Elektriğe zammı hükümet yapmadı

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Ocak 2016

1 Ocak’tan itibaren aylık elektrik faturanız yüzde 6 oranında artacak. Çünkü hükümet son 11 yılın en düşük petrol fiyatlarına ve azalan talep nedeniyle serbest piyasada iyice gerileyen elektrik fiyatlarına rağmen zam yaptı. Aslında bu zammı hükümet yapmadı. Şirketler istedi hükümet bu isteği kırmadı.

Şirketlerin zam isteği kulislerde uzun zamandır konuşuluyordu. Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir, 25 Kasım’da NTV’de yaptığı konuşmada kulis mulis bırakmadı. Aynı zamanda Elektrik Dağıtım Hizmetleri Derneği’nin başkanlığını da yürüten Özdemir, elektriğe yeni yılla birlikte zam yapılacağını söyleyerek, “… bu karar yakın zamanda verilecek. Elektrikte bir zam beklentisi olabilir. Yüzde 15 ile 20 arasında bir zam olması gerektiğine inanıyorum. Bunu bir anda yapmak doğru değil. 2016 yılı içinde yüzde 7-8 gibi bir zamla yeni yıla başlayabiliriz” dedi. Özdemir Sayısal Loto oynasa yeridir çünkü dediği oldu; yeni yıla elektriğe yüzde 6,9 zamla (faturaya 1 puan düşük yansıyor) başladık. Görüldüğü üzere bu daha başlangıç. Yüzde 20’ye kadar yolu var. Halkın oyuyla seçilip, şirketlerin istekleriyle ülkeyi yönetmek böyle bir şey olsa gerek. Ülkeyi kim yönetiyor hâlâ anlamayanlara duyurulur.

Cengiz Holding ve Kolin İnşaat’la birlikte 21 elektrik dağıtım bölgesinin en büyüklerinden dördüne sahip Limak Holding’in Başkanı Özdemir, aynı röportajda neden bu zammı istediklerini de fısıldadı. “Girdilerimizden birçoğu petrol ve doğalgazla ölçülüyor, fiyatlar dünyada düşük ama hepimizin bildiği gibi kurlar arttı” dedi. Evet, petrol fiyatları dünyada düştü. Petrol düşünce doğalgaz fiyatı da düşüyor. Bu Türkiye gibi elektrik üretiminin neredeyse yarısını doğalgazdan sağlayan bir ülkeyi sevindirmeli ama olmuyor. Hükümetin çok kötü yönettiği hatta artık yönetemediği dış politika nedeniyle İran ve Rusya ile boğaz boğazayız; fiyatlardaki düşüşü yansıtmalarını isteyemiyoruz.

Bu yüzden doğalgaz ucuzlamıyor bunu anladık ama ortada Rusya veya İran’ın doğalgaza yaptığı bir zam da yok. Bu durumda en azından fiyatların aynı kalmasını beklersiniz ama o da olmuyor. Çünkü hükümetin içeride ve dışarıda yarattığı siyasi krizler, üstüne Çin’in durumu eklenince dolar artıyor. Şirketler maliyetimiz arttı deyip elektriğe zam istiyor. Zam talebi sadece elektrik üretenlerden de gelmiyor. Özdemir gibi elektrik dağıtım işinde olanlar da bastırıyor. Çünkü dağıtım özelleştirmeleri yaparken ihalelerde milyar dolarları yarıştıran şirketlerin bazıları, kur farkı yüzünden dolar cinsinden aldıkları kredileri ödemekte zorlanıyor. İhaleler bittiğinde 2 lira civarında olan dolar kuru şimdi 3 lira. Şirketlerin maliyetleri kur nedeniyle artan kredi ödemeleri nedeniyle artıyor ama asıl önemlisi onların ticari öngörüsüzlüklerinin bedelini yine tüketici ödüyor. Gelirin TL iken neden dolarla ihaleye giriyorsun? Neden kurun artma riskini öngörmüyorsun? Vatandaş dövizle kredi alıp ödeyemese devlet yardım ediyor mu? Hayır.

Yılda milyarlarca lira kâr eden şirketler dövizle borçlanıp ödemekte zorlanınca aynı devlet hemen yardıma koşuyor. Üstelik onların zararını da halktan topladığı parayla karşılıyor. Elektrik Mühendisleri Odası, yeni zamla konutlardan her yıl 1,8 milyar TL fazla para toplanacağını (bakınız emo.org.tr) söylüyor. Ne güzel iş! Bu şirketlerin durumu gerçekten kötü olsa, yurdun dört bir yanındaki ihalelerden çekilirlerdi. Zarar eden şirketler dört bir tarafta ihale peşinde koşar mı? Kaldı ki, gerçekten zarar ediyorlarsa da etsinler. Serbest piyasa diye övündüğünüz sistem bu. Özdemir durumdan çok şikayetçiyse bıraksın 3. Havalimanı inşaatını, satsın birkaç şirketini, ödesin zararını. Şirketlerin iş bilmemesinin cezasını elektrik faturalarıyla halka yüklemek de ne oluyor? Kim size ucuzlayan, dışa bağımlı olmayan güneş, rüzgar yerine doğalgaza, kömüre yatırım yapın dedi?

Biz peşin peşin yazalım da, yarın yandaş medyada elektrik zammını Esad’a, Putin’e, ateistlere falan yüklemek isteyenler boşuna zaman kaybedip, suçu atacak dış mihrak aramasınlar.

Havamız söylenenden iki kat daha kirli

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Ocak 2016

Pekin. Foto: O. Gurbuz.
Bundan altı yıl önce Pekin’de yaşıyordum. Kentin en batısında ve merkezden uzak olduğum için hava kirliliğinden ‘ölürcesine’ etkilendiğimi söyleyemem. Evimin pencerelerini açmasam bile içeri dolan tozu 3-4 günde bir süpürmekten başka şikayetim yoktu. Son iki yıldır Pekin’den gelen haberler durumun çok ciddi boyutlara ulaştığını gösteriyor. Beş yılda hava kirliliği sorunu bir krize dönüştü.

Türkiye’de de hava kirliliği sorunu giderek artıyor. Iğdır, Batman, Afyon, Osmaniye, Isparta, Düzce, Denizli… Liste uzun. Sadece küçük kentler değil, hükümetin yatırımları akıttığı İstanbul, Ankara gibi kentler de hava kirliliği için belirlenen sınır değerleri aşan ilçelerle dolu. Bu kadarını sokağa çıkan herkes biliyor. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’nın (ÇMO) son raporu ise pek konuşulmayan, bizim geçen yıl Yön Radyo’da ve bu köşede dikkat çekmeye çalıştığımız bir başka noktaya vurgu yapıyor. Türkiye’deki hava kirliliği sınır değerleri Avrupa Birliği’nin neredeyse iki katı. Yani, bizim ülkemizde kırmızı alarm verilmesi için Avrupa’nın herhangi bir kentine göre neredeyse iki kat daha kirli bir havaya ihtiyaç var. Hemen söyleyelim de böbürlenmeyin. Değerin yüksek tutulması, Türkiye’de yaşayanların akciğerlerinin daha kaliteli olduğunu göstermiyor, insanın yaşamına verilen önemin daha değersiz olduğunu gösteriyor.

Hava kirliliği ölçümlerinde, PM10 ve PM2,5 değerlerine bakılıyor. PM10, çapı 10 mikrometreden küçük parçacıkların miktarını gösteriyor. PM parçacıkları arasında karbon, sülfat, metalik buhar, endüstriyel ve taşıtlardan kaynaklanan tozlar var. Türkiye’de hava kirliliği sınır değeri PM10 için metreküpte 90, AB’de ise 50 mikrogram. Kükürt dioksit için belirlenen sınır değer de bizde 225, AB’de 125 mikrogram. Üstelik, AB kükürt dioksit sınır değerinin bir yıl içinde sadece 3 kez aşılmasına izin veriyor. Dördüncü kez bu yaşanırsa acil önlem alınması gerekiyor. Türkiye’de ise böyle bir sınır yok. ÇMO ölçümlerin yetersizliğinden de şikayetçi. Hava kirliliği ölçüm istasyonların tümünde aynı kirletici parametrelerin ölçülmediğini söylüyor. Düzce gibi kirliliğin en yüksek olduğu kentte, sadece Partikül Madde 10 ve kükürt dioksit ölçülüyor diyen ÇMO, karbon monoksit, PM 2,5 (daha küçük kirleticiler), kurşun, kadminyum, ozon, arsenik gibi çok önemli kirleticilerin ölçülmediğini söylüyor.

Dünya Sağlık Örgütü, hava kirliliği her yıl 7 milyon kişinin erken ölümüne yol açıyor diyor. Pekin’de, Çin’in diğer kentlerinde ve hatta Londra ile Paris’te hava kirliliği sorunu hızla ilerliyor. Hükümet, büyükşehir belediyeleri neden ilgisiz? Ben size kayıtsızlığın sebebini söyleyeyim. Hava kirliliğinin kaynakları bugünkü hükümetin rant merkezleriyle birebir bağlantılı. Kömür listenin başında. Hükümet, iklim değişikliği ve hava kirliliğine rağmen yerli kömür sahalarını şirketlere dağıtmaya ve enerji politikasını bu eski model üzerine kurmaya devam ediyor. Yoksullaştırılan halkın evinde ucuz kömür yakmaktan başka seçeneği yok. Doğalgaz desteklenmesine rağmen pahalı. Kömür ise çevreyi kirletirken cezalandırılmadığı ve ucuz işçilikten faydalandırıldığı için hâlâ evsel kullanımda ucuz bir seçenek. Hava kirliliğinin diğer iki ana nedeni de çarpık kentleşme ve ulaşım. İstanbul’un temiz havasının garantisi Kuzey Ormanları’nı, 3. Köprü ve 3. Havalimanı gibi rant sağlayacak projelere feda edenler hatalarını itiraf etmese de durum bu. Otomotiv lobisine, petrol satışından elde edilen vergilere dokunacak önlemler, icraatlarının finansal desteğini bu sektörlere bağlamış hükümete uzak. Yoksa, hava kirliliği uyarılarının yapıldığı İstanbul’da çoktan tek-çift plaka, özel araç yasağı gibi uygulamalar hayata geçirilirdi. Pekin yıllardır, plaka numaralarına göre taşıtların trafiğe çıkışını kontrol ediyor. Kentin yeni mahalleleri, bizde yok edilmek istenen Gezi Parkı gibi parklarla dolu. Dev caddeler ve metro hatları inşa ediliyor. Buna rağmen, iklim koşullarının da etkisiyle, dev kentler kurmanın, nüfusu bir bölgeye yığmanın, kömüre ve özel araçlara önem vermenin kaçınılmaz sorunlarıyla karşı karşıya kaldılar.

Kentsel dönüşümden, konut kredileriyle borçlandırılan yurttaşlardan, köprü ve otoyol gibi projelerden oy ve rant elde eden hükümetin, bunlardan hava kirliliği nedeniyle ölecek birkaç bin kişi için vazgeçeceğine inanan var mı? Var diyenlerin iyi muhtar olacağı ortada.

Çocuklarınızı bu filme götürün

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Aralık 2015

İklim değişikliği konusunda Hollywood’un yaptığı filmleri unutun. Bir günde donan dünya, iklim değişikliğinden kaçarak trende yaşamaya başlayan insanlar fikirleri eğlenceli ama işte o kadar. İklim değişikliği konusunda zihninizi açacak, seyri keyif veren bir eser arıyorsanız size Buz ve Gökyüzü’nü tavsiye ederim. Belgesel, ünlü Fransız bilim insanı Claude Lorius’nun hayatını verdiği ve buz dağlarının arasında geçen bilimsel araştırmasını anlatıyor. Huzur veren, büyüleyen görüntüler eşliğinde. Lorius, buzullardaki karbondioksit ve metan (iki önemli seragazı) birikimlerine bakarak, insan ve iklim değişikliği arasındaki ilişkiyi araştıran ve seragazlarıyla ısınma arasındaki bağı ortaya koyan bir bilim insanı.

Film, 25 yaşında genç bir bilim insanın Güney Kutbu’ndaki bir araştırmaya katılmasıyla başlayan ve ömür süren araştırmasını anlatıyor. Belgeseli iklim değişikliğini anlamak için izleyebilirsiniz ancak ben olsam hayatını bir teoriyi ispatlamaya adayan bilim insanlarının nasıl çalıştığını görmek için giderdim. Çocuğunuz, yeğeniniz varsa onları da mutlaka götürmenizi isterdim. Büyüyünce polis, futbolcu ya da hırsız (bu ülkede o da artık bir meslek sayılır, maaş bile veriyorlar) olmanın dışında bir başka seçenek olduğunu görsünler. Keşfetmenin, bilginin ve doğanın insanlara sunduğu o mutlu hayatı, 83 yaşındaki Claude Lorius’nun gözlerinden görmeleri hepsinin hayatını değiştirebilir.

Lorius’nun macera ruhuyla peşine düştüğü gerçek, buzulların içinde saklı. Buzullar, gezegenin binlerce yıllık tarihini saklıyor. Buzulların içerisine hapsolmuş hava kabarcıklarındaki gazlar bize binlerce yıl öncesinin iklim koşulları hakkında bilgi verebiliyor. Basitçe anlatalım. Fransız bilim insanı, donma pahasına Antartika’da yaptığı araştırmalarda her defasında daha derine inen sondajlar yapar. Bu sondajlarda elde ettiği buz kalıplarının içine hapsolmuş karbondioksit ve metan miktarını inceler. Dünyanın sıcak dönemlerinde bu seragazlarının miktarlarının yüksek, soğuk dönemlerde ise düşük olduğunu görür. Bu da dünyanın ısınmasıyla seragazları arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Bir paragrafta anlattığıma bakmayın, bu gerçeğe ulaşmak için metrelerce derinden, binlerce yıl öncesine ait buz kalıplarını çıkarmak ve bir ömrü bu işe adamak gerekiyor. Filmin eğlenceli kısmıysa şu. Laurius, havanın buzun içine hapsolduğunu, kutupta ısınmak için bir bardak viski içerken fark etmiş.

Belgeselin buzulların etkileyici görüntüleriyle dolu olduğunu, yönetmeni Luc Jacquet’in, ‘İmparator’un Yolculuğu’ ile belgesel dalında Oscar aldığını da hatırlatalım. Güney Kutbu’nu belki de en iyi bilen insanlardan birinin öyküsünü, oranın en güzel filmlerini çeken yönetmenlerinden biri yapmış. Film kusursuz değil tabii. Buzullarda nükleer silahlardan yayılan radyasyonun izine bile rastlanabileceği söylenirken verilen örneğin Hiroşima ve Nagazaki’yle sınırlı olması, Fransa’nın yaptığı nükleer denemelerden bahsedilmemesi manidardı. Film bugün gösterime girdi. İstanbul Beyoğlu Pera’da, Kadıköy Moda Sahnesi’nde ve Boğaziçi Üniversitesi Sinebu’da gösteriliyor. Ortalık toz dumanken penguen belgeseli yazdığımı düşünmeyin. Kan gölüne dönmüş ülkemizde çocuklarımızın bir süreliğine de olsa “iyi şeyler” görmesi için küçük bir öneri benimkisi.

Türkiye’de İklim Değişikliği Siyaseti
Nasıl Hollywood filmleri iklim değişikliğini felaketlerle, olmadık hikayelerle anlatıyorsa, bazı kitaplar ve uzmanlar da size iklimi olmadık masallarla anlatıyor. Türkiye Kyoto’yu imzalarsa yeni çimento fabrikalarını, üçüncü köprü ve otoyol projelerini rafa kaldırmak zorunda kalacak diyen iklim uzmanları gördü bu ülke. İşi doğru dürüst öğrenmek için artık elinizde bir fırsat var. Özellikle de iklim değişikliği siyasetiyle ilgileniyorsanız. Türkiye’deki süreci uzun yıllardır yakından takip eden Dr. Nuran Talu’nun, “Türkiye’de İklim Değişikliği Siyaset” adlı kitabı, konuyu başından sonuna ele alıyor. Ciddi bir kaynak kitap, bu işi, Türkiye tarafından okumak ve öğrenmek isteyenlere için fırsat niteliğinde. Filmin üstüne iyi gider.

***
Bu yılı İğneada ve nükleer enerjiyi konuşacağımız, İstanbul Barosu’nun düzenlediği bir panelle kapatıyoruz. Panel yarın (26 Aralık) 12.30’da, Çağlayan Adliyesi, C1 Blok, 3. kattaki Seminer Salonu’nda. Gelin, 2016’ının daha iyi bir yıl olması için ilk adımı atalım.

İklimin tek derdi kapitalizm değil

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Aralık 2015

Paris’te gerçekleşen iklim konferansından çıkan anlaşma birçok kişiye kapitalizmi eleştirmek için bir fırsat daha verdi. Kapitalizmi hedef alan eleştirilere hiç itirazım yok ama sorunu tanımlamada kolaycı ve eksikler. Kapitalizmi eleştirmek için Paris’i beklemeye de gerek yok.

Dünyanın ortalama sıcaklığı sanayi devriminden bu yana 1 derece artmış durumda çünkü yaklaşık 150 yıldır atmosfere haddinden fazla seragazı pompalıyoruz. Bunu petrol, kömür ve doğalgaz dediğimiz fosil yakıtları kullanarak, ormanları yok ederek, tarımda endüstrileşerek ve hayatın her aşamasında durmadan atık üreterek yapıyoruz. Kapitalizm tüketimi körüklediği için sorumlu ama şu ana kadar gördüğümüz örneklerine bakarsak, “sosyalizm” ve “karma ekonomi” gibi diğer ekonomiler de sanayileşmeyi destekledikleri, kentleşmeyi yücelttikleri ve teknolojik değişimi sorgulamadıkları için masum sayılmazlar. İşin özünde bugünkü iktisadi anlayışın olumlu bir hareket kabul ettiği büyüme var. Büyümeyi, refahı, endüstrileşmenin amacını yeniden tanımlamazsak iklim krizini durduramayız.

İkinci eksik nokta da, yine sadece kapitalist ekonomiye özgü olmayan sınır bilmezlik. Sola yakın iktisadi teoriler paylaşımı daha çok önemsese de, aslında ortada bir kaynak sorunu olduğu gerçeğini çok dile getirmiyorlar. “Her ABD vatandaşın bir arabası var, her Afrikalının da olmalı” söylemi kulağa hoş gelse de gerçekçi değil. Asıl söylenmesi gereken, “her ABD vatandaşının arabası olmamalı çünkü dünya herkese otomobil üretecek demire, plastiğe, cama veya petrole sahip değil” olmalı. Ya da, “bunların kullanımı sonucunda doğada ortaya çıkacak hasarı telafi edecek güce sahip değil” demeliyiz. Paris’teki iklim konferansından ve daha önceki 20 taneden elle tutulur bir sonuç çıkmamasının nedeni de bu. Varsıllar, bugünkü konforlarından ödün vermek istemiyor. Yoksullar da aynı kalmayı değil, zenginler gibi olmayı istiyor. Varsıl Kuzey ülkelerini bugünkü refaha razı etsek bile, yoksul Güney Kuzey’dekiler gibi yaşamayı istedikçe gezegende ekolojik hayatın çöküşünü önleyemeyeceğiz.

Şu anda bile, insanların mavi gezegenimizden talep ettiği doğal kaynakları (varlıkları) karşılamak için 1,6 Dünya’ya ihtiyaç duyuyoruz. Böyle giderse 2050’de talep ettiğimiz doğal kaynakları karşılamak için 2 gezegene ihtiyacımız olacak. Paris’ten çıkmayan ve eleştirilerde eksik kalan kısım asıl bu.

Paris’ten ne çıktı diye sorarsanız, tüm ülkelerin içinde olduğu bir anlaşma derim. Kyoto’nun birinci evresinde bile bu yoktu. Anlaşmanın ortalama sıcaklık artışını 2, mümkünse 1,5 derecede sınırlamak istemesi de kayda alınmalı ama biraz da gülünmeli. Bilim yıllardır bu uyarıyı yaptığı için iklim sorunu gündemde. İklim değişikliği tehlikesinden bahseden her hükümet yetkilisi bu gerçeği zaten kabul etmiş sayılır. Şimdi bunu kâğıda döktüler diye zilleri takıp oynamanın anlamı yok. Özellikle de, 188 ülkenin seragazlarıyla ilgili taahhütlerinin bırakın sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmayı, 3 derecenin altında tutması bile garanti değilken. Paris’i hayra yoranlar, anlaşmanın yürürlüğe geçeceği 2020’ye kadar, ülkelerin verdikleri taahhütleri düzelterek bu hedefe ulaşabilmeyi umuyor. Kyoto’da bağlayıcılığı olan maddeler olmasına rağmen, ABD, Japonya, Rusya ve Kanada gibi ülkelerin masayı nasıl terk ettiğini unutmadık. Bu defa isyanın başını Türkiye çekerse şaşırmamalı. Konferansın son günü, İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar’ın, ‘bize finansal yardım sözü vermiştiniz ama ortada yok. Bu durumda anlaşmanın Meclis’ten geçmesi zor’ mesajı veren tehdidi gözden kaçtı. Verdiği taahhütle, indiriyor gibi yapıp aslında seragazı emisyonlarını arttıran ve Rusya ile birlikte ‘kaçak güreş’te başı çeken Türkiye, yeni isyanın başrolünü kapmaya hevesli görünüyor.

Hoşunuza gider ya da gitmez, bu iş de bize kaldı. İklimi siyaset sahnesinde listenin en başlarına koyup, oy alınıp verilen bir konu yapamazsak; üretim süreçlerini ele alıp, iklim dostu edemezsek; tembellikten, ‘ben değil başkası yapsın’dan vazgeçmezsek; tüketimdeki gücümüzü iklim düşmanlarını cezalandırmak için hayata geçirmezsek ve konfora sahip olanlar o konforu bozmazsa, yükselen deniz seviyesi bizim boyumuzu da aşacak.

19 Aralık’ta Edirne Çevre Gönüllüleri Derneği’nin düzenlediği ‘Temiz Enerji’ başlıklı paneldeyim. Yer: Makine Mühendisleri Odası, saat: 14.30.