç olmadığı kadar sokağa çıkmaya başladı?

Hukuk hiçbir zaman tarafsız değildi; kabul. Şirketler her zaman iktidar tarafından kollanırdı; ona da kabul. Medya da hep reklam vereni maça 1-0 önde başlatırdı. Bunu da biliyoruz ama bugün durum eskisiyle kıyaslanamayacak derecede farklı. Hukuk hükümetin, şirketlerin aleyhine karar verdiğinde ülkeyi yönetenler çıkıp, “o kararı tanımıyorum” demezdi. Şirketler her zaman iktidara yakın olmaya çalışırdı ama iktidarın projelerinin adeta bir parçası, ortağı olmazdı. Medya reklam verene iki sütun yer veriyorsa bir sütun da karşısındakine söz verirdi. Açık oturuma olurda, muhalefetin söz hakkı vardı. Çamur atmak, yalan söylemek birkaç istisna dışında gazetecilerin(!) işi değildi.

Anayasa’nın 56. Maddesi, ‘Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir’ diyor ama bu ülkede Anayasa’nın bağlayıcılığı en üst düzeyden tartışılıyor. Siz bu durumda Artvin’deki çevreciye hukuka, hükümete ve devlete güvenmediği için kızabilir misiniz? Kızamazsınız. Bugün Anayasa’nın 56. maddesine dayanarak çevreyi koruyan bu ülkenin yurttaşları, 56. maddeyi görmezden gelenler ise bu ülkenin yönetenleridir. Halihazırda kanun koyucu da, bilirkişi de, hakim de, savcı da toprağına sahip çıkandır. Bu insanlara terörist, bozguncu yakıştırmaları yaparak çevre hareketini baltalamaya çalışanlar, güçleri yetiyorsa, kamu düzenini gerçekten bozanları, yasaları tanımayanları, mahkeme süreci bitmeden inşaata başlayanları yaptıkları haberlerde ifşa etsinler.

Sokaklar, her demokratik ülkede hak aramanın, soruna işaret etmenin adresidir kimse bunu engelleyemez. Türkiye’deki sorun, ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle bilimin, hukukun hakkını aramak, bağımsızlığını sağlamak için halkın sokağa çıkmak zorunda kalmasıdır. Devletle halkın uyuşmazlığında başvurulacak bağımsız hukuk ve bilimin olmaması da bu ülkeyi yönetenlerin suçudur.

Ağaçlar insan öldürmez

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Şubat 2016

Anadolu’da ebemkuşağıyla (gökkuşağı) ilgili bir inanç var. İsmet Zeki Eyüboğlu, Anadolu’nun İnançları kitabında anlatır. Yüksek yaylalardan bakınca ebemkuşağının bir ucunun ırmak ya da denizde, diğer ucununsa dağın ötesinde olduğu düşünülür. Bu durumu görenler, “gök ırmaktan su çekiyor” der. Bu durum yağmurun habercisi kabul edilirmiş. Eyüboğlu, eski dinlerde ebemkuşağını görenlerin dua ettiğini de yazıyor.

Bugün Artvin Cerattepe ebemkuşağının gökteki ucudur. Diğer ucu, Artvin’de açılmak istenen madene karşı verilen direnişe omuz veren tüm kentlere; İstanbul’a, İzmir’e, Trabzon’a dek uzanır. Cerattepe’nin ağaçlarına göz kulak olan göğün aradığı su, Türkiye’nin dört bir yanından Artvine’e selam duran bin bir renkli direnişten toplanır. Türkülerle, sloganlarla ağaçların köklerine usulca bırakılır. Sosyal medyada paylaşılan mesajlar yaprakların bereketi, göğün renkleri, kuşların cıvıltısı için edilen dualardır. Anadolu’nun yozlaşmamış inancı doğa sevgisidir. Yakılan her direniş ateşinde ebemkuşağı görülür.

Ebemkuşağı kendini Cerattepe’de bir kez daha gösterdi. Jandarmanın dipçiği, polisin gazı, bakanların gazabı ebemkuşağını karaya çaldırmaz. Altının sarısı gökyüzünde kırılan renklerin yanında bir hiçtir; adı anılmaz. Ağaçlar dik durarak direnir. Onurlu bir direniştir onlarınkisi, para için ruhunu satan insana, emir kulu olana, dalını kaldırmadan yüreğiyle seslenen bir direniş. Çevrecilerin direnişi ne zaman ağacınkine benzer; eli kalkmaz, sesi kötü laf etmez, o zaman başarıya ulaşır. Ne zaman yüreğiyle karşı durur gaza, plastik mermiye, yalana ve talana; o zaman gök kuşağının ucundan bereketin kaynağı suyu toplamaya başlar. Ne zaman anlar ki beton değil ayağını bastığı toprak onun evidir, o zaman mücadeleyi kazanır. Bir renk olur ebemkuşağında, bir ucu dağda bir ucu denizde.

Ağaçların hırsı yoktur, başka bir canlıyı incitmez. Kısası, uzunu; boduru tombulu vardır ama yalancısı, talancısı, katili, hırsızı yoktur. Paraya, altına, parfüme tenezzül etmez güzelleşmek için. Bir dal, birkaç yaprak ama hepsi doğal. Ne zaman insan bir ağaç olur, o zaman gerçekten hayata tutunur. Ne zaman insan ağacı anlar, bileğinde altın değil bir başka dal yani dostun elini arar o zaman yaşamaya başlar.

Cerrattepe, Türkiye’nin el değmemiş ormanlara açılan kapısı. Artvin’de yaşayanların su kaynağı burası. Buranın hiç kimse için temel bir ihtiyaç olmayan altın ve bakır için yok edilmesi kabul edilemez. Bir şirket zengin olsun diye Türkiye’nin ortak mirasına dozerler giremez. Orada yaşayanların itirazları göz ardı edilemez. Cengiz Holding istiyor diye, ÇED raporunun iptali için süren dava sonuçlanmadan, mahkemenin gerekli gördüğü keşif heyeti beklenirken inşaata başlanamaz. Bu davanın, aralarında Türkiye Barolar Birliği, TMMOB, TEMA Vakfı gibi onlarca sivil toplum örgütünün de bulunduğu 761 davacısı var. Bu devleti devlet yapan onlarca kurum, bu ülkenin bakanını bakan yapan binlerce insan birleşmiş bir ağaç olmuş dozerlerin önünde duruyorken, davanın kararını vermek Mehmet Cengiz’e düşmez. Kar kış demeden o dağlarda nöbet tutan ağaç yürekli insanlar, yapraklarında ebemkuşağının ışıklarını parlatırken bize ancak bu destanı anlatmak, bu ülkeyi yönetenlere de, “bir hata ettik affedin” demek düşer.

Unutmayın, ağaçlar insan öldürmez. Bomba koymaz. Tuzak kurmaz. Nefret etmez. Kentlerde gördüğümüz gürültü, kavga, gülmeyen yüzler hep azalan ağaçların eseri. Parasız sahip olabildiğin mutluluktur ağaç. Her şeyin parayla satıldığı toplumlarda kötü örnek olduğu için kesilir. Kadınların katli, tecavüz, silahlı çatışma, cesetlere işkence, gece baskınları ağaçları görmeyen, sevmeyen insanların eseridir. Ebemkuşağının yedi rengini tek bir renk gibi görenlerin günahlarıdır bunlar.

Ağaçlar çocuk gibidir, masum ve mutlu. Onlara tüm kötülükleri büyükler gösterir. Çocuklar altını, parayı, nefreti, dövmeyi ve öldürmeyi bilmez. Şimdi, hele de Ankara’da patlayan bombalardan, yitirilen canlardan sonra hep birlikte “çocuklar ölmesin” deme zamanıdır. Çocuklara ve ağaçlara, yani geleceğimize sahip çıkma günü geldi. Sırat Köprüsü dediğin de zaten budur. Şiddetin etrafını cehennem gibi sardığı bu günde, incecik kalan barışın yolundan gitmek, barıştan yana ne varsa sahip çıkmak verilecek en büyük sınavdır. Ağaca, kuşa ve çocuklara sahip çıkanlar elbet kazanır. 

Haftanın anketi   
Bu hafta Twitter’daki mini anketimizde ‘Artvin’in en değerli hazinesi nedir’ diye sorduk. Yanıt veren 100 kişinin 93’ü doğası derken, 7 kişi altın dedi.

Yozgat’ın başı uranyum madeniyle dertte

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Mart 2015

Türkiye ve Yozgat bir büyük sorunla daha karşı karşıya. Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Temrezli köyünün bulunduğu bölgede uranyum madeni açılması için çalışmalar hızlandı. Avustralyalı ‘Anatolia Energy’ adlı şirket, yaptığı ön araştırmalarda maden sahasını ‘çok kârlı’ buldu. Çevresel Etki Değerlendirmesi raporu onay alırsa maden hayata geçecek. Aynı Bergama’da olduğu gibi bu projede Temrezli’yle sınırlı kalmayacak. Yozgat-Şefaatli’den başlayarak İç Anadolu’daki diğer uranyum sahalarında da kazılar başlayacak ve çıkarılan uranyum işlenmek üzere Temrezli’deki merkeze gönderilecek. 

Uranyum madenciliği en belalı madencilik türlerinden biri. Madencilik çalışmaları sonucunda yüksek seviyede radyoaktif atık ortaya çıkıyor. Çalışan işçilerin sağlığı da ciddi risklerle karşı karşıya kalacak. Uranyum toprağın altında kaldıkça nispeten zararsız bir madendir. Çünkü tonlarca kaya içerisinde az miktarda saf uranyum bulunur. Kayda değer miktarda uranyum elde etmek için deyim yerindeyse ‘toprağı yerle bir etmeniz’ gerekir. Uranyum nükleer santrallerin yegâne yakıtı. Sadece bir nükleer reaktörün yıllık yakıtını üretmek için yaklaşık 500 bin ton kaya atığı çıkarırsınız. Çıkarılan cevherin değirmenlerde öğütülmesi gerekir. Bu aşamada da 100 bin tona yakın atık daha çıkar. Uranyumun nükleer santrallerde kullanılması için gazlaştırılması da gerekir. Bu aşamada da ciddi katı ve sıvı atık ortaya çıkar. Özetle söylersek, 25-30 tonluk nükleer yakıt için Yozgat’taki arazileri altüst etmeniz, dev çukurlar açmanız gerekir. Bu yakıt da nükleer santralin bir reaktörüne sadece bir yıl yeter. Geride bırakılan atık ise yüzlerce yıl radyoaktif kalır. Uranyum madenciliğinin katı atıklarındaki radyasyon miktarı, kömürün uçucu külüne göre 3 bin kat daha fazladır.

Uranyum madenciliği işçiler için de ciddi riskler içeriyor. Şirketin civardaki köylüleri iş vaadiyle ikna etmeye çalıştığı biliniyor. Köylüler ise bir uranyum madeninde çalışmanın başlarına ne belalar açacağını bilmiyor. Uranyum bulunan toprak ve kayaların çıkarılması sırasında işçiler uranyum parçacıklarına maruz kalır. Daha da tehlikelisi, maden faaliyetleri sonucu ortaya çıkan ve kansere yol açan radon gazıdır. İşçiler uranyum parçacıkları gibi bu gaza da maruz kalır. Radon gazına maruz kalınırsa yüksek olasılıkla akciğer kanserine yakalanılır.

Adında ‘Anadolu’ ismini taşıyan Avustralyalı şirket, yurt dışında medyaya verdiği demecinde, Temrezli’deki madenin çok kârlı bir yatırım olduğuna vurgu yapıyor. 12 yıl çalışacak madenin 11 ay sonra kâra geçeceğini söylüyor. Şirket Türkiye’de kamuoyunu ikna etmek için çıkarılan uranyumun Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santrallerin yakıtı olacağı imasında da bulunacaktır. Böyle bir şey yok. Ortada nükleer santral olmadığı gibi Türkiye’de çıkarılan uranyumu yakıta çevirecek ne bir tesis ne de teknoloji var. Böyle bir tesis kurulması veya teknoloji yatırımı yapılması da mantıklı değil çünkü Türkiye’deki uranyum rezervi az. Toplam rezerv 9 bin ton civarında. Prof. Dr. Tolga Yarman’ın da belirttiği gibi kurulması düşünülen 8 nükleer reaktörün ikisine ancak yeter. Kaldı ki, kurulmak istenen Rus ve Fransız yapımı nükleer reaktörlerin her biri için ayrı tür yakıt çubukları hazırlamak gerek. Her reaktör farklı yakıt ister. Ruslar ve Fransızlar santral yakıtını üretecek tesislere zaten sahip. Yeterli uranyumu olmayan Türkiye’de böyle bir yatırımı yapmazlar. Özetlersek, Türkiye’den çıkarılan uranyumun sadece onu uluslararası piyasada satacak firmaya faydası var.

Kömür ve altın madenlerinde yaşananları gördükten sonra Türkiye’de uranyum madenciliğine yeşil ışık yakmak intihar etmekten farksız. Yozgat ve Ankara’daki yetkililer umarım bu uyarılarımı değerlendirir.

***
Bu Cumartesi (7 Mart 2015) İstanbul Tabip Odası, Kadıköy Bürosu’nda, “Nükleer Tehlikeye Karşı Güncel Stratejiler” başlıklı panelde konuşmacıyım.

Çanakkale 100 bin parça

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ekim 2014

Planlamaya hiç karşı olmadım. Hatta bizim gibi herkesin kafasına eseni yaptığı ülkelerde bir zorunluluk olduğunu bile düşünürüm. Ancak planı doğru yapacaksınız. Yanlış plan yaparsanız geri dönüşü olmaz. Balıkesir-Çanakkale 1/100 bin ölçekli Çevre Düzeni planı da geri dönüşü olmayan planlardan biri. Türkiye’nin en güzel illerinden Çanakkale bu planda katlediliyor. Türkiye’nin en temiz havası kömürcülerin tozuna, madencilerin siyanürüne feda ediliyor. El değmemiş ormanlar, eşine az rastlanır verimli tarım toprakları inşaat ve yol çetelerinin işgaline sunuluyor.

Planlar doğru yerleşmenin, sürdürülebilir yaşamın koruyucuları gibidir. Yanlış planlarsanız ya da bilerek yanlış yaparsanız çarpık kentleşmeye, ormansızlaşmaya, tarımda dışa bağımlılığa ve bin türlü sağlık sorununa davetiye çıkarırsınız. En değerli hazinemiz toprak biter. Çevre düzeni planı bavul değil. Boşaltıp yeniden dolduramazsınız. Orman, su ve hava gitti mi gider.

Çanakkale için yapılan planda dev sanayi bölgeleri, madencilik sahaları, Gökçeada ve Bozcada gibi korunması gereken yerlerin ranta açıldığı görülüyor. Bunların hangisine Çanakkale’nin ihtiyacı var? Tek tek bakalım.

Dünyada çıkarılan altınların yüzde 80’inden mücevher yapılıyor. Mücevher bir ihtiyaç değil, hayat kurtarmıyor, dünyayı ileri götürmüyor. Kalan yüzde 20’nin büyük bir kısmı da yatırım amaçlı alınıyor. Çıkarılan altının çok azı elektronik eşya yapımında kullanılıyor. Bunu iyi bir şey kabul etsek bile dünyada bilgisayarlara yüzlerce yıl yetecek altın zaten var. Mesele sadece bu değil. Altın madeni işletmelerinin ocak başı satış gelirinin sadece yüzde 2’si devlet payı olarak ödeniyor. Bergama’dan başlayarak hukukun askıya alınması, madencilere istedikleri gibi kirletme izni verilmesi birkaç kişiyi zengin etmekten ibaret. Bir altın yüzük için 18 ton maden cevheri atığı üretilen bir sektörden bahsediyoruz. Aklı, vicdanı olan biri bu madenleri plana koyar mı? Koymaz.

Planda termik santraller de var. Türkiye’nin elektrik talebi 2013’te sadece yüzde 1,3 oranında arttı. Santral yapımı ise hız kesmedi. Fazla kapasite var. Önümüzdeki yıllarda da elektrik talebi yüksek oranlarda artmayacak çünkü ekonomideki büyüme sınırlı kalacak. Daha da önemlisi, istenirse ekonomideki büyüme daha az enerji tüketimiyle gerçekleşebilir. Türkiye zaten enerjiyi kötü kullanan bir ülke. Verimlilikle, aynı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi daha az elektrik tüketerek büyüme sağlanabilir. Türkiye’nin tüketimini klimaların zorladığı gerçeğini de unutmayalım. Ortada sanayi kaynaklı bir talep yok. O nedenle Çanakkale’yi kömür tozuna boğacak, tarımı bitirecek termik santraller plandan çıkarılmalı.

Çanakkale Boğazı’na yapılmak istenen köprü ise aynı İstanbul’da olduğu gibi trafik ihtiyacından değil, yol boyunca yeni yerleşim yerleri açma isteğinden o plana dahil edilmiş. Bina dikilen topraktan zeytin, domates, buğday, arpa, yulaf, çavdar, susam, tütün, fasulye, nohut, bezelye, börülce çıkacak mı? Siyanür toprağa ve suya bulaşınca kavun, karpuz, şeftali, ceviz, erik, badem, vişne, elma, armut, kiraz, domates, patlıcan, pırasa, lahana, ıspanak, havuç, biber ve türlü türlü üzüm yetişecek mi? Termik santralden bırakılan soğutma suları denize varınca tekir, mercan, barbunya, sardalye, lüfer, palamut, kılıç ve kolyoz oltaya takılacak mı? Hurda demirciler ve otomobiller ili işgal edince koyun, keçi, sığır ve 50 bine yakın arı kovanı yüz bin parçaya bölüp mahvettiğiniz Çanakkale’de yaşayacak mı? Yukarıdaki saydıklarım ürünlerin hepsi Çanakkale’de üretiliyor. Bir zahmet şu listeye bir daha bakıp Çevre Bakanlığı’na itiraz dilekçenizi hemen kaleme alın. İtiraz süresinin son günü 8 Ekim 2014. Bakanlığa, “Çimentoya su verilince karınlarımız doyacak mı” diye sormayı da ihmal etmeyin.

21. yüzyılın en korkunç maden kazası

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Mayıs 2014

Ben bu yazıyı yazarken Soma’daki maden kazasında ölü sayısı 301’i bulmuştu. Kayıplar açısından bakarsak bu Soma’yı 21. yüzyılın en feci maden kazası yapıyor. Soma’yı 2005’te Çin’in Liaoning eyaletinde meydana gelen kaza izliyor. Deprem ve gaz patlaması orada da 214 kişinin canını almıştı.

Başbakan Erdoğan baskı ve otoritenin, tek adam devirlerinin hâkim olduğu çağlara özendiği için 21. yüzyılın en feci maden kazasını 19. ve 20. yüzyıldakilerle kıyasladı. Örnekleri de bugünün gelişmiş ülkelerinden vermeye özen gösterdi. Erdoğan, “Bakın Amerika. Teknolojisiyle, her şeyiyle… 1907’de 361” dedi ve ekledi: “Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var”.

Erdoğan’ın mantığına göre, Soma dahil her gün ‘iş kazaları’ adıyla tanık olduklarımız kalkınmanın, büyümenin bir parçası. Gelişmiş ülkeler de aynı yoldan geçti, bizim de geçmemiz kaçınılmaz. Büyümenin ‘fıtratında’ ölüm var diye kabul edersek yapmamız gereken ortada. Henüz İngilizlerin Titanik’i gibi bir deniz kazamız olmadı. Tez elden dev bir gemi yapıp batırmalıyız. Japon ve Rusların nükleer faciaları büyümenin bir numaralı şartı. Biran önce Fukuşima ve Çernobil gibi iki nükleer felaket yaratmalıyız. Petrol tankeri kazasını ‘Independenta’ ile geçtik ama 2010’da ABD’nin Meksika Körfezi’nde yaşanan petrol platformu kazası konusunda gerideyiz. Gübre fabrikalarında ciddi patlamalara ihtiyaç var, Fransa’dan Teksas’a ecnebiler hep yapmış. Katrina Kasırgası ise yolda sayılır, ekonomiyi kömürle götürmeye çalışırsak iklim değişikliğinin yanıtı gecikmeyecek.

Erdoğan gerçekten de geçmişte yaşıyor, ona oy verenlerin bazıları da öyle. Çünkü ezberciler. Ezberledikleri büyüme modeli rafa kalkalı çok oldu ama yerine yeni bir model koyacak, yaratacak kapasite, artık çok net görülüyor ki, mevcut iktidarda yok. İktidarın övündüğü duble yolların ilk örneği, 2 bin yıl önce Roma’da yapılmıştı. İlk modern duble yolun açılışının üzerinden de 100 yıldan fazla bir süre geçti.

AKP’nin büyüme modeli eski ve sorunlu. Hatalardan ders çıkarılır, tekrar edilmez. Doğayı işçiyi sömürerek büyümeye çalışırsak yeni Soma felaketleri kaçınılmaz. 1 Mayıs 2011’de BirGün’deki yazımda, kömürden güneş ve rüzgara geçmeyi, bu sayede maden işçilerinin hepsini yeraltından çıkarmayı, güneş paneli ve rüzgar türbini fabrikalarında iş sağlamayı önermiştim. Bırakın Soma’daki kömür yeraltında kalsın. Biz Soma’ya güneş paneli fabrikaları kuralım. Aynı işçi, çoluğunu çocuğunu bir daha görmeme korkusu olmadan işine gidip gelsin.

Soma’daki maden kazasından sonra hemen yapılması gerekenler hâlâ yapılmadı. Soma Holding ve iştiraklerine ait tüm maden ruhsatları iptal edilmedi. Denetim eksikliği ortada. Türkiye’deki tüm madenlerin derhal kapatılması ve sıkı bir denetime alınması gerekiyor. Fukuşima sonrasında Japonya nükleer santrallerinin hepsini kapattı ve neredeyse 3 yıldır denetleme sürüyor. Bizde ise madenler hiçbir şey olmamış gibi çalışıyor. Soma’dan sonra Konya ve Zonguldak’ta (kaçak maden) yine kazalar oldu ve 2 kişi öldü. Madenleri kapatma konusundaki gecikme bile Enerji Bakanı’nın istifasını gerektirir.

Ve kömürü enerji ve kalkınma politikalarının merkezine koyan, Enerji Bakanlığı’nın 2023’e kadar yerli linyit ve taşkömürü kaynaklarımızın tamamının elektrik üretim amaçlı değerlendirilmesi” hedefi de bırakıldığı yerde duruyor. İklim değişikliğine, külüne, taşeron işçinin çilesine ve Soma’daki kayıplara rağmen kömür hedefimiz baki. Bu hedef durduğu sürece, daha çok facia yaşanacak. 

Ateş düştüğü yeri yakar derler ama bu defa Soma’nın külleri tüm yurda yayıldı. Acımız büyük, hepimizin başı sağ olsun.

Soma Holding’in bir sonraki hedefi Amasya

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Mayıs 2014

Soma’nın Eynez bölgesindeki kömür madeninde meydana gelen ölümlü kaza tüm dikkatleri işletmeci Soma Holding’in üzerine çekti. Son yıllarda madencilik alanındaki faaliyetleriyle dikkati çeken şirketin Türkiye’nin yanı sıra Arnavutluk’ta metalik maden aramak üzere kurulmuş bir şirketi var. Türkiye’deki çalışmalarını Soma dışında Zonguldak, Mersin ve Amasya’da sürdüren şirket, Merzifon’daki kömür madeninde üretime başlamak üzere.

Soma Holding’in son maden projesi Amasya’nın Merzifon ilçesinde bulunan Yeni Çeltek kömür işetmesi. Tam bir yıl önce imzalanan rödevans anlaşmasıyla, Yeni Çeltek’teki iki madenin 35 yıllık işletme hakkını kazanan Soma Holding’e ait Gürmin Enerji Ve Madencilik Anonim Şirketi, önümüzdeki günlerde üretime başlamayı ve ilk etapta yılda 500 bin ton ham kömür çıkarmayı hedefliyor. Şirketin nihai üretim hedefi yaklaşık 1 milyon 500 bin ton ve bu kömürü bölgede kuracağı termik santralde yakmayı planlıyor. Yöre halkı ise termik santral projesine tepkisini panel ve halk toplantılarıyla gösteriyor. Soma’daki son kazadan sonra Yeni Çeltek’teki çalışmaların devam edip etmeyeceği merak ediliyor.

HERKES MADEN OCAĞINI GÖRSÜN
Yeni Çeltek madeninde 1990 yılında grizu patlaması meydana gelmiş ve 68 işçi hayatını kaybetmişti. 8 Şubat 2014’teki anmada söz alan Gürmin Enerji Yeni Çeltek Maden İşletme Müdür Yardımcısı Metin Karaçağ şunları söylemişti: “Dünyanın farklı ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de bir dönem kalkınma uğruna madencilik hususunda yeterli tedbir alınmaması söz konusuydu. Bu sebeple çok canlarımız kayboldu. Ancak gelinen noktada sürdürülebilir kalkınma anlayışı ve iş güvenliği önem kazanmıştır. Demek ki yapılan çok özenli çalışmalarla bu facialar önlenebilmektedir. Şükürler olsun ki işletmemizde 1960, 1984 ve 1990 yıllarında yaşanan maden facialarından sonra böyle acılar yaşanmamaktadır. İşletmemizde iş güvenliği ve sağlığı son teknolojik imkanlarla sağlanmaktadır. Bu ülkede başta siyasiler olmak üzere herkesin maden ocağını görmesi madenci kardeşlerimizin çalışma şartlarına tanıklık etmesi ondan sonarda bu işletmeler hakkında karar vermesi gerekir”.

TRT payı yenilenebilir enerjiye ayrılsın

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Temmuz 2013

Türkiye’de toplanan vergilerin yüzde 70’e yakını dolaylı vergi. Kazanandan vergi toplayamayan hükümet faturayı halka çıkarıyor. Petrolden, cep telefonundan, köprü ve otoyollardan topladığı dolaylı vergilerle bütçeyi denkleştirmeye çalışıyor. Bakan Mehmet Şimşek’in itirafıyla, deprem vergisi diye alınan paralarla “duble yol” yapıldığı ortaya çıkınca işin aslı daha iyi anlaşılmıştı. 2012’de petrolden elde edilen dolaylı vergiler 50 milyar TL’den fazla. Bu paralar kim bilir nerelerde harcanıyor? Doğru dürüst vergi toplanmadığı için herkesin mecburen tükettiği ve kayıt altına alınabilen harcamalardan alınan vergiler yüksek tutuluyor. Akaryakıt, cep telefonu, doğalgaz, zorunlu sigortalar, ÖTV, otoyol ve köprü ücretleri ve harçlar devletin ayıbını örtmek için kullandığı araçlar. Halbuki vergiyi kazanandan alsalar, akaryakıttan alınan vergiler azalacak, dolayısıyla otobüs biletinin ücreti düşecek. Cep telefonuyla konuşmak bu kadar pahalı olmayacak. Bu birinci sorunumuz. Kazananın ödemediği vergi başkalarından tahsil ediliyor. Vergi adaleti yerlerde sürünüyor.

İkinci sorunumuz ise toplanan vergilerin harcanmasıyla ilgili. Vergilerinizin nerede harcanacağına dair tek söz söyleyemiyorsunuz. Toplanan vergiler herkese hizmet veren kamusal yatırımlara gitse sorun yok ama öyle örnekler var ki insanı çıldırtacak cinsten. Sünni Müslüman olmayanların vergisinin diyanet bütçesine aktarılması, camilere ücretsiz elektrik verilmesi, ödediğiniz elektrik faturalarından TRT’nin masraflarının karşılanması gibi. Evet, dağıtım şirketleri elektrik enerjisi satış bedelinin yüzde ikisini faturalara yansıtıp, topladıkları parayı TRT’ye aktarıyor. Az buz değil, 2012 yılında elektrik faturalarından alınan TRT payı 660 milyon TL’den fazla. Hükümetin resmi propaganda aracı gibi çalışan bir kanala ben neden vergilerimle destek oluyorum? TRT’yle elektrik tüketiminin ne ilgisi var?

Enerji Bakanı Taner Yıldız geçenlerde TRT payının kaldırılma ihtimalinden bahsetti ama bu mesele artık yılan hikayesine döndü. Çoğumuz elektrik faturamıza üstünkörü bakıyoruz, belki de o nedenle ses çıkaran çok az. Önerim bu payın kaldırılması yerine yenilenebilir enerji yatırımlarına veya enerji verimliliğine aktarılması. Almanya’da benzer bir uygulama var. Tüketilen her kilovatsaat elektrik başına 5,27 avro sent (13 kuruş) alınıyor ve bu para rüzgar, güneş, jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına aktarılıyor. Bizde de TRT payı, aynı şekilde kullanılabilir. Bugün 100 liralık elektrik faturası ödeyen herkesten yaklaşık 12-13 kuruş TRT için kesiliyor. Miktar Almanya’yla kıyaslanamayacak kadar az ama ödediğimiz verginin doğru yere gitmesi anlamında örnek olabilir. Binasına yalıtım yapmak isteyenlere verilecek düşük faizli kredilere kaynak olabilir, güneş veya rüzgar enerjisine verilen alım garantisine eklenebilir. Böyle yapılırsa en azında elektrik için verilen para elektriğe gider. Bugünkü sistemde kömür ve nükleer gibi kirli kaynakların önünde hiçbir caydırıcı yaptırım olmadığı için yenilenebilir enerji kaynakları haksız rekabetle karşı karşıya kalıyor. Çevreyi kirletmemeye çalıştıkları için adeta cezalandırılıyorlar. Dillerden düşürülmeyen serbest piyasa bile enerji piyasası söz konusu olunca bir ucube aslında.

TURİSTİK MADEN
Elektrik faturalarından TRT’nin çıkması bu ülkenin tek garipliği değil. Orman ve Su İşleri Bakanlığı Çanakkale’de doğa turizmi potansiyelini ortaya koymak için bir “master” plan hazırladı. Bu plana Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği itiraz etti. Doğa turizmini öne çıkarması beklenen master planda ne ararsanız var. Çanakkale’nin termik santral potansiyeli, altın ve gümüş madenleri iyi bir şeymiş, sanki turizmle ilgiliymiş gibi raporda yer almış. Sadece durum değerlendirmesi yapsa iyi ancak raporda, “maden potansiyelinin geliştirilmesi, yeni yatakların ortaya çıkarılabilmesi” gibi turizmi baltalayacak cümleler de var. Kaz Dağları’nın talan edilmesine seyirci kalan Orman Bakanlığı’na bağlı, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü Çanakkale Şubesi, madenlerin doğa turizmini etkileme olasılığından bahsetmemiş. Turizm görmeyeli çok değişti herhalde. Turistler deniz yerine kömür madenine girip, altın madenlerinin siyanürlü havuzlarında yüzüyorsa iş başka. Termik santrallerin kül dağlarından hediyelik eşya yapmayı da öğrendik mi köşeyi döndük!

NÜKLEER SANTRAL TURİST KAÇIRIR
Raporun kaynak analizi bölümünde enerji santrallerinin ısınma ve yemek pişirme için önemine de değinilmiş ve aynen şu cümleye yer verilmiş: “Her ne kadar resmi standartlara göre planlansa ve tehlike içermese de turistler nükleer santrallerin yakınında konaklamamaktadır”. Bunu Akdeniz’e ve Karadeniz’in en bakir kıyılarından Sinop’a nükleer santral kurmak isteyen hükümete bağlı bir bakanlık söylüyor. Yıllardır bu konuda uyarı yapanları yalanlayan hükümet şimdi ne yapacak? Sizi penguen belgeseli de kurtaramaz artık. Gel de gülme acınacak halimize.

Kütahya'daki gümüş madeni ve siyanür havuzu

Bu fotoğrafı şans eseri uçaktan çektim. Kütahya'daki gümüş madeninin siyanürlü atık barajındaki duvarlardan biri çökmüştü. Barajın ve madenin havadan görünümü. Çöken duvar çok net bir şekilde görülebiliyor. Bu kazadan sonra yetkililer sızıntı olmadığını söylemiş, Ekim ayında ise Eti Gümüş'e 5 milyon TL'nin üzerinde ceza kesilmişti.
Eti Gümüş'e ait maden ve siyanür havuzu. Foto: Ö. Gürbüz