İklim krizi tarımı tehdit ediyor

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Mart 2018

24 aylık kuraklık haritası
BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son raporuna göre, 2005-2015 yılları arasında meydana gelen doğal afetlerin tarıma verdiği zarar gelişen ülkelerde 96 milyar doları bulmuş. Bu zararın yarısı Asya’da meydana geldi. Kuraklık en büyük etken; doğal afetlerden en çok etkilenenler ise yoksul çiftçiler.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün 2017 yılını kapsayan kuraklık analizleri, Türkiye’nin Doğu, Güneydoğu Anadolu ve İç Anadolu bölgelerinin bir bölümünde “şiddetli kuraklık” yaşandığını gösteriyor. Birkaç ay önce bu analizlerden bahsetmiştik. 2018’in ilk aylarındaki yağışlar da bu durumu pek değiştirmişe benzemiyor. Erzurum, Ağrı, Muş, Bitlis, Mardin, Tunceli, Kırşehir, Kayseri, Erzurum ve Erzincan civarında kuraklık riski devam ediyor.

FAO’unun raporundaki uyarıyı dikkate alarak, ülkenin doğusunda yaşanan kuraklığa ve o bölgelerde tarım yapan çiftçilere destek vermeye hazırlanmak gerek. Kısa dönemde çözüm zararı karşılamak olabilir ama uzun dönemde yapılacak iki iş var. Birincisi iklim krizinden çıkmamızı sağlayacak fosil yakıt (kömür, petrol ve doğalgaz) bağımlılığını azaltmak. Türkiye bu konuda şu ana kadar kayda değer bir ulusal politika belirlemedi. İkincisi ise iklim değişikliğine direnme gücünü artıracak uyum çalışmalarını artırmak. Yoksa iklim kaynaklı aşırı hava olayları başta tarım sektörü olmak üzere tüm yaşamsal sektörlere ciddi zarar verecek.   

İklim değişikliği dolu, sel baskını, orman yangını gibi aşırı hava olaylarının sıklığını ve şiddetini artırıyor. Bu da zaten zor koşullarda üretim yapan çiftçinin işini daha da zorlaştırıyor. FAO Genel Direktörü José Graziano da Silva “Bitki ve hayvancılık üretiminin yanı sıra ormancılık, balıkçılık ve su ürünlerini kapsayan tarım sektörleri; iklim ve piyasa oynaklığı, zararlılar ve hastalıklar, aşırı hava olayları ve giderek artan uzun süreli krizler ve çatışmalar gibi birçok riskle karşı karşıya.” diyor. FAO’nun raporundaki maddi zararların dağılımını gösteren tablo, iklim krizinin bizi en çok hangi alanlarda etkileyeceğinin işaretlerini gösteriyor.

Doğal afetlerin gelişen ülkelerde tarıma verdiği zarar (2005-2015) (ABD Doları)
Kuraklık
29 milyar
Depremler/heyelanlar
19 milyar
Su baskınları
10,5 milyar
Aşırı sıcaklık ve fırtına gibi meteorolojik afetler
26,5 milyar
Hastalık ve istila gibi biyolojik afetler
9,5 milyar
Söndürülmesi güç yangınlar
1 milyar

Kuraklık kaynaklı zararın yüzde 83’ünün tarım sektöründe meydana geldiğini vurgulayalım. Türkiye’yi sadece bu yıl değil önümüzdeki yıllarda da bekleyen kuraklık tehlikesinin zaten su zengini olmayan ülkemizde ne kadar büyük sorunlar yaratabileceğini hatırlatalım. Afetlerden en çok mahsul ve hayvanların zarar gördüğünü söylemeye bile gerek yok sanırım.

Hayvancılığın üzerindeki tehdit daha da fazla. Herhangi bir doğal afete maruz kalan hayvanlar, o afetten dolayı ölmeseler bile hasta olabiliyor ya da zayıf düşebiliyor. Sel baskınları ve kuraklık durumlarında salgın hastalıkların yayılması da hızlanıyor. 2005-2015 yılları arasında yaşanan iki salgın vakası, FAO’nun raporunda “iklim değişikliği ilişkisi tartışmasız” diyerek örnek gösterilmiş. Sibirya’da binlerce Ren Geyiği’nin ölümüne yol açan şarbon salgını ve zaman zaman Türkiye’de de görülen Mavi Dil hastalığı.

Kuraklık ve sel deyince sadece maddi hasar aklımıza gelmemeli. Etkileri uzun yıllarca görülebilecek salgınlardan, ekonomik kayıptan, işini ve toprağını kaybeden insanların zorunlu göçlerinden bahsediyoruz. İklim kriziyle körüklenen doğal afetler sadece tarım sektörünü de etkilemiyor. BM kaynakları, doğal afetlerin yıllık ekonomik maliyetin 250-300 milyar doları bulduğunu, gelişen ülkelerde her yıl 54 bin insanın canını aldığını ve 97 milyonun da hayatını etkilediğini söylüyor. Haliyle korunmasız yoksullar, zengin ülkelerden daha fazla etkileniyor. Sizce kafamızı kumdan çıkarmanın vakti gelmedi mi?

2017 sonunda dünyada rüzgar enerjisi

2017'nin rüzgar enerjisindeki liderleri belli oldu. Bir yıl içinde kurdukları güce göre ülkelrin dünya sıralaması aşağıdaki gibi oldu.

1. Çin (19500 MW) 

2. ABD (7017 MW)
3. Almanya (6440 MW)
4. Birleşik Krallık (4270 MW)
5. Hindistan (4148 MW)
6. Fransa (1694 MW)
7. Türkiye (766 MW)


Türkiye, 2017 yılında 766 megavat (MW) kurulu güce sahip yeni rüzgar santralları kurarak toplam rüzgar kurulu gücünü  8 bin 872 MW'a çıkardı. Avrupa'da ise Almanya'nın rekor kırarak bir yıl içinde neredeyse Türkiye'nin tüm rüzgar kurulu gücü kadar bir kapasiteyi şebekeye eklemesi dikkat çekti.

Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018

Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha pahalıya üretecek.

Enerji Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok. İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.

Rosatom'un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta  İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.

Fukuşima kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması,  radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.

Radyasyon bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında 15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor. Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını, binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün değil. Bunu da herkes biliyor.

Peki, Türkiye neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli olmasıdır.

Birçokları ise nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor olabilir.