Ormanları iklim krizi mi yakıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Haziran 2022

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün her yıl hazırladığı iklim raporu, pek fark edilmeyen, bu ülkedeki değerli çalışmalardan biri. 2021 yılı raporunda, aşırı hava olayları başlığı altında geçen yıl 28 Temmuz’da başlayıp 12 Ağustos’a kadar süren orman yangınları da yer alıyor. 44 ilde 197 ayrı yerde, aynı tarihlerde görülen bu yangınların aşırı hava olaylarıyla ilişkisinin elbette farkındalar.

Foto: @marmarisbeltr
İklim bilimi de yıllardır bunu söylüyor. İklim krizi nedeniyle artan sıcaklıklar, özellikle de eskisine göre şiddetlenen ve uzayan sıcak hava dalgaları orman yangını riskini artırıyor. Evet, bilimin dediği oluyor ama soru şu; ormanları iklim krizi mi yaktı? Bu sorunun tek bir yanıtı yok ama baş sorumlu iklim krizi olsa bile yalnız olmadığını biliyoruz

Doğayı biraz yakından tanıyanlar için tekrar olacak. Uzun süren yüksek sıcaklıklar ormandaki nemi azaltır, orman varlığını yangına hazır hale getirir. Vaşington Üniversitesi Çevre ve Orman Bilimleri Fakültesi’nden Dr. Susan Richards, iklim krizi nedeniyle artan yıldırım düşmesi ve kuvvetli rüzgâr olaylarının yangınlardaki rolüne de ayrıca dikkat çekiyor. İklim krizinin kırılgan hale getirdiği ormanların bazen doğal nedenler bazen de insan eliyle alev topuna dönüşmesi ise an meselesi. Yakılan anız, söndürülmeyen mangal, cam kırıkları, sigara izmaritleri, kazalar ve bilerek çıkarılan yangınlar doğal nedenlerin dışında ilk akla gelenler.

ABD için devletçe hazırlanan ulusal iklim değerlendirmeleri, Batı ABD’de büyük yangınların sayısının 1984 ila 2015 arasında iki kat arttığını gösteriyor. Son yıllarda Kaliforniya, Yunanistan ve Avustralya’da görülen ve neredeyse her yıl tekrarlanan yangınlar da istatistiklerde yerlerini almaya başladı. Türkiye de farklı değil. Aşırı hava olaylarının sayısı 2011 yılında sadece 324 iken 2021’de 1024’e çıktı; üç kat arttı.

Komplocular ve yangınlar üzerinden rant elde etmek isteyenler işi terör örgütlerine kadar götürüyor ama asıl gerçeği görmüyor. Aynı kentlerdeki su baskınlarında olduğu gibi, şiddeti ve sıklığı artan aşırı hava olayları, ormanları da yangınlara karşı daha hassas hale getiriyor. Kesin çözüm petrol, doğalgaz ve kömür kullanımını hızla terk etmek, kapitalizmin tüketim toplumunu destekleyen politikalarını çöpe atmak, hayatı yavaşlatmak ve yaşam tarzımızı değiştirmek. Kısa vadede ise almamız gereken önlemler var.

Türkiye Ormancılar Derneği’nin, ‘Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması’ adlı raporundan geçen haftaki yazımda bahsetmiştim. Çok sayıda önemli bilim insanının katkıda bulunduğu bu rapor, yangınların önlenmesi ve hasarın azaltılması için yapılması gerekenleri de anlatıyor. Öncelikle personelin yetersiz ve yetkin olmadığına dikkat çekiliyor.

Ekipman ve tecrübe eksikliği geçen yıl 140 bin hektarı etkileyen yangın sırasında görülmüş. Sorun elbette bütçeyle ilgili. Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) yangınlarla mücadele bütçesi 2012 yılında 374 milyon TL iken, 2019’da 28 milyona kadar gerilemiş. Herkes iklim krizi nedeniyle yangın riskine dikkat çekerken bizde bütçe ufaldıkça ufalmış. 2022 bütçesi ise rekor bir artışla 2 milyar 500 milyona çıkmış. Uyarıların dikkate alınması için ormanların yanması gerekiyormuş. Yine de yeterliliği tartışılır. Mustafa Bildircin’in dün BirGün’de yayımlanan haberi de OGM bütçesinin merkezi bütçeye oranla nasıl eridiğini, altı yılda yüzde 0,5’ten yüzde 0,3’e gerilediğini gösteriyordu. Yangınla mücadeleye bu yıl katılan yeni personel, uçak ve helikopter konusu da sıkıntılı. Türkiye Ormancılar Derneği yetkilileri, işe alım sürecinin geciktiğini, personelin eğitim ve tecrübe konusunda yeterli olmadığına dikkat çekiyor.

Orman yangınlarına davetiye çıkaran başka unsurlar da var. Listenin başına da ormanların parçalanmasını yazabiliriz. 2008 ila 2019 arasında 10 hektardan küçük orman parçalarının sayısı yüzde 118 artmış. Ormana insan girmiş sizin anlayacağınız. İnsan ormanda maden açmış, turistik tesis yapmış, konut kondurmuş, elektrik üretim tesisleri inşa etmiş, iletim hatları döşemiş. Varsayalım yurdum insanı bencil, bilinçsiz; ülkeyi yöneten iktidar ne yapmış? İnsanları durduracağına onlara gerekli izinleri vermiş, yol açmış. Gezegenin ısınmasıyla yangına daha duyarlı hale gelen ormanlara, elinde adeta çakmakla gezen insanları rant uğruna salıvermiş. Şimdi tekrar soralım, iklim krizine ormanları yakarken kim yardım etmiş?

Ormanlar arsaya ağaçlar oduna dönüşür yurdumda

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Haziran 2022

2017-2021 yılları arasında Türkiye’de toplam odun üretimi yüzde 69 oranında arttı. Ağaçları kesip odun yaptık, satarak ekonomiyi büyüttük. Ya da kendimizi kandırdık. Birilerinin bu işten zengin olduğu kesin ama Türkiye’nin ormanlarını kaybederek fakirleştiği ortada.

Hükümet ise Türkiye’nin ormansızlaştığı savına itiraz ediyor, en fazla ağaçlandırmanın AKP döneminde yapıldığını söylüyor. Türkiye Ormancılar Derneği’ne göre bu doğru değil. İlgili herkesin okuması gereken ‘Türkiye Ormancılığı 2022’ raporlarında da rakamlarıyla durumu anlatıyorlar. 1984-2002 arası Türkiye ortalama yılda 59 bin hektar ağaçlandırma yaparken AKP döneminde bu rakam 32 bin hektara gerilemiş.

Orman alanlarıyla ilgili söylemler de doğruyu yansıtmıyor. Hükümet orman alanlarının son 15 yılda 1 milyon hektar arttığını söylese de bu artış, köyden kente göçle boşalan alanların ormana dönüşmesi ve artan orman kadastro çalışmasıyla eskiden kayıt altına alınmayan alanların kayıt altına alınmasından kaynaklanıyor. Mevcut ormanların niteliği ise tam tersine kötüye gidiyor.

ODUN ÜRETİMİ ARTTI
Önce artan odun üretiminden başlayalım. Kırsalın boşalması nedeniyle aslında birçok bölgede ormanlar üzerindeki baskı azaldı. Böylece ‘cari artım’, bir başka deyişle orman serveti çoğaldı. Ancak bu servet yerinde durmuyor. Büyüyen ağaçlar kesiliyor. Orman varlığındaki artıştan kesime giden pay artıyor. 2005 yılında cari artımın yüzde 38’i odun üretimine dönüşürken, 2021’de artımın yüzde 67’si odun olmuş. Sektördeki değişim de bunu onaylıyor. Lif levha sektöründe Avrupa’da birinci, dünyada ikinci, yonga levhada ise Avrupa’da üçüncü, dünyada beşinci sıraya gelmişiz. Özetlersek, eskisine göre daha fazla ağaç kesip satıyoruz.

Türk Lirası’nın değer kaybetmesiyle sektör hammadde temini için iç piyasaya gözünü dikti. Milli Parklar’da bile odun üretimi yapıldığı söyleniyor. Kes kesebildiğin kadar. Satılan sadece orman değil, temiz havamız, bizimle bu ülkede yaşayan diğer canlıların evi, karbonu içine hapsedip yıllarca saklayan ve bu sayede iklim krizinin büyümesini önleyen ağaçlar. Şirketler kâr etsin, ekonomi büyüsün diye kelimenin tam anlamıyla geleceğimiz yok ediliyor.

YANGINLARI TETİKLİYOR
İklim krizi demişken, geçen yıl sıcak hava dalgasının ardından özellikle Akdeniz ve Ege bölgelerini kasıp kavuran orman yangınlarının 140 bin hektarı etkilediğini anımsayalım. 2009-2020 yıllarında her yıl ortalama 8 bin 200 hektarlık alan yangınlardan etkilenirken sadece geçen yıl 17 kat fazla alan orman yangınlarından etkilendi. Sıcak hava dalgası yangınlara davetiye çıkardı. Türkiye tarihinin orman yangınları açısından en korkunç yıllarından birine tanıklık ettik. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün de 2021 yılı için hazırladığı iklim raporuna eklediği bu yangınlar, iklim krizini durduramazsak önümüzdeki yıllarda şiddetini ve sıklığını artıracak.

ORMANLAR PARÇALANIYOR
Türkiye Ormancılar Derneği, son yıllarda yangın başına düşen yanan alan artışına da dikkat çekiyor. Personel yetersizliği, uçak ve helikopter kiralanması konusunda alınan yanlış kararlar yangın söndürme çalışmalarını etkiliyor. Yangınlarının en büyük nedeni ise ormanların parçalanması. 2008 yılında Türkiye’nin ormanları 101 bin parçadan oluşurken 10 yıl sonra, 2019’da 158 bin parçadan oluşan ormanlara sahip olmuşuz. Ormanların parçalanması bu alanların turistik tesislere, konuta, maden ve enerji santrallarına ayrılması ve ormana insanın girmesi demek. Bu da yangın riskini artırıyor.

2012 ile 2020 yılları arasındaki dokuz yılda 342 bin 846 hektar alan ormancılık dışı amaçlara tahsis edilmş. Geçen yılki orman yangınından etkilenen alanın 2,5 katını biz zaten tahsislerle bir anlamda yakmışız. Parçalayarak yaraladığımız ormanları yavaş yavaş yok ediyoruz. Yangınları görüyoruz ama madenlere, enerji şirketlerine, turizm ve yerleşime açılarak yok edilen ormanları görmüyoruz. Şu yaktı bu yaktı gibi spekülasyonlarla zaman kaybedenler de tahsisleri yapan ve orman yangınlarına davetiye çıkaran icraatlara imza atanları konuşsa daha iyi olacak. Elinde kibrit olanlar belli.

Atıkları değil geliri ayırdılar

Firmalardan ambalaj atıkları toplamak için alınan para Türkiye Çevre Ajansı ile Hazine ve Maliye Bakanlığı’na aktarılıyor. Ambalaj atıklar için toplanan paranın miktarı ve nereye harcandığı ise belli değil.

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Haziran 2022

Fotoğraf: ÇEVKO Vakfı
Türkiye’nin atık sorunu ithal atıklarla sınırlı değil. Ambalaj atıkları konusunda da sıkıntılar var. Son beş yılda yapılan değişiklikler hem belediyelerin hem de atık toplayan yetkili kuruluşların işini zorlaştırdı. Atıkların toplanması konusunda sorumluluk ve yönetim devlete, büyük oranda da Türkiye Çevre Ajansı’na geçti ancak atık üreten firmalardan toplanan paraların nereye harcandığı konusunda soru işaretleri var.

Ambalaj atıklarının bir bölümü, uzun yıllardır ÇEVKO, TÜKÇEV ve PAGÇEV gibi yetkilendirilmiş kuruluşların aracılık ettiği bir sistemle toplanıyordu. Kabaca söylersek, ambalaj atığı üreten sanayi kuruluşları, piyasaya sürdükleri ambalaj miktarıyla orantılı bir bedeli bu vakıflara aktarıyor, vakıflar da belediyelerden ihaleyle atık toplama işini alan firmalara, topladıkları miktarı belgelemeleri koşuluyla bu bedeli transfer ediyordu. Kalan parayla da eğitim, bilinçlendirme çalışmaları yapıyorlardı. Belediyeler hem atıklarını toplatıyor hem de ihalelerden gelir elde ediyordu. Sistemin eksikleri vardı ama ambalaj atıklarının bir bölümünün temiz bir şekilde toplanmasına ön ayak oluyordu.

Geri kazanım payları Hazine’ye gitti
1 Ocak 2020 tarihinde yürürlüğe giren Geri Kazanım Katılım Payı (GEKAP) ile her şey değişti. Mevzuatta olumlu değişiklikler olsa da işin mali tarafı plastik poşet ücretinde olduğu gibi yine şeffaf değil. Firmalar, GEKAP ile ambalaj başına ödedikleri bedeli yetkilendirilmiş kuruluşlara değil Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ödemeye başladı. 2021 başında bir düzenleme daha yapıldı ve bu bedelin yüzde 25’inin Türkiye Çevre Ajansı’na aktarılmasına karar verildi. Kalan yüzde 75’i ise Hazine almaya devam ediyor. Toplanan paranın miktarı, ne kadarının atıkların toplanmasına ayrıldığı konusunda bir bilgi yok. Sektördeki yetkililer bilmiyor, Türkiye Çevre Ajansı’nın ve Çevre Bakanlığı’nın sitesinde yazmıyor.

Hazine çık aradan
GEKAP’ın hayata geçmesinden iki buçuk yıl sonra bir düzenleme daha yapıldı. 8 Haziran 2022 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelikle Çevre Ajansı’nın yurt içinde ve yurt dışında belediyelere, sivil toplum örgütlerine, üniversitelere, kurum ve kuruluşlara mali ve teknik destek vermesinin yolu açıldı. Belli koşullara dayandırılan bu desteklerin belediyelere ve eskiden olduğu gibi atıkları toplayacak taşeron şirketlere verilmesi de mümkün görünüyor. İki gün önce yayımlanan yönetmelik akıllara şu soruları getiriyor. Yönetmelik yeni çıktığına göre, bir buçuk yıldır toplanan paralar atık toplayan şirketlere gitmiyor muydu, Hazine’de mi kaldı? GEKAP ile toplanan miktarın sadece yüzde 25’i Çevre Ajansı’na aktarıldığına göre, belediyelere veya atık toplama yetkisi olan şirketlere verilecek miktar azalmayacak mı? Atıkların toplanması için atık üreticilerinden toplanan paranın neden tamamı atık toplama işine ayrılmıyor? Daha önce atık üreten firmalardan toplanan paranın tamamı atık toplama işine ayrılıyordu, arada Hazine yoktu. Çevre Ajansı’nın yurt dışındaki projelere destek vermesinin önünün açılması ise ayrı bir tartışma konusu.

500 bin ton atık toplandı mı?
Rakamlar da tüm bu düzenlemelerin çevre için pek de iyi sonuçlar vermediğini söylüyor. Devre dışı bırakılan, atıkların toplanmasına ön ayak olan yetkilendirilmiş kuruluşların topladığı atık miktarı gözle görülür miktarda azaldı. Çevko Vakfı’ndan bir örnek verelim. Vakıf, 2020 yılında 580 bin ton atık toplarken 2021’de bu rakam 85 bin tona gerilemiş. Aradaki fark 500 bin ton. Bu atıklar toplandı mı sokakta mı kaldı bilmiyoruz.

Belediyeler atık toplama konusunda destek almak için artık Çevre Ajansı’na proje yazmak ve belirlenen kıstaslara uymak zorunda. Belediyelere atık toplama konusunda verilecek desteğin, Türkiye Çevre Ajansı gibi iktidarla politik bağları olan bir kurumun inisiyatifinde olması ne gibi sonuçlar doğuracak, göreceğiz. Türkiye’nin sorunlu atık politikasına, siyaset ve ekonomik kriz üzerinden bir darbe daha vurulmuşa benziyor.  

Türkiye’nin atık sorunu hem ithal hem yerli

Belediye atıklarının sadece yüzde 13’ünü geri dönüşüm tesislerine gönderebilen Türkiye, kendi atıklarıyla baş edemediği gibi Avrupa’dan yılda 15 milyon tona yakın atık ithal ediyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Haziran 2022

Türkiye, 2021 yılında Avrupa Birliği’nin (AB) ihraç ettiği atıkların neredeyse yarısının varış noktası oldu. Çin’in atık ithalatına getirdiği kısıtlamadan sonra Avrupa’nın atıklarının yönü Türkiye’ye çevrildi ve geçen yıl AB’den gelen atık miktarı 14,7 milyon tona ulaştı. Türkiye’yi Hindistan, Mısır, İsviçre ve Birleşik Krallık izliyor ancak bu ülkelere gönderilen atıklar 1,5 ila 2,5 milyon ton arasında. Türkiye en yakın takipçisi Hindistan’dan altı kat fazla atık ithal ediyor. Medyada sadece AB ülkelerinden gelen atıklar konu olsa da ABD, Mısır ve İsrail’den de Türkiye’ye atık gönderiliyor.

Sorun sadece ithal atık mı?
Türkiye’nin tek sorunu ithal atıklar değil. TÜİK verilerine göre Türkiye’deki 1389 belediyenin 1387’sinde atık hizmeti veriliyor. İki belediyede bu bile yok. Hizmet verilen belediyelerden toplanan 32 milyon tonu aşkın belediye atığının sadece yüzde 13’ü geri dönüşüm tesislerine gidiyor. Yüzde 70’i düzenli depolamaya, yüzde 17’si ise belediye çöplüklerine bırakılıyor. 2022 Türkiye’sinde atıkların 128 bin tonu da ya yakılıyor ya gömülüyor ya da dere veya boş arazilere bırakılıyor. Belediye çöplüklerine bırakılanların akıbeti de aslında bundan farklı değil.

Hangi atıklar ithal ediliyor?
Atık miktarı kadar bu atıkların ne olduğu da önemli. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, gelen atıkların hammadde olarak değerlendirildiğini söylüyor. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte, “2021'de 12 milyon 700 bin ton metal gelmiş. Bu malzemelerin hepsi eritilmiş, ham madde olarak kullanılmış, üretim yapılmış, katma değer sağlanmış ve piyasaya arz edilmiş, kullanılmış yeniden.” diyor. Bu rakam AB İstatistik Ofisi Eurostat’a göre 13,1 milyon ton. Aradaki fark da bir soru işareti. Eurostat Türkiye’ye gönderilen atıkların 0,4 milyon tonunun da kâğıt atık olduğunu belirtmiş. Eurostat’ı baz alırsak geriye 1,2 milyon ton atık kalıyor, bunların içinde de plastik, alüminyum gibi diğer atıklar var.

Hurda metal ithalatı riskli
Hurda metal ithalatı Çevre Bakanı’nın söylediği gibi risksiz değil. Bu metallerin karışık gelmesi, aralarında tehlikeli maddelerin bulunması olasılığını artırıyor. Gaziemir’de 15 yıldır berteraf edilmeyi bekleyen nükleer atıkların, bilerek ya da bilmeyerek, eritilmek üzere Türkiye’ye getirildiğini hatırlayalım. Atıkların bulunduğu hurda akü eriten Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş. firması geri kazanım tesisi lisansı ile faaliyet gösteriyordu. Sınırlarımızdan giren 13 milyon ton atığın radyasyon ölçümden geçtiğinden, bu cihazların hiç arızalanmadan çalıştığından emin olmalıyız. Hurda atıklarınyla ilgili tek sorun radyasyon da değil; ağır metaller, kimyasallar da bu atıklarla ülkemize giriyor olabilir.

Atıklar toplamak ithal etmekten ucuz
Türkiye, kendi ürettiği milyonlarca ton atığı geri dönüşüm tesislerine götüremezken, yurt dışından atık ithal ediyor. İthal atıkları hammaddeye çevirdikleri söylenen firmaların ithal atığı tercih etmesinin ardında maliyet hesabı var. Türkiye’den atık toplamaktansa ithal etmek yaklaşık dört kat ucuza geliyor. İthal atıkların geri kazanıma ne kadar uygun olduğu ise bir muamma. Gemilerle liman kentlerine gelen atıkların denetimi örnekleme usulüyle yapılıyor. İyi örneklerin konteynırların ön kısmına konduğu söyleniyor. Geri dönüşüme gönderilemeyen atıklar ise depolarda birikiyor ve bir şekilde bertaraf edilmeyi bekleniyor. Geri dönüşüm tesislerinin azlığı ortada. Son zamanlarda geri dönüşüm tesislerinde çıkan yangınlarda bu atıkların yakıldığı iddiaları da bu yüzden oldukça dikkat çekici. Atıkları yakmak sağlık ve çevre sorunlarını artırmak anlamına geliyor.

Avrupa kendi içinde de atık ithalatı yapıyor ancak atık ithal eden İsviçre, Danimarka gibi ülkelerin teknolojik ve yasal altyapıları tamamlanmış. Denetimler yerinde. Kıyaslama yapmak doğru değil. Kendi atığıyla baş etmenin yolunu bulamamış Türkiye’nin atık ithalatına derhal son vermesi gerek. Şu haliyle yapılan ithalat zamanında zengin ülkelerin yoksul ülkelere nükleer atıklarını göndermesine benziyor. Bilmem başka söze gerek var mı?

Aşık Veysel’i anlamayanlara bir not

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Mayıs 2022

Arne Naess, ekolojiyle ilgilenenlerin çok yakından tanıdığı bir düşünür, yazar. George Sessions ile uzun bir düşünme sürecinden sonra, 1984’ün Nisan ayında Derin Ekoloji’nin prensiplerini sekiz maddede özetlediler. Hayata 1973 yılında veda eden Aşık Veysel bu prensipleri göremedi ancak deyişlerinde yıllardır o prensipler vardı.

Derin ekoloji insan merkezli bir anlayışı reddeder. Doğanın ve dolayısıyla içindeki her canlının bir varlıksal değeri olduğunu kabul eder. Veysel, “Beni Hor Görme Gardaşım” deyişinde şöyle söyler:

Kimi molla kimi derviş
Allah bize neler vermiş
Kimi arı çiçek dermiş
Sen balsın da ben çeç miyim

Bu dizelerle ilgili yapılan yorumlarda insanlar arası eşitlik ögesi öne çıkarılsa da aslında vurgulanan insanlarla bir arının ve doğadan elde edilen ürünlerin (bal ve çeç) karşılaştırılmasıdır. Molla, derviş ve arı eş tutulmuştur. Derin ekolojinin omurgası varlıkların faydalarına göre değil varlıksal değerlerine göre kabulünden oluşur. Veysel yukarıdaki dizelerde tam da bunu anlatır. 1930’lara kadar kendi deyişlerini bile söylemekten çekinen bir aşığın dünya ekoloji literatürüne katkısı bununla da sınırlı değil elbette.

Karnın yardım kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile 
Benim sadık yârim kara topraktır


Kara Toprak’ta toprakla olan ilişkisini anlatan Aşık Veysel, Derin Ekoloji’nin de belirttiği gibi, diğer varlıkları zorunlu ihtiyaçların ötesine geçmeyen bir fayda çerçevesinde kullanır. İhtiyaçlarını karşılamak için zarar verdiğinin bilincindedir ve saygı duyar toprağa. Daha da önemlisi ona insana benzeyen tanımlamalarla seslenir. Toprağın insan gibi yüzü vardır, canı acısa da şiddete başvurmayan bir karşılık verir; gül olur. Bu insanlaştırma değil, eşleştirme, eşit kabul etme olarak okunmalıdır. Deyişin sonunda Veysel ait olduğu yere gideceğini, toprağın onu çağırdığını birkaç kez tekrarlar.

Kolun açmış yollarımı gözlüyor.
…Gün gelir Veysel’i bağrına basar.
…Benim sadık yârim kara topraktır.

Bu betimlemeler, gezegeni yaşayan tek bir organizma gibi gören ve ekoloji felsefesinin en önemli kuramlarından biri olan Derin Ekoloji’nin de özüdür. “Ne varsa sende, bende; aynı varlık her bedende” dediği “Beni Hor Görme Gardaşım” deyişinde dünyanın tek bir varlık olduğunu ve herkesin içinde yer aldığını söyler. James Lovelock ve Lynn Margulis bu kuramı 1970’lerde formüle de döktüler. Şimdi birçok üniversitede okutuluyor. Biz de o tarihlerde Veysel’i, bir bütün kabul ettiği kara toprağına uğurluyorduk.

Aşık Veysel Şatıroğlu’nun düşüncelerinin şekillenmesinde Anadolu’daki Alevi-Bektaşi kültürünün, Hallac-ı Mansur ve Enel Hak düşüncesinin olduğunu düşünmek herhalde kötü bir tahmin olmaz. Uzun yıllardır bu topraklardaki kültürü zenginleştiren faktörlerin aslında evrensel düşünce yapısını ne kadar etkilediğini keşke görebilsek, yaratmak istediğimiz yapay ve tek eksenli kültürün ülkeyi nasıl körelttiğini anlayabilsek.

Aşık Veysel’in dramatik hayat hikayesi ve herkesi etkileyen sözü ve deyişleri onu bu toprakların unutulmaz bir sanatçısı yapmaya yetti elbette ancak Veysel bildiğimizden daha fazla değere sahip bir ozan. Onun adının verildiği bir okulun isminin, hükümete yakın bir sendika başkanın ismiyle değiştirilmesi sadece halk müziğine, Aşık Veysel’e, sevenlerine değil evrensel kültür ve düşünce dünyasına da yapılmış büyük bir saygısızlıktır. Bir tabelaya isim yazmakla bir “şey” olunmaz. Veysel olabilirsen zaten tüm dünya senin adını taşır.

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır.

Enerji krizinin dünü ve bugünü

Halkın yarısından fazlası enerji faturalarını ödemekte zorlanıyor. Hükümet sorumlunun küresel fiyatlardaki artış olduğunu söylese de zamlarda enerji ve faiz politikalarındaki yanlışların payı net bir şekilde görülüyor.

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Mayıs 2022

Metropoll araştırma şirketinin 2022 Mart ayında yaptığı araştırmada elektrik ve doğalgaz faturalarını ödeyemeyenlerin oranının yüzde 19 olduğunu belirtmişti. Enerji faturalarını ödeyen ancak çok zorlananların oranı ise yüzde 57. Türkiye’de halkın yarısından fazlası her ay enerji faturalarını korkuyla bekliyor.

Koronavirüs sonrası artan talep ve üretimde yaşanan güçlüklerle tetiklenen, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle büyüyen enerji krizinin faturaların artışında bir rolü olduğu gerçek. Ancak faturalardaki artışı sadece bu iki olayın sonucuymuş gibi gösterip dünü unutursak hata yaparız. Karşımızda 20 yıllık bir iktidar ve onun politikalarının da etkisiyle artan enerji fiyatları var.

Koronavirüs salgını 2019’un sonunda ortaya çıktı, Türkiye’de elektrik fiyatlarının yükselişe geçtiği zaman ise 2019’un başı, salgından bir yıl önce. TMMOB Makine Mühendisleri Odası (MMO) Enerji Çalışma Grubu, Türkiye Enerji Görünümü 2022 raporunda, 2019’dan günümüze kadar olan dönemde elektrik fiyatlarının birinci kademe için yüzde 85, ikinci kademe içinse yüzde 215 oranında arttığını tespit etmiş. Sanayi için fiyat artışı yüzde 360, ticarethaneler içinse yüzde 283. Sadece evimizde kullandığımız elektriğe değil, mal ve hizmet üretenlerin kullandığı elektriğe de çok yüksek oranda zam yapılmış. Enerji maliyeti artınca, ekmekten süte her şeyin fiyatı artıyor haliyle.

Adım adım sorgulayalım… Türkiye 2021 yılında ürettiği elektriğin yüzde 32’sini doğalgazdan, yüzde 18’ini ithal kömürden ve yüzde 13’ünü de yerli kömürden üretmiş. Doğalgaz ve ithal kömürün payı yüzde 50’yi buluyor ve ikisi de yurt dışından alınıyor, son bir yıl içerisinde de fiyatları arttı. Ancak, Türkiye’de elektrik fiyatının artmaya başladığı 2018 ve 2019 yılarında bu iki kaynağın elektrik üretimindeki payı son 20 yılın en düşük seviyelerindeydi. Fiyat artışları ithalatın düşük olduğu dönemde başladı.

Elektrik faturalarındaki artışı petroldeki artışa bağlayabilir miyiz, ona da bakalım. Doğalgazın fiyatını da etkileyen varil petrolün fiyatı 2011, 2012 ve 2013 yıllarında da bugünkü gibi 110 dolar civarındaydı ama 2011 yılında konutlarda 1 kilovatsaat elektrik için vergiler dahil 27,24 kuruş ödüyorduk. Şimdi ise en az 126 kuruş ödüyoruz, neredeyse beş kat fazlasını. Demek ki içeride bir sıkıntı var. Bir örnek daha verelim. 2012 yılında Brent petrolün varili 111 dolarken istasyonda benzinin litresi ortalama 4,5 liraya satılıyordu, şimdi 22 TL. Taşıma maliyetleri artışıyla açıklanacak bir fark değil bu.

O zaman büyüteci başka bir yere tutmalıyız. Elektrik fiyatları 2021’in sonunda iki kat kadar artıyor. Elektrik fiyatındaki artışla kurdaki artışın grafiğini üst üste koyduğunuzda ikiz kardeşler gibi birbirine benzediklerini görüyoruz. Faiz politikasındaki yanlış adımlarla yükselen dolar, ithal enerjinin maliyetini de artırıyor. Türk Lirası değer kaybetmese, zamların etkisini daha az hissedeceğiz.  Faturayı biz ödüyoruz ama aslında faturayı bu yanlış faiz politikasında ısrar eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kesmeli. O da seçmenin bileceği iş.

MMO Enerji Çalışma Grubu Üyesi Orhan Aytaç, elektrik fiyatlarının artışında dolar üzerinden alım garantisi verilen santralların da payı olduğunu söylüyor. Aytaç, “İthal yakıt fiyatlarının zıplamaya başlamasından önceki dönemde Türkiye’deki elektrik fiyatlarını YEKDEM (Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması) artırıyordu. Başlangıçta o fiyatlar yenilenebilir enerjinin devreye girmesi için gerekliydi deniyor. Diyelim başlangıçta o fiyatlar mecburdu ama 2015-2020 arası uygulanacak fiyatlar farklı olabilirdi. 2013 yılında 2015-2020 için de döviz bazında aynı fiyatlarla devam edilmesi kabul edildi. Bu adımlar daha sağlıklı bir şekilde atılsaydı, özellikle kooperatiflerin, birliklerin desteklenmesiyle güneş enerjisinin kullanımı artırılabilir ve ithal etmek durumunda olduğumuz fosil yakıtlara ihtiyacımız azalabilirdi. Bu da fiyatları düşürürdü” diyor.

İşin en çarpıcı kısmı da bu. Fiyatını belirleyemediğimiz petrol, kömür ve doğalgaz kullanmaktan vazgeçerek daha ucuza elektrik üreten güneş ve rüzgar gibi kaynaklara geçme konusunda yavaş davranmasak enerji faturaları bu kadar kabarmayabilirdi. Bugün son güneş enerjisi yarışmasında ortaya çıkan fiyat kilovatsaat başına 2,5 sent iken ithal doğalgaz ve kömüre aynı elektrik için yaklaşık 10 sent ödeniyor. Mersin’deki nükleer santral devreye girerse ona da 12,5 sent ödenecek. Faturaları düşürmek için elinizde araç var ancak hükümet onları kullanmamakta ısrarcı. Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyelinin göz ardı edilip, enerji tüketimini teşvik eden politikaların desteklenmesi de cabası. Son 19 yılda 1 milyona yakın konut yapan TOKİ’nin binalarının kaçının çatısında elektrik üreten güneş paneli var? Yanıt sıfır olursa şaşırır mısınız?

Yeniden BirGün'deyim

 Güzel bir haberim var, sizlerle de paylaşmak istedim. Yarından itibaren her cuma yazı ve haber analizeriyle yeniden BirGün'deyim. Katkılarınız ve desteğinizle gezegeni birlikte kurtaralım. Her cuma halkın gazetesinde buluşalım.

İklim için kırmızı alarm

İklim krizini durdurmak için zaman azalıyor.

Özgür Gürbüz/Magma-Mayıs 2022

Elektrikli otobüsler, led ampuller, enerjiyi verimli kullanan motorlar, akıllı ev aletleri, ısı pompaları,
hidrojenle çalışan trenler, güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla üretilen elektrik, daha fazla bisiklet yolu, büyük bataryalar, enerji sıfır binalar… Liste uzun ama her geçen gün bu kavramları ve teknolojileri daha sık duyacağız. Enerjide elektriğin önemi artacak ve elektrik üretimi de iklim krizine neden olan petrol, kömür ve doğalgazdan yenilenebilir enerji kaynaklarına kayacak. Bilim insanları bir kapasite sorunu görmüyor. Küresel enerji tüketimi 2019 yılında 65 petawattsaatti. Günümüzün teknolojisiyle sadece güneşten üretilebilecek enerjinin karşılığı ise 5800 petawatsaat[1].

İç rahatlatıcı değil mi? Evet ama sorunu çözmek bu kadar basit değil. Bu üretim için binlerce panel, türbin ve nadir elementler dahil birçok maddeye ihtiyacımız olacağı doğru. Onların üretimi de doğaya zarar verecek. O zaman daha makul bir yol haritası çizip hasarı en aza indirmeye çalışalım. Daha az tükettiğimiz, daha az çalıştığımız, içinde bulunduğumuz endüstriyel toplumu yavaşlattığımız ama “gerçek ihtiyaçlarımızı” karşılamada da sorun yaşamadığımız yeni bir dünya düzeni kurmak zorundayız. Verimlilik artışı kaynak kullanımını azaltabilir. Yavaşlayan ekonomi, yeniden kullanım oranlarını yükseltebilir. Temel ihtiyaçlar dışındaki ürünleri az tüketmenin mutsuz olmak anlamına gelmediğini aslında biliyoruz. Kimse cep telefonu icat edilmeden önce “neden cep telefonum yok” diye üzülmüyordu. Markalarla veya nicelikle yaratılan üstünlükler zihinsel devrimlerle yıkılabilir. Endüstriyel toplumdan çıkmak ise kolay değil; çoğunluğun böyle bir talebi olduğu bile şüpheli. Sorun değil; sürdürülebilir bir yaşam modelini bu endüstriyel toplumu dönüştürerek de hayata geçirebiliriz. İdare eder.

İyi de bu kadar “zahmete” neden katlanacağız diye soruyorsunuzdur. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” adlı raporunu Şubat sonunda yayımladı. İklim krizi konusunda bilimsel verileri derleyen IPCC, abartısız bir dille bir kez daha kırmızı alarm veriyor. 1,1 dereceyi bulan ortalama yüzey sıcaklığındaki artış durdurulamazsa kuraklık, sıcak hava dalgaları ve su baskınları nedeniyle milyonlarca insanın gıda güvenliği ve geçinme sorunu yaşayacağını söylüyor. Afrika’da mahsul verimliliğinin 1961’den bu yana üçte bir oranında azaldığını unutmayalım.  

Yoksulluk ve ölüm
Raporun dikkat çektiği önemli bir nokta da hızla seragazı emisyonları azaltılsa bile önümüzdeki 10 yıl içinde 32 ile 132 milyon arasında insanın iklim nedeniyle aşırı yoksullaşacağı bulgusu. Çözüm adil de olmak zorunda. Paris Anlaşması’nın da ilk hedefi olan 1,5 derecelik ısı artışı, kısa bir süre için aşılsa bile, tüm canlıların yaşamını olumsuz yönde etkileyecek. Açık sözlü olmak gerekirse, sıcaklık artışını azaltmaya çalışırken bir yandan da aşırı hava olayları gibi iklim krizi kaynaklı sorunlara uyum sağlamaya çalışacağımız bir döneme girdik. Hiçbir şey yapmamanın bedeli ise anlatılamayacak kadar ağır. IPCC, emisyonların yüksek seyrettiği bir senaryoda, 2030 yılında su baskınları nedeniyle ortaya çıkacak ishal vakalarının 15 yaşından küçük çocuklarda 48 bin ek ölüme neden olacağını söylüyor.

Akdeniz’i bekleyen tehlikeler
Rapora göre Akdeniz'de de iklim krizi, özellikle su ve gıda sıkıntısına yol açacak. Örneğin, Akdeniz’de kıyı balıkçılığı yapan balıkçılar, 1,5 derecelik bir sıcaklık artışında balık türlerinin yüzde 10’unu, 4 derecelik bir artışta ise yüzde 60’ını kaybedebilir. Seragazı emisyonlarıyla ilgili mevcut politika ve taahhütlerin dünyayı yaklaşık 2,3-2,7°C ısınmaya doğru götürdüğü yine aynı raporda yazıyor. Yine Akdeniz’de, deniz seviyesindeki yükselme tehditi kültürel mirasımızı da tehdit ediyor. Efes Antik Kenti, İstanbul’un tarihi bölgeleri bu listede yer alıyor. Sıcaklık artışı 2 °C’yi bulursa Güneydoğu Akdeniz’deki nüfusun yüzde 54’ü orta şiddette su kıtlığı yaşayacak.

1,5 derecelik bir artışta Avrupa’nın Akdeniz içinde kalan bölgesinde yanan alanların oranı yüzde 40-54 arasında artarken, 2 derecede bu oran yüzde 62-87’e çıkıyor. Ortalama sıcaklık artışı 3 dereceye çıkarsa, orman yangınları sonucu kaybedeceğimiz alanın büyüklüğü 1,5 dereceye göre 3 kat fazla olabilir. 2021’de iklim krizinin tetiklediği yangınlar Türkiye’nin Akdeniz kıyısını cehenneme çevirmişti, ne yazık ki daha kötüsü bizleri bekliyor. Su baskınlarıyla karşı karşıya kalacak küresel nüfusun oranı da yarım derecelik artışla yüzde 24’ten yüzde 30’a çıkıyor. Seragazı emisyonlarını azaltmak için atılan her adımın değeri büyük. 1,5 derecelik bir sıcaklık artışında nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan karasal türlerin oranı yüzde 14 iken, 2 derecede bu oran yüzde 18’e, 3 derecede ise yüzde 29’a çıkıyor.

İklim krizini durdurmazsak karşılaşacağımız yıkım büyük ama bu bizi korkutmamalı. Seragazı emisyonlarını azaltmak ve bugünkünden daha güzel bir dünya kurmak mümkün. Artık, buzulların nasıl eridiğine değil, erimeyi durdurmak için ne yaptığımıza odaklanma dönemindeyiz.



[1] Güneş ve rüzgar küresel enerji talebinin 100 katını karşılayabilir. https://carbontracker.org/solar-and-wind-can-meet-world-energy-demand-100-times-over-renewables/