‘Nükleer güç’ Türkiye’ye yayıldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Şubat 2025

Gaziemir'de nükleer atıkların bulunduğu saha
En sonunda istenen oldu. ‘Nükleer güç’ diye diye başımızın etini yiyenler, nükleer gücü Türkiye’nin dört bir yanına yaymayı başardı. Türkiye’ye nasıl ve nereden getirildiği bir türlü ‘tespit edilemeyen’ nükleer atıkların olduğu İzmir’in Gaziemir ilçesindeki eski kurşun fabrikası, ‘nükleer gücü’ tüm memlekete yayıyor.

Nasıl mı? Anlatalım. 2024 yılının Temmuz ayında yaklaşık 18 yıl önce varlığı ortaya çıkan bu atıkların oradan alınması amacıyla bir çalışma başlatıldı. Çevre Bakanlığı, TENMAK (Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu) ve NDK’nin (Nükleer Düzenleme Kurumu) dahil olduğu bu süreçte sahanın atıklardan temizlenmesi işi Ekovar adlı bir şirkete verildi. Ekovar kalabalık bir mahallenin ortasında yer alan bu alanda çalışmalara başladı.

Yukarıda saydığım üç kurumun uygun gördüğü ‘Çevresel Temizleme Planı’nda atıkların işlenmesiyle ilgili önemli bir kıstas belirlenmiş. Yapılan işi basitçe anlatmak gerekirse, atık bulaşmış alanlarda radyasyon seviyesine bakılıyor, radyasyon seviyesine göre çıkan atıklar ilgili bertaraf tesislerine gönderiliyor. Radyasyon ölçümü sonucu doz hızı saatte 80 nanosiverti geçerse atıklar radyoaktif atık kabul ediliyor, düşükse tehlikeli atık sınıfına alınıyor ve Türkiye’deki tehlikeli atık bertaraf tesislerine gönderiliyor. 79 olursa tehlikeli atık, 81 olursa radyoaktif atık.

Elbette burada birkaç temel sorun var. Radyasyon seviyesinin güvenliği, ölçümlerin denetimi ve Türkiye’de radyoaktif atıkların saklanması için uygun bir tesisin olmaması. Bertaraftan kasıt aslında atıkları doğadan ve insanlardan yalıtmak çünkü radyoaktif atıkları yok edebilecek bir teknoloji de dünyada yok. Firmanın yeterliliği ve işin özenle yapılıp yapılmadığı da sorgulanıyor. Süreci takip eden Avukat İpek Sarıca, radyasyon ölçümleriyle ilgili sorumluların imzalarıyla ilgili şüpheler olduğunu ve suç duyurusunda bulunacaklarını söylüyor. Her işyerinde gördüğümüz formalite imzalarla onaylanıyor olabilir mi bu kritik ölçümler?

Öncelikle bu sınır değer meselesinin dünya çapında tartışmalı bir kavram olduğunu belirtelim. Yıllar geçtikçe insanların maruz kalabileceği sınır değerler düşürülüyor. 1980’lerde normal bir birey yılda 5 milisivertten fazla radyasyona maruz kalmasın deniyordu, 1990’larda bu oran 1 milisiverte düşürüldü. Bilimin bir risk gördüğü ortada. Çernobil kazasından Sanayi ve Ticaret Bakanı olan Cahit Aral her ne kadar “biraz radyasyon iyidir” demiş olsa da radyasyonun hiçbir dozu güvenli değil ve tıbbi tedaviler gibi zorunlu haller dışında radyasyondan uzak durmalıyız.

Sahada çalışan işçilerin durumu ise endişe verici çünkü sahadaki radyasyona sadece bir saat değil günlerce maruz kalıyorlar. Özel elbiseler giymeleri, vardiyalarının düzenlenmesi gerekir ama öyle bir durum yok. Emrez Mahallesi’nde oturanlar ise 24 saat orada. Çalışmalar sırasında radyasyon yayılıyorsa risk altında olabilir. Sahadan gönderilen atıkların miktarı ve nereye gönderildiği de önemli. İstanbul Çekmece’deki nükleer araştırma merkezi, Kocaeli’ndeki İzeydaş, Bilecik’teki Vezirhan Çimento Fabrikası gibi birçok yere Gaziemir’den yola çıkan kamyonların gittiği biliniyor. İşleri yürüten Ekovar’a, Torbalı’da atık ara depolama izni de verilmişti. Gaziemir’den oraya nakledilen radyoaktif ya da tehlikeli atıklar da olabilir. Atık taşıyan kamyonların üzerlerine branda bile olmuyor. Atıklar götürüldükleri yerlerde yakılıyor mu, depolanıyor mu yoksa gömülüyor mu bilmiyoruz. Tespit edilen Europium 152’nin radyoaktivitesinin geçmesi için 135 yıllık (10 yarılanma süresi hesabıyla) bir süreye ihtiyaç olduğunu hatırlatalım.

Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret’a ait Gaziemir’deki eski kurşun fabrikasında ne kadar radyoaktif atık olduğu da net değil. Radyoaktif atığın kurşun gibi başka metal atıklarla karıştığı, toprağa da bulaştığını biliyoruz. 250-300 bin ton radyoaktif cüruftan bahsediliyor. Miktar çok, tehlikeli atık alma yetkisi olan her tesis potansiyel alıcı konumunda. Nükleer elektrik santralını dilimize ‘nükleer güç santralı’ diye çevirip, buradan siyasi mesajlar vererek Türkiye’ye nükleer santrallar kurmak isteyen zihniyeti tebrik etmeli. Yukarıda özetlediğimiz gibi ‘nükleer gücü’ tüm Türkiye’ye yaymayı başardılar. Bedelini hepimiz ödeyeceğiz.

Ya hep beraber ya hiçbirimiz

Özgür Gürbüz / 6 Şubat 2025

Foto: Kazım Kızıl
6 Şubat 2023 depreminin üzerinden iki yıl geçti. 11 ilde resmi rakamlara göre 53 bin 537 kişi hayatını kaybetti. İki yıla rağmen, yakınlarının cansız bedenlerine bile ulaşamayanlar var. Yanlış isimle gömülenler, kaybolan çocuklar ve elbette bitmeyen özlem ve acılar.

İki yılda teslim edilen konut sayısı 201 binin biraz üzerinde. Vaat edilenin üçte biri bile değil. Yıkılan kentlerin bina dikerek yeniden hayata dönemeyeceği bir gerçek, bir o kadar acı olan da deprem sonrası hayatta kalanlara verilen desteğin eksikliği. Son iki yıl içinde konteynır kentlerde yaşayanların sağlık, eğitim ve barınma ihtiyaçlarıyla ilgili onlarca haber okuduk.

6 Şubat 2023’te çöken binalarımız değil başlı başına bu yönetim sistemiydi. Başta Hatay olmak üzere geç gelen yardımlar, parayla satılan Kızılay çadırları, yardımları tekelleştirme çabaları, asbest ve hafriyat dumanında boğulan insanlardan adalet beklenen davalara kadar upuzun bir iki yıl geçirdik.

Türkiye’nin birçok yeri gibi bu bölgede de deprem olacağı biliniyordu. 2023’te iktidarının 20. Yılını kutlayan AKP, istese bu binaların birçoğunu dönüştürebilir, denetlenmesini sağlayabilir ve felaketin belki de daha az kayıpla atlatılmasını sağlayabilirdi. Mesele para değil, açık konuşalım. Üzerine uçak inmeyen havalimanlarına, araç geçmeyen köprülere, ateş pahası otobanlara, deli saçması Kanal İstanbul projesine, makam arabalarına, itibara, saraylara ve eşe dosta ‘kaynak’ bulanların depreme dirençli kentlere para bulamaması söz konusu değil.

Binaların yavaş teslim edilmesi kadar hızlı ama kalitesiz yapılar, iyi planlanmayan kentler ve geleceği düşünmeden atılan adımlar da sorun olacak. Yapılan her bir binanın 60-80 yıl ayakta kalacağını düşünürsek, çatısında güneş paneli olmayan, yalıtımıyla enerji tüketimini en aza indirmemiş, elektrikli dünyaya hazır, sürdürülebilir ulaşım altyapısı bulunmayan, yeşil ve sosyal alanlardan yoksun kentlerin bizi iklim krizi gibi bir başka felaketle karşı karşıya bırakacağını da unutmayalım. Yaraları sarmak, yeni bir kent inşa etmek, eskilerinin yerine yeni bina dikmekten ibaret olamaz. 20-30 yıl sonra yaptığımız bu binaları, çağa ayak uydurmadığı için bu defa biz yıkmak zorunda kalabiliriz.

Hükümete kızarken iğneyi de kendimize batıralım. 2025 yılında çökmeyen bir apartmanda oturma garantimiz yokken, devlet desteğiyle silah üreten firmalara, aklın hayalin alamayacağı alım garantileriyle zengin ettiğimiz iş insanlarına, bir kerecikten bir şey olmaz diyenlere bazılarımız oylarıyla sahip çıkmadı mı? İnsanlık suçu işleyen hükümet ve siyasicileri hedef alan hamaset dolu nutukları alkışlarken öte yandan bu devlet ve kişilerle ticari ilişkiler kurulmasına seyirci kalanlarımız yok mu? Onlara da kızalım; yeterince uğraşmadıysak bu karabasanın dağılması için kendimize de kızalım.

Milleti uyutan medyayı boykot etmeyişimize, o kanallarda dizi izleyen gözlerimize, hükümetin parçası olan iş insanlarının hastane ve turizm tesislerine gidişlerimize, örgütlenmeye direnişimize, boykot ve iş bırakma gibi yaratıcı eylemlere sırtımızı dönüşümüze de kızalım. Kızmadan olmaz. Üzülmek insani bir duygu ama üzgünlükler kızgınlığa dönüşmezse değişmeyiz. Hem bizi çöken binalara, su basan madenlere, yanan otellere, istismar ve cinayetlere, tren kazalarına, tarikat yurtlarına mahkûm edenlere kızalım hem de neyi eksik yaptık diye kendimize. Ya hep beraber ya hiçbirimiz, unutmayalım.