Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Mersin İl Genel Meclisi üyesi İbrahim Gül geçtiğimiz günlerde nükleer enerjiyi savunmuş. Zaten birisi AKP'ye üye olmak isteyince soruyorlar, “nükleeri nasıl bilirsin” diye, “iyi bilirim” demeyeni partiye almıyorlar. Aslında soru yanlış. Fukuşima'daki nükleer felaketen sonra toprağa verilen nükleer enerji, hükümet ne kadar görmek istemese de öldü, mevta oldu. Doğrusu, “Nükleeri nasıl bilirdiniz” olacak. Günahları affolur mu, o bile şüpheli.
Haberi Cumhuriyet gazetesinde okudum. İbrahim Gül diyor ki, “Dünyadaki en temiz enerji kaynağı nükleer santrallar. Bunların dumanı yok, isi yok”. Gazeteciler soruyor, “Siz nükleer konusunda bilgiyi nereden edindiniz” diye, yanıt şöyle, “İnternetten araştırma yaptım”. Gül, belli ki Google Baba'ya nükleeri sormuş. Google Baba da, “isi yok pası yok” yanıtını vermiş. İktisatçı olduğunu söyleyen Gül, “ama araştırmacı bir yönüm var” diyerek diğer iktisatçıların araştırmacı olmadığını da ima ediyor. Üzerime alınmadım. Gül'ün ikna edici(!) açıklamalarından sonra beni de merak sardı. Gül'ün izinden giderek ben de nükleeri mübarek Google Baba'ya sordum ama biraz tersten. Sağlama yapmak için, 'isi yok pası yok' yazdım. Karşıma YÖK çıktı, bir de TRT. Birkaç gün sonra bir daha aynı kelimeleri arattım bu sefer de karşıma bir galvanizci ustanın metallerden pası nasıl çıkaracağımızı anlatan tavsiyeleri çıktı. Bir de emlakçlığı öven bir yazı. Emlakçı olmalıymışız hepimiz. “Kiri yok pası yok, bundan iyi iş mi bulacaksın” diyorlar. Bir kenara emlakçının telefonunu not aldım ama Google'a olan güvenim de biraz sarsıldı. Sonra aklım başıma geldi. Kelimeleri çift tırnak içinde arattım. Kulak tiryakiliğini öven bir yazı çıktı. Kulaktaki sigaranın isi de pası da yokmuş. Google Baba nabza göre şerbet veriyor sanki. Ben nükleer diye sorsam karşıma radyasyon, Çernobil'de hayatını kaybeden binlerce insan, Fukuşima'da girilmesi yasak bölge çıkıyor. İbrahim Bey sorunca dünyanın en temiz enerji kaynağı...
İbrahim Bey'in Google'da arama yaptığı günlerde Fukuşima santralinin 1 numaralı reaktöründe kazadan bu yana ölçülen en yüksek düzeydeki radyasyona rastlanmıştı. İki reaktör arasındaki bir tahliye borusunun altında saatte 10 sievertin üstünde radyasyon ölçüldü. Yılda 1 sievert radyasyona maruz kalmanın kanser riskini yüzde 10 arttırdığı söyleniyor, varın hesabı siz yapın. Radyasyon is, pas gibi bir şey değil. Parmağınızı masanın üzerinde gezdirince göremiyorsunuz. Nükleer santralla ilgili araştırma yapacaksanız ise, pasa değil radyasyona bakmanız lazım. İnternette arama yapmak da tehlikeli iş; dikkat istiyor. Malum, Google'ın tercüme servisi “Google Translate”e Ferhat Göçer'in İngilizcesi nedir diye sorunca karşınıza Justin Timberlake'i çıkarıyor.
Şimdi görünmeyen radyasyonu bir kenera bırakıp, görünenlerden, nükleer reaktörlerden çıkan atıklardan bahsedelim. Atıkları genelde üç ana başlıkta inceliyoruz. Düşük, orta ve yüksek seviyedeki atıklar. Atıkların doğada radyoaktif kaldıkları süreler uzadıkça seviyeleri de artıyor diye düşünebilirsiniz. Bazı radyoaktif atıklar doğaya birkaç hafta boyunca radyasyon yayıyor bazıları ise bin yıllarca.
Gelelim nükleer santrallere. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK) internet sayfasında bir zamanlar şu bilgi yer alırdı. 1000 megavat gücünde bir reaktörden her yıl yaklaşık 30 ton yüksek, 300 ton orta ve 450 ton düşük seviyede nükleer atık çıkar (bazı kaynaklar orta ve düşük seviyeli atıkların toplamını biraz daha az verir). Bu bilgi artık TAEK'in sayfalarında yok. Türkiye nükleer ihale sürecine girdikten sonra birden yok oldu. Görünmez elin işi olsa gerek. Neyse ki Google'da nükler atık diye aratıp, nükleerspora ait siteleri 'es' geçince faydalı bilgilere ulaşma şansınız hala var.
Düşük seviyeli atıklar içerisinde santralde çalışan işçilerin önlük ve eldivenleri gibi malzemeler yer alıyor. Yüksek seviye dediğimiz atık içerisinde Plutonyum-239 gibi 240 bin yıl radyoaktif kalan atıklar var. Evet, 240 bin yıl boyunca canlılardan uzak tutulması gereken bir radyasyon kaynağından bahsediyoruz. İşte atarız, satarız, depolarız dedikleri atıklar bunlar. Tiplerine göre değişse de, çoğu reaktör her yıl 27 ton kadar yüksek düzeyde atık çıkarır. Bu atıklar hayli radyoaktif ve sıcak oldukları için bir süre havuzlarda soğutulur. Daha sonra geçici depolama için seçilen alanlarda saklanır. Teoride bu atıklar binlerce yıl hiçbir yer hareketinin olmadığı (deprem gibi), su kaynaklarına uzak, teröristlerin erişemeyeceği yer altındaki tesislerde saklanır. Bu düzeydeki atıklarla 50-60 yıl önce tanışan bilim insanları, atıkların saklandığı çelik kapların ne kadar dayanacağı konusunda tahminden öte bir bilgiye sahip değiller. Haliyle, ortada değil 1000, 100 yıllık bir yaşanmış tecrübe bile yok. Buna rağmen, binlerce yıl radyoaktif kalan bu atıkların depolama tesislerinde kuzu kuzu oturacakları bilimselliği kanıtlanmış bir tez gibi bize sunulmaktadır. Tüm bu iddialı açıklamalara rağmen dünyada nükleer atıkların depolandığı bir tek son depolama alanı bile olmayışı ise manidardır. Nükleerspor genelde var gibi konuşmayı sever ama yoktur! Dört yıllığına seçilen bir iktidarın yüz bin yıllık bir gelecek adına karar vermesi ise 'ileri demokrasi'lerin bile dudağını uçuklatır.
Yalova'daki kimyasal atık deposu için ayaklanan medyamızın yıllardır nükleer atıklarla ilgili bir tek doğru dürüst soru sormamış olması ilginç değil mi? Bugün medya patronları ve ana akım gazetelerin yöneticilerinin çoğu nükleeri savunur ya da patron, hükümet korkusundan bu konuyu görmezden gelir. Pabucumun gazetecileri!
Mersin Akkuyu'da kurulması düşünülen santral dört adet 1200 megavatlık reaktörden oluşuyor. Bu da her yıl yüksek seviyede 120 ton atıkla başbaşa kalmamız anlamına gelir. Bu atıklarla ilgili hükümetin planı hakkında kimse net bir bilgiye sahip değil. Halbuki, atı çalan kılıfını hazırlar misali, ilk bu konunun tartışılması gerekirdi. Atıklar Rusya'ya gönderilecek diye bir söylenti var. Diyelim bu oldu. Karayoluyla gönderseniz Türkiye'den sağ çıkamayacakları ortada. Bir tek radyoaktif trafik kazamız eksikti, o da olur! Asfalt çizgilerini uranyum çubuklarıyla çizeriz, bin yıl parlar! Deniz yoluyla götürülürse Akdeniz ve Ege sularını aşarak boğazlardan geçmek zorundalar. Petrol tankerlerinden yakınıp kanal açmayı planlayanlar bu konuda ne düşünüyor acaba? İstanbul Boğazı'ndan nükleer atık taşıyan bir geminin geçmesini istemiyorsanız, bir kanal da atıklar için açarız. 1991 yılında Boğaz'da meydana gelen gemi kazasında sulara saçılan koyunları toplamakta zorlanmıştık, yanına yaklaşamayacağınız nükleer atıkları denizin dibinden nasıl toplayacağız? Olası bir sızıntıdan sonra kim Mersin'de, Antalya'da denize girer? Kim Galata Köprüsü'nde balık tutar, kim o balığı yer bilemiyorum. İbrahim Gül, isi pası yok diye yer mi acaba?
Not: Nükleer atıklara ne olacak diye sorulan sorulara verilen yanıtları, Isparta'da gömüldü, Konya'da yakıldı denilen nükleer atıkların öykülerini bir başka yazıya sakladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder