Rüzgar ihalesi ve gerçekler

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Temmuz 2017

Türkiye geçen hafta büyük bir rüzgar ihalesi yaptı. Büyük çünkü ihaleyi kazanan Siemens, Türkerler ve Kalyon şirketlerinin kurduğu birlik 1000 megavat (MW) gücünde rüzgar santrali kurmaya hak kazandı. Türkiye’nin rüzgar kurulu gücünün Temmuz 2017 itibariyle 6500 MW civarında olduğunu hatırlatalım.

İhale sonucunu önemli kılan bir başka nokta ise ihaleyi kazanan grubun rüzgar türbinleri için Türkiye’de bir fabrika kurma, bunu bir ar-ge merkeziyle destekleme ve üretilecek türbinlerin yüzde 65 oranında Türkiye’de imal edilme şartlarını karşılamak zorunda olması.
Firmalar ihaleyi almak için ürettikleri elektriği satacakları fiyat üzerinden yarıştılar. En ucuza elektrik satmayı kabul eden firma, yukarıdaki şartları da yerine getirmek kaydıyla ihaleyi kazandı.

Ortaya çıkan fiyat en az ihale kadar etkileyiciydi çünkü rüzgardan üretilen elektriğin fiyatı kilovatsaat başına 3,48 dolar sente kadar gerilemiş oldu. Benzer ihalelerde kömürden üretilen elektriğin fiyatının 6,04 (Çayırhan termik santralı) ve nükleerden üretilenin ise 12,35 (Mersin-Akkuyu) dolar sent olduğu düşünülürse yaşamımızı tehdit eden bu enerji kaynaklarının aynı zamanda Türkiye ekonomisine büyük bir yük olacağı da görülmüş oldu.

YEKA (Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları) ihalesinin özeti yukarıdaki gibi. Bazı yerlerde ihalenin dünyada yankı uyandırdığı gibi yorumlar da yapıldı. Enerji Bakanı Albayrak, “YEKA ihalesinde, rüzgarda yerli katkı payıyla şu anda kilovatsaat başına 10,3 dolar/cent olan alım fiyatı 3,48 cente düşerek bir dünya rekoruyla gerçekleşti” dedi. 19 Ocak 2017 tarihinde Fas’ta gerçekleştirilen rüzgar ihalesinde bizdekine benzer bir yöntem kullanıldığı ve fiyatın ortalama 3 dolar cent’e kadar gerilediği Bakan Albayrak’ın gözünden kaçmış olmalı.

Böylesine büyük bir ihalenin ve değişik bir modelin enerji ve ekonomi çevrelerince konuşulması normal ancak yapılan haberler ciddi bir analizden çok hükümet propagandası yapmayı amaçlıyordu. O yüzden de hiçbiri, “rüzgar nükleerden 3,5 kat ucuz, kömürden de neredeyse 2 kat. O zaman biz niye hala kömür ve nükleerde ısrar ediyoruz” diye soramadı. Halbuki, enerjiden biraz anlayan herkesin aklına bu karşılaştırma gelir. Gazetecilik de bu soruları sormayı gerektirir. Onun yerine sağa sola çatarak hem kendilerine prim yapma hem de hükümete yaranma işine giriştiler.

Polemik bizim buralarda çok seviliyor, YEKA ihalesi üzerinden onu da yapabilirlerdi aslında. Yıllardır Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmesi gerektiğini söyleyen çevreci grupların nasıl haklı çıktığını yazabilirlerdi. Rüzgar işe yaramaz, fırıldaktan enerji mi üreteceksiniz diyen enerji uzmanlarının, bürokrat ve politikacıların bugün ihale sonucuna bakarak geçmişlerini unutturmaya çalıştıklarından da bahsedilebilirlerdi. Fırsatı sanırım bilerek kaçırdılar.

Daha derin analizler de yapılabilir elbet. Türkiye’de rüzgar fabrikası sayısını artırmak (halihazırda türbin ve kule üretimi yapan firmalar zaten var), yeni rüzgâr santralları kurmak için mutlaka böyle bir ihale yapmalı mıydık acaba? Türkiye, doğru bir iklim hedefiyle şekillendirdiği, uzun vadede rüzgar kurulu gücünü 20-30 bin megavatlara getirecek net bir hedef koymuş olsaydı, birçok firma zaten Türkiye’ye gelip yatırım üsleri kurmaz mıydı? Bence kurardı. Dünyada rüzgarda ilerleyen ülkelerin çoğu böyle başardı zaten. Almanya, Danimarka, İspanya, Hindistan veya Çin YEKA’larla yol almadı. YEKA’ya gelinceye kadar ne kadar yıl kaybettiğimizi, kömürle, nükleerle ülkenin kaynaklarını ve zamanını boşa harcadığımızı ve harcamaya devam ettiğimizi yazmak da, YEKA’yı övmek kadar gerekli.

Son sözüm dünyadaki enerji devrimiyle ilgili. Bugün sadece zengin ülkeleri değil herkesi etkileyen enerji devrimi ya da değişimi, kömürden rüzgara geçmenin ötesinde bir hareket. Enerji üretiminde kullandığımız kaynaklar değişmekle kalmıyor, üretim modelleri ve kaynakların sahipleri de değişiyor. Bir şirketin dev santralinden elektrik üretmek yerine, köylerde kurulan onlarca kooperatifin ürettiği elektrikle ihtiyacımızı karşılamaya başlıyoruz. Benzin almak için petrol istasyonuna gitmek yerine, evimizin çatısındaki güneş panellerinden gelen kabloyu otomobildeki prize taktığımız günlere doğru gidiyoruz.

İşte bu yüzden, kısa dönemde olumlu sonuçlar doğuracak YEKA ihalelerinden çok enerji dönüşümüne odaklanmak gerekiyor. Türkiye, ne yazık ki hâlâ kavramsal açıdan konuya uzak. Değişimi yakalamak için ilk yapacağımız iş çatılardaki güneş panellerinin önündeki engelleri kaldırmak, enerji verimliliğini gündemin ilk sırasına koymak, YEKA gibi dev şirketleri zengin eden, elektrik piyasasında birkaç şirketi oldukça güçlü konuma getiren ihaleler yerine asıl hedef kooperatifler aracılığıyla enerji sektöründeki geliri halka dağıtmak olmalı. Merkezi, dev nükleer santrallar yerine, akıllı şebekeyle desteklenen, yerelde üretim ve tüketimi öne çıkaran bir model kurulmalı. Her şeyden önce elektrik tüketiminin artmasına değil daha az enerjiyle aynı işi yaptığı için sevinen bir ekonomi anlayışı devreye girmeli.

Çünkü bu ülke, ‘güzel gibi’ görünen günleri değil ‘en güzel günleri’ hak ediyor.

Olimpos ve Çıralı’ya otel yapılırsa sorumlusu biziz

Olimpos Foto: O. Gurbuz
Özgür Gürbüz-BirGün/7 Ağustos 2017

Çok değil, bundan altı yıl önce Antalya Çıralı’da, Ormanspor’a tesis yapılması gündeme gelmişti. Bölgenin yapılaşmaya açılmasının ilk sinyali gibiydi. Sürdürülebilir turizmin Türkiye’deki en iyi örneklerinden biri sayılabilecek Çıralı-Olimpos’u korumak isteyen herkes sesini yükseltti. Çıralı sahilindeki 18 dönümlük alanın orman içi dinlenme tesisi yapılması kararı mahkemece iptal edildi. Hepimiz sevindik. Şimdi ise öyle işler yapıyoruz ki güzelim sahili kendi elimizle betonculara teslim edebiliriz.

Çıralı ve güney ucundaki Olimpos Antik Kenti’nin önündeki kıyı şeridi, Türkiye’nin nispeten bozulmamış nadir bölgelerinden biri. Köylüler turizmi kendilerine iş edinmiş, örnek bir model oluşturmuşlar. Büyük oteller yok. Yarısı çöpe giden açık büfeler yok. İzbandutların gölgesinde, bir ton para sayarak girdiğiniz plajlar yok. Cicili biçili kıyafetlerini giyip, Instagram için fotoğraf çektirenler yok. Aramıyorsan gürültü de yok. Deniz, tarih, pansiyonlar ve ağaç evler var. Burası neden böyle korunabilmiş diye sorarsanız benim yanıtım net. Deniz kaplumbağalarının sayesinde. Türkçe’de iribaşlı deniz kaplumbağası dediğimiz Caretta carettalar koruyor Çıralı ve Olimpos’u. Burası onların Akdeniz’deki önemli yuvalama alanlarından biri. O yüzden de sahilde yapılaşmaya izin yok.

Ne var ki, son yıllarda carettaların başı belada. Kaplumbağaları korumak için yıllardır bölgede çalışmalar yürüten Çevre Koruma, Geliştirme ve İşletme Kooperatifi Yönetim Kurulu Üyesi Bayram Kütle, yuva sayısının bir yıl içinde 141’den 68’e düştüğünü söylüyor. Yuva sayısında dönemsel düşüşler olabilir ancak uyarı yerinde. Benim gibi her yıl yolunu o bölgeye düşürenler bilir. Son yıllarda, tatilcilerin kumsalda ateş yakması, kamp yapması ve gürültü çıkararak deniz kaplumbağalarının yumurtalarını bırakmak için karaya çıkmalarını engellemesi gözle görülür bir şekilde arttı.
Caretta caretta Foto: WWF
Jandarma eskiden akşam 9’da antik kente ve kumsala geçişi kapatır, plajda kalanları da dışarı çıkarırdı. Özellikle 15 Temmuz sonrasında jandarma kalıcı görevi bıraktı devriye görevi yapmaya başladı. Birkaç kez uğruyorlar o kadar. Mangalını, sucuğunu alan kumsalda. Geride bıraktıkları plastik torbalar, şişeler ile gece boyunca devam eden müzik ve kamp ateşleri kaplumbağaların milyonlarca yıldır yuva yaptıkları bu kumsalı onlar için riskli hale getiriyor. Oraya gelen kitlenin çoğu genç ve üniversite öğrencisi ama fark etmiyor. Tek dertleri sucuğu ateşe vermek. Sorsan hepsi çevreci ama cahillikten mi, vurdumduymazlıktan mı yoksa bencillikten mi bilinmez, uyarıları dikkate almıyorlar. Okuma yazmaları da yok. Yoksa, her tarafta ‘ateş yakılmaz’, ‘kamp kurulmaz’ tabelaları var. Önünde çadır kuruyor ya da ateş yakıyorlar.

Aklıma ilk gelen çözüm önerisi, Çıralı’da denetim yetkisinin, kolluk kuvvetlerinin de desteğini alan bir sivil toplum kuruluşuna verilmesi. Yaz aylarında orada gönüllü çalışarak geceleri kumsalın korunmasını sağlamak için mücadele eecek onlarca genç bulunacağına eminim.

Çıralı Foto: O.Gurbuz
Çıralı Kumsalı’nın uzunluğu 3 km’den fazla. Bir ucunda Olimpos antik kenti var, 1. ve 2. derecede arkeolojik sit alanı. Kumsal ise 1. derecede doğal sit alanı. Bölgenin ciddi bir koruma statüsü var ancak Türkiye’yi biraz biliyorsanız bunların oraya büyük bir tatil köyü kurmak isteyen şirketleri durdurmaya yetmeyebileceğini de bilirsiniz. Bu yüzden de koruma statüsünü güçlendiren Caretta carettaların varlığı çok önemli. 

Kaplumbağaları yok ederseniz, o kumsala gelmekten vazgeçirirseniz bilin ki Çıralı-Olimpos’u kaybederiz. Kaplumbağalar orada olduğu sürece kimse o kumsala dokunamaz, dev holdingler betondan bloklar çakamaz. Orayı seviyorsanız kurallara uyun ve bölgenin doğasını koruyun yoksa kendinizi bir beş yıldızlı otelin açık büfe kuyruğunda bulursunuz.

***
Çıralı’da kaplumbağaları korumak için ne yapmalı?
WWF-Türkiye Doğa Koruma Yönetmeni Ayşe Oruç, Çıralı’da deniz kaplumbağalarının korunması gereken acil tedbirleri şöyle sıralıyor:
·       Kumsalın taşıma kapasitesine uygun bir turizm politikası belirlenmeli. Yeni işletme ve turist sayısının artışı kontrol altına alınmalı.
·       Çıralı Kumsalı’ndaki koruma çalışmalarının devamlılığı sağlanmalı, yerel STK ve yöre halkı tarafından yürütülen doğa koruma çalışmaları desteklenmeli.
·       Kumsala kuzeyden ve ortadan iki yol iniyor. Kaplumbağaların yuvalama zamanında araçların bu yollarla sahile yaklaşmaları ve ışıklarıyla kumsalı aydınlatmaları önlenmeli.
·       Çıralı’da sabit şemsiye ve şezlong sayısı artıyor. Gece tatilciler şezlongları deniz kıyısına kadar indiriyor hatta orada bırakıyor. Kumsaldaki şezlongların güneş batımından itibaren işletmeciler tarafından toplanması gerek.

Kumsal sıcaksa yavrular dişi oluyor
Caretta caretta 100 milyon yıldır dünyada yaşayan deniz kaplumbağalarının varlığı kabul edilmiş yedi türünden biri. Modern insanın varlığının 200 bin yıl öncesine dayandığı düşünülürse bizim misafir onların ev sahibi olduğu söylenebilir. Akdeniz’de Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs, Libya ve İsrail’de yuvalıyorlar. 100 yaşına kadar yaşayabilirler. Yumurtalarını doğdukları kumsala bırakıyorlar ve yumurtaların çatlayıp kumun 60 santimetre altından çıkması yaklaşık 2 ay sürüyor. Yuvanın olduğu kumsalın sıcaklığı yavru deniz kaplumbağalarının cinsiyetini belirliyor. Yüksek derecelerde dişi kaplumbağa sayısı artıyor.

Kelebek etkisi

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Temmuz 2017

Edward Norten Lorenz bilim dünyasının çok iyi bildiği Kaos Teorisi’ni açıklarken, “Amazon ormanlarında bir kelebeğin kanat çırpması ABD’de fırtına kopmasına neden olabilir” demişti. Teoriyi ispatlamak bilimsel açıdan mümkün değil elbette ama bu söylem doğanın önemini anlatmak için yıllardır kullanılır. Doğada her şeyin birbirine bağlı olduğunu, umursamadığınız bir türün yok oluşunun hayatımızı kökten değiştirebilecek sonuçları olabileceğini hatırlamak için kelebek etkisinden bahsederiz.

Herkes bizim gibi kelebek sevmiyor. Güray Tekin Öz (Güray Ağabey) dokuz aydır özgürlüğünden yoksun. Cumhuriyet gazetesinin 11 yazar ve yöneticisiyle birlikte cezaevinde. Bugün (24 Temmuz 2017) ilk kez hakim karşısına çıkacak. 

Okumuşsunuzdur. Torunu Deniz Güray Ağabey için bir kelebek resmi yapmıştı ama o resmi cezaevine almadılar. Üstelik resmi geri de vermediler.

Güray Ağabey’in eşi Çağlayan Öz, torununun yaptığı resmi şu sözlerle anlatıyor: “Dört yaşındaki torunu, dedesine bir kelebek resmi yaptı. Öyle güzel bir kelebek ki, Picasso görse kıskanır. Bakar bakar hayallere dalarsın. Rengârenk kanatlarını çırpar gibi. Baktıkça onunla birlikte uçarsın. Gökyüzü kafesinin içinden geçer göğe kanat çırparsın. Öyle anlatılmaz bir kelebek”.

Bir çocuğun çizdiği kelebek resminde ne gibi bir sakınca gördüler acaba? Kimbilir, belki de Deniz’in çizdiği kelebeğin kanat çırpmasından korkmuşlardır. Kelebekler uçarsa insanlar da adalet için yürümeye başlar diye bir öngörüde bulunmuş olabilirler. Kelebek güzel ya, ondan da ürkmüşlerdir. Ya insanlar hep bir ağızdan şarkılar söylemeye başlarsa, dünyayı güzellik kurtaracak diye? Ya kurtarırsa? Şarkıların cezaevlerine ulaşmasını nasıl engeller tel örgüler? Duvarların adalet talebine dayanamayacağını en iyi bu yanlışları yapanlar bilir. Belki de ondan bu panik. Kelebek duvar dinlemez ki…

Yapılan yanlışın bir felakete dönüşeceğini görmek için Kaos Teorisi’ni bilmeye gerek yok. Darbeciyle gazeteciyi aynı kefeye koymanın, hukuk sisteminin kendisini, baş edemeyeceği sorunların içine hapsetmek anlamına geldiğini artık kabul etmek zorundayız. Düşüncenin suç olmayacağını tartışmamalıyız bile. Niyet okumaların, iftiraların, uyduruk gazetelerin tetikçiliğinin delil sayılamayacağını net bir şekilde vurgulamalı, asıl bunu yapanları adaletin karşısına çıkarmalıyız.

Gazeteci yazmazsa ne olur?
Gazeteci iktidarın yazma dediğini yazmazsa ne olur bu ülkede biliyor musun?
Minibüsteki taciz, sokaktaki tecavüz cezasız kalır, bin kez daha yaşanır acılar. Çocukların sosyal devlet olanaklarına kavuşsun diye verdiğin vergiler birilerinin cebine gider; haberin olmaz. Ağaç kesilir ruhun duymaz. Üstünden araç geçmeyen köprüler, yollar yapılır icraat sanırsın. Çocuk yaşında kızlar gelin olur, sapıklığı görmezsin. Kanın, canın evlatların cemaat yurtlarında can verir, takdiri ilahi sanırsın. Panzerler çocukları ezer, çığlıklarını duymazsın. Silahlar öğretmenleri hedef alır, tahtaya düşen kan lekesini görmezsin. Bombalar insanları parça parça eder, ülkende hüküm süren karanlıklar yüzünden gözünü açamazsın.

Gazetecinin özgürce yazması, haber yapması bir kelebeğin kanat çırpmasına benzer. Gazeteci yazdıkça dünyanın diğer ucunda çiçekler açar.


Kelebek kanadını bugün Çağlayan Adliyesi’nde çırpıyor. Sosyal medyada, yazılarda ve sokakta benim için tek bir ses var bugün. Özgür kelebeklerin kanat sesleri. Cumhuriyet gazetesi ve diğer tüm gazetecilerin davalarına destek veren, demokrasi ve özgürlük için can atan herkes duyuyor bu sesi. Duyamıyorsanız, yüreğiniz dünyanın en tatlı melodilerine kapalı olmalı. Kırın o yüreğinizdeki mührü, dünyadaki tüm kelebekleri özgür bırakın.

Şirketlerin palmiye yağı karnesi

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Temmuz 2017

Foto: James Morgan-WWF
Ocak ayında gündeme gelen palmiye yağı tartışmalarında odak noktası sağlıktı. Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu, palmiye yağının 200 dereceden yüksek ısıda rafine edildiğinde diğer bitkisel yağlardan daha kanserojen olduğunu söylemişti. Konu herkesin ilgisini çekti çünkü dünyadaki bitkisel yağ tüketiminin yüzde 38’inde palmiye yağı var. Bisküviden deterjana, hayvan yeminden araç yakıtına kadar birçok alanda bu yağ kullanılıyor. Diğer bitkisel yağlara göre aynı miktarda yağ elde etmek için daha az toprağa ihtiyaç duyması palmiye yağını öne çıkarıyor. Ucuz, verimli ve kullanım alanı geniş.

Buraya kadar her şey güzel görünüyor ama palmiye yağı tartışmalarının sağlık dışında bir başka boyutu daha var, o da doğa. Bu ağaç türü deniz seviyesine yakın, sıcak ve nemli yerleri seviyor; yağmur ormanlarını. Yağmur ormanları, orangutanlardan kaplanlara, vahşi hayatın son sığınağı. Palmiye yağı tüketimi arttıkça bu hayvan ve eşsiz bitki türlerinin evleri talan ediliyor. İklim değişikliğini durdurma konusunda önemli role sahip yağmur ormanlarının giderek küçülmesi de daha az karbondioksitin tutulmasına neden oluyor. İklim daha hızlı değişiyor. Sorun bunlarla sınırlı da değil. Bu ormanlarda yaşayan yerli halklar, küçük çiftçiler ve onları savunan çevrecilerle insan hakları savunucuları palmiye üreticilerinin baskısı altında. Bağımsız kuruluşlar, her ay yaklaşık 16 kişinin, topraklarını korumak veya korumaya çalışanlara yardım etmek isterken öldürüldüğünü belirtiyor.

Her yıl 10 milyon hektar orman yok ediliyor
Mevcut ağaçların yüzde 86’sı Endonezya ve Malezya’da. Artan talep, yağmur ormanlarının kesilmesine ve yerine palmiye yağı veren ağaçların dikilmesine yol açıyor. Malezya ve Endonezya’da her yıl 10 milyon hektarlık yağmur ormanı kesilip yerine palmiye ağaçları dikiliyor. Her saat başı, 300 futbol sahası büyüklüğünde bir orman alanı yok ediliyor. Palmiye yağ üretimi son 15 yılda üç kat arttı ve yılda 70 milyon ton seviyesine ulaştı. Ticari açıdan da önemli bir ürün haline geldi. Palmiye yağı dünyadaki bitkisel yağ ticaretinin yüzde 66’sından sorumlu.

Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın (WWF) ‘Palm Oil Scorecard’ adlı raporu bunun gibi onlarca çarpıcı veriye sahip. Aslında rapordan çok bir puan kartı ya da karne demeliyiz. Dondurmadan ruja kadar her yerde palmiye yağı kullanılabiliyor. Bu karne de şirketlerin palmiye yağı ve palmiye yağı içeren ürün alımında ne kadar hassas davrandıklarını gözler önüne seriyor. 


Türkiye ile ilgili veriler yok
Karnesi verilen 137 şirketten 28’inin WWF’e ve RSPO’ya rapor vermediklerini baştan belirtelim. Ve yine sadece 98’i ne kadar palmiye yağı kullandıklarını açıklamayı kabul etmiş. Bunlardan sadece 58’i tüm palmiye yağı tüketimini sertifikalı ürünlerden karşılıyor. Adı geçen şirketlerin bazıları Türkiye’de de faaliyette ancak veriler Avustralya, ABD, Avrupa, Hindistan, Kanada ve Japonya’yı kapsıyor. Yurt dışındaki faaliyetlerini şeffaflaştıran Migros, Carrefour ve Pepsi Cola gibi dev şirketlerin Türkiye’de de aynı hassasiyeti göstermesi gerek.

Atılması gereken temel adımlar değerlendirildiğinde birçok şirketin doğru yolda ilerlediği görülüyor. Perakendecilere baktığımızda Carrefour, Migros, Marks and Spencer ve IKEA’nın 9 üzerinden 9 aldığını görüyoruz. İşin üretici tarafında ise Danone, Kellogg’s, Heinz, Unilever ve Pepsi yine tam not alan firmalar. Avon, Johnson and Johnson, L’Oreal, Barilla, Ülker’in satın aldığı United Biscuits 9 üzerinden 8; Procter and Gamble 7, Nestle ise 6 alıyor. Nestle’nin kullandığı palmiye yağının sadece yüzde 24’ü sürdürülebilirlik sertifikasına sahip. Procter and Gamble’da ise bu oran yüzde 41. İş hedeflere gelince notlar yüksek ancak bu hedefleri tutturma konusunda sorunlar yaşanıyor. 2015 yılında tamamen sertifikalı palmiye yağı kullanacağım diyen 77 şirketten sadece 56’sı hedefini yakalayabilmiş.

Haliyle yukarıdaki, temel adımlar üzerinden yapılan değerlendirme size her şeyi anlatmıyor. Özellikle süpermarketlerde, başka şirketlere ait ürünler de satılıyor. O ürünler de hesaba katılınca hepsinin notları düşüyor. Tedarik zincirinin de hesaba katıldığı Örneğin IKEA 10 üzerinden 8, Migros 6,2 alıyor. Carrefour ise 10 üzerinden sadece 4,7 puan alabiliyor.

Şirketlerin karnelerine bakıp onlara bisiklet mi alırsınız yoksa palmiye yağı içeren ürünleri almaktan vaz mı geçersiniz bilemiyorum. Karar sizin. Ne de olsa bu firmaların velisi, yani onların ürettiği ürünleri alan, ayakta kalmalarını sağlayan tüketiciler sizlersiniz.

Şirketlerin tedarik zincirlerinin de değerlendirildiği süreçte
sürdürülebilir palmiye yağı kullanım karneleri

Yıllık palmiye yağı kullanımı (ton)
%100 Fiziksel CSPO
geçiş tarihi *
Karne notu
(10 üzerinden)
Danone
34.457
2015
10
Ferrero
181.000
2015
10
IKEA
41.686
2015
8
United Biscuits
76.196
2016
7,7
Marks & Spencer
3.630
2020
7,4
Migros
12.696
2015
6,2
Kraft Heinz
12.732
2025
6
Barilla
34.696
2015
5
Carrefour
12.632
2020
4,7
Unilever
1.513.265
2019
3,9
L’Oreal
54.986
2020
3,8
Pepsi
452.743
2020
2,8
Nestle
417.834
2020
1,9
Procter & Gamble
493.677
2020
1,2
Mc Donald’s
122.669
2020
0,5
*Birçok firma CSPO sertifikalı palmiye yağı kullanıyor olsa da bu yağlar belirli yerlerde birbirine karışıyor. Fiziksel anlamda da sertifikasız yağlara karışmamış olanlar için  %100 CSPO kavramı kullanılıyor.

***
Şirketlerin puanlaması nasıl yapılıyor?
Foto: Greenpeace
Raporda, dört konu üzerinden şirketlere puan verilmiş. Bu konulardan ilki, perakendeci ve üretici şirketlerin, Sürdürülebilir Palmiye Yağı Yuvarlak Masası (RSPO) adı verilen girişime üyeliğiyle ilgili. Üyelik ve düzenli raporlama 1’er puan değerinde. WWF’in kurucuları arasında yer aldığı bu platform, sivil toplum örgütleri, üreticiler ve palmiye yağı kullanan şirketlerden oluşuyor. İkinci konu, şirketlerin ne kadar sertifikalı (Sürdürülebilir Palm Yağı Sertifikası - CSPO) palmiye yağı kullandığıyla ilgili. Sertifikalı palmiye yağı sürdürülebilir üretimin belgesi. Kullanılan hammaddenin hepsi sertifikalıysa şirketin karnesine bu dersten 4 puan geliyor. Üçüncü başlıkta ise şirketlerden kullandıkları palmiye yağı miktarını açıklamaları isteniyor. Şeffaf şirketler 1 puan da buradan alıyor. Palmiye yağı kullanımı konusunda sertifikalı ürünlere geçeceğini açıklayan ve tarih veren şirketler de karne notunu yükseltiyor. Bu da dördüncü ve son alan. Beyanlar şirketlerden alınan verilerden oluşuyor. Ne kadar doğru, şüphelenmekte serbestsiniz ama söz konusu şirketlere bir çeşit sorumluluk yüklendiği kesin.

Türkiye kömür sevdası yüzünden tarihi fırsatı kaçırıyor

Özgür Gürbüz-BBC Türkçe/11 Temmuz 2017

Türkiye iklim değişikliğini durdurmayı amaçlayan Paris Anlaşması’na iki yıl önceki BM İklim Konferansı’nda imza atmıştı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için TBMM’nde görüşülerek onaylanması gerekiyor. Şu ana kadar anlaşmaya imza atan 197 ülkeden 153’ü anlaşmayı onayladı.

ABD’de Trump yönetiminin başa gelmesi ve anlaşmadan çekileceğini açıklaması, onay sürecine çok sıcak bakmayan Türkiye’nin itirazlarının yüksek sesle konuşulmaya başlamasına neden oldu. 

G20 Zirvesi sonrasında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin anlaşmayı onaylamayacağını açıkladı. Türkiye’nin müzakerelerde gelişen ülkeler sınıfında kabul edilmesini ve mali yardım almasını isteyen Erdoğan, anlaşmayı onaylamak için bu koşulların yerine getirilmesini istedi.
  
Türkiye’nin kendisini iklim müzakerelerinde gelişmiş ülkeler grubundan gelişen ülkelere aldırma isteği yeni değil. Bu isteğin haklı olduğu da söylenebilir. 

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne dayanan bu yanlış, Türkiye’nin başına hep bela oldu ancak 2001 yılında Marakeş’te düzenlenen 7. Taraflar Konferansı’nda (COP7) farklı konumu tanınarak biraz olsun düzeltildi. 

2004 yılında da Türkiye Çerçeve Sözleşmesi’ne katıldı. Geride kalan 13 yılda Türkiye’nin konumunun tamamen netleşememesi biraz da müzakere sürecinin iyi yürütülmemesine bağlı.

Kyoto Protokolü’nde alınan yükümlülükler ülkelerin nasıl sınıflandırıldığıyla (gelişmiş-gelişen gibi) yakından ilgiliydi. Bu yüzden Türkiye Kyoto’yu çok geç, deyim yerindeyse iş işten geçince imzaladı. 

Paris Anlaşması’nda ise bu statünün ne olduğundan çok verdiğiniz taahhüt ve o taahhüdün diğer ülkelerce kabul edilmesi önemli.

2015 yılında Türkiye’nin BM Sekretaryası’na sunduğu Niyet Edilen Ulusal Katkı (INDC) belgesi oldukça zayıf. 

Ne ekonomiyi tehdit edecek bir taahhüt içeriyor ne de ekonomide özel bir dönüşüm gerektiriyor.

Türkiye'nin Niyet Edilen Ulusal Katkı'sı (INDC)
Türkiye, 2015 yılında 477 milyon ton karbondioksit eşdeğerini bulan emisyonlarının, 2030 yılında, koşulların değişmediği bir senaryoda (business as usual) 1 milyar 175 milyon tona çıkacağını tahmin ediyor. 

Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği taahhüt ise bu rakamı 929 milyonda tutmayı öneriyor. Bir başka deyişle artıştan yüzde 21 oranında azaltım yapmayı.

Politik dili bir kenara bırakırsak şöyle demeliyiz: Türkiye, iklim değişikliğini durdurmak için önümüzdeki 15 yıl içinde seragazı emisyonlarını 477’den 929 milyon tona çıkarmayı, azaltmayı değil neredeyse iki kat artırmayı öneriyor.

Asıl sorun da burada. Türkiye’nin seragazı emisyonlarını ciddi şekilde artırmayı öneren bu planının iklime bir katkısı yok. 

Kimse Türkiye’den ABD’nin açığını kapamasını beklemiyor (zaten ülkedeki tüm enerji santrallarını kapatsanız bile bunu yapamazsınız) ancak Türkiye’den de herkes gibi kendi evinin önünü süpürmesi isteniyor. 

Dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 1’inden sorumlu bir ülkeden bahsediyoruz. 

Türkiye’nin emisyonlarının bir süre daha yükselmesi anlaşılabilir ancak makul bir yükselişten sonra düşüşe geçmesi, en azından artışın durması gerek. Türkiye’nin Paris taahhüdünde bunlar eksik.


Meksika-Türkiye Karşılaştırması
Bu nedenle, Türkiye’nin gelişmiş ülkeler yerine gelişen ülkeler statüsünü alması sorunu çözmeyecek. 

Paris’te önerilen ve Meksika gibi birçok gelişen ülkenin gerisinde kalan taahhüdün iyileştirilmesi lazım. 

Türkiye ve Meksika’nın ekonomik gelişmişlik düzeyleri birbirine yakın. İki ülkenin kişi başına düşen seragazı emisyon miktarları da aynı; yılda 6 ton civarında. Buna rağmen Meksika’nın sunduğu niyet belgesi, Türkiye’ninkinden çok daha iyi.

Aslında Meksika da Türkiye gibi artıştan azaltım öneriyor ve 2030 yılında koşulların değişmediği bir senaryoya (Business as usual) oranla seragazı emisyonlarını yüzde 22 oranında daha az artırmayı planlıyor. 

Bizden farklı olarak bu hedef için hiçbir şart koşmuyorlar ve halihazırda Paris Anlaşması’nı onayladılar.

Meksika bununla da kalmıyor,  2030 yılında seragazı emisyonlarını 2015’e göre yüzde 36 azaltmayı önerdiği bir başka seçenek de sunuyor. 

Bu hedef içinse, teknoloji transferi, düşük maliyetli finansal kaynaklara erişim ve teknik işbirliği gibi şartlar koşuyor. 

Ve yine bizim planımızda olmayan kritik bir hedefe daha sahipler. Meksika toplam emisyonlarının 2025 veya 2026’da zirveye çıkıp daha sonra azalmasını hedefliyor. 

Türkiye’nin emisyonlarının hangi yılda zirve yapacağı ve düşüşe geçeceğiyse belli değil. Bu önemli bir eksiklik. 

Diğeri de Türkiye’nin mali yardım şartını ciddi bir azaltım hedefi bile öne sürmeden masaya koymuş olması. 

Meksika gibi bunu daha iyi bir hedef için öne sürse, müzakerelerde çok daha fazla şansı olabilirdi.

Afşin-Elbistan- Foto: O. Gurbuz
Kömür Enerjide Dışa Bağımlılığı Azaltmadı
Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamaktan kaçınması, gerçekçi olmak gerekirse,  Erdoğan’ın öne
sürdüğü gerekçelerle ilgili değil. Türkiye’nin önündeki en büyük engel kömür sevdası. 

2012 yılını ‘Kömür Yılı’ ilan eden Enerji Bakanlığı, ülkenin neredeyse her yerinde kömür santralı kurmaya çalışıyor. 

Türkiye’nin elektrik üretiminde kömürün payı 2016 sonunda yüzde 33,8’e ulaştı ve doğalgazı geride bırakarak birinci sırayı aldı ancak enerjide sorunlar çözülmedi.

Yerli kömür ve HES hamlelerine rağmen umulan olmadı ve enerjide dışa bağımlılık azalmadı. 

2002’de enerjide dışa bağımlılık yüzde 67’ydi şimdi ise yüzde 75. 

Bunda ithal kömür, petrol ve enerji verimliliğini göz ardı etmenin büyük rolü var. 

Kömürün önünü açmak için santrallara çevre muafiyetleri getiriliyor. Bu da sadece yerli kömürün değil, ithal kömürün de önünü açıyor.

Türkiye Yenilenebilir Enerji Kaynakları Açısından Zengin

Kömürü savunanların sıkça kullandığı, Paris ve Kyoto gibi anlaşmaların Türkiye’nin önünü tıkadığı argümanı da sağlam bir temele dayanmıyor. 

Bu anlaşmalar, seragazı emisyonlarına yol açan fosil yakıtlar (petrol, kömür ve doğalgaz) yerine güneş, rüzgar ve biyogaz gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını dolaylı yoldan öne çıkarıyor. 

Türkiye fosil yakıtlar açısından zengin değil ve bunların büyük bir bölümünü dışarıdan alıyor. 

Halbuki güneş ve rüzgar gibi kaynaklar açısından Avrupa’nın önde gelen ülkeleri arasında.   

Yenilenebilir enerji kaynaklarının ekonomiyi yavaşlatacağı iddiası da artık tarih oldu. 

Yapılan son ihalelerde Ankara Çayırhan’da kurulacak kömür santralinden üretilecek elektriğin şebekeye satış fiyatı 6,04 dolar sent olurken, rüzgar ihalelerinde bu fiyat 3 dolar sent hatta daha aşağısında seyrediyor.

Paris Anlaşması’ndan kaçan Türkiye, aslında kendisini enerjide dışa bağımlılıktan, enerji kaynaklı çevre sorunlarına kadar birçok dertten kurtaracak enerji devriminden kaçıyor. 

Paris Anlaşması Türkiye’nin enerji dönüşümü için aradığı yol haritası olabilir ama yöneticiler bunun farkında değil.