Nükleerde yaprak dökümü Siemens ile sürüyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 23 Eylül 2011

Fukuşima nükleer santral kazası aynı 1986 yılındaki Çernobil kazası gibi nükleer enerji konusunda 
Üç Mil Adası, Çernobil, Fukuşima. Sıra kimde?
tarihi bir değişime öncülük ediyor. Hatta daha fazlasına. ABD ile Fransa'nın ardından dünyanın en çok nükleer reaktöre sahip ülkesi Japonya, bu kazadan sonra yüzünü enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji kaynaklarına çevirdi. Japonya'nın nükleer enerji konusundaki inadı bitti ve nükleer enerji tartışılır bir kaynak oldu. Japonya'nın birkaç gün önce istifa eden Ticaret ve Enerji Bakanı Yoşio Haşiro, 6 Eylül'de yaptığı açıklamada ülkenin gelecekte 'sıfır' nükleer reaktöre sahip olacağını söylemişti. Haşiro Fukuşima'dan 'ölüm kenti' diye söz edince istifa etmek zorunda kaldı.

Fukuşima kazası Avrupa'da da taşları yerinden oynattı. Eskiyen reaktörlerinin yerine yenilerini kurmak isteyen İsviçre, bu planlarından vazgeçtiği gibi ülkedeki beş reaktörü 2034'e kadar kapatma kararı aldı, nükleer enerjiye elveda dedi. İtalya halkı, Çernobil'in ardından kapatılan nükleer santrallerin yerine yenisini kurmak isteyen Başbakan Silvio Berlusconi'ye, yapılan halk oylamasında kocaman bir hayır dedi. Almanya ise işi daha da ileri götürdü. Fukuşima sonrası ülkedeki 17 reaktörün sekizi kapatıldı. Şu anda çalışan dokuz reaktör ise 2022'ye kadar kapatılacak. Nükleerden vazgeçme kararı alındığında bunu 'hayal' diye yorumlayan memleketimin “enerji uzmanlarına” selam olsun!

Bizim medyada “üst düzey yönetici” diye yazılsa da, aslında Siemens'in bir numarası, Yönetim Kurulu Başkanı sıfatını taşıyan Peter Löscher'in son açıklaması ise nükleer enerji masalına Almanya'da son noktayı koyar gibiydi. Löscher Siemens'in yıllardır faaliyet gösterdiği nükleer enerji alanından çekildiğini açıkladı. Bunun bir tek açıklaması var. Yıllardır yapılan yatırım, araştırma geliştirme çalışmaları Siemens'e ciddi bir teknolojik üstünlük kazandırmış olmasına rağmen şirket bu alanda bir gelecek görmedi. Kapıya kilit vurmaya karar verdi. Siemens yıllardır Fransızların nükleer devi Areva ile nükleer enerji konusunda 2009 yılına kadar ortak hareket ediyordu. Siemens 1 milyar 620 milyon avro değerindeki yüzde 34 hissesini 2009 yılında Areva'ya satıp ortaklıktan ayrılmıştı. Areva daha sonra mahkemeye gidip, anlaşma süresinden önce ortaklığı bitiren Siemens'i dava etmiş, 650 milyon avro civarında bir tazminat kazanmıştı. Zararın neresinden dönülse kârdır misali, Fukuşima sonrası nükleer enerjinin olmayan geleceğini gören Almanların bu giden paraya şimdi çok üzülmeyeceklerini düşünüyorum.

Siemens Areva'dan sonra bir başka devlet şirketiyle ortaklık için görüşmeye başladı, Rusya'dan Rosatom'la. Akkuyu'ya nükleer santral kurmaya çalışan şirketle yani. Batı ülkelerine santral satamayan Rus firması için bu anlaşma, teknoloji transferi ve yeni pazarlar anlamına gelebilirdi ancak Siemens, nükleer çalışmalardan vazgeçerek bu ortaklığın önünü de tıkadı. Dünyaya da 'nükleer enerji Almanya için tarih olmuştur' mesajını gönderdi. Bu mesaj bizim enerji bakanımıza ulaşır mı; hiç sanmıyorum. Bildiğiniz gibi, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az!

Nükleer Enerji Masalı

Heinrich Böll Stiftung Derneği’nden ücretsiz kitap...

Neresinden bakarsak bakalım nükleer enerji ne iklim değişikliği sorunun çözümüne mutlak bir katkı yapma potansiyeline sahip ne de enerji arzını garantilemek için gerekli. Gerçek bunların tam tersi. Enerji talebini yüzde 100 oranında karşılama amacıyla yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesini destekleyenler hem yeni nükleer santralların inşasına hem de eskilerinin ömürlerinin uzatılmasına karşı çıkmalıdır. Öne sürülen iddialara rağmen nükleer enerji, güneş enerjisi çağına doğru ilerlerken kullanılabilecek bir ara dönem stratejisi olmaya uygun değildir. Gerd Rosenkranz, Antony Froggatt, Mycle Schneider, Steve Thomas, Otfried Nassauer ve Henry D. Sokolski'nin “Nükleer Enerjiye Neden Karşıyız” sorusunu yanıtladıkları bu kitabı bir bedel ödemeden, sadece kargo masrafını ödeyerek,  info@tr.boell.org adresinden isteyebilirsiniz. Derneğin diğer yayınları için www.boell-tr.org/web/111.html adresini ziyaret edebilirsiniz.

Kitabın editörlüğünü Türkiye'nin en iyi çevre gazetecilerinden İbrahim Günel ile birlikte yaptık. Umarım beğenirsiniz.

Fransa nükleerde karizmayı çizdirdi

Bakalım, Avrupa’nın yenilenebilir enerjide en şanslı ülkesi Türkiye, adını nükleer felaketler yaşanan ülkeler listesine mi yazdıracak yoksa nükleer beladan kaçan akıllı ülkeler listesine mi?

Özgür Gürbüz-BirGün / 18 Eylül 2011

Fransa’daki Marcoule nükleer tesisinde 12 Eylül 2011 tarihinde meydana gelen patlamada bir kişi hayatını kaybetti, dört kişi ise yaralandı. Patlama, Marcoule Nükleer Araştırma Merkezi’nin yanındaki Centraco Merkezi’ne ait nükleer atık fırınlarının birinde meydana geldi. Centraco, düşük seviyeli radyoaktif atıkların eritilmesi ve yakılması işiyle uğraşıyor ve Fransa’nın enerji devi EDF Grubu’na ait Socodei’nin bir alt kuruluşu.

Yetkililerin yaptığı açıklamalar bir radyasyon sızıntısı olmadığına ve kazanın ‘nükleer’ değil endüstriyel bir kaza olarak nitelenmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Kamuoyu aynı fikirde değil. Fransa’nın nükleer karşıtı eylemcilerini bir araya toplayan Nükleerden Çıkış (Sortir du Nucléaire) adlı grup, ikna olmadıklarını ve daha fazla bilgi talep ettiklerini söylediler. Tepkiler sadece Fransa’yla sınırlı da değil. EDF ve Areva’nın Hindistan’ın Maharashtra eyaletinde kurmak istedikleri santrale karşı kampanya yürüten eylemciler de seslerini yükseltti. Emekli bir hâkim olan Hindistanlı nükleer karşıtı Kolshe Patil, “Nükleer endüstrinin dünya çapında izlediği yol bu. Sadece ölümle sonuçlanan bir olayda bazı derinliği olmayan bilgiler veriliyor” açıklamasını yaptı. Nükleer endüstrinin halkın güvenini alamadığı ortada. Kazadan hemen sonra EDF’nin hisselerinin düşmesi de bunun bir başka göstergesi.

Marcoule Nükleer Merkezi (Site Nucléaire de Marcoule), Fransa’nın nükleer macerasında kritik roller üstlenmiş bir yer. 1960 yılında Fransa’nın yaptığı ilk nükleer silah denemesi için gerekli plütonyum burada üretildi. 1955 yılında askeri amaçlar için 2 megavat gücünde küçük bir reaktör kuruldu. Marcoule daha sonra üç reaktöre daha ev sahipliği yaptı. En sonuncusu 2010 yılında kapatıldı. Burası artık nükleer atıkların işlendiği bir merkez. Sökülen santrallerden gelen radyoaktif parçalar burada imha ediliyor, bazıları ise yakılıyor. 1000 megavat (MW) gücündeki ortalama bir nükleer reaktörden her yıl 400-450 ton kadar düşük seviyeli nükleer atık çıkıyor. Kendi içlerinde gruplara ayrılsa da genelde radyoaktif olma özelliğini 100 ila 500 yıl veya daha kısa zamanda kaybeden atıklar bu kategoride yer alıyor. Nükleer santraldeki su filtrelerinden, çalışanların giydiği önlük ve eldivenlere kadar birçok donanım ve eşya düşük seviyeli atık kabul ediliyor. Yüksek seviyeli nükleer atıklara örnek ise Plütonyum-238. Plütonyum-238, nükleer santrallerden çıkan, 240 bin yıl radyoaktif kalan, doğadan ve canlılardan izole edilmesi gereken tehlikeli bir radyoaktif madde.

Fransız hükümeti yıllardır nükleer enerji konusunda büyük bir gizlilik politikası uyguluyor. Üretilen elektriğin maliyeti bile açıkça söylenmiyor, zaten sübvansiyonlar yüzünden sağlama yapmak da kolay değil. Marcoule tesisi de bu gizlilik oyununun önemli bir parçası Fransız nükleer devi Areva’nın kontrolünde. Areva’nın hisselerinin yüzde 80’e yakını ise CEA’nın (Nükleer ve Yenilenebilir Enerji Komisyonu), CEA da hükümet kontrolünde.

1973 yılındaki petrol krizinden sonra varını yoğunu nükleere yatıran Fransa, ülkedeki nükleer endüstrisinin devamını sağlamak için nükleer teknolojiyi ihraç etmeye çalışıyor. Fransa’nın kendi ihtiyacından çok daha fazlasına yanıt verebilecek nükleer enerji kapasitesi var. Avrupa’ya elektrik satarak ayakta kalmaya çalışıyor. Avrupa ülkelerinin yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yoluyla kendine yeter enerji sistemleri kurmaları halinde Fransız nükleer endüstrisi çok zor durumda kalacak. Fransa’nın yeni geliştirdiği üçüncü kuşak nükleer reaktörlerdeki başarısızlığı (EPR-Avrupa Basınçlı Su Reaktörü) ve bu son kaza, yabancı ülkelere ihracatla ayakta kalmayı düşünen Fransızları kara kara düşündürüyor olmalı. Şu anda Avrupa’da inşa edilen iki EPR de (Finlandiya ve Fransa) finansal ve teknik sorunlarla karşı karşıya. Finlandiya’da yapımına 2004 yılında başlanan reaktörün 2009’da tamamlanması gerekiyordu ama hâlâ bitirilemedi. Üç milyar avroya bitirileceği söylenen 1600 megavatlık reaktörün maliyeti şimdiden 5,7 milyar avroları buldu. Finlandiyalı firma ve Fransız Areva firması tahkimlik oldu. Fransa’da yapılan reaktörün de aynı sorunlarla karşılaşması, maliyetin 3 milyardan 6 milyara çıkması Fransa’nın nükleer teknoloji alanındaki imajını zedeledi. Bu son kaza da işin tuzu biberi oldu.

Nükleer enerji konusunda örnek gösterilen ülkeleri (Japonya, Fransa) birer birer havlu atıyor. Nükleeri tüp gazla eş tutan Türkiye ise nükleer santral kurmayı ekonomi, ekoloji ve sürdürülebilir bir sanayi kavramları içerisinde değerlendirmeyi henüz başaramadığı için hala eski dünya düzeninin bu tehlikeli teknolojisinde ısrar ediyor. Enerji Bakanı’nın Fransızlara yaptığı, ¨Ver Cem Uzan’ı, kur nükleer santrali¨ teklifi de bir başka rezalet. Türkiye nükleer santral tercihini işte böyle detaylı analizler(!) sonucu yapıyor.

Bakalım, Avrupa’nın yenilenebilir enerjide en şanslı ülkesi Türkiye, adını nükleer felaketler yaşanan ülkeler listesine mi yazdıracak yoksa nükleer beladan kaçan akıllı ülkeler listesine mi?

Japonya, Fransa… Sırada hangi ülke var?

Özgür Gürbüz / 12 Eylül 2011

Fransa’daki Marcoule nükleer atık tesisinde bugün (12 Eylül 2011) bir patlama meydana geldi. Alınan ilk bilgilere göre patlama sonucu bir işçi hayatını kaybetti, dört kişiyse yaralandı.

Marcoule atık tesisi eskiden küçük çaplı reaktörüyle Fransa’nın nükleer silah üretiminde önemli bir rol oynuyordu. Fransa’nın ilk nükleer denemeleri için gerekli plutonyum burada üretildi. Sonraki yıllarda ise termonükleer silah üretimi için trityum üretme amaçlı bir reaktör daha inşa edildi. Hızlı üretken reaktör Phenix’e yine burası ev sahipliği yaptı. MOX adıyla bilinen (uranyum dioksit ve plütonyum dioksit karışımı) yakıtın üretilmesi için de kullanılan tesiste, nükleer reaktörlerden gelen kullanılmış yakıt çubuklarının içerisindeki plutonyum ayrıştırılıyor.

Fransız polisi, Avignon kentine 30 km uzaktaki sahanın dışında bir radyasyon sızıntısı yaşanmadığını belirtmiş. Tercümeden kaynaklanan bir hata yoksa bu cümle bir garip. Tesis dışında sızıntı yok da, içeride var mı? Fransız kaynaklarında da benzer ifadeler kullanılıyor. Kazanın uranyum ve plutonyumun yüksek ısıya tabi tutulduğu fırınlarda olduğu söyleniyor. Bütün bu bilgiler doğruysa, benim tahminim en azından tesis içinde bir sızıntının olduğu yönünde. Patlama ve yangından bahsediliyor, demek ki kontrolden çıkmış bir nükleer atık var elinizde.

Fransız hükümeti yıllardır nükleer enerji konusunda büyük bir gizlilik politikası uyguluyor. Nükleer reaktörlerden üretilen elektriğin maliyeti bile açıkça söylenmiyor, zaten sübvansiyonlar yüzünden hesaplamak da kolay değil. Petrolden kaçmak için nükleere sarılan ve bu teknolojiyi ihraç ederek sanayisini ayakta tutmaya çalışan Fransa’da nükleer enerjiyi eleştirmek de adeta bir tabu. Marcoule tesisi de bu gizlilik oyununun önemli bir parçası olan Fransız nükleer devi Areva’nın kontrolünde. Areva’nın hisselerinin yüzde 80’e yakını CEA’nın (Nükleer ve Yenilenebilir Enerji Komisyonu). CEA da hükümet kontrolünde.

Fransa’daki bu kaza, nükleer enerjiden çıkış için insanlığa yapılan son uyarı gibi. Dünyanın nükleer enerji konusunda örnek gösterilen ülkeleri (Japonya, Fransa) birer birer havlu atıyor. Türkiye ise nükleeri tüp gazla eş tutarak, nükleer santral kurmayı akıl, mantık ve sürdürülebilir bir ekonomi kapsamında değerlendirmeyi henüz başaramadı. Bakalım, Avrupa’nın yenilenebilir enerjide en şanslı ülkesi Türkiye, adını nükleer felaketler yaşanan ülkeler listesine mi yazdıracak yoksa nükleer beladan kaçan akıllı ülkeler listesine mi?

Korkunç şeyler gördüm

Ahlakın bittiği, vicdanın tükendiği, para hırsının insanı kör ettiği gündeyiz dostlar. Bilin ki, cehennem gibi bir yerdeyiz. 

Özgür Gürbüz-BirGün / 11 Eylül 2011

Bu hafta korkunç şeyler gördüm. Yerlerde sürüklenen köylü kadınlar gördüm; ellerinde ağaç dalları, sopalarla. Hacı dedeler gördüm, namazdan kalkıp eyleme gelmişler sanki, ellerinde sımsıkı sarıldıkları bastonları vardı. “Vurun beni” diye bağıran bir erkek gördüm, tüylerim diken diken oldu. Yarı çıplak, ben diyeyim 20, siz deyin 50 jandarmanın önünde duruyordu. Gırtlağını yırtarcasına bağırıyor, “vurun beni” diyordu. Vurun!

Foto: Yeşil Gerze Çevre Platformu
O insanların üstlerine yürüyen jandarmalar, onlara biber gazı sıkan polisler de gördüm. Gözlerim gördüklerine inanamadı. Gözlerim yaşlarla doldu. Hiç umurumda değil ne düşündüğünüz, ağladım işte. Benim iki katım yaşında insanları yerlerde coplanırken gördüm. Köylüler, tüm olan bitene karşın, belki de yaşadıklarına inanamadıkları için, “en büyük asker bizim asker” diye bağırıyorlardı. Bir umut işte. Onca dayağa, biber gazına rağmen. Ama 'büyük asker' ve 'büyük polis' daha çok vuruyordu sanki. Bir kadın gördüm, “Benim oğlum da asker” diyordu. Götürdüler yaka paça...

Ben bu hafta, yıllardır mücadelesini verdiğimiz yaşam mücadelesi filminin sonunu gördüm. Yaşamı için, köyü için, ağacı için yolu kapayan Yaykıl köylülerini gördüm. Onlara desteğe gelen Gerzelileri, yanlarında Sinopluları gördüm. Kentliler köylüler birlikteydi. Üzerlerine panzer yürüyordu. Ve anladım ki yolun sonuna geldik. Kendisinden dört kat daha az ömür tüketmiş polis ve jandarmadan dayak yemeyi göze alan insanları görünce anladım ki, zurnanın zırt dediği yerdeyiz. Ahlakın bittiği, vicdanın tükendiği, para hırsının insanı kör ettiği gündeyiz dostlar. Bilin ki, cehennem gibi bir yerdeyiz. 

Ben bu hafta bir panzer gördüm. Daha önce de panzer görmüştüm, tank görmüştüm ama ben orada ‘düşman’ görmedim dostlar. Ufukta ağaç gördüm, deniz gördüm, çalı gördüm onlar için direnen insanlar gördüm. Direnmek ayıp mı? Ağacını, çalını, denizini, doğduğun köyü, aşık olduğun tepeyi savunmak ayıp mı? Bunun için direnmek suç mu? Cehennem gibi bir yerdeyiz dostlar, yaşamı savunmanın suç olduğu bir memleketteyiz. Zebanilere direnmekteyiz dostlar.

Gece yarısı yeri göğe çıkaracak sondaj makinalarını köye gizlice getirmek suç değil. Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararına rağmen termik santral inşasında ısrar etmek hiç değil. Yürütmeyi durdurma kararına edilen itirazın reddedilmesine aldırış etmeden, köye iş makinaları göndermek de yasal. Dünyanın iklimini değiştirecek dev bir kömür santralini kurmak haşa! Denizi, ovayı kömür tozuna bulamak övgüye değer davranış. Hayat pahasına para kazanmak hiç suç değil. Suç toprağına, derene sahip çıkmakta. Azla yetinmekte. Panzerin karşısına elde ağaç dalı dikilmekte. Öyle olmasa gözaltına alınıp tutuklananlar Yaykıl köylüleri değil de Anadolu Grubu’nun personeli olmaz mıydı?  

Merak ediyorum Gazze'yi, Mavi Marmara'yı aratmayan bu görüntüleri Başbakan gördü mü? Merak ediyorum Gerze'ye termik santral kurmak isteyen Anadolu Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan bu olan biteni gördü mü? Benim gördüklerimi görmüş olup da bir insanın bu işten vazgeçmemesi mümkün mü? Bu kadar mı muhtaçsınız paraya? Size cebimdeki beş on kuruşu vermeye hazırım. Yeter ki vurmayın o insanlara, vurdurtmayın. Bütün samimiyetim ve iyi niyetimle soruyorum Sayın Özilhan, ninem yaşında kadınların dayak yemesi pahasına bu santrali kuracak mısınız? Annenizi, babanızı bir kez olsun coplanırken gördünüz mü? Çok merak ediyorum, Gerze’de olanları gördünüz mü? Bir insan neden vurulmak, ölmek ister, ölüm pahasına direnir hiç düşündünüz mü? İzninizle soruyorum Sayın Özilhan, siz hiç dövülen anneanneler, biber gazı yiyen dedeler gördünüz mü?  Bu kadar mı Sayın Özilhan, bu kadar mı?

Ya biz kentliler? Bütün bunları görecek ve hala elektrikli diş fırçamız, 40 yılda bir kullandığınız elektrikli aletleriniz için elektrik istemeye devam mı edeceğiz? Kadınlar, gençler dayak yemesin, ben gerekirse elektriksiz de kalırım demek bu kadar mı zor?

Sinop'ta olan biteni gören çocuklara da bir şeyler söylemek istiyorum. Yapmayın çocuklar, siz siz olun, para için her şeyi yapmayın. Kuşu, ağacı, denizi para için satmayın. İnsanları sevin çocuklar,  cehennem zebanilerini kendinize örnek almayın. Kendinize cehennem gibi bir dünya yaratmayın.

Yaşı iki katıma ermiş nine ve dedelerim, ellerinizden öpüyorum. Bilin ki bu cehennem ateşini siz yakmadınız ama söndürmek için kocaman bir adım attınız.

Gerze'de olan biteni izleyin!

Anadolu Grubu, yöre halkının tüm itirazlarına rağmen Sinop Gerze'nin Yaykıl köyüne 1200 MW gücünde kömür santrali kurmak istiyor. Gerzeliler Sondaj ekibini köylerine sokmamak için bir aydır dieniyor. Hem de polis ve jandarma şiddetine rağmen. Bu görüntülerin üzerine söylenecek bir söz de yok zaten.

Gerze halkı yalnız değil!

Gerze'nin Yaykıl köyünde Anadolu Grubu tarafından kurulması planlanan termik santrale karşı Ağustos ayının başından beri yöre halkı direniyor. Köylüler sondaj yapılması öngörülen alanda gece gündüz nöbet bekliyor. 24 Ağustos’ta sondaj yapmak isteyen şirket temsilcileri alana sokulmadı. Son bir hafta içerisinde ise Yaykıl'da adeta çevrecilerle güvenlik kuvvetleri arasında bir meydan muharebesi yaşanıyor. Gerginlik köylüler ve onlarla dayanışmaya gelenlerin, polis ve jandarmayla karşı karşıya gelmesiyle iyice arttı. Güvenlik kuvvetleri, şirkete ait sondaj ekipleri ve iş makinelerinin köye girişini sağlamak için zor kullanmayı denediler ama başarılı olamadılar. Köylülerden yaralananlar oldu, küçük çaplı yangınlar çıktı. Yaşadıkları bölgeye sahip çıkmak isteyen köylülere karşı biber gazı kullanıldı, tazyikli su sıkıldı ve plastik mermiler havada uçtu. Tüm bu olaylara Türkiye'nin dört bir yanından tepkiler geliyor.

Yaykıl köyünün ormanlık bölgelerinde yaşanan çatışmalar esnasında silah sesleri duyuldu, çok sayıda köylü yaralandı, atılan biber gazlarının etkisiyle bölgede ağaçlar alev aldı ve yaralanan köylülerin hastaneye ulaştırılmasında pek çok güçlük yaşandı. Köylüler gözaltına alındı ve gözaltıların devam etmesi bekleniyor. Gerze halkına yaşatılan tüm bu fütursuz şiddete, tehdide rağmen termik santral kurmak isteyen şirket sondaj çalışmasını tamamlayamadı.

Sivil toplum örgütleri arka arkaya basın açıklamaları yapıyor ve protesto yürüyüşlerine hazılanıyor. İlki 9 Eylül Cuma akşamı İstanbul'da. Yürüyüş, Taksim meydanındaki tramvay durağından saat 19:30'da başlayacak. Aşağıda şu ana kadar yapılan ortak basın açıklamalarının altına imza atan sivil toplum örgütlerinin bir listesi var.


Akkuyu Nükleer Karşıtı Kolektif
Ankara Divriği Kültür Derneği
Bayrampaşa Sinoplular Derneği
Bolkar Dağları Koruma Platformu
Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi
Çevre İçin Hekimler Derneği
Derelerin Kardeşliği Platformu
Divriği Kültür Derneği
Doğayı Ve Çevreyi Koruma Derneği (Doğader)
Ege Çevre Ve Kültür Platformu (Egeçep)
Ege Su Platformu
Ekoloji Kolektifi
Ekolojik Yaşam Derneği (Ekoder)
Gdo’ya Hayır Platformu
Gemlik Yaşam Atölyesi Derneği
Gördesliler Derneği Çevre Komisyonu
Greenpeace
Gülsuyu Gülensu Yaşam Ve Dayanışma Merkezi (güldam)
Hasangazi, Porsuk Köy Meclisleri
İmece – Toplumun Şehircilik Hareketi
K. Çekmece Sinoplular KYD Derneği
Karadeniz İsyandadır Platformu
Kazdağları Koruma Girişimi
Loç Vadisi
Maden Köyü Çevre Platformu
Munzur Koruma Kurulu
Nilüfer Kent Konseyi
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ankara Şubesi
Tarım Orkam-Sen Mersin Şubesi
Tmmob Çevre Mühendisleri Odası
Tmmob Kimya Mühendisleri Odası
Tmmob Peyzaj Mimarları Odası
Tozkoparan Derneği (Tozder)
Yalova Çevre Platformu (Yaçep)
Yalova Eğitim-Sen
Yeryüzü Derneği

Volkswagen'den yenilenebilire 1 milyar avro

Alman otomobil üreticisi Volkswagen, yenilenebilir enerji kaynaklarına iki yıl içerisinde 1 milyar avro yatırmayı planlıyor. Financial Times kaynaklı habere göre, Avrupa'nın en büyük otomobil üreticisi bu bütçenin bir kısmını iki açık deniz rüzgar santraline yatırmayı planlıyor. Bu Volkswagen'in ilk yenilenebilir enerji yatırımı olmayacak. Firma halihazırda Emden'deki rüzgar santralinden yılda 20 milyon kilovatsaat elektrik üretiyor. 2013 yılından itibaren de 12 üretim tesisinin elektrik ihtiyacının yüzde 10'unu hidroelektrikten karşılamak için Avusturya'nın Verbund şirketiyle bir anlaşma imzalandı. Tüm bu girişimlerin arkasında, firmanın seragazı emisyonlarını 2020'ye kadar, 2010 yılı değerlerinin yüzde 40 altına çekme hedefi yatıyor.

Güneş enerjisinin önünde kim duruyor? (2)

Sosyal maliyetleri de kattığımızda, şu anda güneş ve rüzgâr enerjisinin temiz olmalarının yanı sıra ucuz olma hüviyetini de kazandıklarını söyleyebiliriz”.

Özgür Gürbüz-BirGün / 28 Ağustos 2011

Geçen hafta bizim gazete ve televizyonlarımızda Ankara ile Konya arasında yolcu taşımaya başlayacak hızlı trenin haberleri vardı. Rastlantı bu ya, aynı günlerde yabancı gazetelerde şu habere rastladım. Almanya’daki trenlerin kullandığı elektriğin yüzde 100’ünün 2050 yılına kadar güneş, rüzgâr ve hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması planlanıyormuş. Hâlihazırda bu oran yüzde 20, 2014’te yüzde 28’e çıkarılacak. Hidroelektrik konusunu ayrıca yazmak lazım, Türkiye ve Almanya’daki durum birbirinden oldukça farklı ama rüzgar ve güneş enerjisinde potansiyel olarak Almanya’dan çok daha fazlasına sahibiz, uygulamada ise bir o kadar gerilerdeyiz.

Şu kadar gerideyiz diyerek ileri giden kimseyi görmedim, o yüzden o klasik nakaratı tekrarlamanın bir anlamı yok. Ne yaparsak ileri gideriz diye soru sorarak işe başlamak lazım. Geçen hafta Güneş Enerjisi Sanayicileri ve Endüstrisi Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ateş Uğurel’e bu soruları sormuştuk. Bu hafta söyleşinin ikinci bölümünü yayımlıyoruz, söz yine Ateş Uğurel’de.

-Güneşten elektrik üretmenin maliyeti ne kadar?

Şu anda 1kilovat (kW) kurulu gücün bedeli proje yerine, büyüklüğüne bağlı olarak 1,8 euro/vat ile 2,5 euro/vat arsında değişiyor.

-Bu fiyatların yakın gelecekte düşeceği ve diğer enerji kaynaklarıyla rekabet edebileceği söyleniyor. Sizin görüşünüz nedir?

Evet, düşüş beklenenden de fazla. Türkiye için öngördüğüm rekabetçi olma yılları 2013-2014 gibi. Bu noktadan sonra devlet teşvikleri belki o kadar da önemli olmayacak. Daha önce de dediğim gibi asıl önemli kıstas şebekeye bağlanma izinlerinin verilmesi olacak. Ancak enerji kaynaklarının maliyetini hesaplarken, hep göz ardı edilen sosyal maliyetleri de eklediğimizde, güneş ve rüzgâr enerjisinin şu anda temiz olmalarının yanı sıra ucuz olma hüviyetini de kazandıklarını söyleyebiliriz.

-Türkiye'nin güneş enerjisi potansiyeli nedir? Isı ve elektrik üretimi için. Sizce yasalarla sağlanan alım garantisi bu potansiyeli harekete geçirmeye mi yoksa 600 Megavatlık üst sınırın işaret ettiği gibi kontrol altında tutmaya mı yönelik?

Potansiyel çok önemli değil, sıfır noktasındayız. En kısa zamanda ne kadar kurabiliriz diye bakmamız lazım. Bence Türkiye istikrarlı bir şekilde her yıl en az 1gigavat (GW) kurulum yapabilir. 2023 yılında en az 12 GW kurulu güce sahip olmamız azımsanmayacak bir başarı olur. Tek bir senede 10 GW kurulum yapan Almanya gibi örnekler de var tabii, ben 1 GW tahminini, güneşin karşısına çıkarılacak tüm siyasi-politik engeller, teknik bahaneler filtresinden geçirerek yaptım. Yoksa çok daha büyük güçlere ulaşmamız son derece mümkün.

-Söz konusu güneş ve rüzgâr olunca yerli üretimden çokça bahsedilir oldu. Bildiğim kadarıyla
Türkiye termik, hidro veya nükleer enerji alanında da ciddi bir yerli üretim kapasitesine sahip değil ama bu konu hiç konuşulmuyor; neden?

Tamamen siyasi tercih! Güneş enerjisinin daha çok oranda yerli olabilme yetisi nükleer veya doğalgaz çevrim santrali ile karşılaştırıldığında kat ve kat daha fazla. Asıl konuşulmayan konu şu: Ne zaman güneş enerjisi Türkiye'de gündeme geldi, siyasi iktidarın enerji konusundaki yöneticileri hemen şu demeci verdiler, "Güneşe çok destek veremeyiz, o zaman ithal güneş panellerinin önünü açmış oluruz, paneli üreten Alman'a Çinli'ye para kazandırırız". Kimse sormadı, ülkede kurulu onlarca barajın, doğalgaz ve termik santrallerin türbinleri nereden geliyor diye? Bu söylemin birden bire sadece güneş için dillendirilmesi pek garip açıkçası.

-Yerli malı güneş panelleri veya rüzgâr türbinleri üretmek için öncelikle ne yapılmalı?
İlk önce yerli panel kullanan kişilere kilovatsaat ( kWs) üzerinden verilen teşvik kaldırılmalı, bu yerli araba kullanan sürücülere ucuz benzin vermek gibi bir şey. Bilindiği gibi bir güneş enerjisi sisteminden üretilen elektrik şu andaki kanunlara göre 13,3 dolar cente satılacak (kWs başına) , güneş paneli-ayak sistemi ve inverter tamamen yerli olursa 20 dolar cente kadar çıkacak. Ancak ülkemizde hiçbir gerçek yatırımcı, "müşteri yerli malını tercih eder" diyerek milyon dolarlar mertebesindeki yatırımlara soyunmaz. Üstelik ilk üretilecek ürünler "kredilendirebilir" olmama riskini taşıdığından, enerji yatırımcıları çok muhtemelen en az 1-2 GW saha tecrübesi yaşamış güneş panellerini ve diğer aksamları tercih edecektir.

Teşvik öncelikle güneş panelini üretecek firmalara verilmeli. Şu anda Türkiye'nin sıfırdan Ar-Ge yaparak yıllık üretim kapasitesi 2-3 GW seviyesine gelmiş firmalara rakip olması sadece hayalperestlik olur. Yapsa bile marka konumlandırması için bir o kadar daha para harcaması gerekir ki, bu da tüm süreci verimli olmaktan uzaklaştırır. Devletin ve Başbakanlık Yatırım Ajansı’nın hemen yapması gereken şey, bu uluslararası büyük şirketleri (bazılarının güneş enerjisi deneyimi 50 yılı geçti) Türkiye'ye çekerek, yerli oyuncularla birlikte yatırım yapmaya teşvik etmesi ve bunun yanı sıra teknoloji transferini çekici kılan kanunların ivedilikle çıkartılması. Bu şirketlerin bir bölümünün Ar-Ge çalışmalarını da ülkemize çekebilirsek yerli sanayi oluşturma konusunda önemli bir adım atmış oluruz. Tarife üzerinden şu anda açıklanmış teşvikler ayrıca dünya ticaret örgütüne yapılacak ilk haksız rekabet suçlamasında iptal edilecektir. Yerli üretimi suni teşviklerle değil, gerçek Ar-Ge yatırımını yapacak kurumları desteklemekle istenilen seviyeye getirebiliriz.

Güneş enerjisinin önünde kim duruyor?

Bizi nükleere, HES’lere, termik santrallara mahkûm etmek isteyenlere, “güneşimden kaç” demenin zamanı geldi de geçiyor...

Özgür Gürbüz-BirGün / 21 Ağustos 2011

Muğla Üniversitesi'nde fotovaltaik kaplı bir çatı
Önce termik ve nükleer santrallar sonra hidroelektrik derken, Türkiye’de enerji sektörünün doğa üzerindeki baskısı iyice arttı. Ne için ve gerçekte ne kadar ihtiyacımız olduğunu bilmeden elektrik tüketimimizi arttırmaya çalışıyoruz. Enerjide hem yurt dışına hem de büyük firmalara giderek daha fazla bağımlı hale geliyoruz. Milyar dolarlık enerji yatırımları, üretimi merkezileştirerek bizleri bu dev firmalara bağımlı tüketicilere dönüştürüyor. Bu çemberi kırmak için kendine yeter bir yaşam kurmak, enerji tüketimini azaltmak ve ihtiyacımız olan enerjiyi veya büyük bir kısmını kendimizin üretebileceği yeni bir düzene ihtiyacımız var. Anahtar kelime ise güneş...

Güneş enerjisi deyince çoğumuzun aklına su ısıtmada kullanılan paneller (güneş toplaçları) geliyor. Güneş enerjisini elektriğe çeviren fotovoltaik paneller ise daha karmaşık bir teknoloji ve ısı değil elektrik üretiyor. Çatılara, bina yüzeylerine, sokak lambalarının tepesine yerleştirilebiliyor. Büyük bir enerji santralını bir yurttaşın kurması çok zor ama güneş panellerini evinin çatısına yerleştirmesi o kadar zor değil. Zaten konutların elektrik ihtiyacı da çok fazla değil. 2010’un sonunda dünyada 40 bin megavatlık fotovoltaik kurulu gücü vardı. Çok değil ama hızla gelişiyor. Peki, Türkiye’de durum ne? Bu soruyu Güneş Enerjisi Sanayicileri ve Endüstrisi Derneği (GENSED) Yönetim Kurulu Başkanı Ateş Uğurel’e sordum. Türkiye için hayati öneme sahip olduğuna inandığım güneş enerjisiyle ilgili söyleşiyi iki hafta boyunca bu köşede okuyabilirsiniz. Bizi nükleere, HES’lere, termik santrallara mahkûm etmek isteyenlere, “güneşimden kaç” demenin zamanı geldi de geçiyor...

»Son günlerde güneş enerjisiyle ilgili gelişmeler var. Uzun süredir bekleyen yasal düzenlemeler tamamlandı. Sizce bu düzenlemeler sayesinde güneşten ciddi miktarda elektrik üreten ülkeler arasına Türkiye de girecek mi?
Bu düzenlemeler sayesinde güneşten elektrik üreten ülkeler arasına Türkiye girecek, ama yine aynı düzenlemeler yüzünden güneşten ciddi miktarda elektrik üreten ülkeler arasına giremeyecek. 2006-2007 yıllarında bu konu gündeme geldi. 2011 yılının sonlarına yaklaşıyoruz hâlâ usul ve esaslar, ölçümlerle ilgili bazı düzenlemeleri bekliyoruz. Yani, yasal düzenlemelerin tamamının bittiğini söylemek de mümkün değil. Bazı mevcut maddeler, sanki teşvik adı altında süreci uzatmak, kösteklemek için konmuş gibi gözüküyor.

»Yeni düzenlemelerle güneş enerjisi için bir ölçüm zorunluluğu da getirildi. Bu güneş santrallarının önünü açıyor mu?
Ölçüm zorunluluğu bence tam bir komedi, bir kere güneş enerjisinde kesinlikle ölçüme ihtiyaç yok. Var olan uydu verileri, diğer meteorolojik veriler ve son derece başarılı simülasyon programları sayesinde diğer tüm temiz enerji kaynaklarının aksine belli bir alanda güneşten ne kadar elektrik üretileceği oldukça hassas tespit edilebilir. Güneşin dünya üzerindeki herhangi bir noktada, ne zaman doğacağı ve ne zaman batacağı bellidir. Akşam üretmeyeceği, kışın daha az üreteceği de kesindir. En çok öğlen saatlerinde üreteceği de bilinir. Buna karşılık mesela rüzgârda ölçüm şarttır, rüzgâr ‘yukarıdan’ değil ‘yandan’ gelen bir enerji türüdür ve çok ufak koordinat değişikliklerinde bile rüzgâr profilinde önemli değişiklikler olur. Halbuki güneş enerjisi potansiyeli enleme göre değişir. Birbirinden 5-10 km uzaklıktaki iki noktada güneş enerjisi potansiyelinin bir yatırımcıyı etkileyecek kadar değişmesi mümkün değil.

»Bir de tüm güneş santrallarının kurulu gücünün 600 MW’ı geçmemesi için kural kondu. İstediğiniz kadar kömür santralı yapmak serbest ama güneşe gelince sınır var.
600 MW başka bir garip konu. Açıklama şu: Ülkemizin altyapısı daha çok güneş santralını kaldırmaz. Ne gariptir ki, devlet yetkilileri tam da bu açıklamanın yapıldığı günlerde yaklaşık 1.000 MW gücünde bir doğalgaz çevrim santralının açılışını yapıyordu. 1000 MW’lık dev ve tek bir santral için altyapımız yeterli ama Türkiye geneline yayılacak toplam 600 MW’lık güneş santralı için yetersiz. Türkiye’de ilk defa bir enerji türü için sınırlama getirildi, anlaşılır bir sebebi de yok. Tek aklıma gelen açıklama, güneş enerjisinin yayılması istenmiyor, kontrol altında tutulmak istiyor. Bu kararlarda kuzey komşularımızın oldukça etkin rol oynadığını düşünüyorum açıkçası.

»Yurttaşların evlerinin çatılarına kurduğu güneş panelleriyle ürettikleri fazla elektriği devlete satacakları söyleniyor. Bu bilgi doğru mu?
Bunun kanunu ve yönetmeliği çıktı, usul ve esaslarının da yayınlanmasını bekliyoruz. Tüm bu sürecin bekleme süresi 3-4 yıla ulaştı sanırım. Burada da büyük hatalar yapıldı, bir ampul yakan bile çatısında kurduğu sistemle ürettiği tüm elektriğin tamamını satabilecek. Olay ticarete dönünce, karşınızda da devlet ve dağıtım şirketleri olunca bu işin yürüme şansı sıfır. Binlerce binanın çatısındaki sistemi kim denetleyecek, kim kontrol edecek, kim gerekli izinleri verecek ve kim ay sonu o binaların sahiplerinin banka hesaplarına para yatıracak? Ayrıca yerli üretim ürünlerini kullananlar daha yüksek fiyata da satacak. Çatıdaki 3-4 panelin nerede ve nasıl üretildiğini denetleyebilecek bir merci olduğunu veya uzun süre olabileceğini hiç sanmıyorum. Halbuki bunun yerine elektrik temelli (kwh bazlı) mahsuplaşma gelseydi sistem çok daha hızlı devreye alınabilecekti. Fazla elektriği dağıtım şirketine ver, verdiğin fazla enerji kadar da bedava elektrik tüket. Gayet basit bir sistem olacaktı. Şimdi işin içine para alışverişi girdi, sağlıklı yürüme şansı sıfıra yakın.

»Herkes evinde elektrik üretirse dağıtım ihalelerine milyarlarca dolar ödeyen dağıtım şirketleri bu işten zararlı çıkmaz mı?
Çıkar tabii, o yüzden kurduğunuz sistemi şebekeye bağlama iznini bu kurumlar verecek; daha doğrusu vermeyecek veya aylarca sizi oyalayacak. Siz pes edene kadar. Bu başka ülkelerde de yaşanmış bir deneyim. Güneş enerjisiyle ürettiğiniz her birim elektrik kadar dağıtım şirketi size az elektrik satıyor olacak. Ne kadar çok kişi kendi elektriğini üretirse, dağıtım şirketleri o kadar az elektrik satabilecek. Bu arada dağıtım şirketleri henüz milyarlarca dolarlık ödeme yapmadı. Takip ettiğimiz kadarıyla tek bir kuruş tahsilat yapılmadı ve birinci sırada olanların hepsi elendi. Şimdi ihalelerde ikinci sırada olanlarla görüşmeler başladı.

Ateş Uğurel ile yaptığımız söyleşinin devamı için buraya tıklayınız...

Limon'un yüzde 68'i, hıyarın yüzde 13'ü...


Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Ağustos 2011

Limon'un yüzde 68'i, portakalın yüzde 18’i, mandalinanın yüzde 16'sı, greyfurtun yüzde 14’ü, elmanın yüze 2,6’sı, kayısının yüzde 9,2'si...

Bitmedi, liste uzun. Çileğin yüzde 53,7’si, şeftalinin yüzde 15,1’i, zeytinin yüzde 6,5’i, sakız kabağının yüzde 18'i ve taze soğanın yüzde 2,6’sı bir ilimizde yetişiyor. Bulmaca gibi ama atarak bulmanız zor, 81 tane seçenek var. En iyisi ben size biraz daha ipucu vereyim. Muzun yüzde 58’i, üzümün yüzde 4,7'si, taze sarımsağın yüzde 3,2’si ve sevseniz de sevmeseniz de ıspanağın yüzde 5,7’si yine bu ilde yetişiyor.

Devamı var... Portakalın yüzde 18'i, pırasanın yüzde 8,7'si, fasulyenin yüzde 4'ü, yeni dünyanın yüzde 24,78'i, marulun göbeklisinin yüzde 7,3'ü, kıvırcığının da yüzde 21,1'i, kirazın yüzde 1,1’i yine bu ilde üretiliyor. Trabzon Hurması'nın yüzde 12,25'i de bu ilde büyüyor, toplanıyor, hasat ediliyor. Trabzon hurmasına bakıp aldanmayın burası Trabzon değil. Geriye kaldı 80 il.

Keçiboynuzu üretiminin yüzde 60,3'ü, baklanın yüzde 18,6’sı, bezelyenin yüzde 8,36’sı, bamyanın (ben severim) yüzde 4,7’si, patlıcanın yüzde 10,6'sı, domatesin yüzde 5,6'sı, dolmalık biberin yüzde 15,8'i, sivri biberin yüzde 11,2'si, karnabaharın yüzde 6'sı ve hıyarın da yüzde 13'ü bu il sınırları içerisindeki topraklarda yetişiyor. Meyve sebze türlerine bakanlar ve limon başlığından uyananlar ilin Mersin olduğunu çoktan bilmiştir. Evet, tüm bu sebze ve meyve Mersin'de yetişiyor. Türkiye’nin yaş meyve ve sebze üretiminin yüzde 6,69’unu bizim hükümetin nükleer santral kurmaya heveslendiği Mersin ili karşılıyor. Listenin en önemli ürünü de herhalde limon. Hem Türkiye üretiminin yüzde 68'ini tek başına üretiyorlar hem de ihracat yapıyorlar. Çilek, keçiboynuzu ve muz gibi ürünlerin de yarıdan fazlası sofalarımıza buradan geliyor. Bu liste elime, Tarım Orkam Sen (KESK'e bağlı Tarım, Orman, Çevre ve Hayvancılık Hizmet Kolu Kamu Emekçileri Sendikası) 'Radyoaktif Limon İstemiyorsan Nükleere Hayır' başlıklı kampanyalarını başlattıklarında ulaşmıştı. Sendika, Türkiye limon üretiminin yüzde 68'ini karşılayan Mersin'de kurulacak bir nükleer santralın yalnızca Mersinlileri değil tüm Türkiye'yi tehdit edeceği görüşünde. Haksız sayılmazlar, geçmiş örnekler durumun tam da böyle olduğunu gösteriyor. Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, İtalya’nın yarısı kadar bir alanın, (yaklaşık 150 bin kilometrekare) kirlendiğini ve yaklaşık 52 bin kilometrekare, Danimarka’dan biraz daha büyük tarımsal alanın da harap olduğunu belirtmişti. Varın hesabını siz yapın. Fukuşima'dan sonra et ve süt üretiminde yaşanan sorunları da biliyoruz.

Yukarıda tek tek belirttiğim sebze ve meyve listesi geçen hafta basına yansıyan bir haberden sonra daha da önemli hale geldi. Haber, Türkiye Ziraatçiler Derneği (TZD) Genel Başkanı İbrahim Yetkin'in yaptığı açıklamayla, hatta uyarıyla ilgili. Türkiye'nin 126 ülkeden 133 değişik meyve ve sebze ithal ettiğini belirten Yetkin, ''Marul, sivri biber, taze ve kurusoğan bile ithal ediyoruz, bunu anlamakta güçlük çekiyorum'' diyor. Her ne kadar bu ülkede anlamadığımız birçok konu olsa da, limonla başladığımız listedeki kalemlere bakınca Yetkin'in bu uyarısının “es” geçilmemesi gerektiği ortada. Çünkü Mersin'e nükleer santral kurmak istiyorlar. Olası bir kaza veya sızıntıda yukarıdaki listeyi unutun. Çernobil sonrası bize yedirilip içilen fındık ve çayı unutmadım, şimdi buna benzer şeyler yapılmaz da demiyorum, malum Türkiye pek değişmedi. En azından aklı olan tüketicilerin bu ürünleri almayacağı ortada. İthalatın duracağını söylemek de falcılık sayılmaz.

Türkiye 2011 yılının ilk yedi ayında muz ithalatına 59 milyon dolar ödemiş. Portakala ise 11 milyon 900 bin dolar. 59 milyon dolar ödenen muzun yüzde 58'i Mersin'de üretiliyor. Yaklaşık 12 milyon dolar ödenen portakalın yüzde 18'i yine Mersin'de...

İbrahim Yetkin yıl sonuna kadar meyve ve sebze ithalatına verilecek paranın 700 milyon doları bulabileceğine dikkat çekiyor. Yetkin, Türkiye'nin son 4,5 yılda sebze ve meyveye 4,5 milyar lira ödediğine de dikkat çekiyor. Demek ki cari açıkta sadece enerjinin payı yok. İthal nükleer santralle cari açıın kapatılamayacağı zaten biliniyor. Bir de bu maceraya girip elektrikten daha çok ihtiyacımız olan sebze ve meyvede de dışa bağımlı hale gelmek ne kadar akıllıca?

Mersin kadar olamayacaklarını biliyorum, gözüm Mersin'in limon rekorunda da değil. Yüzde 68'leri geçtim ama şu ülkenin ihtiyacı olan aklı başında projelerin yüzde 1'ini Ankara üretse öpüp başıma koyacağım! Mersin elden giderse Meclis'in bahçesine limon, hıyar veya dolmalık biber ekmek zorunda kalabiliriz. Söylemedi demeyin.

Sordum Google Baba'ya

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Ağustos 2011

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Mersin İl Genel Meclisi üyesi İbrahim Gül geçtiğimiz günlerde nükleer enerjiyi savunmuş. Zaten birisi AKP'ye üye olmak isteyince soruyorlar, “nükleeri nasıl bilirsin” diye, “iyi bilirim” demeyeni partiye almıyorlar. Aslında soru yanlış. Fukuşima'daki nükleer felaketen sonra toprağa verilen nükleer enerji, hükümet ne kadar görmek istemese de öldü, mevta oldu. Doğrusu, “Nükleeri nasıl bilirdiniz” olacak. Günahları affolur mu, o bile şüpheli.

Haberi Cumhuriyet gazetesinde okudum. İbrahim Gül diyor ki, “Dünyadaki en temiz enerji kaynağı nükleer santrallar. Bunların dumanı yok, isi yok”. Gazeteciler soruyor, “Siz nükleer konusunda bilgiyi nereden edindiniz” diye, yanıt şöyle, “İnternetten araştırma yaptım”. Gül, belli ki Google Baba'ya nükleeri sormuş. Google Baba da, “isi yok pası yok” yanıtını vermiş. İktisatçı olduğunu söyleyen Gül, “ama araştırmacı bir yönüm var” diyerek diğer iktisatçıların araştırmacı olmadığını da ima ediyor. Üzerime alınmadım. Gül'ün ikna edici(!) açıklamalarından sonra beni de merak sardı. Gül'ün izinden giderek ben de nükleeri mübarek Google Baba'ya sordum ama biraz tersten. Sağlama yapmak için, 'isi yok pası yok' yazdım. Karşıma YÖK çıktı, bir de TRT. Birkaç gün sonra bir daha aynı kelimeleri arattım bu sefer de karşıma bir galvanizci ustanın metallerden pası nasıl çıkaracağımızı anlatan tavsiyeleri çıktı. Bir de emlakçlığı öven bir yazı. Emlakçı olmalıymışız hepimiz. “Kiri yok pası yok, bundan iyi iş mi bulacaksın” diyorlar. Bir kenara emlakçının telefonunu not aldım ama Google'a olan güvenim de biraz sarsıldı. Sonra aklım başıma geldi. Kelimeleri çift tırnak içinde arattım. Kulak tiryakiliğini öven bir yazı çıktı. Kulaktaki sigaranın isi de pası da yokmuş. Google Baba nabza göre şerbet veriyor sanki. Ben nükleer diye sorsam karşıma radyasyon, Çernobil'de hayatını kaybeden binlerce insan, Fukuşima'da girilmesi yasak bölge çıkıyor. İbrahim Bey sorunca dünyanın en temiz enerji kaynağı...

İbrahim Bey'in Google'da arama yaptığı günlerde Fukuşima santralinin 1 numaralı reaktöründe kazadan bu yana ölçülen en yüksek düzeydeki radyasyona rastlanmıştı. İki reaktör arasındaki bir tahliye borusunun altında saatte 10 sievertin üstünde radyasyon ölçüldü. Yılda 1 sievert radyasyona maruz kalmanın kanser riskini yüzde 10 arttırdığı söyleniyor, varın hesabı siz yapın. Radyasyon is, pas gibi bir şey değil. Parmağınızı masanın üzerinde gezdirince göremiyorsunuz. Nükleer santralla ilgili araştırma yapacaksanız ise, pasa değil radyasyona bakmanız lazım. İnternette arama yapmak da tehlikeli iş; dikkat istiyor. Malum, Google'ın tercüme servisi “Google Translate”e Ferhat Göçer'in İngilizcesi nedir diye sorunca karşınıza Justin Timberlake'i çıkarıyor.

Şimdi görünmeyen radyasyonu bir kenera bırakıp, görünenlerden, nükleer reaktörlerden çıkan atıklardan bahsedelim. Atıkları genelde üç ana başlıkta inceliyoruz. Düşük, orta ve yüksek seviyedeki atıklar. Atıkların doğada radyoaktif kaldıkları süreler uzadıkça seviyeleri de artıyor diye düşünebilirsiniz. Bazı radyoaktif atıklar doğaya birkaç hafta boyunca radyasyon yayıyor bazıları ise bin yıllarca.

Gelelim nükleer santrallere. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK) internet sayfasında bir zamanlar şu bilgi yer alırdı. 1000 megavat gücünde bir reaktörden her yıl yaklaşık 30 ton yüksek, 300 ton orta ve 450 ton düşük seviyede nükleer atık çıkar (bazı kaynaklar orta ve düşük seviyeli atıkların toplamını biraz daha az verir). Bu bilgi artık TAEK'in sayfalarında yok. Türkiye nükleer ihale sürecine girdikten sonra birden yok oldu. Görünmez elin işi olsa gerek. Neyse ki Google'da nükler atık diye aratıp, nükleerspora ait siteleri 'es' geçince faydalı bilgilere ulaşma şansınız hala var.

Düşük seviyeli atıklar içerisinde santralde çalışan işçilerin önlük ve eldivenleri gibi malzemeler yer alıyor. Yüksek seviye dediğimiz atık içerisinde Plutonyum-239 gibi 240 bin yıl radyoaktif kalan atıklar var. Evet, 240 bin yıl boyunca canlılardan uzak tutulması gereken bir radyasyon kaynağından bahsediyoruz. İşte atarız, satarız, depolarız dedikleri atıklar bunlar. Tiplerine göre değişse de, çoğu reaktör her yıl 27 ton kadar yüksek düzeyde atık çıkarır. Bu atıklar hayli radyoaktif ve sıcak oldukları için bir süre havuzlarda soğutulur. Daha sonra geçici depolama için seçilen alanlarda saklanır. Teoride bu atıklar binlerce yıl hiçbir yer hareketinin olmadığı (deprem gibi), su kaynaklarına uzak, teröristlerin erişemeyeceği yer altındaki tesislerde saklanır. Bu düzeydeki atıklarla 50-60 yıl önce tanışan bilim insanları, atıkların saklandığı çelik kapların ne kadar dayanacağı konusunda tahminden öte bir bilgiye sahip değiller. Haliyle, ortada değil 1000, 100 yıllık bir yaşanmış tecrübe bile yok. Buna rağmen, binlerce yıl radyoaktif kalan bu atıkların depolama tesislerinde kuzu kuzu oturacakları bilimselliği kanıtlanmış bir tez gibi bize sunulmaktadır. Tüm bu iddialı açıklamalara rağmen dünyada nükleer atıkların depolandığı bir tek son depolama alanı bile olmayışı ise manidardır. Nükleerspor genelde var gibi konuşmayı sever ama yoktur! Dört yıllığına seçilen bir iktidarın yüz bin yıllık bir gelecek adına karar vermesi ise 'ileri demokrasi'lerin bile dudağını uçuklatır.

Yalova'daki kimyasal atık deposu için ayaklanan medyamızın yıllardır nükleer atıklarla ilgili bir tek doğru dürüst soru sormamış olması ilginç değil mi? Bugün medya patronları ve ana akım gazetelerin yöneticilerinin çoğu nükleeri savunur ya da patron, hükümet korkusundan bu konuyu görmezden gelir. Pabucumun gazetecileri!

Mersin Akkuyu'da kurulması düşünülen santral dört adet 1200 megavatlık reaktörden oluşuyor. Bu da her yıl yüksek seviyede 120 ton atıkla başbaşa kalmamız anlamına gelir. Bu atıklarla ilgili hükümetin planı hakkında kimse net bir bilgiye sahip değil. Halbuki, atı çalan kılıfını hazırlar misali, ilk bu konunun tartışılması gerekirdi. Atıklar Rusya'ya gönderilecek diye bir söylenti var. Diyelim bu oldu. Karayoluyla gönderseniz Türkiye'den sağ çıkamayacakları ortada. Bir tek radyoaktif trafik kazamız eksikti, o da olur! Asfalt çizgilerini uranyum çubuklarıyla çizeriz, bin yıl parlar! Deniz yoluyla götürülürse Akdeniz ve Ege sularını aşarak boğazlardan geçmek zorundalar. Petrol tankerlerinden yakınıp kanal açmayı planlayanlar bu konuda ne düşünüyor acaba? İstanbul Boğazı'ndan nükleer atık taşıyan bir geminin geçmesini istemiyorsanız, bir kanal da atıklar için açarız. 1991 yılında Boğaz'da meydana gelen gemi kazasında sulara saçılan koyunları toplamakta zorlanmıştık, yanına yaklaşamayacağınız nükleer atıkları denizin dibinden nasıl toplayacağız? Olası bir sızıntıdan sonra kim Mersin'de, Antalya'da denize girer? Kim Galata Köprüsü'nde balık tutar, kim o balığı yer bilemiyorum. İbrahim Gül, isi pası yok diye yer mi acaba?

Not: Nükleer atıklara ne olacak diye sorulan sorulara verilen yanıtları, Isparta'da gömüldü, Konya'da yakıldı denilen nükleer atıkların öykülerini bir başka yazıya sakladım.

Soba içinde "çekirdek erimesi" deneyi

Hiroşima'ya atom bombası atılalı 66 yıl oldu

Fotoğraf: Timothy Takemoto
Yıl 1945.
Tam 250,000
Tam 250,000 kişi,
Topyekün
Topyekün imha...

Kongre'nin kararı
Kongre'nin kararı.
Enola Gay uçak adı
Enola Gay uçak adı.
Paul Tibbets pilottu
Paul Tibbets pilottu.
Şişman Adam'dı biri
Diğeri Küçük Çocuktu.
Bombaların adı buydu
Bombaların adı buydu.

Bulutsuzluk Özlemi'nin Hiroşima adlı parçası 6 Ağustos 1945 yılındaki dehşeti böyle anlatıyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin Japonya'nın Hiroşima kentine atom bombası atmasıyla dünya insan eliyle bir kez daha felakete tanıklık eder. 9 Ağustos'ta ikinci bir atom bombası Nagazaki'yi vurur. 'Şişman Adam' ve 'Küçük Çocuk' adlı iki bomba geride yüzbinlerce ceset bırakır. Ve nesiller boyu can alacak bir düşmanı, radyasyonu.

Nükleer enerji ve atom bombası arasında yumurta ve tavuk ilişkisi var. İkisini birbirinde ayırmak mümkün değil. En kolayı ve doğrusu ikisine birden hayır demek. Nüsed, Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği de bunu yapıyor. Bugün yaptıkları basın açıklamasına e-günlüğümde yer vermeyi önemli buldum çünkü hâlâ bizleri savaş çığlıkları atan insanlar yönetiyor. Hâlâ savaşın çözüm olabileceği masalları anlatılıyor. Türkiye'de silah taşımak, silahlı olmak marifet sayılıyor ve hükümetçe özendiriliyor. Meclis'te beli silahlı vekiller oturuyor. Benim gözümde her biri küçük birer atom bombası...

Nüsed Yönetim Kurulu adına yazılı bir açıklama yapan Dr. Derman Boztok şöyle diyor:

İnsanlık, emperyalizmin 66 yıl önce 1945 yılının 6 Ağustos'unda Hiroşima, 9 Ağustos'ta da Nagazaki'ye attığı atom bombaları ile, tarihinin en büyük kitle kırım ve çevre yıkım silahı ile karşılaştı. Hiroşima'da 120 000, Nagazaki'de 75 000 kişi öldü, bir o kadarı da takibeden günler, yıllar içinde sakatlıklar, kanserler, diğer sistem hastalıkları ve doğuştan olma bozukluklarla acılar içinde yaşamlarını kaybetti. Kentler biyolojik ve fiziksel çevreleriyle tam bir yıkıma uğrarken, yıllar boyu giderilemeyecek radyoaktivite yaşamı tehdit etmeyi sürdürdü. Emperyalizm, sömürü düzenini sürdürebilmede ne kadar güçlü ve kararlı olduğunu insanlığa acımasızca göz dağı vererek kanıtladı.

(...) İnsanlığın asıl düşmanı emperyalizmin yarattığı silahlanma sonucunda halen dünyada Hiroşima'da kullanılanlardan çok daha güçlü ve yeryüzünde uygarlığı sona erdirecek 22 600 kadar nükleer silah bulunmaktadır. Dünya silahlanma harcamalarının beşte biri kadarıyla, Birleşmiş Milletler Binyıl Kalkınma Hedefleri arasında bulunan milyonlarca insanın açlıktan, yoksulluktan kurtarılması, temel sağlık hizmetleriyle anne ve çocuk ölümlerinin önlenmesi mümkün olacaktır.

(...) Türkiye halkı ve Büyük Orta Doğu Bölgesi halkları, emperyalizmin ekonomik krizlerini aşma ve küresel kaynakları kesintisiz sömürebilmek için ekonomik ve toplumsal dönüşümlerle sürdürdüğü yeniden yapılandırma savaşının güncel hedefi durumundadır. Örtülü ve açık, çok yönlü istikrarsızlaştırma özel savaşları sonucunda Yugoslavya, Kafkasya, Afganistan, Irak, Afrika kuzey ve diğer bölgeleri, Filistin, Lübnan, Suriye, Iran ve Pakistan, Türkiye ile birlikte yıllardır sürdürülen insanlık suçu kirli savaşlarla milyonlarca insanını yitirmiştir. İsrail bölgedeki temel nükleer silah gücü durumunda iken, Türkiye de ABD-NATO nükleer silahlarını barındırarak bir yandan halklar için tehdit oluştururken diğer yandan hedef durumunda bulunmaktadır.

(...) Çernobil ve Japonya felaketlerinden sonra, dünyada nükleer enerji santrallerindeki öncü ülkeler, başta Almanya olmak üzere yeni santral yapmama ve çalışanları zaman içinde kapatma kararı alırken, deprem bölgesindeki ülkemizde hükümetler, demokratik kamuoyu ve bilim insanlarının ısrarlı uyarılarına karşın, küresel lobilerin etkisinde akıl almaz biçimde ve yine hukuk dışı anlaşmalarla nükleer santral yapımını dayatmaktadırlar. Hiroşima kırımının 66. yıl dönümünde, dünya barış ve demokrasi güçleri bir kez daha nükleer savaşın kazanan tarafı olmayacağını, tek korunma yolunun bu silahların tamamen yasaklanması olduğunu vurgulamaktadırlar. Bütün ülkelerde yürütülen "Nükleer Silahların Tamamen Ortadan Kaldırılması Uluslararası Kampanyası" milyonlarca barışsever insanı, demokratik toplum kuruluşlarını, sendikaları, yerel yönetimleri, nükleer silahlardan arındırılmış bölgeler için ve nükleer silahların yasaklanmasını öngören "Nükleer Silahlar Sözleşmesi"nin Birleşmiş Milletlerin de desteğiyle bütün ülkelerce kabulu için harekete geçirmiştir.

İklim Değişikliği Eylem Planı'na itiraz

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 1 Ağustos 2011

Çevre ve Orman Bakanlığı ikiye bölündü. Artık Çevre ve Şehircilik ile Orman ve Su İşleri adlarında iki yeni bakanlığımız var. İklim değişikliği gibi iki bakanlığı da ilgilendiren konularda bürokrasi yükünün artacağı ortada. Konu kentlerden ormanlara, sudan atıklara kadar birçok konuyu ilgilendiriyor. Sadece iki bakanlık değil başka bakanlıkların da çalışma alanına giriyor. Halihazırda bu bile sorun oluyordu.

Şu sıralar iklim değişikliğiyle ilgili yürütülen en önemli çalışma Ulusal Eylem Planı'nın hazırlanması. Çevre ve Orman Bakanlığı da uzun bir süredir bu konuda adeta bir moderatör rolü üstleniyor. Birkaç hafta önce Eylem Planı'nın taslağı kamuoyuna açıklanmıştı. Geçen cuma ise planın sunumu yapıldı ancak bakandan onay alınamadığı için dağıtım yapılmadı. Bize gelen duyumlar birkaç haftadır Tarım'dan Enerji Bakanlığı'na kadar birçok bakanlığın taslakla ilgili son dakika değişikliklerini Çevre Bakanlığı'na ilettiği. Bunlara son dakika itirazları da denebilir. Bütün bakanlıklar kendilerini rahatsız eden bölümlere itiraz edip, taslağı değiştirmiş. Elde dişe dokunur bir şey kaldı mı, göreceğiz.

Taslak kamuoyuna açıklandığında enerji bölümünü incelemiş ve dilim döndüğünce düşüncelerimi bakanlığa iletmiştim. O haliyle beni tatmin etmeyen bir plan vardı önümde. Bakanlığa gönderdiğim metne aynen şöyle başlamıştım: “Eylem planı, genel anlamıyla açık ve net hedefler belirlemiyor. Hedefsiz bir eylem planı da ister istemez amaca hizmet etmekten çok prosedür gereği hazırlanmış bir çalışmayı andırıyor. Türkiye, sera gazı salımlarının büyük bir bölümünü enerji sektörü kaynaklı üreten bir ülke olarak, bu sektörde “devrim” niteliğinde bir değişime gitmeden sorunu çözemez”. İtiraz ettiğim noktaları da sizlerle ana başlıklar halinde paylaşmak istiyorum. Böylece neden böyle düşündüğüm anlaşılabilir.

Enerji bölümündeki ilk hedeflerden biri enerji yoğunluğuyla ilgili. Kritik bir konu. Bugün enerji alanında yaşadığımız birçok soruna çözüm olabilecek önemde. Taslakta, 2015 yılında birincil enerji yoğunluğunun 2008'e göre yüzde 10 azaltılması hedeflenmiş. Neden nihai enerji yoğunluğu değil de birincil enerji yoğunluğu, bunu anlamış değilim.

Burada ikinci itirazım da yüzde 10'luk orana. Eurostat verilerinden yola çıkarsak İrlanda, 1990 yılında 253 kgep (1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla yaratmak için harcanan kilogram eşdeğeri petrol) olan enerji yoğunluğunu 2000 yılında 137 kgep'e, 2008'de ise 106 kgep'e indirmiş. Komşumuz Yunanistan 1990 yılında 264 kgep olan enerji yoğunluğu değerini 2000'de 204'e, 2008'de ise 169 kgep'e indirmeyi başarmış. Örnekler çoğaltılabilir ancak enerji yoğunluğu rakamlarının yakınlığı nedeniyle bu iki ülkeyi örnek aldım. Portekiz, Belçika, İsveç gibi ülkeler de 1990'larda Türkiye'ye yakın değerlere sahipti. O ülkelere de bakılabilir. Türkiye ise aynı tabloda yerinde saymış. 1990'da 258 kgep, 2008'de ise neredeyse aynı; 245 kgep. Görüldüğü gibi İrlanda ve Yunanistan sekiz yıl içinde, hem de nihai enerji yoğunluğunda yüzde 10'un çok üzerinde indirimlere gidebilmişler. 1990'a göre eldeki teknolojilerin daha ileride olduğu göz önüne alınırsa, taslaktaki yüzde 10'luk birincil enerji hedefinin 'mütevazi' olduğu görülecektir.

Yenilenebilir enerji kaynaklarında genel bir hedef seçmek yerine kaynak temelli hedefler belirlenmelidir. Eylem planında bu yapılmıyor. Rüzgar enerjisi için her yıl 1000 MW kurulu güç ve 20 yıl sonunda 20 bin MW toplam kurulu güç gibi bir hedef, Türkiye'de yerli türbin ve/veya parça üretiminden, yabancı üreticilerin Türkiye'de fabrika kurmasına kadar farklı ek faydalar yaratacaktır. Kümülatif hedefin kaynak bazında netleştirilmesi bu açıdan önemlidir. Ayrıca, YEK için belirlenen hedef veya çalışmaların yan faydaları içerisinde teknoloji geliştirme ve ihracat olanakları da eklenmelidir. Bu unsurlar göz ardı edilmemelidir.

Plandaki bir başka tartışmalı konu da hidroelektrik santrallerle ilgili. Enerji Bakanlığı'nca belirlenen 140 milyar kilovatsaatlik ekonomik üretim potansiyelinin yüzde 38'lik bölümünün halihazırda kullanıldığı belirtilmiş. Geriye kalan kısmın tamamının kullanılması hedefi, ciddi ekolojik ve sosyal sonuçlar doğuracaktır. Katkı payı yöntemi, yanlış ve/veya eksik ÇED raporları, eksik kamuoyu desteği gibi nedenlerle zaten büyük tartışmalara yol açan HES projelerinin, sadece potansiyele bakılarak, tümünün değerlendirilebileceğini savunmak doğru değildir.

Temiz kömür teknolojileri için yapılacak Ar-Ge ve benzeri araştırmalar sonucu elde edilecek emisyon indirimlerinin yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasıyla elde edilecek indirimler karşısında daha düşük olduğu açıktır. Elimdeki bazı veriler, temiz kömür teknolojisinin yüzde 30 civarında (CO², NOx, SOx) emisyon azaltımına neden olabileceğini göstermektedir. Linyit kömürü kullanıldığında 1 kWs elektrik üretimi için 729 gram CO² eşdeğeri sera gazı salındığı düşünülürse, yüzde 30'luk bir indirim bile YEK'nın salım rakamlarının çok ama çok uzağında kalacaktır. (Rüzgar, güneş ve biyokütle için bu değer kWs başına 20-60 gr arasındadır). Kömür kullanımının iklim eylem planında yer alması anlaşılır gibi değildir.

Planda sadece dağıtım kaybının yüzde 8'e çekileceği hedefi de ilginç. Neden sadece dağıtım? İletim kayıpları önemli değil mi? Dünya bankası rakamlarına göre 2008 yılında Türkiye'nin iletim ve dağıtım kayıpları yüzde 14'tür. Bu rakamın içinde kaçak elektrik kullanımının da olduğu düşünülürse bu yüzde 8'lik hedefin yeterli olmadığı görülecektir. Çin gibi dev bir ülkede bile iletim ve dağıtım kayıplarının oranı yüzde 6'dır. Eğer iletim kaybı ciddi bir oran teşkil etmiyor, yüzde 14'lük rakam sadece dağıtıma aitse yapılan doğru kabul edilebilir ancak durumun böyle olmadığını sanırım herkes biliyor. Bu sorun akıllı şebekelerle çözülür. Küresel iklim değişikliğine yol açan enerji kaynaklı sera gazı emisyonlarının azaltılması için olmazsa olmaz kabul edilen yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımında akıllı şebekeler önemli bir yer tutmaktadır. Bu konunun eylem planında yer almaması, yenilenebilir enerjinin kullanımının sınırlı tutulacağı anlamına gelmektedir.

Tüm bu noktaların yanında eylem planının en büyük eksiği, sera gazı emisyonlarının ne kadar indirileceği veya ne kadar arttırılmayacağına dair bir hedefe sahip olmayışı. Bu haliyle biraz “dostlar alışverişte görsün” der gibiyiz. Bu “alışveriş” in içeriğini de başka yazılara saklayalım.

Rüzgârlı gözleme

Özgür Gürbüz-BirGün Gazetesi / 31 Temmuz 2011

Sözüm ona Çanakkale'ye birkaç günlüğüne tatile gitmiştim. Sözüm ona sadece haftada bir gün yazı yazacak ve insanın yedi gün 24 saatini teslim alan bu gazetecilik illetinden ömür boyu kurtulacaktım. Olmadı. Gelibolu'ndaki hafta sonu tatilim bir anda ufak bir 'iş seyahatine' dönüverdi. Her şey bir gözleme yüzünden oldu; biraz da ayran. Gelibolu yarımadasında Anzak Koyu'na doğru yol alırken karşımıza çıkan gözlemeci de durduk. Yaşamak için yemeği felsefe edindiğim için bu yol kenarındaki gözlemecide benim ilgimi çeken ne o güzel ayran, ne de gözlemeler oldu. Bu konaklama noktasını diğerlerinden özel yapan arkadaki rüzgâr türbinine gözüm takılmıştı bir kere. Doktor meslek hastalığı diyor. Küçük bir rüzgâr türbini, altında da güneş panelleri var. Yeme de yanında yat!

Ferhat Ormancı uzun yıllar önce Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçmüş. Yol kenarında kendi yağıyla kavrulan bir tesis kurmak istemiş. Mekan olarak Gelibolu'yu seçmiş. Ayıptır dedim sormadım ama gördüğüm kadarıyla işler fena değil. Sohbetimiz sırasında Ferhat Bey bana Bulgaristan'daki eğitim sistemini anlattı. Bugaristan'da meslek lisesinde okumuş Öğrencilere kaynak yapmasından, musluk tamirine birçok konuda eğitim veriliyormuş. Ormancı, en az beş altı meslek öğrenirler diyor. Öğrencinin hayatla ilgili bir fikri oluyor yani. Belki de bu yüzden olsa gerek Gelibolu'nun hiç durmayan rüzgârı kendisine ilham vermiş.

Reklamsa reklam, böyle işletmeye can kurban misali adını yazmaktan da çekinmiyorum. Doyuranlar Çay Bahçesi'nde tam sekiz tane irili ufaklı buzdolabı var. Bir tane limonata makinası, bir ayran makinası, bir çay ocağı, bir su motoru ve çok elektrik çeken bir de fritöz. Ampulleri, radyoyu, televizyonu, vantilatörleri ve kahve makinası da unutmamak lazım. İşte tüm bu aletlerin olduğu işletmenin elektrik yükünü bir rüzgâr türbini ve güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik paneller sağlıyor. 2,5 kilovatlık bir rüzgâr türbini, 2,5 kilovatlık güne paneleri ve bir dizi aküyle Ferhat Ormancı artık elektrik faturası ödemiyor.

Türkiye'nin en rüzgârlı bölgelerinden Çanakkale'de küçük türbin adeta hiç durmadan dönüyor ve elektrik üretiyor. Güneş panelleri de gündüz depoladıkları fazla enerjiyi akülere gönderiyor. Burada depolanan enerji gece boyunca elektrik ihtiyacını karşılıyor. Şebeke bağlantısı olmayan yerlerde buna benzer bir formülle elektrik üretmek ve kâra geçmek aslında yeni keşfedilen bir şey değil. Şebeke bağlantısı için istenen ücret çok yüksek olduğu için bu ve benzeri sitemler dört dörtlük bir çözüm. Buna rağmen çok yaygın değil. İnsanlar eni yeni güneşin gücünü keşfediyor. Genelde yerleşim merkezlerinde uzak bölgelerde jeneratörlerle elektrik üretiliyor. Ormancı da birkaç yıl öncesine kadar dizel jeneratörle elektrik üretiyormuş. rüzgâr ve güneşten oluşan bu yenilenebilir enerji sistemine 55 bin lira harcamış. Daha önce ise her ay dizel jenaratörünün çalışması için 4 bin liralık yakıt parası ödüyormuş. Yılda 48 bin lira ediyor! Kışın daha az müşteri olduğunu hesaa katarsak, ben diyeyim 18 ay, siz deyin iki yıl, Ferhat Bey yatırımını amorti edip kâra geçmiş. rüzgâr türbini ve güneş panellerinin ömrünün 20 yıl olduğu düşünülürse harcanan paranın oldukça aklı başında bir iş için gözden çıkarıldığı görülebilir. Ferhat Ormancı'nın başından ilginç bir olay da geçmiş. rüzgâr türbini kurulduktan bir süre sonra türbine yıldırım düşmüş. Sigortalar atmış, tüm gece elektrik yok. Ormancı, o gece hiçbir şeyi ellemedim diyor. Ertesi gün türbin hiçbir şey olmamaış gibi çalışmaya devam etmiş.

Çanakkale Türkiye'nin en rüzgârlı bölgelerinden biri. Yöre halkı çoğu zaman bu esintinin durmayışından şikayet ediyor. “Kulak kopartan” rügardan şikayet ediyorlar. İş rüzgârdan elektrik üretmeye gelince iş değişiyor. Dünya ortalamalarının üzerinde üretim yapan rüzgâr santralleri de bu bölgede. 1 Mart 2011 itibariyle, Türkiye'deki kurulu rüzgâr gücünün yüzde dokuzu Çanakkale ili sınırları içerisinde kurulmuş. rüzgâr hemen hemen her yerde esiyor ama onu ekonomik ya da kârlı yapan, yıl içinde kaç gün ve hangi şiddette estiği. Çanakkale bu yönden avantajlı. Kuvvetli ve sürekli esen rüzgâr, maliyetleri bölgede üretilen elektriğin fiyatını kilovatsat başına 5-6 dolar cent'e kadar düşürüyor. Birkaç gün önce açıklanan Yenilenebilir Enerji Küresel Durum Raporu'nda (Ren21) her temiz enerji kaynağının üretim maliyetlerine dair rakamlar veriliyor. Raporda, karada kurulan rüzgâr türbinleri için bir kilovatsaat elektriğin üretim maliyetinin 5 ila 9 cent arasında olduğu belirtilmiş. Rüzgârın iyi olduğu yerlerde 5, daha kötü olduğu yerlerde 9 cent. Özetle söylersek Çanakkale ilindeki rüzgâr türbinleri dünyanın en iyileriyle yarışıyor. Ege'de de benzer rakamlar karşınıza çıkıyor. Petrol ve doğalgazımız yok ama onlardan bin kat daha temiz olan rüzgâr enerjimiz var.

Gelibolun'dan eve dönerken aklımda bu rakamlar vardı. Bir yandan da Mersin'de yapılmasına çalışılan nükleer santral. Nükleer santral biterse, sahibi Rus şirketi bize 12,35 cent'ten elektrik satacak. Bize en ucuz dedikleri nükleer 12,35 cent, dünyanın en pahalı rüzgârı 9 cent.

Vallahi topladım olmadı, çıkardım yine olmadı. Gecesini gündüzünü nükleer santralsiz olmaz diye fetvalar vererek geçiren bakanlarımızı ben artık anlayamıyorum. Gelibolu'da gözleme yapan Ferhat Bey'in gördüğünü Ankara neden göremiyor? Gözleme desen Ankara'da da var. Ayran desen, o da bulunur. Belki de işin sırrı coğrafyada gizli. Gelibolu'da arazi düz, deniz açık. Gökle yer birleşiyor, ufku görüyorsun. Ankara'da ise bir sürü alt geçit, tünel falan var; su falan basıyor. Bir iniyor bir çıkıyorsun insanın aklı karışıyor. Belki de ondan.

Hatırlatma:
Akkuyu'da nükleer karşıtı kamp

Mersin Akkuyu'da nükleer santrale karşı çadır kamp kuruldu. 28 Ağustos tarihine kadar nükleer karşıtları çeşitli etkinliklerle nükleer santrale karşı çıkacak. Kamp ücreti kahvaltı, akşam yemeği ve konaklama dahil 11 TL.

Akkuyu'da Öner, Soner ve Güneş anıldı

Akkuyu'da kurulan nükleer karşıtı çadır kampında bugün özel bir anma yapıldı. 2006 yılında Sinopta düzenlenen 'Nükleersiz Yaşam Şenliği'ne katılan ve Karadeniz'in dalgalarına yenik düşen üç genç Soner ve Öner Balta ile Güneş Korkmaz için bugün denize çiçekler bırakıldı.

Mersin Nükleer Karşıtı Platform tarafından düzenlenen anmada yapılan açıklamada, "Nükleere inat,yaşasın hayat sloganıyla nükleer santralleri lanetleyen bizler, özellikle Japonya'da meydana gelen Fukuşima nükleer felaketinden sonra nükleer santrallerin çok güvensiz, doğa ve insan yaşamı için çok tehlikeli bir enerji modeli olduğunu ve nükleer santrallere karşı olduğumuzu Akkuyu'da bir kez daha kamuoyuyla paylaştık. Öner, Soner ve Güneş'in mücadeleleri mücadelemize ışık tutacaktır" dendi.

Mersin Nükleer Karşıtı Platform, 7 Ağustos tarihinde de antralin yapılması planlanan Akkuyu koyuna ev sahipliği yapan Büyükeceli beldesinde bir yürüyüş düzenliyor. Büyükeceli'de kurulan Nükleer karşıtı çadır kampı da 28 Ağustos'a kadar sürecek.

Kürtçe türkü söylemenin dayanılmaz ağırlığı

Cemil Topuzlu Sahnesi'nde Aynur'u dinleyen ve Kürtçe bimeyenler o an başlarını göğe kaldırıp yukarıdaki bir yıldıza baksalar eminim tüm sözleri anlarlardı. Ama onlar gökyüzünün kudretli duygularını değil, insanın yarattığı nefreti görmek istediler.

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Temmuz 2011*

12 Şubat 1999'da Ahmet Kaya, Magazin Gazetecileri Derneği tarafından kendisine verilen ödülü alırken Kürtçe klip hazırlayacağını söylemiş, bazı davetliler tarafından Ahmet Kaya'ya çatal bıçak fırlatılmıştı. Bu saldırı Kürtçe'ye tahammülsüzlüğün belki de en belirgin örneklerinden biriydi.

Aradan 12 yıl geçti. 15 Temmuz 2011 tarihinde İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın (İKSV) düzenlediği Caz Festivali'nde benzer bir ırkçı protesto da Aynur Doğan'ın başına geldi. Harbiye Açıkhava Sahnesi'ni dolduran yüzlerce kişi sanatçıyı Kürtçe türküler söylediği için yuhaladı, sahneye minder ve pet şişe fırlattı. Sanatçıya destek veren bazı dinleyicilerle bu ırkçı protestoyu yapanlar arasında sert tartışmalar yaşandı. İKSV keşke sanatçının güvenliğini gerekçe göstererek konseri iptal etseydi. Bu ülkede yıllardır özgürlükler para ile satın alınır hale geldi. Bunun bir kurtuluş olduğu sanıldı. Dilediğiniz gibi bir yaşam alanı için özel sitelerde ev, dilediğiniz kıyafetlerle dolaşmak için (özellikle kadınların) otomobil alınması gibi birçok maddiyata bağlı 'kurtuluş' seçenekleri türetildi. Bu kurtarılmış bölgelere hapsedildik. Özgürmüş gibi numara yaptık oysa Anadolu'nun büyük bir kısmı, sokaklar, televizyonlar hep özgürlük düşmanlarının ellerine bırakıldı. İşte bu nedenle, konser iptal edilse, parasıyla dilediği müziği dinleyebileceğini sananlara ufak bir uyarı yapılmış olmaz mıydı? Bir de başka bir sorum var. Sahnede Joan Baez olsaydı ve ona minder fırlatılsaydı o konser devam eder miydi?

Bu ülkede insanların özellikleri hızla değişiyor. Nefretten, kavgadan yana tavır alanlar artıyor. Herkes sinirli, kimse birbirini sevmiyor. İstanbul'daki festivallere gidenler de zaman içerisinde çok değişti. Müzik ve sanat aşkından çok orada bulunmak için bu etkinliklere gelenler çoğaldı. Aynur Doğan'a yapılan da bu kaygılarımı doğrular nitelikte. Yoksa insan bilet aldığı konserdeki sanatçıyı tanımaz mı, yuhalar mı? Onun yıllardır Kürtçe türküler söylediğini bilmez mi? Bugün bu kültürel etkinliklerdeki birçok insan için orada yer almak falanca marka bir otomobile sahip olup çevreye hava atmaya benziyor. Bilet fiyatları da sanatsever birçok kişiyi dışarıda bırakacak kadar pahalı zaten.

Aynur'a yapılan protestoyu Diyarbakır'daki ölümlerle ilişkilendirerek bir anlamda unutturmak veya hafifletmek de bu ırkçı saldırıyı görmezden gelmek demek. Çok değil konserden bir hafta önce Radikal yazarı Berrin Karakaş'ın, yine İstanbul Caz Festivali kapsamında Miss Pizza'da başına gelenler de toplumun içine işlemiş ırkçılığın bir başka kanıtı. Beyoğlu'nda Miss Pizza adlı mekana müzik yapmak için çağrılan birkaç yazardan biri olan Berrin Karakaş, tercihlerinin arasına Koma Amed'den 'Hay Nik Na'yı ekleyince mekandaki DJ ve teknik sorumlunun tepkisine maruz kaldığını kendi köşesinde yazmıştı. Bu olanlar Silvan'dan önceydi ve hedefte yine Kürtçe vardı. Şarkılarını dinlemeye tahammül edemediğiniz insanlarla nasıl konuşacağız, nasıl anlaşacağız?

Rahmi Saltuk: "Daha önce net tavır alınabilseydi bugün bunlar yaşanmazdı"

Fotoğraf: http://www.rahmisaltuk.com/
Herkesin ortasında Kürtçe konuşmak hep zor oldu. Şarkı söylemek, o şarkıların olduğu kasetleri basmak ve satmak da. Özellikle de Batı'da. Kürtçe uzun bir dönem yasaklı kaldı, Kürtçe kasetler el altından satıldı. 1989 yılında Rahmi Saltuk 'Hoy Nare' adlı albümü çıkarıp mücadele bayrağını açana kadar Kürtçe şarkıları kasetlere koymak 12 Eylül'le yasaklanmıştı. Bugünü anlamak için, 1968 yılında Halk Oyuncuları tarafından sergilenen Pir Sultan Abdal adlı tiyatro oyunuyla adını duyuran Rahmi Saltuk'la konuştuk. Konuyu bilenine sorduk. Türkiye'nin müzik tarihinde önemli bir yeri olan Saltuk, Kürtçe'yle ilgili mücadelesinin 1989'dan da önce başladığını anlattı. Hukuk fakültesini bitirmesine rağmen avukatlık yapmayan, Kürtçe bilmemesine rağmen Kürtçe türkü söyleyen Saltuk, resmi öğretiye ilk karşı çıkışını o sıralarda Öğrenci Birliği'nde yer alan Uğur Mumcu'nun vasıtasıyla çağrıldığı bir konserde yaptığını anlatıyor. Karayılan türküsünü ilk defa 'doğru' haliyle, “Vurun Kürt uşağı” diye okuduğunu söylüyor. Daha sonra Ruhi Su ile de konuyu konuşmuş ve Ruhi Su'nun da türkünün doğrusunu bildiği halde böyle söylemek zorunda kaldığını kendisine söylediğini belirtiyor. Saltuk, yine Ruhi Su'dan dinlemeye alıştığımız başka bir türkünün sözlerinde de kürtler kelimesi yerine orman kelimesi konarak, “Ağır makineli de tepeden inmez, tarıyor ormanı kimse (kürtler) görünmez” şeklinde değiştirildiğini anlatıyor.

- İlk Kürtçe türkünüzü ne zaman söylediniz?
12 Mart sonrası yurt dışındaydım. Nazım Hikmet'in 10. ölüm yıldönümüydü ve ilk kez Paris'te kitlesel bir anma programı düzenlendi. Ben de davetli sanatçı olara katıldım, türkülerimi söyledim. Ne gariptir ki ondan sonra Nazım'la ilgili hiçbir konsere beni çağırmadılar. Organizasyonu Fransa Türkiyeli Öğrenciler Derneği yapıyordu, Abidin Dino başı çekiyordu. Ertuğrul Özkök, TİP'li Mehmet Ali Aslan gibi isimler de vardı. Mehmet Ali Aslan beni Kendal Nezan ile tanıştırdı. Paris'te Kendal Nezan'ın evindeydik. “Gulazer” türküsünü (Ha Gulazer – Sarı Gül, Sarı saçlı yâr anlamında) bir Sovyet sanatçısının 45'lik bir plağında ilk kez orada dinledim. Opera eğitmli bir sanatçıydı ve orkestrayla söylüyordu. Hemen kaptım. 1974'te Türkiye'ye döndüm, konserlerde söyledim. 1975'te ilk uzun çalarımda, Dersim Dört Dağ İçinde türküsünün önüne Gulazer'in ilk dörtlüğünü koydum. Çok beğenildi.

Gulezar türküsünden bir dize

Yar gulezar, can gulezar

Yar sarı güldür, can sarı güldür

Yar zerine zerine

Yar sarışındır sarışın (altın sarısı saçları vardır)

-Yasak değil miydi?
Sırf Dersim sözcüğü geçiyor diye türkü radyolarda çalınmazdı. Sanatçılar da söylemezdi. Yasak değil ama bir baskı vardı. O zaman Kürtçe yasak değildi. Kürtçe parçalar Kürtlerin düğünlerinde, otel lobilerinde söyleniyordu. Gulezar'dan sonra ister 'Beyaz Türk' deyin ister başka bir şey; o kişiler, entellektüeller, Kürtçe denen bir şeyin var olduğunu kabul etmeye başladılar. Herkesin diline düştü Dersim Dört Dağ İçinde türküsü.

-Kürtçe bilmiyordunuz ama...
Ben sosyalist bir gözle baktım bu meselelere. Kürtçe bilmediğim için 'Ha Gulezar' ile yetinmiyordum. Daha sonra mücadele adına yeni Kürtçe parçalar öğrendim. Sayısını 10'a çıkardım. Fonetiği ile ritmi ile çalışıyordum. Daha sonra Türkiye'yi mahveden 12 Eylül oldu. Özünde Kürtçe'nin yasaklanmasını hedef alan bir kanun çıkarıldı. Bunu kabul edemezdim. 1989 yazında 'Hoy Nare' adlı albümü çıkardım.

-Hatırlıyorum, ben de almıştım albümü. Sonra da geri vermek zorunda kaldım. Tepkiler nasıl oldu?
Sabah gazetesi haberi birinci sayfadan verdi. Hemen ardından toplatma kararı çıktı. Emniyet müdürüklerine yazı yazıldı, savcılık da bunu ihbar kabul etti ve hakkımda dava açtı. Yargıda beraat ettim. Toplatma kararı aleyhine de idare mahkemesinde dava açtım. İdare lehime karar verdi, bu defa da Kültür Bakanlığı itiraz etti. Dosya Danıştay'a gitti ve Danıştay beni haklı buldu. Onun üzerine tekrar stüdyoya girdim. Hoy Nare albümünün yönetmeni de Hasret Gültekin'dir. Hasret'i oğlum gibi severdim.

-Para kazanabildiniz mi?
Sanırım 20 bin tane bastık, haber kulaktan kulağa yayıldı ve hepsi bir anda tükendi. Hasan Saltık keşke 100 bin bassaydık derdi ama toplatma kararından sonra sayı çok olsa kimse depoda falan saklayamazdı. Rakam az olunca dağıtıcılarda kalması (saklanması) kolay oldu. Yasak olmasaydı herhalde zengin olurdum (gülerek).

-Daha sonra ne oldu, Kürtçe parçalar arttı mı?
Baktılar ki bu iş iyi, herkes Kürtçe şarkılar söylemeye koyuldu. Ben 'Cane cane'yi orijinal haliyle okudum. İşin sadece ticaretini düşünenler bu melodiyi beğendiler ve hemen içine yeni sözler koyarak 'İşte meydane' deyip okudular. Baktım 30-40 sanatçı okumuş. Mangalda kül bırakmayanlar izin alırken Türkçe söyleyeceğiz diye izin alıyor daha sonra Kürtçe söylüyorlardı. Amaç bir şeyleri değiştirmek değil para kazanmaktı.


Fotoğraf: http://www.rahmisaltuk.com/
 -Hoy Nare'den sonra ne değişti?
Ben bunu yapmasaydım SHP yasa teklifi vermeyecekti. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar televizyonlara çıktı, bu işi bitiriyoruz diye açıklama yaptı. Ardından ben içinde 5-10 tane Kürtçe eserin de bulunduğu birçok parça için bir başvuru yaptım. Kültür Müdürlüğü'ne dosya verdim. Kürtçe diye kayda almıyolardı. Avukatlarımı çağırdım olmadı. Noterleri çağırdık onlar da korktu, tespit etmeye gelmedi. Fikri Sağlar'a memurun benim başvurumu kayda almadı dedim ama sonuç alınamadı. Hoy Nare'den sonra ilginçtir gerek sosyal demokratlar gerek sosyalistler olsun, beni konserlerine çağıranlar azaldı. Kürtler etkinliklerine davet etti ama baktılar ki ben yörüngeye girmiyorum, eleştirel bakıyorum, o da kesildi. 1987 yılında SHP Diyarbakır'daki sekiz milletvekilinden dördünü aldı. Hikmet Çetin ilk sıradaydı. Belediye SHP'liydi ama hiçbir belediye beni festivallerine çağırmadı. Kendilerine asker istiyorlar. Fehmi Işıklar HEP'in kuruluşunda çağırdı, kurucu üye olmamı istediler. Ben Türkiye İşçi Partisi'nden (TİP) başka bir partiye üye olmayacağımı söyledim. Daha sonra içinde olduğum birçok parti ile çatıştım. Sanatçının parti üyeliği zor.

-Daha sonra karşılaştığınız zorluklar oldu mu?
En son 1993'te Açıkhava'da vereceğim konser yasaklandı. Fikri Sağlar beni aradı, konserin yasaklanmış dedi. Bir dayanışma konseri önerdi. Ben de, bu benim işim başka bir şey yapmıyorum, neden hayır diyeyim dedim. Ankara Hipodrom'da 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde konser verdik, 50 bin kişi geldi ama konsere ne Fikri Sağlar ne de Müsteşar Emre Kongar geldi.

- Aynur Doğan konserinde yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunu sadece sanatçılar çözemez. O gün verdiğim mücadele desteklenseydi bugün insanlar birbirini vurmazdı. O tarihlerde net tavır alınsaydı bugün bunlar yaşanmazdı. Türkiye toplumu herkesin yüreğinin ağzına geldiği bir toplum olmazdı. 90'lı yıllarda kan gövdeyi götürdü, faili meçhuller oldu, gazete binaları bombalandı. O günkü SHP müthiş bir direnç gösterseydi bu noktaya gelinmezdi. Aynur için de talihsiz bir durum. At gözlülüğüyle bakmamak lazım. Seçimlerden bu yana 40-50 kişi hayatını kaybettiği bir ortamdayız. Bir de geçenlerde bir gazete hiç söylemediğim sözler yazıldı. Kesinlikle Sezen Aksu ve onun gibiler için vatan sadece paradır demedim. Bırakın bunu söylemeyi ima edecek bir şeyden bile bahsetmedim. Bundan da ciddi rahatsızlık duydum.  

***
Çözüm önerisi mi istiyorsunuz, işte size çözüm önerim

Rahmi Saltuk'un neredeyse tüm hayatı boyunca süren bu mücadelesi bugüne nasıl geldiğimizin kısa bir özeti gibi. Birkaç şey de müzik dinlemek üzerine söylenmeli. Aynur'un türkülerini dinlediğimde tüylerim diken diken olur. Onu ilk dinlediğim günden beri bu böyle. Sözlerini anlamasam bile. Arapça, Uygurca, Çince müzik dinlerim. Moğol şarkıcıların gırtlaklarını yırtarcasına çıkardığı o sesle bozkırlarda at binerim. Cezayir asıllı Fransız şarkıcı Rachid Taha olmazsa olmazımdır, George Bush'u bir bedeviye benzettiği İngiltere'deki konserinde kendimi Arapça şarkılar söyleyen bir bedevi gibi hissetmiştim. Müzik dediğin sadece söz değildir ki, notadır, duygudur. Dilini anlamadığım şarkılar benim için boşluklarını doldurmaya çalıştığım bilmecelere benzer. Dilediğini kendi ruh haline göre yazarsın. Ritim, müzik, titreyen ses, sanatçının mimkleri, yüzüne yansıyan duyguları sana şarkının ipuçlarını verir. Aldığın bu ipuçlarını iyi değerlendirirsen bilmeceyi doğru çözersin. Bir bakmışsın ağlıyorsun, bir bakmışsın gülüyorsun. Cemil Topuzlu Sahnesi'nde Aynur'u dinleyen ve Kürtçe bimeyenler o an başlarını göğe kaldırıp yukarıdaki bir yıldıza baksalar eminim tüm sözleri anlarlardı. Ama onlar gökyüzünün kudretli duygularını değil, insanın yarattığı nefreti görmek istediler.

Basit önerilerle bitirelim bu haftanın yazısını. Devletin resmi kanalı TRT Şeş'in Kürtçe yayın yapması toplumda olumlu bir hava yaratmaya yetmemiş. Halkları birbirinden uzaklaştırarak, kendi köşelerine hapsetmek beraber yaşamanın yolunu açmıyor. Kürtlere özel kanal verip onu Türklerin görüş açısından uzak tutarak hiçbir şeyi başarmış olmuyorsunuz. Egemenler hep azınlıklardan kurallarına uymalarını bekliyor. Türkçe Olimpiyatlar düzenleyip yabancılar bizim dilimizi konuşunca seviyoruz ama Türkler Kürtçe Olimpiyatları'na katılsa desem kıyamet kopar. Daha ilkokul sıralarında İngilizce şarkılar söylemeyi öğrenen çocuklarımızı gördükçe havalara uçan bizler, aynı çocuklara okullarda bir tane de olsa Kürtçe şarkı öğretilmek istense acaba ne yapardık? Çözüm önerisi mi istiyorsunuz, alın size çözüm önerisi.

*Bu metin Birgün'de yayımlanandan biraz daha uzun bir metin, kısalt kısalt nereye kadar?