15 Kasım 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:
* Dünyada üretilen elektriğin yüzde 4'ü rüzgar türbinlerinden sağlanıyor. Peki ya, Türkiye'de durum ne?
* İzmir'in göbeğinde radyasyonlu hurda bulundu. İkinci bir İkitelli vakası mı yaşanacak?
* Kuzguncuk Bostanı kurtuldu.
* Antalya'nın Manavgat ilçesine bağlı Ahmetler Köyü'nde HES'e karşı çıkan köylülere silahlı saldırıda bulunulduğu iddia ediliyor. Karpuz Çayı'na yapılmak istenen HES'e karşı çıkan köylüler 10 gündür direniyor. Köylülerin Avukatı Ramazan Ecevitoğlu canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.
* Gündemimizde Filipinler'deki Haiyan Tayfunu ve iklim değişikliği var. Özel dosyamızı kaçırmayın.
* Yeşil Gerze Çevre Platformu Sözcüsü Şengül Şahin, son yıllarda çevrecilerin kazandığı en büyük zaferlerden birini anlatıyor. Gerze'de termik santrali nasıl durdular? Bu mücadeleden herkesin çıkaracağı dersler var.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" şarkı ve türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Fukuşima'da 26 çocukta tiroit kanseri
Kimseyi korkutmak, acıları derinleştirmek istemiyorum ama nükleer santrallerin bir kaza veya sızıntı anında çevreye, doğaya ve insan sağlığına etkileri korkunç. Fukuşima'daki çocuklarda tiroit kanserine rastlandığını anlatan bugünkü haber hepimizi üzdü. 26 çocukta tiroit kanseri görülmüş, 33 çocuk ise risk altında.
Fukuşima kazasından 2,5 yıl sonra bu nükleer felaketin insan sağlığı üzerindeki ilk etkileri görülmeye başlandı. Umarız bu çocuklarımızın hepsini tedavi edebiliriz. Fukuşima kazası sonrası yaşanan acılar, umarız Japonya'daki insanların daha güvenli, nükleersiz bir geleceğe sahip olmasına vesile olur. Benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Türkiye'nin iki ucunda, Mersin ve Sinop'ta nükleer santraller kurulmaya çalışılıyor. Birlikte mücadele edersek Mersin ve Sinop'taki çocuklarımızı benzer tehlikelerden koruyabiliriz. Türkiye'yi sonu olmayan bir maceradan, büyük bir mali külfetten uzak tutabiliriz.
İşin bir başka boyutu daha var. Bugün gelen kanser haberi sürpriz değil. Size Mart 2013 tarihli iki haber iletiyorum. Başlıklara tıklayarak haberleri okuyabilirsiniz.
Fukuşima tiroit kanserini patlatacak
Fukuşima çevresinde yaşayanlarda kanser oranı yüzde 30
Bugün yaşadıklarımız ne yazık ki öngörülüyordu. Radyasyondan kaçarak, koşarak kurtulmak mümkün değil. Bu yüzden hep birlikte, her yerde nükleere hayır demeliyiz. Nükleer santral elektrik üreten bir fabrika ve bugün daha ucuza, daha güvenli yöntemlerle elektrik üretme şansına sahibiz. Rakamlarla, verilerle bunu defalarca açıkladık. Nükleer enerji Türkiye için teknik bir zorunluluk değil. Yanlış bir siyasi tercih ve sonuçları çok ağır olabilir.
Fukuşima kazasından 2,5 yıl sonra bu nükleer felaketin insan sağlığı üzerindeki ilk etkileri görülmeye başlandı. Umarız bu çocuklarımızın hepsini tedavi edebiliriz. Fukuşima kazası sonrası yaşanan acılar, umarız Japonya'daki insanların daha güvenli, nükleersiz bir geleceğe sahip olmasına vesile olur. Benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Türkiye'nin iki ucunda, Mersin ve Sinop'ta nükleer santraller kurulmaya çalışılıyor. Birlikte mücadele edersek Mersin ve Sinop'taki çocuklarımızı benzer tehlikelerden koruyabiliriz. Türkiye'yi sonu olmayan bir maceradan, büyük bir mali külfetten uzak tutabiliriz.
İşin bir başka boyutu daha var. Bugün gelen kanser haberi sürpriz değil. Size Mart 2013 tarihli iki haber iletiyorum. Başlıklara tıklayarak haberleri okuyabilirsiniz.
Fukuşima tiroit kanserini patlatacak
Fukuşima çevresinde yaşayanlarda kanser oranı yüzde 30
Bugün yaşadıklarımız ne yazık ki öngörülüyordu. Radyasyondan kaçarak, koşarak kurtulmak mümkün değil. Bu yüzden hep birlikte, her yerde nükleere hayır demeliyiz. Nükleer santral elektrik üreten bir fabrika ve bugün daha ucuza, daha güvenli yöntemlerle elektrik üretme şansına sahibiz. Rakamlarla, verilerle bunu defalarca açıkladık. Nükleer enerji Türkiye için teknik bir zorunluluk değil. Yanlış bir siyasi tercih ve sonuçları çok ağır olabilir.
Öpüşmezsek trafik sorunu çözülür mü?
Özgür Gürbüz-BirGün/10 Kasım 2013
Erkek
erkeğe oturdunuz ve İstanbul’daki son yeşil alanın talan edilmesi için bir
köprü, bir de üçüncü havalimanı yapılmasına karar verdiniz. O küçücük
helikoptere erkek erkeğe sıkışıp, durumu bir de havadan gördünüz. Ağaçları
kesen testerelerin iki ucunda da erkekler vardı. Kamyonları erkekler kullandı.
Büyük
otomobiller, dev kentler, en gaddar savaş makinaları, erkek erkeğe oynadığınız
o ölümcül oyunların araçları değil mi? Kadınların bile erkek gibi düşünenini,
maçlarda küfredenini sevdiniz. En çok da itaat edenini beğendiniz. Evde çocuk
bakanını, yemek yapanını, politikada sizin istediğiniz zaman ve istediğiniz
gibi konuşanını tercih ettiniz. Siz izin verdiğinizde soyundular, siz
istediğinizde giyindiler. Böylesini sevdiniz, ‘söz dinleyenini’.
Çocuk
doğuran kadınlara cenneti vaat ettiniz ama iş yerlerinde müdürlüğü çok
gördünüz. Cennetlik kadınları dövdünüz, erkek erkeğe tecavüz edip, başlık
parası için yine erkek erkeğe pazarlık yaptınız. Kadınlara bir kez kulak
verseydiniz, kadınlı erkekli oturup konuşsaydınız bugün bu korkunç dünyayı
konuşmuyor olurduk. Daha fazla zorlamayın, erkek erkeğe ne yaptığınız ortada.
Kadınlı erkekli ışınlanıyorlar
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü
ve Star Gazetesi yazarı Sedat Laçiner, köşe yazısında “Yanyana evleri kiralayıp, duvarları delip iki evi tek
eve çevirip karma halde kalanları da gördüm...” diye yazmış. Bizim memlekette
iki dairenin duvarını delsen bina başına çöker. Çökmezse de ev sahibi, tüm apartman
sakinleri orada biter. Belki de öğrenciler kaşıkla kaza kaza eritmiştir duvarı…
Varsayalım rektör doğru söylüyor. Beni
asıl, öğrencileri yan dairenin kapısını çalmak yerine duvar kırmaya iten
nedenler ilgilendiriyor. Mahalle baskısı mı yoksa Laçiner’in de sık sık
övündüğü atalarından aldıkları ilham mı onları bu zor işe koştu? Ferhat’ın
Şirin’i görmek için dağları deldiğini hepimiz biliriz, deniz kumu dolu duvarın
lafı mı olur?
Laçiner başında bulunduğu üniversiteyi hemen kapatsın.
Orası bir ‘bilim yuvası’. Belli mi olur, öğrenciler bu azimle bilim
kurgu filmlerde gördüğümüz ışınlamayı bulur, kadınlı erkekli
ışınlanıverirler. Bir o evdeler bir bu evde. Aman ha!
Öpüşmezsek trafik sorunu
çözülür mü?
İstanbul’daki
trafik sorunu herkesi çıldırtıyor. 20 yıldır kenti idare eden zihniyet,
seçimler yaklaşınca her yere metro yapacağız diye reklamlara başladı. 20 yıldır
uyuyanlar birden uyandı; inanırsanız. Gariptir, bu toplu taşıma sevmemezlik
sadece İstanbul’a has değil. Ankara’da aynı durumda. Kentte metro öyle nadir
görülen bir şey ki, metro gören gençler sevinçten ne yapacağını şaşırıp
birbirlerini öpüyor. Otomobil ve petrol lobisi ellerini ovuştururken, çılgın
kentlerin çılgın başkanları seyrediyor. Halbuki acil alınacak önlemler
var.
Çin’in başkenti Pekin de trafikten dertli bu nedenle
özel araç sayısını kısıtlıyor. Birkaç yıl önce alınan kararla kentte her yıl
dağıtılan yeni plaka sayısı 240 binle sırlandırılmıştı. 2014’ten itibaren bu
rakam 150 bin olacak. Pekin’de plakalar kurayla dağıtılıyor. Şansınız yaver
gitse bile uymanız gereken bir kural daha var. Plakanızın son rakamına göre,
hafta içi iş saatlerinde trafiğe çıkamadığınız günler var. Bu yasak nedeniyle
hafta içinde bir gün araçlar evde bırakılıyor.
İstanbul’da otomobil kullanımına kısıtlama getirmek
yerine özel araç kullanımını teşvik edecek yeni tüp geçitten bahsediliyor. Enerjide
açıktan yakınıyorlar ama petrol ve otomobil lobilerine diş geçiremiyorlar. Otomobil
satışları düşse ihracat tehlikeye girecek ve petrol üzerinden aldıkları
vergiler de azalacak. Yanlış ve sürdürülemez büyüme politikaları yüzünden bizi
trafik sıkışıklığına mahkum ediyorlar. Önce insan* diyecek cesur bir hükümete
ihtiyaç var.
Not: Yazımdaki son cümlede, rantın değil insanın ihtiyaçlarına yanıt verilmesi gerektiğini yazmak istemiştim ama bu haliyle, "insan merkezli" bir bakış açısıyla yazılmış gibi duruyor. Okuduğumda beni rahatsız ettiği için en azından e-günlüğe bu notu düşmek istedim.
Akademisyenler ODTÜ’yü yalnız bırakmadı
Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ndeki ağaç katliamına akademisyenler sessiz kalmadı. Tüm dünyadan yüzlerce akademisyen, Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Kampüsü’ndeki ormanlık alandan geçmesi planlanan yol projesine
karşı verilen mücadele ile dayanışma içinde olduklarını açıkladı.26 ülkedeki 278 farklı akademik
kurumdan 857 akademisyen ODTÜ ile dayanışma metnine destek
verdi.
ODTÜ direnişinin çevre hakkı, protesto özgürlüğü ve
üniversite özerkliğinin bir sembolü olduğunun vurgulandığı imza metni ile
akademisyenler şu açıklamada bulundu: “Biz, aşağıda imzası olan akademisyenler,
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kampüsü’ndeki hukuksuz çevre katliamını ve polis
şiddetini kınıyoruz. Bu, ODTÜ’ye ve Türkiye akademisine yapılan, etik olmayan
ve kabul edilemez bir saldırıdır. Direnen tüm ODTÜ öğrencilerine,
akademisyenlerine ve personeline, sonsuz destek ve dayanışma içinde
bulunduğumuzu bildiririz.” Dayanışma açıklamasında Noam Chomsky,
Judith Butler, Immanuel Wallerstein'ın yanı sıra Etienne Balibar, Asef
Bayat, Jean Comaroff, Arturo Escobar, Michael Herzfeld, Anna
Tsing, Cihan Tuğal, Erik Swyngedouw, Vijay Prashad gibi isimlerin
imzaları da bulunuyor.
İmzacılar arasındaki dünyaca ünlü dil bilimci ve
filozof Noam Chomsky, “Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin yıkıcı
otoyol inşaatı projesinin bir parçası olarak gerçekleştirdiği gece yarısı
baskınını protesto eden ODTÜ öğrencileri, öğretim üyeleri ve çalışanlarının
mücadelesini destekliyorum. Ayrıca gece baskınını takip eden süreçte öğrencilere
karşı uygulanan polis şiddetini protesto edenlerin sesine kendi sesimi ekliyorum” dedi.
İlk kez 1992 yılında gündeme gelen ve öğrencilerin
protestoları ile karşılaşan yol projesi 2008 yılında AKP’li Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanı Melih Gökçek döneminde yenilenerek genişletildi. Son
dönemde yeniden alevlenen yol projesi tartışmalarında öğrencilerin,
üniversite yönetiminin ve öğretim üyelerinin yanı sıra 100.
Yıl Mahallesi ve Çiğdem Mahallesi halklarının itirazları devam
ederken 18 Ekim 2013 tarihinde, yani Kurban Bayramı tatilinin son
günü Belediye ekipleri ODTÜ Kampüsü’ne adeta bir gece yarısı baskını
düzenledi. Yaklaşık 3000 ağacın kesildiği gece ve onu takip eden günlerde, ODTÜ
öğrencilerinin ve mahalle halkının katıldığı protesto gösterilerinde polis, eylemcilere yoğun
biber gazı, basınçlı su ve plastik mermi ile saldırdı. Tüm
bu hukuksuz ve haksız uygulamalara karşı ODTÜ’nün sadece kendi
ormanını değil aynı zamanda üniversitelerin özerkliğini de korumak
ve protesto ve ifade özgürlüğüne sahip çıkmak için verdiği mücadele, tüm
dünyadan yüzlerce akademisyeni bu dayanışma mesajında bir araya getirdi.
Nükleer kumar ve yanıtsız kalan sorular
Özgür Gürbüz-BirGün/3 Kasım 2013
Nükleer
santraller pazarlanırken “enerjide dışa bağımlılığı azaltacak” sloganı ön
plandaydı. Mersin’e nükleer santral yapma işi, enerjide en çok bağımlı
olduğumuz ülke Rusya’nın devlet şirketine verildi. Şirket santralin
hisselerinin yüzde 100’üne sahip ve anlaşma gereği istese bile çoğunluk
hisseleri Türkiye’den bir şirkete satamayacak. Doğalgaz ve petrolde bağımlı olduğumuz
Rusya’ya elektrikte de muhtaç olmaya karar verdik. Enerji Bakanı Taner Yıldız
buna, ‘karşılıklı bağımlılığı
geliştirmek’ diyor. Rusya’yı bizim paramıza alıştırmaya çalışmak ilginç bir
fikir ama yeni değil. Dış ticaret açığımız zaten her yıl 20 milyar doları buluyor
. Buna bir de elektrik faturalarından Rusya’ya giden pay eklenecek. Nükleer
santralin dışa bağımlılığı azaltacağını söyleyenler, enerjide Rusya’ya
bağımlılıktan yakınanlar şimdi nerede?
‘Nükleerde
denenmiş teknoloji kullanacağız’ şiarı neden unutuldu? Mersin’de
yapılmak istenen VVER-1200 tipi nükleer reaktörün ve Japonların Sinop için
önerdiği Atmea-1 reaktörünün dünyada çalışan örnekleri yok. Hepimiz kobayız. Başbakan
Erdoğan’ın da “Milyonda bir de olsa
tehlike var” diyerek açıkça itiraf ettiği nükleer kaza riski bu hükümetin
umurunda değil. Merak ediyorum, 75 milyonun hayatını ve yüzlerce yıllık geleceğini
riske atma hakkını dört yıllığına seçilmiş bir hükümete kim verdi?
Mersin’de
kurulmak istenen reaktörler için ‘dünyanın
en güvenli nükleer reaktör tasarımı’ diyenler, Sinop için neden dünyanın en
güvenli nükleer reaktör tasarımını seçmeyip Japonya’yla anlaştılar? Sinop’ta
yaşayanlar bu ülkenin üvey evlatları mı? Dünyada iki tane “en iyi” teknoloji
olmayacağına göre Sinop veya Mersin’den birisi diğerine göre daha kötü veya
güvensiz. Hangisi daha güvensiz? Herkes
biliyor ki nutuk atarak nükleer kazadan, koşarak da radyasyondan kaçamazsınız. Adalet
ve Kalkınma Partisi hangi ilimize daha güvensiz nükleer santrali layık
gördüğünü açıklayacak mı?
Elektrik
üretim yöntemleri içinde en ucuz olduğu iddia edilen nükleer santrallerden elde
edilecek her kilovatsaat elektriğe 15 yıl boyunca 12,35 dolar sent (Mersin
için) ödenmesi garanti edildi. Daha pahalı olduğunu iddia ettiğiniz rüzgara 10
yıl boyunca kilovatsaat başına 7,3; jeotermale 10,5 dolar sent ödeniyor. Hangi
seçenekte devletin, dolayısıyla halkın cebinden daha çok para çıkıyor?
Mersin’de
1976’dan kalma yer lisansıyla santral yapma çabanızın nedeni yeni ve detaylı
sismik araştırmaları yapmaktan kaçınmak mı? “Deprem bölgesi değil” dediğiniz Akkuyu’nun hemen yanıbaşında,
Silifke açıklarında 23 Ekim’de meydana gelen 4,5 şiddetindeki deprem gökten
zembille mi indi? Dokuz şiddetinde depreme dayanıklı santral yapacaklarını
söyleyen Rus Rosatom şirketinin hangi santrali bu şiddette bir depreme maruz
kalmış ve hasarsız atlatmış? Fukuşima’dan sonra meydana gelen sızıntıyı 2,5
yıldır durduramayan, ülkedeki 50 reaktörünün 48’ini kapalı tutan Japonya’nın
Sinop’a güvenli bir santral yapacağına hangi bilimsel gerçekler ışığında ikna
oldunuz?
Hepsini
geçtim... Binlerce yıl radyoaktif kalacak nükleer atıklara ne olacak, ülkenin
hangi köşesine gömülecek? Sinop’a mı, Mersin’e mi yoksa İzmir Gaziemir’e mi? Bir
nükleer kaza veya sızıntı olduğunda sorumluluğu Türkiye’ye dolayısıyla
vatandaşlara yükleyen anlaşmalara imza atıp elektrik üretiminde onlarca yerli seçeneği,
enerji verimliliği/tasarrufu potansiyelini neden göz ardı ediyorsunuz? Fukuşima ve Çernobil’de meydana gelen
nükleer kazaların faturasının her biri için 300-400 milyar dolara vardığını
bilmiyor musunuz? Olası bir nükleer kazayla kendini bir daha toparlama
şansı olamayacak Türkiye ekonomisini neden bu riski satın almaya zorluyorsunuz?
Türkiye’de birkaç inşaat şirketi demir-çelik satsın, daha da zengin olsun diye
mi?
Kumar oynamak,
kaybedilecek insan ve diğer canlıların hayatı olunca günah değil mi?
Radyoaktif demokrasi
Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2013
Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Marmaray’ın tüp geçidini
açmak için önümüzdeki hafta Türkiye’ye gelecek. Abe’nin, ziyareti sırasında
Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralle ilgili anlaşmanın da imzalanacağı
söyleniyor. Mersin’den sonra Sinop’a da nükleer santral kurmak isteyen
“demokratik hükümetimiz” radyasyon tehlikesini ülkenin her yanına eşit dağıtmak
istiyor olabilir. Mersin ve Adana’dakiler kanserden ölürken, kuzeydekilerin
bakması olmaz. Bu hata Çernobil’de istemimiz dışında gerçekleşmişti. Radyasyon
bulutlarını ülkenin her yönüne üfleyememiştik. Şimdi dağıtım merkezleri kurarak
sorunu hallediyoruz. Her yerde nükleer, herkese radyasyon!
Konda’nın Nisan ayında yaptığı araştırmada Türkiye’de nükleere hayır diyenlerin oranı
yüzde 63,4’tü. Fukuşima sonrası bu oran yüzde 80’lerdeydi. Ana akım
medyanın yanlı tutumu, konunun kamuoyunda hiç tartışılmaması nükleer meselesine
ilgiyi azaltsa da Türkiye’de AKP’ye oy veren insanlardan daha fazlasının
nükleer istemediği ortada. Peki, şimdi ne olacak? Halkın fikri hiçe sayılıp, nükleere
evet mi denecek?
Başbakan Erdoğan her fırsatta diktatör olmadığını
söylüyor. Sandıktan, seçimden bahsediyor ama iş çevre meselelerine gelince
ortada demokrasinin “d”sini gören yok. Başbakan’ın her konu için seçimleri
adres göstermesi de komik bir hâl almaya başladı. İki gün önce, “Diktatörsem
beni sandıkta indirsinler” diye gösterdiği adres 30 Mart’taki yerel seçimdi.
Yerel seçimde Erdoğan’ın diktatör olup olmadığını mı oylayacağız yoksa belediye
başkanlarını mı seçeceğiz? Belli ki Erdoğan, yerel seçimlerde belediye
başkanlarının icraatlarını konuşmak istemiyor. Nükleer enerji meselesini
kamuoyunda tartışmak istemediği gibi. Enerji Bakanı’nın televizyonda nükleer
karşıtlarının karşısına çıkıp sorularını cevapladığını hiç gördünüz mü?
Mersinliye, Sinopluya fikrini soran oldu mu? Krallar ve diktatörler gibi sadece
kendileri konuşsun istiyorlar.
Türkiye’de sandıklar yerelin sorunlarına yanıt vermiyor.
Erdoğan’ın demeci itiraf niteliğinde. Seçimler hükümetin güven oylamasına
dönüştürülerek basitleştirilmek isteniyor. Sandığa gidenlerin aklına deresindeki
HES, ilindeki nükleer santral ve kentindeki trafik sorunu gelmesin istiyorlar. İçkiydi,
dindi derken bir beş yılı daha çalacaklar. Halbuki, Gezi’den sonra gündem
değişti. ODTÜ Ormanı ve ulaşım sorunları gibi yerelin gündemi artık her gün
karşımıza çıkıyor. Yaşam hakkımızı konuşuyoruz. Ne olursa olsun, çözüm sandık
diyenlere de 2009 yerel seçimlerini hatırlatalım. Nükleer projeleri
açıkladıktan sonra AKP Sinop ve Mersin’de seçimleri kaybetmişti. Halk nükleer
müjdeden çok memnun olsa hükümete sandık sandık oy atardı. Sandıktan AKP’ye
hayır çıktı ama nükleer projeler iptal edilmedi. Demek ki sandık da sadece
işine gelince...
Hükümetin tüm sorunları genel seçimde çözme fikri ne
kadar eskiyse, nükleer enerjinin elektrik ihtiyacını karşılama konusunda tek
çare olduğu fikri de o kadar eski. 1993’te dünyadaki elektrik üretiminin yüzde
17’si nükleer santrallerden sağlanıyordu. Bu oran yüzde 13’ün altına düştü. 1993’te
rüzgar, güneş ve jeotermal gibi kaynakların küresel elektrik üretimindeki payı
sıfıra yakındı, bugün yüzde 4,5. Nükleerin payı düşerken, yenilenebilir
enerjilerin artıyor. Türkiye’nin en büyük şansı da burada. Nükleer teknoloji ve
yakıt konusunda tamamen dışa bağımlıyken yenilenebilir enerji konusunda çok
ciddi bir potansiyele sahip. Nükleer konuşarak 40 yıldır ihmal ettiğimiz rüzgar
ve jeotermal şu anda elektrik üretimimizin yüzde 4’e yakınını sağlıyor. Başka
söze gerek var mı?
Balığın diğer yüzü
Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ekim 2013
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine
göre Türkiye’de kişi başına düşen balık tüketimi 7,8 kilogram. Dünya ortalaması
17 kilogramın üstünde. Gelişmiş ülkelerde bu rakam 30 kiloya yaklaşıyor. Bu
demek değil ki her ülke gelişmiş ülkeler kadar balık tüketmeli. İzlandalılar
bizden daha fazla, yılda 91 kilo balık tüketiyor diye ortalığı birbirine
katmanın âlemi yok. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için
tüketim miktarını arttırılabilir ama önemli olan ne kadardan çok nasıl
tükettiğiniz. Dengeli beslenip beslenmediğiniz. Bir de işin çevre boyutu var.
İzlandalılar kadar balık tüketeceğim diye denizde ne var ne yok talan etmenin
de anlamı yok. Bugün balık var, yarın da olmalı.
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Yavaş Balık (Slow Fish) konferansının bugün dördüncü ve son günü. Balıkçılar,
akademisyenler, Lüfer Koruma Timi; konuyla ilgili herkes orada… Sorunun bir
ayağı azalan balık stokları. Denizlerin kirlenmesi, iklim değişikliği, aşırı ve
bilinçsiz avlanma yüzünden birçok tür tehlike altında. Prof. Ertuğ Düzgüneş, denizlerin
dünyanın ortak malı olduğuna dikkat çekiyor ve sorunun çözümü için cesur
kararlar alınmalı, “Bazı türler için bir yıl av yasağı yetmiyorsa beş yıl
avlanma yasağı getirilebilir” diyor. Balıkçıların çoğunluğunun yasak fikrine
sıcak bakmadığını bilmem söylemeye gerek var mı? Fakat durum ciddi. Kolyos, Torik,
Orkinos, Kırlangıç, Mavruşgil, Kupez, Çaça ve Karadeniz Sahil Yolu inşaatı
nedeniyle yaşam alanları yok edilen kaya balıkları artık denizden çıkmıyor. Düzgüneş,
“Bu durum devam ederse, Kızılderili reisin dediği gibi son balığı avlayacağız
ve paranın yenmeyeceğini anlayacağız” diyor.
Bir de balık sorununun öteki yüzüne bakmalı. Tarım
Bakanlığı’nın da desteklediği bir araştırmada Prof. Hasan Güngör, Dr. Mustafa
Zengin ve Yrd. Doç. Günay Güngör, Marmara’daki balıkçıların çalışma ve yaşam
koşullarını incelemiş. Yedi ilde 258 balıkçı teknesinin personeli ve sahibiyle
konuşmuşlar. Teknelerde çalışan tayfaların durumu içler acısı, gelirleri
avlanan balık miktarına bağlı. Satışın yarısı yakıt ve paketleme gibi giderlere
gidiyor, kalanı tayfa arasında yaptıkları işlere göre paylaşılıyor. Yapılan anket gösteriyor ki, tayfaların
yüzde 46’sı yılda 3 ila 6 bin lira arasında bir para kazanıyor. Bu yüzden
de av yasağının olduğu yılın yarısında ek iş yapanlar var. Tarlada
çalışıyorlar, çatı tamir ediyorlar ama bunu yapabilenlerin oranı da yüzde 40’ı
geçmiyor.
Balıkçıların yüzde 60’ının başka bir geliri yok. Yüzde
41’inin evinde bakmak zorunda olduğu dört kişi var. Yarısı ilkokul mezunu ve
yüzde 68’i 40 yaşın altında. Yüzde 70’i başka bir iş bulamadığı ya da elinden
başka bir iş gelmediği için balıkçılık yaptığını söylüyor. Kısaca, teknede
çalışan balıkçılar av sezonunda ne kadar çok avlarlarsa o kadar çok para
kazanıyor. Bu durum, kaçak ve aşırı avlanmayı teşvik ediyor olabilir ancak tek
nedenin bu olduğunu sanmıyorum. Tekne sahiplerinin durumu tayfadan daha farklı.
Eğer 26 metreden büyük bir tekneye sahipseniz aylık geliriniz, tüm masrafları
düştükten sonra 49 ila 81 bin TL arasında değişiyor. Paylaşım konusunda güverteyle
kaptan köşkü arasında bir balina kadar fark var.
Türkiye’de av yasağı ve balıkçılık yapan tekne sayısının
azaltılması gündeme geldiğinde itirazlar yükseliyor. Çoğu karada, 2 milyon 500
bin kişi, geçimini bu sektörden karşılıyor. “Avlanamazsın” dediğin kişiye iş
bulmalı, başka iş sahaları göstermeli. Evet, ama kime? Yılda 6 bin lira kazanan
tayfaya mı yoksa sayıları yüzlerle ifade edilebilecek tekne sahiplerine mi? Balıkçılığın
daha kontrollü yapılmasının önünde kim duruyor? Bu sorunun yanıtını bilirsek
çözüme daha kolay ulaşırız.
***
Mimar ve gazeteci Oktay Ekinci’yi geçen hafta yitirdik. Daha
iyi bir çevre, planlı ve yaşanabilir kentler için tüm hayatı boyunca uğraştı.
Kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam edeceğim. Yazıları ve
eserleri bizlere yol gösterecek.
Derin Dekolte
Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ekim 2013
İstanbul’un kuzeyindeki ormanların içinden geçen 3. Köprü’nün yolu aynı bir fermuara benziyor. Yol, toprağın üstünü örten yeşil eteği bir fermuar gibi ikiye ayırıyor. Fermuarın sürgüsünü, "Her şeyi çevreye odaklarsak, kalkınma başka bahara kalır. İstanbul'un en önemli sorunu çevre değil ulaşım" diyen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tutuyordu. Yıldırım sürgüyü çektikçe ağaçlar bir bir yere yıkıldı. Üç, beş değil. Yüz binlerce ağaç. Sonuna, yani boğaza kadar açılan fermuardan dolayı her şey artık gözler önünde. Etek düştü düşecek.
TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2010 Eylül ayında yayımladıkları raporda hükümeti bu günaha karşı uyarmıştı 3. Köprü ve bağlantı yollarının her iki yöndeki 5 kilometrelik etki kuşağında İstanbul’daki özel orman alanlarının yüzde 34’ü, orman alanlarının yüzde 46’sı ve tarım alanlarının yüzde 43’ü yer alıyor. Şehir Plancıları, köprüyle birlikte bu alanların yapılaşma baskısına maruz kalacağını ve kent nüfusunun 7,5 milyon daha artacağını söylemişlerdi. Üç değil 30 köprü yapsanız yetmez. Demek ki neymiş, her şey ulaşım değilmiş. İstanbul’un en önemli sorunu ulaşım değil, planlamaymış. Ülke sanayisini, nüfusunu, ticaret ve turizmini bir kentin üzerine yıkmamakmış.
Türkiye’nin üç yanındaki denizlere vuran dalgaların köpükleri, mavi bir eteğin ucundaki fırfırlara benziyor. Mavi eteğin boyu durmadan kısalıyor, beyaz fırfırlar artık griye çalıyor. Kıyılarımız termik santraller, kanalizasyon ve organize sanayi bölgelerinden gelen atık sularla kirleniyor, rengi değişiyor. Mavi etek geri çekildikçe çekiliyor. 2010 yılında Türkiye nüfusunun sadece yüzde 52’sinin atıksuları arıtılmış. Belediyelerin yüzde 12’sinde kanalizasyon yok. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu üç gün önce Birecik’te “Büyük hedefi olmayan milletler tarih sayfasından silinir” dedi. Kanalizasyon büyük hedeften sayılır mı acaba? Bizim oralarda, kanalizasyon küçük büyük ayrımı yapmaz derler ama yine de ben bilmem bakanım bilir. Kimseye karıştığımız yok zaten. Mavi denizlerin etek boyu kısalıyor, yüzümüz kızarıyor diye yazıyorum. Bizden de geçtim, turistler görür elâleme rezil oluruz.
Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu birkaç gün önce Mersin’deydi. Planlanan barajlar yüzünden tehlike altındaki Göksu Deltası’nda incelemelerde bulundular. Bir de kaçak inşaat tespit ettiler. İnşaat sahası çitlerle çevrilmiş, kapısında Rusya ve Türkiye bayrakları asılı. Sahiplerinin belli ki işledikleri suçtan haberi var, çalışan kamyonların plakaları yok. Yapılan bir baraka, bir apartman değil. Fabrika, top sahası, tavuk kümesi de değil…
Kaçak inşaat Akkuyu’daki nükleer santrale ait. Nükleerci şirket ÇED raporunu yeni değerlendirmeye sunmuş, sonucu beklemeden kamyonları çalıştırmaya başlamış. Nükleer dediniz mi korkacaksınız. Fukuşima’nın üzerinden 2,5 yıl geçti, Japonlar hâlâ sızıntıyı kontrol altına alamadılar. 8 Ekim’de radyoaktif suyu arıtan sistemdeki bir boruyu yanlışlıkla söken altı işçi radyasyona maruz kaldı. Yedi ton radyoaktif su sızdı. Bakan Yıldırım’ı dinleyip çevreye, insana odaklanmasak bile olmuyor. Ekonomi de “nükleere hayır” diyor. Kazanın toplam maliyetinin 250 ila 500 milyar dolar arasında olacağı söyleniyor. Türkiye’nin 2011 yılı Gayri Safi Yurt İçi Hasılası 772 milyar dolar. Kalkınmayı başka bir bahara bırakmak istemeyen hükümet, dünyanın en tehlikeli endüstriyel işletmesini kontrolsüz bırakarak bize kışı yaşatmaya hazırlanıyor.
Televizyonlarda dekolte aramakla zaman harcamayın. Mersin Akkuyu’da dört reaktörlü bir nükleer santral kurulması planlanıyor. Hem de kaçak! ÇED raporuna göre 220 bin ağaç kesilecek. Dımdızlak kalacak topraklara ikişer ikişer, kubbemsi reaktörler kondurulacak. Televizyondan nasıl görünür bilemem ama yukarıdan bakmak tehlikeli. Derin dekolte sınıfına girer. Dünyanın hiçbir yerinde böylesi görülmedi. Ayıptır. Hem de çok ayıp!
İstanbul’un kuzeyindeki ormanların içinden geçen 3. Köprü’nün yolu aynı bir fermuara benziyor. Yol, toprağın üstünü örten yeşil eteği bir fermuar gibi ikiye ayırıyor. Fermuarın sürgüsünü, "Her şeyi çevreye odaklarsak, kalkınma başka bahara kalır. İstanbul'un en önemli sorunu çevre değil ulaşım" diyen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tutuyordu. Yıldırım sürgüyü çektikçe ağaçlar bir bir yere yıkıldı. Üç, beş değil. Yüz binlerce ağaç. Sonuna, yani boğaza kadar açılan fermuardan dolayı her şey artık gözler önünde. Etek düştü düşecek.
TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2010 Eylül ayında yayımladıkları raporda hükümeti bu günaha karşı uyarmıştı 3. Köprü ve bağlantı yollarının her iki yöndeki 5 kilometrelik etki kuşağında İstanbul’daki özel orman alanlarının yüzde 34’ü, orman alanlarının yüzde 46’sı ve tarım alanlarının yüzde 43’ü yer alıyor. Şehir Plancıları, köprüyle birlikte bu alanların yapılaşma baskısına maruz kalacağını ve kent nüfusunun 7,5 milyon daha artacağını söylemişlerdi. Üç değil 30 köprü yapsanız yetmez. Demek ki neymiş, her şey ulaşım değilmiş. İstanbul’un en önemli sorunu ulaşım değil, planlamaymış. Ülke sanayisini, nüfusunu, ticaret ve turizmini bir kentin üzerine yıkmamakmış.
Türkiye’nin üç yanındaki denizlere vuran dalgaların köpükleri, mavi bir eteğin ucundaki fırfırlara benziyor. Mavi eteğin boyu durmadan kısalıyor, beyaz fırfırlar artık griye çalıyor. Kıyılarımız termik santraller, kanalizasyon ve organize sanayi bölgelerinden gelen atık sularla kirleniyor, rengi değişiyor. Mavi etek geri çekildikçe çekiliyor. 2010 yılında Türkiye nüfusunun sadece yüzde 52’sinin atıksuları arıtılmış. Belediyelerin yüzde 12’sinde kanalizasyon yok. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu üç gün önce Birecik’te “Büyük hedefi olmayan milletler tarih sayfasından silinir” dedi. Kanalizasyon büyük hedeften sayılır mı acaba? Bizim oralarda, kanalizasyon küçük büyük ayrımı yapmaz derler ama yine de ben bilmem bakanım bilir. Kimseye karıştığımız yok zaten. Mavi denizlerin etek boyu kısalıyor, yüzümüz kızarıyor diye yazıyorum. Bizden de geçtim, turistler görür elâleme rezil oluruz.
Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu birkaç gün önce Mersin’deydi. Planlanan barajlar yüzünden tehlike altındaki Göksu Deltası’nda incelemelerde bulundular. Bir de kaçak inşaat tespit ettiler. İnşaat sahası çitlerle çevrilmiş, kapısında Rusya ve Türkiye bayrakları asılı. Sahiplerinin belli ki işledikleri suçtan haberi var, çalışan kamyonların plakaları yok. Yapılan bir baraka, bir apartman değil. Fabrika, top sahası, tavuk kümesi de değil…
Kaçak inşaat Akkuyu’daki nükleer santrale ait. Nükleerci şirket ÇED raporunu yeni değerlendirmeye sunmuş, sonucu beklemeden kamyonları çalıştırmaya başlamış. Nükleer dediniz mi korkacaksınız. Fukuşima’nın üzerinden 2,5 yıl geçti, Japonlar hâlâ sızıntıyı kontrol altına alamadılar. 8 Ekim’de radyoaktif suyu arıtan sistemdeki bir boruyu yanlışlıkla söken altı işçi radyasyona maruz kaldı. Yedi ton radyoaktif su sızdı. Bakan Yıldırım’ı dinleyip çevreye, insana odaklanmasak bile olmuyor. Ekonomi de “nükleere hayır” diyor. Kazanın toplam maliyetinin 250 ila 500 milyar dolar arasında olacağı söyleniyor. Türkiye’nin 2011 yılı Gayri Safi Yurt İçi Hasılası 772 milyar dolar. Kalkınmayı başka bir bahara bırakmak istemeyen hükümet, dünyanın en tehlikeli endüstriyel işletmesini kontrolsüz bırakarak bize kışı yaşatmaya hazırlanıyor.
Televizyonlarda dekolte aramakla zaman harcamayın. Mersin Akkuyu’da dört reaktörlü bir nükleer santral kurulması planlanıyor. Hem de kaçak! ÇED raporuna göre 220 bin ağaç kesilecek. Dımdızlak kalacak topraklara ikişer ikişer, kubbemsi reaktörler kondurulacak. Televizyondan nasıl görünür bilemem ama yukarıdan bakmak tehlikeli. Derin dekolte sınıfına girer. Dünyanın hiçbir yerinde böylesi görülmedi. Ayıptır. Hem de çok ayıp!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)