Bilim insanlarını rahat bırakın!

Özgür Gürbüz-Birgün/15 Nisan 2012

Prof. Dr. İnci Gökmen Kaynak: Evrensel Gazetesi
Yıl 1987. Çernobil kazasının üzerinden sekiz ay geçmişti. ODTÜ'deki üç doçentin hazırladığı, çaylarda yüksek seviyede radyasyona rastlandığını gösteren analizlerin olduğu rapor basına sızdı. Çayda radyasyon olduğunun anlaşılması ülke gündemine bomba gibi düştü. Dönemin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, ODTÜ Rektör’ü Prof. Dr. Mehmet Gönlübol’a sert bir mektup yazarak araştırmayı eleştirdi. ODTÜ'nün bu ölçümleri yapabilecek olanaklara sahip olmadığını öne süren Özemre, “Hatalı deney sonuçlarının gazete aracılığıyla kamuoyuna duyurulmasında bilimsellikten öte başka amaçların gerçekleştirilmek istendiği anlaşılmaktadır” diyordu. Gönlübol da araştırmayı yapan İnci Gökmen, Olcay Birgül ve Aykut Kence’ye başka işlerle uğraşmalarını salık verdi. Onlar da kendilerini çaya, kahveye verdiler. Üniversitedeki baskı ortamından uzaklaşmak için de, çay ve kahveyi civardaki gazetelerin kantinlerinde içtiler. Oradaki sohbetlerin sonucu mu bilinmez, çayda 36 bin 800 bekarele kadar varan radyasyon olduğu bilgisi tüm baskılara rağmen daha da yayıldı.

Aslında bu çalışma TAEK için hazırlanmıştı. Haber Hürriyet’e sızınca bu üç bilim insanından bu çalışmayı yalanlamaları istendi. İstanbul’daki Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne çağrıldılar, 22 saat süren ve yaklaşık 20 kişinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Onlardan insan sağlığı üzerinde ciddi bir tehdit olmadığını söylemeleri istendi ama kabul etmediler. YÖK’ün ve 12 Eylül idaresinin baskılarına rağmen geri atmayan bu üç insanın onurlu davranışı olmasa belki bugün Çernobil nedeniyle daha fazla kişi kanserden ölecekti. Birçok aile bu haberlerden sonra çay tüketimini azaltmıştı. Hükümet bilim insanlarına sahip çıkıp, onların öneri ve önlemlerini halktan saklamak yerine duyursa kaybımız belki daha da az olacaktı.

BİRAZ RADYASYON İYİDİR
Özemre, açıklamanın hamile kadınlarda panik yaratabileceğini öne sürüyordu. Çünkü ODTÜ’lü üç bilim insanının hazırladığı raporda, hamile kadınlar ve çocukların çay tüketimlerini azaltmaları önerilmiş, çayın demlenmeden önce sıcak suyla yıkanmasının da radyoaktiviteyi yarı yarıya azaltacağına dikkat çekilmişti. Piyasaya sürülen radyoaktif çayların da toplatılıp imha edilmesi gerektiği belirtilmişti. Oysa hükümetin derdi başkaydı. Kazadan sonra krizi kontrol etmek için kurulan Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi'nin açıklama yapmaya yetkili tek kişisi, “Biraz radyasyon iyidir”, “Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir” diyen dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral’dı. Aral’ın başkanlığını yaptığı komitenin amacı, ölçüm sonuçlarını iç ve dış kamuoyuna duyurmak, özellikle de ihracatımız ve ülkemize yönelik dış turizm üzerinde olumsuz sonuçlara yol açabilecek tesir ve izlenimleri bertaraf etmek olarak belirtilmişti. Ticaretin ölmesindense insanların ölmesi tercih ediliyordu sanki...

KANSER VAR DEMEK YASAK
Yıl 2011. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ve arkadaşları, Dilovası Belediyesi’nde yaptıkları bilimsel bir araştırmada anne sütünde ve bebek kakalarında ağır metallere rastladı. Hamzaoğlu’nun 2005 yılında yaptığı bir başka araştırmada da ilçedeki ölümlerin yüzde 32,3'ünün kanser nedeniyle olduğu sonucuna varılmış, ardından TBMM’de araştırma komisyonu kurulmuş ama bir sonuca varılamamıştı. İkinci araştırmanın ise daha somut sonuçları oldu. Araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı iddiasıyla Hamzaoğlu savcılığa şikâyet edildi. Kocaeli Üniversitesi soruşturma başlattı. Soruşturma sürüyor, bilirkişi istenmiş. Hamzaoğlu, “Bizim uğraştığımız alanlar sermaye için ek maliyet alanları, bu maliyeti gerçekleştirmek istemiyor doğayı tahrip ediyor, insanların sağlığını bozuyorlar. Bu tahribatı yapmadan üretim yapmak da mümkün ama kâr marjını düşürmek istemiyorlar” diyor.

Yıl 2012, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun son açıklamalarında bu defa da hedefte HES mücadelelerinde yer alan akademisyenler vardı. Bakan Eroğlu’nun açıklaması şöyle: “Dışarıdan bazı gruplar var, sürekli seyyar gruplar. Bunlar tamamen bu enerji şirketleri tarafından yönlendirilmiş olan gruplar. Bunlar, biz tespit ettik bir grup halinde gidiyorlar, propaganda yapıyorlar. Hatta bir tanesinin ismini de ben aldım, üniversiteden bir öğretim üyesi yalan yanlış şeyler söylemiş. Hiç bilimle bağdaşmayan, son derece cahilane şeyler söylemiş”. Sayın Eroğlu alınmasın ama bence bu çıkış yanlış ve tehlikeli. Bir bilim insanı yanlış bilgi veriyorsa bunların yanlışlığı yine verilerle kanıtlanmalı. Yanlış olduğu iddia edilen bilimsel veriler doğru verilerle çürütülebilir, ithamlarla değil. Televizyonlar ne için var, çıkın belgeleriyle tartışın konuyu. 25 yıl önce çayda radyasyon yoktur diyenlerin doğruları söylemediği bilimsel araştırmalarla kanıtlandı. Yapılması gereken budur, bilimi, bilim insanını baskı altına almak değil.

ASLİ GÖREVİMİZ TOPLUMU UYARMAK
Bakın 25 yıl önce çayda radyasyon olduğunu ortaya çıkaran ekipten Prof. Dr. İnci Gökmen, bilimin zapt-u rapt altına alınmasıyla ilgili neler söylüyor: “Üniversitelerin asli görevleri arasında toplumu uyarmak var. Üniversiteler susarsa memleketin zararına bir şey yapmış olursunuz. Hepimizin üzerinde baskı var, üniversitelerin susması bana ağır geliyor. Kanunla olmuyor, görülmeyen bir el var üzerimizde. Biz araştırmayı yaparız, makaleyi hazırlarız ama gazetelerde çıkmasını da pek istemeyiz diyemezsiniz. Toplumun sağlığını ilgilendiren konularda bunun ötesinde bir şey yapmak, duyurulması için çalışmak lazım. Öğrenci yetiştirmek ve araştırma yapmak yetmez, topluma karşı bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerime sorgulayıcı insanlar olun, merak edin, emin olduktan sonra karar verin diyorum. Bilim değişir, ben de hata yaparım, bunun da farkında olmak, halkı çocuk yerine koymamak lazım. Bakın analiz sonucu budur, şudur diyebilirsiniz ama elinize bir bardak su alıp içerek halkı bilgilendirmiş olamazsınız. Bilimsel verilere, bilimin ışığına ve bağımsız bilim insanlarına ihtiyaç var.”

Hepimizin sağlığı ve geleceği için bilim insanlarını rahat bırakın!

***
22 Nisan günü Amasra’da Termiksiz Yaşam Şenliği var. Saat 12’de başlıyor.

Ovalar, nehirler, dağlar için...

31. İstanbul Film Festivali'nin çevre temalı filmleri gerçekle yüzleşmek isteyenler için iyi bir fırsat. Ovalarında, nehirlerinde ve dağlarında olan biteni göremeyenler için de iyi bir hatırlatma niteliğinde. 

Özgür Gürbüz-Birgün/10 Nisan 2012

Beyaz perdeye yansıtılan görüntüler bazen hayalleri bazen de görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz gerçeği konuk eder. 31. İstanbul Film Festivali, başta belgesel kuşağı olmak üzere 'çevre' temalı birçok filme salonlarını açmışa benziyor. Gerçekle yüzleşmek isteyenler için iyi bir fırsat. Ovalarında, nehirlerinde ve dağlarında olan biteni göremeyenler için de iyi bir hatırlatma niteliğinde.

Büyülü Krallık filminden bir sahne. Kaynak: www.iksv.org
Geçen yıl, yönetmen Iciar Bollain'in 'Yağmuru Bile' filmi beni çok etkilemişti. Suya erişim hakkını ve Bolivya'daki yerlilerin mücadelesini bir filmin içerisine yedirmeyi başararak belgesel hüviyetinden çıkarılmış bir çevre filmi izlemiştik. Bu yıl ise çevre filmlerini izlemeye Başkaldıran Toprak ikilemesiyle başladım. Serinin ilk filmi Arjantin'de altın madenciliğinin içyüzünü ortaya çıkaran, doğaya verilen zararı biraz da halkçı bir bakış açısıyla anlatan önemli bir belegesel. Konuya duyarlı olanlar için öykü çok tanıdık. Hükümet ve yerel idarecileri tavlayan çokuluslu maden şirketleri, sömürülen doğa, iş vaadiyle kandırılan halk ve madenlerden geriye kalan siyanür havuzları. Fernando Solanas'ın belgeselindeki altın madeni görüntülerine ve açılmış dev çukurlara dikkatlice bakmanızı öneririm. Bu fotoğrafların aynısını Türkiye'de, örneğin Bergama'da görmek mümkün ancak ne siz o fotoğrafı çekebilecek kadar madene yaklaşabilirsiniz ne de Türkiye'deki ana akım gazetelerde o fotoğraflar yayımlanır. Madencilerin reklam gelirleri ve hükümetle ilişkileri buna engel. O nedenle benzer bir belegeselin Türkiye'de çekilebileceğinden emin değilim. İyisi mi siz, Arjantin'i Türkiye'ymiş gibi izleyin.

Solanas'ın serisinin ikinci filmi ise petrolü konu alıyor. Arjantin'deki petrol rezervlerinin nasıl yabancı şirketlere devredildiğini, bu uğurda hükümetlerin nasıl devrildiğini anlatıyor. 'Kara Altın' konulu serinin ilk filmi kadar sağlam bir altyapıya sahip olmasa da izlemeye değer. İkinci filmdeki anti-emperyalist bakış açısı petrol sahalarının kimin elinde olduğuna o kadar çok odaklanıyor ki, mesele çevre sorunlarına ve küresel ısınmaya geldiğinde ortaya bir çelişki çıkıyor. Sahaların halka geri verilmesinin petrolün yarattığı çevre sorunlarının çözümüne ve özellikle de küresel ısınmanın durdurulmasına neden olmayacağı açık. Belgesel bu sorunları görüyor ama çözüm önermiyor. Bu yüzden ufak bir çelişki yaşasa da yine ibretlik bilgiler ve görüntüler içeriyor.

Festivalin çevre alanında en başarılı filmlerinden biri de kentleşme ve kentsel dönüşümü ele alan Ekümenopolis. Bu yapıtın başrol oyuncusu ise İstanbul. İmre Azem'in filmi Ekümenopolis'i mutlaka izlemeli ve kentsel dönüşüm konusunu filmi izledikten sonra tekrar düşünmelisiniz. Fimin sonlarına doğru biraz tekrara düştüğünü düşünsem de, başlangıçtaki animasyonlar ve konusu itibariyle çok önemli bir boşluğu doldurduğu inancındayım. 

Festivalin çevre filmleri listesi bu kadarla kalmıyor. Henüz izleyemediğim Küreselleşme Üçlemesi'nin yönetmeni Micha X Peled, GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), ucuz işgücü ve büyük süpermarketlerin hegemonyasını üç farklı ülkeden, Çin, Hindistan ve ABD'den örneklerle anlatıyor. Bu üç belgeselin toplam sekiz ödül aldığını belirtelim. Unutulan Topraklar, Türkiye'de nükleer enerji tartışmalarına Çernobil'den bir mesaj iletiyor. Büyülü Krallık ise beni heyecanlandıran bir film. Festival kataloğunda bu film için, 'ıssız bir gölde geçiyor' denmiş. İçinde insan olmayınca 'ıssız' deme cesaretini gösterdiğimiz bu göl acaba gerçekten de o kadar ıssız mı? Festivalin göze çarpan bir başka çevre filmi ise yine tanıdık sahnelere sahip. İstanbul Sokak Köpekleri adlı film, Kültür Başkenti adına köpeklere çektirilen eziyeti konu alıyor. Dileriz birgün bu ülkede çekilen çevre filmleri de bizlere insanların doğaya çektirdiği acıları değil diğer canlılarla birlikte yaşamayı öğrenmiş bir ülkeyi gösterir.

Büyüme dediğin yalan gel biraz da sen oyalan

Özgür Gürbüz-Birgün/8 Nisan 2012

Türkiye ekonomisi 2011 yılında yüzde 8,5 oranında büyümüş! Ekonomi gündeminin kuşkusuz en önemli maddesi, geçen hafta açıklanan büyüme rakamıydı. Açıkça yazarsak, gayri safi yurtiçi hasılada (GSYH) 2010 yılına göre yüzde 8,5 oranında artış olmuş. Bu ne demek? Türkiye'de daha çok mal ve hizmet üretilmiş demek. GSYH, bir ülkede üretilen mal ve hizmetin para birimi üzerinden hesaplanmasıdır. Şimdi can alıcı sorumuzu soralım. Siz büyüme rakamı yüksek çıktığında sevinenlerden misiniz yoksa üzülenlerden mi? Ben üzülenlerdenim.

İNSAN ÖLDÜRMEK EKONOMİYİ BÜYÜTÜYOR
Büyüme rakamı üzerinden yapılan tartışmaları izledim. Hükümete yakın ekonomistler bu büyümenin ayakları yere basan, sağlıklı; uzak duranlar ise özellikle cari açık yüzünden kırılgan olduğunu söylüyorlar. Bence iki taraf da yanılıyor. Her şeyden önce büyüme denen şey kocaman bir yalan, kapitalist ekonomik sistemin yarattığı bu aldatıcı gösterge, gerçek gelişme veya ilerleme adına hiçbir şey ifade etmiyor. Kapitalist bir ekonominin büyümesi için ana kıstas mal ve hizmet ticaretinin artması. Malın veya hizmetin ne olduğu önemli değil. Ağaç kesilip masa yapılsa ekonomi büyüyor. Salgın hastalık olsa ilaç satışı arttığı için yine ekonomi büyüyor.

Büyüme rakamına sevinenler için somut bir örnek verelim. Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) 2010 yılında 604 milyon liralık silah satışı yapmış. Tüm parçaların yurt içinde imal edildiğini düşünürseniz bu satış, o yılın ekonomisini 604 milyon lira değerinde büyütmüş demektir. Sizce bu sevinilecek bir şey mi? Hasta mısınız siz? Hâlâ, “evet, sevinilecek bir şey, ekonomi böyle bir şey” diyorsanız, sizi o silahlarla öldürülen kişilerin yakınlarıyla tanıştırmak isterdim. Bakalım sizinle aynı fikirdeler mi? Daha da trajik olan, bu silahlarla öldürülen kişilerin bile ekonomiyi büyüttüğü gerçeği. Ölen her kişi için satın alınan cenaze hizmetlerini düşünün, tabut masrafını, resmi dairelerdeki işlemler için ödenen ücretleri veya mezar yeri parasını. Bunların hepsi kapitalist ekonomik modelde büyüme hanesine yazılan artı değerler. İşte bu kadar saçma bir rakamı kendimize pusula edinmiş durumdayız.

GERGEDAN ÖLDÜRSEM EKONOMİ BÜYÜR MÜ?
Dünyada sadece insanlar yaşamıyor ama insanlar ekonomiyi 'büyütmek' adına her şeye hükmetmeye çalışıyor. Bir de hayvanlar üzerinden örnek verelim. Güney Afrika'da boynuzları için öldürülen gergedan sayısı giderek artıyor. Siyah gergedanların soyu tükenmek üzere. Sadece 2011 yılında 448 adet gergedan, boynuzları için öldürüldü. Gergedan boynuzları özellikle Asya ülkelerinde ilaç veya afrodizyak niyetine satılıyor. 1800 yılında 1 milyon gergedanın yaşadığı tahmin ediliyordu şimdi ise bu sayı 16 binlere kadar geriledi. 1989'da Çin'de gergedan boynuzunun kilosu 7.400 dolardı. Şimdi ise soylarının tükenme tehlikesine rağmen yarım kilosu 27 bin dolardan alıcı buluyor. Kaçak avcılığın önlenmesi için boynuzların kontrollü bir şekilde kesilip satılmasını önerenler bile var. Bu kabul edilirse satışlar kayıt altına alınacak ve satılan her gergedan boynuzu ekonomiyi büyüten bir etken haline gelecek. Harika değil mi? Bundan daha vahşi bir ekonomik gösterge olabilir mi?

GSYH'nin artmasının, kaybedilen değerler (toprak, su, canlılar) toplam veriden düşülmedikçe bir anlamı yok. GSYH yerine başka bir göstergeye ihtiyacımız var. Önerilerden bir tanesi Gerçek İlerleme Göstergesi-GİG (Geniune Progress Indicator). GİG'in yaratıcıları, GSYH'nin sadece pazardaki aktivitelerin sayısal değerini hesapladığını, sosyal ve ekolojik maliyeti dikkate almadığını söyleyerek medyadan politikacılara kadar herkese, ekonomik büyüme rakamlarını kullanmama çağrısı yapıyor. Yeşil ekonomiye yöneltilen, kapitalizmden ne kadar ayrı olduğunu açıkça gösteremediği yönündeki eleştirilere katılıyorum ancak yeşil ekonominin GİG gibi yeni kavramların yerleşmesi konusundaki çabaları da göz ardı edilmemeli.

Büyüme meselesi sadece rakamlardan ibaret değil. Sosyal gelişmişlik bence bir ülkenin gerçekten 'büyüdüğünü', ilerlediğini gösteren önemli bir konu. Yine basit bir örnekle açıklayalım. 25 Mart 2012 tarihinde Şili'de 7,1 büyüklüğünde bir deprem oldu. Çoğunuzun bu depremi duymadığından eminim. Bir kişi bile ölmedi, bir tek binada ciddi hasar yok. Dolayısıyla pek haber de olmadı. Deprem 200 bin kişilik Talca kentinin 27 kilometre ötesindeydi. Bir gün sonra, ayın 26'sında Muş'ta 5,0 büyüklüğünde bir deprem oldu. Bir kişi ağır yaralandı, yedi ev yıkıldı ve çöken ahırlar yüzünden hayvanlar öldü (telef oldu demiyorum). 2010 yılı verileriyle Türkiye, dünyanın en büyük 17. ekonomisi, Şili ise 43. sırada. Türkiye “şu kadar büyüdü, böyle ilerledi” diyenler bu rakamlara iyi baksınlar. Nüfusu çok olan bir ülkede otomobil de çok satılır. Gerçek ilerleme ise, işe otomobille değil, metroyla gidip gidemediğinizle ölçülür. Binlerce bina yaparak ekonomiyi büyütürsünüz ama deprem olduğunda o binaların başınıza yıkılıp yıkılmadığına bakılır.

***
Özgür Üniversite Forumu'nun son sayısında ekonomik büyüme konusu ele alınmıştı. Çok değerli makaleler var. Bu konuda daha detaylı bir yazım forum.ozguruniversite.org adresinde bulunabilir.

14 Nisan Cumartesi günü Denizli Nükleer Karşıtı Platform'un davetlisiyim. Nükleer santralların ekonomi ve güvenlik boyutunu konuşacağız. TMMOB Makine Mühendisleri Odası Konferans Salonu'nda saat 14:00'te.