Cahil Cesareti: Akkuyu Nükleer Santrali

Özgür Gürbüz-Elektronik Mühendisliği Dergisi / Ekim 2011

Türkiye'nin nükleer enerji konusundaki ısrarı çok eskilere, neredeyse 45 yıl öncesine kadar gidiyor. Herkes fark edemese de, 1977 yılındaki ilk ihaleden bu yana hem Türkiye hem de dünya çok değişti. Enerji sorununa mucizevi bir çözüm olarak sunulan nükleer enerji, birçok ülkede istenmeyen enerji kaynağı ilan edildi. İrili ufaklı kaza ve sızıntıları bir yana bırakırsak dünya nükleer enerjinin karanlık yüzünü ilk kez 1979 yılında gördü. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki (ABD) Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazası ilk çekirdek erimesi kazası olarak tarihe geçti. ABD , nükleer bomba ve elektrik üretimi için güvendiği nükleer santrallerin, ellerinde patlayabilecek birer saatli bomba olduğunu o gün farketti. Bu kazayı tam yedi yıl sonra şimdi Ukrayna topraklarında kalan (eski Sovyetler Birliği) Çernobil faciası izledi. Yaklaşık 800 bin kişi hayatları pahasına temizlik çalışmalarına katıldı. 400 bin kadar insan göç etmek zorunda kaldı. 'Tasfiyeciler' diye adlandırılan bu insanlardan en az 25 bininin öldüğü, 70 bininin sakat kaldığı Sovyetler Birliği dağılmadan önce açıklanmıştı. Sovyetler'in dağılması ve rakamların gizlenmesi nedeniyle ölü sayısı kesin olarak bilinmese de, Çernobil kaynaklı ölümlerin 1 milyona ulaşacağını iddia eden araştırmalar var (1).

Üçüncü nükleer facia ise biraz daha bekledi. Gerçi, Vattenfall firmasının eski inşaat şefi Lars-Olov Höglund'ın deyişiyle, 2006 yılında İsveç'in Forsmark nükleer santralinde Çernobil'den sonraki en büyük nükleer kazanın ucundan dönülmüştü. Dev enerji firmalarının kontrolündeki, hükümetin ve büyük reklam bütçelerinin etkisindeki medya bu 'hadise'yi görmezden geldi. Beş yıl sonra hepimizin tanıklık ettiği Fukuşima kazası meydana geldi. 11 Mart 2011 tarihi, nükleer enerjinin unutulmaya çalışılan karanlık yüzünü bizlere bir kez daha anımsatı. Dünya enerji piyasasında dengeler değişti, iklim değişikliğini bahane ederek, 'nükleer rönesans' sloganıyla hız almaya başlayan nükleer endüstri yeniden Çernobil sonrasında uyguladığı sesssizlik taktiğini uygulamak zorunda kaldı. Amaç, bu kazayı da az hasarla atlatıp, pazar payının en azından bir bölümünü kurtarmak. Bu sessizliği bozan ülkeler de var; biri de Türkiye.

Enerji Bakanı'nın nesil hatası
Fukuşima Dayçi nükleer santralindeki 1,2 ve 3 numaralı reaktörlerde meydana gelen çekirdek erimesi kazaları bir kez daha gösterdi ki, güvenli nükleer santral diye bir şey yok. Almanya bunu gördü. İtalya ve İsviçre de. Kaza öncesi 54 reaktör işleten, elektrik ihtiyacının yüzde 30'unu nükleerden karşılayan Japonya da artık durumun farkında. Davulun sesi uzaktan hoş gelir misali, Türkiye'deki yetkililer nükleer santral ısrarından Fukuşimaya rağmen vazgeçmedi. Öyle ki, radyasyon sızıntısı ve artçı şoklar nedeniyle Japonya'da santrale dahi yaklaşılamazken, Enerji Bakanı Taner Yıldız Türkiye'nin ilk nükleer bombasını patlattı. 15 Mart'ta, kazadan daha dört gün sonra verdiği demecinde, “Japonya’daki 1. nesil santral. Biz 3. nesil (3G) yapıyoruz. Çernobil’de kalbi içinde tutan kap kısım yoktu. Bizim yapacağımız 3. nesil santraller 120 metre betonla, demirle kapalı, tehlike anında da otomatik olarak kendini kapatıyor” demişti (2).

Yaptığımız ufak bir araştırma 1. nesl suçlamasının doğru olmadığını ortaya çıkardı. General Electric-Hitachi Halkla İlişkiler Müdürü Michael Tetuan sorularımızı kurumu adına yanıtladı ve Fukuşima’daki tüm reaktörlerin ikinci nesil olduklarını söyledi. Bununla da yetinmeyip tanınmış nükleer enerji uzmanı Dr. Helmut Hirsch’e de yazılı olarak aynı soruyu sordum ve aynı yanıtı aldım. Yeşil Ekonomi sitesindeki yazımda bu bilgiyi kamuoyuyla paylaştım (3). Kısacası Bakan Yıldız’ın nükleer kaza riskini küçük göstermek ve aynı Çernobil kazası sonrası yapıldığı gibi teknolojiyi suçlamak adına yaptığı bu açıklama doğru değildi. Aslında bu demeçle, 1986 sonrasında radyasyonlu çayların bize içirilmesine kadar varan sürecin bir benzeri resmen yaşanmaya başlandı. Yanlış bilgi, çarpıtma ve kamuoyundan gerçeği gizleme Türkiye'de demokrasinin 25 yılda bir arpa boyu yol almamış olduğunu gösterdi. Bizim üçüncü nesil reaktörlere değil, üçüncü nesil politikacılara ihtiyacımız olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Nükleer tüpgaz!
Yıldız'ın demeci meğer bir başlangıçmış. Ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan bir açıklama geldi. Erdoğan, “Riski olmayan yatırım yoktur. O zaman evinize tüp de koymamak gerekir, doğalgaz hattı çekmemek gerekir ya da ülkenizden ham petrol hattının geçmemesi gerekir” (4) dedi. Bu benzetmenin talihsizliğini bir kenara bırakalım. Tüm iyi niyetimizle başbakanın olasılık hesabına vurgu yaptığını düşünsek bile, elma ve armutların birbirine karıştırıldığını görebiliyoruz. Bu boyutta bir nükleer santral kazasının gerçekleşme olasılığı, haliyle, 75 milyonluk ülkede bir mutfak tüpünün patlaması olasılığından azdır (kaldı ki amaç mutfak tüplerinin zırt pırt patlamadığı bir ülke kurmaktır, bu kazaları kanıksamak değil). Ancak, burada riskin büyüklüğü ile oranını birbirine karıştırmamak gerekir. Mutfak tüpü patlayınca hasar o mutfakla sınırlı kalır ancak nükleer santral patlayınca polisin güvenlik koridoruna alacağı alan tüm ülke, hatta tüm dünyadır. Çernobil bulutlarının Güney Afrika'ya kadar ulaştığını, Fukuşima bulutlarının ülkemizden geçip gittiğini anımsamakta fayda var. Mutfaktaki tüp patlarsa itfaiyeyi arıyabilirim ama Sinop veya Mersin'deki santral patlarsa ne yapacağım?

Unutmayın, evinizdeki mutfak tüpünün patlamasına karşı, tüm maddi ve manevi hasarı sigortalayabilirsiniz ancak Akkuyu veya Sinop'ta gerçekleşecek bir nükleer kazaya karşı, ne o bölgedeki tarım arazilerini, ne her yıl alınacak hasadın bedelini, ne boşalacak turistik tesislerin zararlarını, ne işsiz kalacak insanların maaşlarını ve daha da korkuncu oradaki tüm canlıların yaşamlarını sigortalayacak tek bir sigorta şirketi bulamazsınız. Zaten hazine de böyle bir sigorta poliçesinin yıllık prim bedelini bile ödeyemez.

Avrupa sırtını çeviriyor
Türkiye'nin nükleer kazayı tüpgaz ile kıyasladığı sıralarda Almanya'daki sağ koalisyon hükümeti, birkaç ay önce aldığı santralları bir süre daha çalıştırma kararından vazgeçerek, yedi nükleer rektörünü kapatarak ilk önlemini alıyordu. Bizdeki komedi bununla da kalmadı. Tüm dünya nükleer facianın detaylarını merak ederken, Türkiye'de Anadolu Ajansı evlerimizdeki radyasyonun zararlarıyla ilgili daha önce defalarca yapılmış bir haberi piyasaya sürdü. Elektromanyetik alanlar, televizyonlar radyasyon kaynağı olarak gösterildi. Tam da tüm Türkiye Fukuşima'dan dünyaya yayılan radyoaktif bulutları izlerken... Amaç kafaları karıştırmak ve Başbakan'ın 'tüpgaz' gafını unutturmaktı. Bu haberin ardından, müthiş bir zamanlamayla, Başbakan televizyondan, bilgisayar ekranlarından radyasyon yayıldığını söyleyerek, nükleere karşı çıkanların televizyon izlememesi, bilgisayar kullanmaması gerektiğini söyledi. Sanki nükleer santralden gelen radyoaktif bulutları uzaktan kumandamızla başka yöne gönderebilme şansımız varmış gibi! Kısacası, alınan dozun büyüklüğü, genetik bozukluklara yol açması, toprağa, suya yani besin zincirine bulaşması bir televizyon kadar tehlikeli değildi. Japonya'nın 140 bin civarında kişiyi bölgeden tahliye etmesine de Türkiye'deki yetkililerin demeçlerini dinleyen vatandaşlar anlam veremedi. Neden kimse onları, aldıkları radyasyonun televizyon izlerken aldıkları kadar olduğunu söyleyip rahatlatmadı ki?

Türkiye'nin bu garip nükleer enerji ısrarı, Almanya'nın nükleer enerjiden 2022'ye kadar çıkılması yönünde karar almasıyla iyice garipleşti. Almanya 17 reaktörün en eski yedi tanesini Japonya'daki kazadan sonra üç aylığına zaten kapatmıştı. Bu santrallerin fişi tamamen çekildi. Bu yedi reaktöre 2007 ve 2009'da yaşanan ciddi kazalarla adını duyuran Krümmel de eklendi. Geriye kalan dokuz reaktöre de 11 yıl süre verildi. Almanya'nın kararı nükleer endüstriye ağır darbe vurdu. 2010'da elektriğinin yüzde 28'ini nükleer santrallerden sağlayan dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi nükleersiz yaparsa herkes yapabilirdi. Almanya'yı İsviçre izledi. Beş reaktör işleten ve elektriğinin yüzde 38'ini nükleerden sağlayan İsviçre 2034'e kadar ülkedeki reaktörleri kapatacak,yapılması planlanan üç reaktörle ilgili planları da çöpe atacaktı. İsviçre de, aralarında Avusturya, Norveç, İrlanda, Yunanistan gibi ülkelerin olduğu nükleer enerjiye hayır diyenler kervanına katıldı. Avrupa'da kervana eklenen son yolcu ise halk oyuyla belirlendi. Çernobil kazasından sonra ülkedeki reaktörlerin hepsini kapatan İtalya, yeni nükleer santral istemediğini kararlılıkla ortaya koydu.

Malazgirt Muharebesi ve nükleer enerji
Avrupa'dan arka arkaya gelen nükleer karşıtı haberler, nükleer enerjiyi savunmayı adeta bir onur meselesi haline getiren Enerji Bakanı Taner Yıldız'ı köşeye sıkıştırdı. Bakan Yıldız seçimden altı gün önce yaptığı açıklamada, henüz yapımına başlanmamış nükleer santrali 2071 yılında kapatacaklarını açıkladı. Neden 2071? Çünkü o gün Malazgirt Muharebesi'nin 1000. yıldönümü. Kullanılan takvim de,yapılan hesap kitap da hatalı... Aynı takvime sadık kalarak meseleyi açıklığa kavuşturalım.

Mersin'de santral yapmayı planlayan Rus şirketi inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor. Rusya ile Türkiye arasında yapılan uluslararası anlaşmanın 6. maddesinin 2. fıkrası, ilk reaktörün en geç yedi yıl içinde tamamlanmasını öngörüyor. Bu da 2020'de, yani Malta Kuşatması'nın 455. yıldönümünde reaktörün çalışmaya başlamasını gerektiriyor. Rus dizaynı reaktörün 60 yıl çalışacak şekilde tasarlandığı da hesaba katılırsa (henüz dünyada bu kadar uzun süre çalışmış bir reaktör olmasa da), reaktörün normal şartlar altında 2080 yılında, Otranto Seferi'nin 600. yıldönümünde kapatılması gerekir. Nükleer reaktörün hangi gerekçeyle, ekonomik ömrünü doldurmadan dokuz yıl önce kapatılacağını anlamak zor. Yıldız'ın demecini ciddiye aldılarsa eminim bu soruyu Rus şirketi de Türkiye'ye soruyordur. Çünkü planlananadan dokuz yıl az elektrik satılması firmanın ciddi zarara uğramasına yol açar. Bence bu tarih herhangi bir hesap kitaba dayanmıyor ve bir ciddiyetsizliğe işaret ediyor.

Tepco, lütfen bize nükleer yap!
Nükleer meydan muharebesi Malazgirt'le bitse iyi. Devamı da var. Akkuyu'da ne halk ne de hukuk ikna olmamışken, biraz da muhalefeti [Türkiye’de nükleere kesinlikle karşı çıkanların oranı yüzde 56, bir şekilde karşı olanların oranıysa yüzde 15. Toplayınca yüzde 71 yapıyor (5)] şaşırtmak amacıyla Sinop meselesi ortaya atılıp duruyor. Sinop'a nükleer santral kurma işiyse Japonların Tepco firmasına verilmek isteniyordu. Hani şu Fukuşima santralini işleten ve kazadan sonra tüm şimşekleri üzerine çeken firmaya. Dünya nükleerden kaçarken ve Japonya'da olan biteni izlerken nükleer santral için Japon firmasıyla pazarlık yapılması sanırım uzun süre unutulmayacak. Daha da ilginç olan, biz bu pazarlıkları yaparken Japonya'nın 2050'ye kadar nükleer santrallerini kapatacağını açıklamasıydı. Aziz Nesin hayatta olsa bu kadar komik bir öykü yazabilir miydi, emin değilim.

Nükleer enerjide ısrar etmek bize nükleer enerjinin bir zararını daha gösterdi. Galiba aşırı radyasyon kör ediyor. Sinop için peşinden koşulan Tepco firması, 2011 yılının ilk çeyreğinde tam 7,4 milyar dolar zarar açıkladı (6). Nükleer santral konusunda en son yapılacak iş, reaktör inşasına böylesine zor durumda bir firmayla başlamaktır. İnşaatın gecikmesi, yarıda kalması zaten pahalı olan nükleer enerjiyi ekonomik darboğaza sürükler. Hayattayken (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) TAEK'in başkanlığını da yapmış Prof. Dr. Amed Yüksel Özemre'nin, Türkiye'de santral kurmak isteyen Fransız-Alman konsorsiyumunu eleştirirken söylediği sözleri hatırlatalım. Özemre bu konsorsiyumun Arjantin'de bitiremediği Attucha-2 reaktörü hakkında bakın neler söylemişti: “(...) Bu firma daha evvel Arjantin’de kazandığı bir ihâlede Atucha-II nükleer santralin inşâsını 25 senedir hâlâ bitirmemiş bulunmaktadır; Brezilya’daki Angra-II nükleer santralini ise ancak 24,5 senede bitirebildi. Hâlbuki bir reaktörün inşası en fazla 6,5 sene sürer. Eğer ihâle o firmaya verilseydi Türkiye en az 20-25 senelik bir mâceraya atılacaktı ve en aşağı 40 milyar dolar zarara girecekti. Çünkü bu firma bize teklif ettiği reaktörün projesini bile daha kağıt üzerinde tamamlayabilmiş değildi” (7) Attucha-2 reaktörünün hala bitirilemediğini söylemeye gerek yok sanırım.

Günümüzden de bir örnek verip konuyu kapatalım. Finlandiya'da kurulmak istenilen ve dünyanın en gelişmiş reaktörü olarak tanıtılan EPR'nin (Avrupa Basınçlı Su Reaktörü) maliyetinin gecikmeler yüzünden 3 milyar avrodan 6 milyar avroya yaklaştığı artık biliniyor (8). Proje dört yıl gecikti ve Finlandiyalı yatırımcıyla reaktörü tedarik eden ve yapan Fransız Areva'yı mahkemelik etti. Tahmin etmişsinizdir ama ben yine de yazayım. Şimdi Sinop için Areva'nın adı geçiyor. Bu gelişme, yerli nükleer santral yapacağız deyip, inşaatından yakıtına kadar her şeyini Rusya Federasyonu'na havale etmek kadar 'ilginç' sayılmaz mı? Yerli santralin yüzde 100 hissesine Atomstroyexport şirketi (Türkiye'de kurulan firmanın adı Akkuyu Nükleer Güç Santrali Elektrik Üretim A.Ş.) sahip olacak, şirket isterse, santraldaki payı yüzde 51'in altına düşmeyecek şekilde geri kalan hisseleri satabilecek, ancak çoğunluk hisse hep Ruslarda kalacak. Yerli olsa nükleer santral hayırlı bir şey olmayacak ama teknoloji ransferini argüman olarak kullananlara bu satırla selam göndermek de boynumuzun borcudur.

Nükleer enerjiyle haşır neşir olmuş ülkeler (İsviçre, Almanya, İtalya, Japonya) Fukuşima sonrası nükleerden kaçarken, bzim gibi onunla uzaktan tanışmış ülkeler nükleerde ısrar ediyor. Annemin sözü bu gibi durularda hep aklıma gelir. “Cahil cesaretinden korkacaksın der”; ne kadar haklıymış. Bence bu kadar “gafın” üzerine nükleer santral planlarından vazgeçmenin tam zamanıdır. Zaten bu yıl Belgrad Seferi'nin 500. yıldönümü...

***




4http://t24.com.tr/haberdetay/133182.aspx

5Ipsos adlı araştırma şirketinin 24 ülkede 18 bin 787 kişiyle yaptığı kamuoyu yoklaması sonucu.

6WNN, Japan plans cutting evacuation zone, 9 Ağustos 2011.

7Selami Çalışkan’ın Ahmet Yüksel Özemre ile röportajı. Milli Gazete- Eylül 2004

8http://www.greenpeace.org/international/Global/international/publications/nuclear/2011/New%20problems%20in%20Olkiluoto%20_%20%20%20%20%20%20%20%20%20.pdf

Pivot değil 'pilot' santrafor

Beşiktaş: 0 – Galatasaray: 0 (Maç analizi) 
 
Özgür Gürbüz - Beyazformasiyahsort - 22 Kasım 2011

Maçı mı anlatsam yoksa maçtan önce stada girişte yaşanan rezilliği mi, açıkçası bilemedim. Saatlerce itiş kakış içerisinde stada girmeye çalıştık. En az bir saat böyle bir hengâmede kaldık. Maça 10 dakika kala ilgililer turnikelerin yanındaki kapıları açıp biletleri el yordamıyla kontrol etmeye başladılar. Bu arada biletsiz onlarca kişi içeri girdi. Maç başlamasına birkaç dakika kala kendimizi içeri zor attık. Bu rezaletin sorumlusu kim? Kulüp, stad yönetimi ya da Federasyon bir açıklama yapar mı acaba? İkinci dünya vatandaşı olmak böyle bir şey olsa gerek.

Maça gelince... Oynanan futbol bizim ligimize özgüydü. Mücadelesi bol, estetiği az. Beşiktaş maçın büyük bir bölümünde gole daha yakın taraftı. Çok sayıda pozisyona girdi. “Biraz da şans olacak” dedirten pozisyonlar vardı. Almeida'nın, Simao'nun direğin hatırını soran pozisyonları gibi. Almeida'nın maç sonunda attığı gol de haftanın tartışma konusu olacak. Malum yorumculara yine ekmek çıktı. Hep söylediğim gibi, hakemlere kızmaktansa işi hakemlere bırakmayacak bir futbol oynamak lazım.

Almeida'dan bahsetmeli. Bu maçta da, ister istemez pivot santrafor görevini üstlendiği anlar oldu. Hava toplarını yere güzel indirdi, doğru yerlerde pozisyon aldı. Pivot değil, pilot santrafor mübarek. Kalkışı, zamanlaması, fiziğini doğru kullanması ve topu arkadaşına indirişi harika. Kendisine yakın oynayan bir hücum oyuncusu ya da hücuma dönük bir orta saha oyuncusu takımda olsa çok şey değişecek. Egemen'le birlikte Beşiktaş maçlarında izlemekten zevk aldığım iki oyuncudan biri Almeida. Takıma katkısı büyük.

Quaresma'dan da bahsetmek lazım. Beşiktaş Quaresma'dan faydalanmak istiyorsa onu topla mümkün olduğunca geç ve kanatlarda buluşturmalı. Karşısında bir kişi kaldığında geçip orta yapma şansı çok fazla ama önünde 2-3 kişi varken topu kaybetme olasılığı da bir o kadar yüksek. Futbolu kendi başına oynayan bir oyuncu. Yetenekleri nedeniyle kendisinden büyük bir beklenti var. Yalnız Quaresma bu beklentiyi yanlış algılıyor. Kendisinin tek başına takımı kurtarması gerektiğini düşünüyor adeta. O nedenle topu alınca, sonuca gidene ya da sonuca ulaşacak pozisyona kendisini sokana kadar topu geri vermiyor. Bu psikolojik bir sorun, Serdar Özkan ve İbrahim Akın'da da vardı. Bu psikolojik sorunu kolay kolay çözemeyeceği için Quaresma'yla topu sonuca en yakın noktalarda buluşturmak çok daha mantıklı. Böylece top kaybetme olasılığı aza iner. Ancak bunu Beşiktaş orta sahasında yapabilecek oyuncu sayısı az. Guti gitti. Fernandes eldekilerin en iyisi, sırtı dönük top alabilecek, sağ ve sol kanatta Quaresma ile topu buluşturabilecek yetenekte ama başka sorunları var. Takıma girebilenler içinde sadece Fabian Ernst böyle bir rol üstlenebilir ama o da hücüm özelliğinin kısıtlı olması nedeniyle aranan kişi değil. Bu şartlarda Beşiktaş'ın Quaresma'dan faydalanması giderek zorlaşıyor.

Necip maça çok iyi başladı ama hemen sakatlandı. Talihsizdi. Beşiktaş'ın maçı lehine çevirmesi için aranan kan orta sahada pres yaparak topu kapmaktı. Galatasaray orta sahası prese yanıt veremeyecek bir havadaydı belki de yorgundu. Nitekim Necip girer girmez iki top kaptı, ikisi de pozisyon yarattı ama sakatlanmasıyla Carvalhal'in bu hamlesi de meyvesini veremedi. Maçın yanan tek ateşi Beşiktaş da bu dakikadan sonra söndü ve maç aslında orada bitti. Diğer Beşiktaşlı oyuncular ise bildiğiniz gibiydi, ne kötü ne de çok iyi...

Seyirciye stada girerken “turnike” eziyetini çektirenlere kızdığım kadar, maçın sonunda sahaya elinde ne varsa atan o seyirciye de kızdım. Galatasaray'ın Beşiktaş deplasmanından bir puan çıkarmak için zaman çalmaya çalışması da önemli bir şey. Keyfini çıkarmak lazım ama sahaya şişe atarak değil.

Et yemek istemediği için ölecek mi?

Sizce Sadullah Ergin Kırıkkale Cezaevi'ne gidip Osman Evcin'den özür diler mi? Çok geç olmadan bu insanlık ayıbına bir son verir mi ?

Özgür Gürbüz-Birgün / 20 Kasım 2011

Osman Evcan açlık grevinden 2 ay önce ailesiyle
Adı Mahmut. Mahmut'un işi Türkiye'de yolunda gitmemiş. Bir yolunu bulmuş ve Fransa'ya yerleşmiş. Kendisine yeni bir hayat kurmak üzereyken, kendi deyimiyle “şeytana uymuş” ve gasptan yakalanıp hapse atılmış. Mahmut inançlı biri, sünni müslüman. Hapiste oruç tutuyor, namaz kılıyor ve yediklerine dikkat ediyor. Kendisine verilen yemeklerde domuz eti yok ama onun içi rahat değil. Et yemeklerini yemediği gibi, yemeklerin piştiği yerleri de göremediğinden kendisine etsiz yemek verilmesini talep ediyor. Hatta, mümkünse vegan yemekler yemek istiyor. Çünkü yumurta ve süt gibi hayvansal besinleri sağlayan hayvanların yine islama uygun olmayan ürünlerle beslendiğini düşünüyor. Hapishane yönetimi ise hiç oralı değil. Mahmut'un isteklerini yerine getirmiyor. Mahmut hemen hemen her gün aç yatıyor, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden yardım istiyor.

Tasalanmayın, yukarıda yazdıklarım gerçek değil. Zaten gerçek olsaydı şimdiye kadar bin kere Mahmut'un adını duymuş olurdunuz. Tüm Türkiye şimdi Mahmut'u konuşuyordu. Malum gazeteler “Müslüman Mahkuma İşkence” diye başlıklar atarlar, Mahmut için kampanya başlatırlardı. Belki de Başbakan ilk Fransa ziyaretinde, “Siz Mahmut'u aç bırakmayı iyi bilirsiniz” diye nutuk atardı.

Adı Osman, soyadı Evcan. Osman gasptan 17 yıl ceza almış. Şartlı salıverilmeden yararlanarak dışarı çıkmış ama daha sonra bildiri dağıtmaktan tekrar içeri alınmış ve müebbet hapse mahkum edilmiş. 19 yıldır hapiste. Tutukluluğunun son dört yılını Kırıkkale F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu'nda geçirmiş. Osman anarşist düşünceye sahip ve vegan. Yani aynı bu yazının hayali kahramanı Mahmut gibi sadece bitkilerle beslenmek istiyor, hayvansal ürünleri yemeyi reddediyor. Cezaevinden kendisine vegan yemekler verilmesini istemiş ama bu isteği tam olarak karşılanmamış. Evcan 4 Kasım'dan bu yana açlık grevinde. Sadece su içiyor ve şeker ya da mineral takviyesi almıyor.

11 YILDIR AYNI DERT
Endişelenebilirsiniz çünkü bu yazdıklarımın hepsi gerçek. Osman'ın cezaevinde verilen yemeklerle ilgili ilk şikayetleri bildiğim kadarıyla 2002 yılında başlamış. Osman, ailesine kendisine verilen yemeklerin beyninde uyuşma, vücudunda sancılar ve tırnaklarında morarmalara neden olduğunu söylemiş. O zamanlar Samsun Cezaevi'nde yatıyordu. İstekleri karşılanmadığı için Kırşehir'e naklini istedi ama görülen o ki Kırşehirde de durum farklı değil.

Osman Evcan bu eylemiyle hem kendi sorununa çözüm arıyor hem de diğer cezaevlerindeki benzer sorun ve hak ihlalinin giderilmesini istiyor. Açlık greviyle hayvanlara, doğaya, kadınlara uygulanan şiddete, kendisine üç günlük açlık greviyle omuz veren koğuş arkadaşı Sadık Aksu ve Elbistan E tipi cezaevindeki üç vejetaryen mahkûma da destek vermeye çalışıyor. Açlık grevi yapmış, tutuklu vicdanî retçi İnan Süver'e de bir dayanışma selamı gönderiyor.

Şimdi Osman'la Mahmut'un yerlerini değiştirin. Sizce Osman dini inançlarından dolayı bir talepte bulunsaydı aynı sonuçlarla karşılaşır mıydı? Halbuki arada hiçbir fark yok. Osman'ınki de inanç temelli bir davranış, Mahmut'unki de. Burada tek kıstas inancınızın devletin savunduğu veya tanıdığı resmi inançla örtüşüp örtüşmediği. Aynı cemevlerinin ibadet yeri kabul edilmeyişinde olduğu gibi. 15-20 milyon insan benim ibadethanem burası diyor, hükümet orası ibadethane değil, sen bilmezsin diye yanıt veriyor.

JACK STRAW ÖZÜR DİLEMİŞTİ
2008 yılının Ramazan ayında İngiltere'nin Leeds kentindeki bir hapishanede müslüman mahkumlara yanlışlıkla domuz eti verilmişti. Mahkumların şikayeti sonucu durum ortaya çıktı. Dönemin İngiltere Adalet Bakanı Jack Straw müslüman tutuklulardan daha sonra özür diledi.

Şimdi eski İngiltere Adalet Bakanı Jack Straw ile Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in yerlerini değiştirin. Sizce Sadullah Ergin Kırıkkale Cezaevi'ne gidip Osman Evcin'den özür diler mi? Çok geç olmadan bu insanlık ayıbına bir son verir mi?

Not: Ayrıntılı bilgi için: http://osmanayemek.tumblr.com/

000 Kitap - Dokunan Yanar

Özgürlükleri kısıtlamak isteyenlerin karşısında başımız dik duruyoruz çünkü doğrusu bu. Ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?
Aşağıda bugün yapılan basın açıklaması var, fazla söze gerek yok...

Basın açıklamasının tam metni:
Bizler, kısaca ANGA’lar, yani Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşlarıyız. Meslektaşlarımız Ahmet Şık’ın ve Nedim Şener’in gazetecilik, sadece ve sahici gazetecilik yaptıkları için tutuklanmalarını basın özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne, demokrasiye yönelmişbir saldırı olarak gördük ve bir araya geldik.

Tutuklanması yetmiyormuş gibi Ahmet Şık arkadaşımızın kitabı İmamın Ordusu’nun daha yayınlanmadan yasaklanması, dahası bir suç kanıtı olarak gösterilmesi öfkemizi kabarttı, demokrasiyle ve özgürlüğe olan bağlılığımızı biledi.
Bizler gazetecilerin mesleklerini yaptıkları için tutuklanmadıkları, yaptıkları haberlerin engellenmediği, yazdıkları kitapların yasaklanmadığı bir Türkiye için mücadele ediyoruz.
Mesleğimiz inat ve sabır gerektirir. Bizler de sabırlı, inatçı ve kararlıyız. Ahmet Şık ve Nedim Şener arkadaşlarımız özgürlüklerine kavuşana dek sabrımızı bileyecek, inadımızı güçlendirecek, kararlılığımızı koruyacak ve itirazımızı sürekli kılacağız. Daha kestirme söyleyelim: Yansak da dokunacağız...
Bugün bizim için anlamlı bir gün. Çoğunluğunu gazetecilerin oluşturduğu, aralarında Ahmet Şık arkadaşımızın da yer aldığı 125 yazarın ortak ürünü olan bir kitap gün ışığına çıktı. Adı 000Kitap. Alt başlığı “Dokunan yanar”.
Şu anda elimizde tuttuğumuz bu kitabı biri yazdı; birileri düzeltti; birileri redakte etti; birileri noktalama işaretlerini denetledi; birileri yazım kusurlarını elden geçirdi; birileri düşük cümle olup olmadığını kontrol etti; birileri ön okuma; birileri son okuma süreçlerinde görev aldı ve 125 yazarın tümü de kitabın sorumluluğunu üstlendi.
Bu aydın imecesini ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yürekli bir adım olarak görüyor ve yürekten selamlıyor, yürekten destekliyoruz.

Kütahya'daki gümüş madeni ve siyanür havuzu

Bu fotoğrafı şans eseri uçaktan çektim. Kütahya'daki gümüş madeninin siyanürlü atık barajındaki duvarlardan biri çökmüştü. Barajın ve madenin havadan görünümü. Çöken duvar çok net bir şekilde görülebiliyor. Bu kazadan sonra yetkililer sızıntı olmadığını söylemiş, Ekim ayında ise Eti Gümüş'e 5 milyon TL'nin üzerinde ceza kesilmişti.
Eti Gümüş'e ait maden ve siyanür havuzu. Foto: Ö. Gürbüz

Fukuşima, Van ve Akkuyu

Özgür Gürbüz-Birgün / 6 Kasım 2011

11 Mart 2011'de Japonya'daki depremin ardından Fukuşima Nükleer Santrali'nde dünyanın en büyük nükleer kazalarından biri meydana geldi. Yaklaşık 90 bin kişi evlerini terk etti. O gün bugündür prefabrik evlerde veya toplu halde belli merkezlerde yaşıyorlar. Santrale 20 km kala yasak bölge başlıyor. Mali değeri bugün 20 milyar doları bulan dört reaktör hurdaya çıktı. Nükleer santralin işletmecisi Tepco firmasının ödeyeceği tazminatların 52 milyar doları bulabileceği belirtiliyor. Kyodo kaynaklı bir habere göre radyoaktif kirliliğe maruz kalmış bölgelerin temizliği için ayrılan miktar da 2,87 milyar ABD doları.
 
İşçiler aylardır radyoaktif kirlenmeye maruz kalmış toprakları temizlemeye çalışıyor. Öncelikle okullar taranıyor. Radyasyon bulaşmış toprak ve malzemeler geçici merkezlere taşınıyor. Tüm bu kirlenmiş toprak ve malzeme insanlardan yıllarca uzak kalması gereken bir yerde toplanacak. Sadece toprak değil su da kirlendi. Fransız Nükleer Güvenlik Enstitüsü, dünya tarihinde denizlerdeki en büyük radyoaktif kirlenmenin gerçekleştiğini söylüyor. Tahminleri 27 bin tera bekerel değerinde radyoaktif sezyum-137'nin okyanusa sızdığı yönünde. Hiroşima'da bu rakam 89 tera bekereldi. Fukuşima ilindeki sularda yapılan ölçümler, bölgede bulunan sezyum-137 izotopunun 11 Mart öncesine göre 58 kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Başka bir tahmin, havaya 35 bin 800 bekerel sezyum-137 bırakıldığını öne sürüyor. Sezyum-137'inin yarılanma ömrü 30 yıl. Etkisini yitirmesi için 10 ‘yarı ömür’ geçmeli. Bir başka deyişle 300 yıl boyunca radyoaktif.

Çernobil İtfaiyeciler Anıtı Foto: Ö. Gürbüz
Bu veriler en çok evlerine dönmek isteyen binlerce Japonu düşündürüyor olmalı. Santralde temizlik çalışmalarına devam eden işçilerin ölüm haberleri de gelmeye başladı. 6 Ekim 2011 tarihinde üçüncü işçi öldü. Tepco, bu ölümün de önceki iki ölüm gibi radyasyona maruz kalma nedeniyle gerçekleşmediğini açıkladı, fazla çalışmayla ilgili olmadığını da ekledi. 50 yaşlarında, adına gazete haberlerinde rastlayamadığım bu işçi, 5 Ekim Çarşamba sabahı rahatsızlanmış ve bir gün sonra ölmüş. Santralde ölümünden 46 gün önce işe başlamış. Çernobil'de, yangına hayatları pahasına müdahale eden itfaiyeciler için bir anıt var. Umarım Japonlar da bu isimsiz kahramanlarını unutmaz. Ölümlerin nedenini kesin olarak bilmek, açıklanan rakamların doğruluğuna inanıp inanmamak sizin elinizde. Her nükleer kazada olduğu gibi sivil halkın gerçek verilere ulaşması belki yıllar alacak.

1 MİLYON KİŞİYE ÇADIRINIZ VAR MI?
Ben bu satırları yazarken, kontrol altına alındığı sanılan nükleer reaksiyonun yeniden başladığına dair Fukuşima’dan haberler geliyordu. Ben bunları yazarken Van’da çadır tartışmaları sürüyor, Enerji Bakanı Taner Yıldız, Akkuyu’da fay hattının 120 kilometre uzakta olduğunu söylüyordu. Van’da fay hattı yok denilen yerde deprem olduğundan hiç bahsetmeden, Ecemiş Fay hattı’nı hiçe sayarak. Akkuyu’nun solu Alanya sağı Mersin. Nerden baksan 1 milyon nüfus. Olası bir nükleer kazada Kızılay’ın 1 milyon insana Konya Ovası’nda çadır dağıtmaya çalıştığını bir hayal edin.

Şimdi Akkuyu'daki balıkçı size, “derdiniz ne” diye sormaz mı? Sorar tabi. Son bir yıl içinde Kütahya ve Van depremini yaşayan bu ülkenin vatandaşları size, “canımıza kastınız mı var, neden bu nükleer inat” diye sormaz mı? Onlar da sorar ama yanıt alamaz. Çünkü hükümetin demokrasi kültürü eksik. İleri değil ‘geri’ demokrasi mübarek. Nükleer enerji konusunu şu ana kadar hükümetten kaç kişi karşımıza çıkıp tartışabildi? Sıfır! Akkuyu'da yaşayanların, balıkçıların sorularına kaç tanesi kayda değer bir yanıt verebildi? O da sıfır! Uzaktan gazetecilere haber yazdırmakla olmaz, çıkın da karşımıza biz biraz soru soralım.

Geçenlerde Taner Yıldız nükleer santralin stratejik bir proje olduğu için 'fizıbıl' (ekonomik) olamayabileceğini ima etti. Hatırlayın, nükleeri önce Ruslara bağımlıyız diye pazarlamak istediler sonra santrali Rus şirketine verdiler. Nükleer santraller depremden etkilenmez diyorlardı, Fukuşima sonrası bizimki en sağlamı olacak diye yarım yamalak yanıtlar verdiler. Nükleer ucuz diye bas bas bağırıyorlardı şimdi ise ucuz değil ama stratejik diyorlar. Nükleerin stratejik olan tek yanı, terör ve savaşta stratejik bir hedef olması. Batı’da en çok deprem ve terör konuları tartışılıyor, depremi, bombası eksik olmayan ülkemde ‘çıt’ yok. Akuyu'da halkı bilgilendirme ofisi açmak için kolları sıvayan Rus şirketine bir tavsiyem var. Bence o ofisi Ankara'da açın. Akkuyu'daki nükleeri biliyor ama nükleeri tüpgaz sanan Ankara’nın bilgisi hakkında ciddi şüphelerim var.

Deprem tehlikesi çılgın projelerin eseri

Özgür Gürbüz-Birgün / 30 Ekim 2011

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemini anımsayın. Erdoğan ve arkadaşları İstanbul'un kronikleşmiş sorunlarını, kentin merkezini başka yerlere taşıyarak ve kente yeni merkezler kazandırarak çözeceklerini iddia ettiler. Plan buydu. İstanbul'un sağına ve soluna bir ucu gökte, bir ucu yerde yüzlerce bina diktiler. Bahçeşehir, Beylikdüzü, Altınşehir, Kurtköy, Başakşehir... Liste uzayıp gidiyor, şehre neredeyse bir o kadar şehir daha eklendi.

1997 yılında İstanbul'un nüfusu 9 milyondu. 2000'de 10’u, 2007'de 12,5 milyonu geçti. Bugün 14-15 milyonlardan bahsediliyor. Kentin merkezi hala aynı. Taksim, Eminönü, Kadıköy ve Bakırköy gibi merkezler boşalmadığı gibi bu merkezlerden yeni eklenen ilçelere ulaşmak için yapılan yolların içi araçlarla dışı da binalarla doldu taştı. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezinin taşınamayacağı aşikârdı aslında. Kent merkezini taşıyacağız, yeni merkezler yaratacağız sloganlarının Türkçesi, “yeni rant alanları yaratacağız”dan başka bir şey değildi. Bu rant hamlesi, müteahhitlere para kazandırmakla kalsa iyi, İstanbul ve diğer birçok büyük kentte depreme dayanıksız eski binaların yerine yenilerinin yapılmasını da engelledi. Nasıl mı? Anlatayım.

Bugün İstanbul'daki 3,5 milyon konutun 2 milyonunun yenilenmesi gerektiği söyleniyor. Yüzde 50’sinin kaçak olduğu belirtiliyor. İstanbul’da oturanların yarısından fazlası belki de depremde binalarının yıkılması riskiyle karşı karşıya. Bu binaların özellikle 1999’dan önce yapılanları dayanıklılık açısından çok tartışmalı. Nerede bu konutlar? Çoğu İstanbul’un eski semtlerinde; Beşiktaş’ta, Şişli’de, Kadıköy’de. Buralardaki binaların çoğu 30 yaşını doldurmuş. 1990’ların sonlarına doğru başlayan uydu kent projeleri olmasa, müteahhitler iş yapmak için bu eski yerleşim merkezlerine gitmek, oradaki eski binaları satın alıp yerine yenilerini yapmak zorunda kalacaktı. Kenti büyütme çabaları yüzünden bu mali imkânlar yeni uydu kentlerin yaratılması için kullanıldı. İstanbul’un göbeğindeki eski binayı 10’a alıp 20’ye satmak istemeyen müteahhit, İstanbul’un dışındaki arsalara yöneldi. Bire alıp yirmiye sattı. Belediye, merkezi hükümet bu ranta dönük yapılaşma hareketini durdurmayı veya sınırlamayı düşünmedi, aksine destek oldu; yol gösterdi. Hala da devam ediyor. 12 Haziran’daki genel seçimde açıklanan yeni uydu kent projeleriyle bu eski evler, içlerinde yaşayanların başına yıkılmak üzere kaderine terk edilmiş oldu. Peki, ne yapılmalıydı?

Kentlerin yeşil sınırları olmalı
Her şeyden önce İstanbul gibi büyük kentlerin sınırlarını çizmek gerekiyor. Ben buna ‘yeşil sınır’ diyorum. Sadece kâğıt üstünde değil, fiziksel olarak da kenti çevreleyen bir orman şeridinden bahsediyorum. Kentin etrafını saran bir orman şeridi. Bu sınır çizilince kentin büyümesinin önüne geçilecek. ‘Cazip’ yatırım fırsatları ortadan kalkacak. Kâr etmek isteyen inşaat firmaları ister istemez merkezde acilen yenilenmesi gereken binalara yönelecek. Teorisi böyle ama iş o kadar kolay değil, dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta var. Eski bir binayı müteahhide verdiğinizde sizden yenisi için daha çok para ister. Oturanları mağdur etmemek için farkın devlet tarafından karşılanması veya vatandaşa çok düşük faizli kredi verilmesi gerekebilir. Deprem vergileri hükümetin cari açığını kapamak yerine bu projelere aktarılsaydı finansman sorunu çoktan hallolmuştu.

Tarihi binalar, kültürel mekanlar ve SİT alanları için farklı düşünmek lazım ama özelliği olmayan ve kumdan yapılmış dediğimiz birçok bina için bu formül hayata geçirilebilir. Geç kaldık ama zararın neresinden dönsek kâr. İstanbul’da yeni açıklanan çılgın projelerden, kanaldan ve üçüncü köprüden vazgeçip, yeşil sınırlarını çizdiğiniz bambaşka bir kent yaratabiliriz. Ankara, İzmir, Bursa da bundan farklı değil. Kentlerin yönetimi yerelin elinden alındığı için belediye başkanlarını göreve çağıramıyorum. Her şeyden önce Erdoğan’ın bu ‘ucube’ projelerden vazgeçmesi gerek. Başbakan’ın Van’daki depremden sonra yaptığı konuşma beni umutlandırmasa da bir kez daha çağrıda bulunmakta fayda var. Zaten konuşma ezberlediğimiz bir metin. İkitelli’deki sel felaketinden sonra da bunları duymamış mıydık? Kaçak yapılar yıkılacak, gecekondulara izin verilmeyecek falan filan. Sorun sadece kaçak olanlarla sınırlı değil ki! Ruhsatlı binalar çok mu sağlam?

Belki farkında değilsiniz ama uydu kentlere giden her kuruş, her yeni ‘modern hayat projesi’ sizin ölümü beklediğiniz binalardan kurtulup depreme dayanabilecek bina yapma şansınızı elinizden alıyor. Kentler büyütülüyor ve kontrol edilemez hale geliyor. Geçen hafta Yeşil Ekonomi Konferansı’da yeşil kentlerin sınırlarını tartıştık. Prof. Dr. Haluk Gerçek 2023’de 25 milyon nüfusa ulaşabilecek İstanbul’dan, Bursa’dan İkbal Polat ise kentin nüfusunu 2,5 milyondan 6,5 milyona çıkarabilecek planlardan bahsetti. Sağlam binalarda oturmak, yıkılan binalardan dostlarımızın, akrabalarımızın cesetlerini çıkarmak istemiyorsak bu çılgın projelere dur demek zorundayız. Sınırlı mali olanakları inşaat firmalarının daha az kar edeceği, hayat kurtaran, doğru kentsel dönüşüm projelerine yönlendirmeliyiz. Binalar birileri çok kâr etsin diye değil, insanlar içinde yaşasınlar diye yapılıyor. Yoksa olası bir depremde hayatta kalsak bile ömrümüz Kızılay’ın çadır kuyruklarında tükenebilir.

Türkiye'den Yeşil Bir Kent Çıkar Mı?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 26 Ekim 2011

Geçen Cumartesi günü İstanbul'da 2. Yeşil Ekonomi Konferansı düzenlendi. 2009 yapında yapılan ilkinden daha farklı bir program vardı bu yıl. Teoriden çok örneklere yer verilmişti. Bazı örnekler, iş rakamlara vurulduğunda makro ekonomik göstergeler içinde küçük, bazıları ise hafife alınamayacak kadar büyüktü. Hepsinin ortak özelliği, son günlerde sıkça gördüğümüz aslında “çevreci” bile olmayan girişimleri veya ürünleri “yeşil” diye yutturma çabalarından uzaktı.

Yeşil Düşünce Derneği ile Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin düzenlediği konferansın ana konuşmacısı Hamburg Belediyesi'nden Dr. Dirka Griesshaber'di. Hamburg Kentsel Gelişim ve Çevre Bakanlığı'nda çalışan Griesshaber, Avrupa Yeşil Başkenti Hamburg 2011 ekibinin de üyesi. Avrupa Birliği'nin benzer ödüllerinden bir tanesini İstanbul'un Kültür Başkenti seçilmesiyle öğrenmiştik. Avrupa Yeşil Başkenti ise henüz yabancı olduğumuz bir kavram zaten çok da yeni. Avrupa Komisyonu, daha yeşil (belki de çevreci demeli) kentler yaratmak için bu ödülü 2010 yılından itibaren vermeye başlamış. Amaç diğer Avrupa kentlerine örnek olabilecek şehirleri ön plana çıkartmak, yaşam kalitesini yükseltmek. Ödüle heveslenen kentlerin iyi çevresel standartlara sahip olması yetmiyor bunu uzun yıllardır sürdürüyor olması şart. Basitçe söylemek gerekirse, trafik sorunu kötüleşmeyecek, hava kalitesi düşmeyecek. İyi özellikler korunacak, kötü özellikler ise düzeltilecek.

Bu yazımı özellikle “Avrupa Yeşil Başkenti” ödülüne ayırmak istedim çünkü 2014 yılı için Türkiye'den de iki kent ödüle talip. 2010'da İsveç'ten Stockholm, 2011'de Almanya'dan Hamburg, 2012'de İspanya'dan Vitoria-Gasteiz ve 2013'de Fransa'dan Nantes'ın aldığı bu ödüle 2014 yılı için Bursa ve Trabzon da göz dikmiş. Griesshaber'in Hamburg sunumunu dinledikten sonra Bursa ve Trabzon'un şansı konusunda kafamda birçok soru işareti oluşsa da, iki kentin "çıldırmak" yerine "yeşermeyi" amaçlayan idealler peşinde koşmasından mutluluk duydum. Gelelim Hamburg'a...

Su şebekesinde kayıp oranı sadece yüzde 4
Yeşil Başkent olmayı amaçlayan kentlerin öncelikle ciddi iklim hedefleri belirlemeleri şart. Hamburg'un 2020 yılında karbondioksit emisyonlarını 1990'a göre yüzde 40, 2050'de ise yüzde 80 oranında azaltma hedefi var. Dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşıyor ve dünyada seragazlarının yüzde 80'e yakını kent ve kentle ilişkili üretim çabaları sonucu ortaya çıkıyor. Sadece iklim değil tabi. Hamburg kişi başına düşen yeşil alan büyüklüğü, su tüketiminin azlığı gibi konularda da öne çıkıyor. Kentin yüzde 40'ı park, orman ve insanların tarım yapabildikleri kent bahçelerinden oluşuyor. Hamburg'ta BM Kültür Mirası kapsamında bir park bile var. Kentte kişi başına düşen su tüketimi günde 110 litre. 1997'de bu rakam 125 litreymiş; gelişmek için daha fazla tüketmek gerektiğini söyleyenler duysun! İstanbul içinse 150 ile 200 litre(1) gibi rakamlar veriliyor. İstanbul'da şebeke kaybı için yüzde 25'lerden, başka iller içinse yüzde 70'lere varan rakamlardan bahsediliyor. Hamburg'ta rakam net ve sadece yüzde 4! Helsinki de bile bu yüzde 40'ları buluyormuş.

Almanya'nın ikinci büyük kenti
Metro hatları, bisiklet yolları, yayalara ayrılmış kent merkezleri, pasif binaları, eko mimari örnekleriyle Hamburg bugünün büyük kentleri için örnek bir model. Yeşil Başkent için yapılan sıralamada belli kıstaslar var. Hamburg atık su, iklim ve çevre yönetimi konularında Avrupa'nın en iyisi. Ulaşımda Amsterdam, temiz havada Oslo, gürültü kirliliğiyle mücadelede Stockholm ilk sırada. Hamburg çok küçük bir yer de sayılmaz. 4 milyon 300 bin nüfus ve bunun 1 milyon 800 bini kent merkezinde yaşıyor. Endüstri ve ekonomi merkezi, Avrupa'nın üçüncü büyük limanı. 500 büyük endüstriyel şirkete ve artan bir nüfusa ev sahipliği yapıyor. Almanya'nın ikinci, Avrupa'nın 13. büyük kenti. Daha fazla yazmaya gerek yok sanırım.

Yavaş kent kadar yeşil kent de lazım
Türkiye'de Seferihisar'dan sonra Gökçeada, Taraklı, Akyaka ve Yenipazar “aheste şehir” (yavaş şehir) hareketine katıldı. Bazı tereddütler olmakla birlikte olumlu bir başlangıç ancak bizim sorunumuz büyük kent takıntısında ve dolayısıyla büyük kentlerde. Mevcut sorunlarını bile çözmekten aciz olduğumuz bu kentleri büyütmek yerine yeşertmeye ihtiyacımız var. Almanya ve Türkiye'nin ekonomik ve sosyal koşulları tabi ki farklı ama bugün başta İstanbul olmak üzere kentlerimizin yaşanılabilirlik açısından dünyadaki benzerlerinin çok gerisinde yer almasının bahanesi yok. Hamburg örneğini bu yüzden kaleme aldım. Önce fikir olacak ki, o fikri hayata geçirmek için eylem ardından gelsin.

Yeşil ekonomi konferansının enerjiden ekonomiye kadar başka çıktıları da var.
Onlar da bir başka yazıya artık.

http://www2.cevreorman.gov.tr/OtellerdeVerim.html

HES mağdurları AKP'ye kızgın

“Başbakan seçim meydanlarında elinizi vicdanınıza koyup oy verin diyordu. Bu HES'ler yapıldıktan sonra O (Başbakan) elini vicdanına koyup buradan oy istesin”.

Özgür Gürbüz-Birgün / 23 Ekim 2011

Bir hafta önce Erzurum'un Tortum ilçesindeydim. Kırsal Kalkınma Girişimi'nin toplantısına katıldım ve dilim döndüğünce Türkiye'nin enerji alanında yaşadığı sorunları anlattım, çözüm önerilerimi 

Çoruh'da bir HES inşaatı
paylaştım. Tarımla uğraşan, susuz bir hayatı düşünemeyen bu dostların HES'ler (hidroelektrik santrali) hakkında neler düşündüklerini de öğrenme fırsatım oldu. Çoruh'taki inşaatlar hızla sürüyor. Dere dev kayalardan ve dozerlerden geçilmiyor. Yusufeli izlenimlerini bir başka yazıya bırakıp, Tortum'da HES'le yatıp HES'le kalkan köylülerin tasalarını, bölgede değişen politik havayı dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Erzurum, Türkiye'de HES sorununu en çok hisseden illerden biri. Enerji Piyasası Denetleme Kurulu'nun (EPDK) istatistiklerine göre yapım halinde 600 HES var. Bunların yüzde yüzde 40'ı Karadeniz'de. Doğu Anadolu'da ise 110 HES inşaatı var ve bunların üçte biri Erzurum'da. Son günlerde Tortum ilçesinin Bağbaşı beldesindeki HES ayaklanması medyaya yansımıştı. 17 yaşındaki Leyla ve hidroelektrik santrale karşı çıkanlara verilen konuşma yasağı akıllara durgunluk verecek nitelikteydi. Bu köşede “Dilini de kesseydiniz” başlığıyla yazdık.

Uzundere'ye vardığımızda ilk kötü haber Bağbaşı'ndan geldi. Açılan yedi davanın hepsi kaybedilmiş, hemen ardından iş makinaları, anlatıldığına göre 800 polis eşliğinde beldeye girmiş. Bağbaşı'nda hemen hemen herkese ceza almış, ikinci bir cezada hapse atılmaları söz konusu. Bu nedenle köylüler ağlayarak izlemiş olan biteni. Uzundere'ye gelen bazı yöre sakinleri hayatlarında ilk kez çevik kuvvet gördüklerini anlattı. Biraz zaman darlığı, biraz Yusufeli programının uzaması yüzünden Bağbaşı'na gidemedik ama hemen yanındaki Dikmen'de köylülerle sohbet ettik. Durum orada da aynıydı. Zaten gittiğimiz hemen hemen her köyde belanın adı HES.

Pekmezi kavaktan yapmıyoruz
Dikmen'in içinden geçen dere köyün her şeyi. 180 hanenin geçim kaynağı su. Dere kenarındaki küçük topraklarda meyve ve sebze üretiliyor. İklim buralarda Erzurum'dan farklı, neredeyse her şey yetişiyor. Yusufeli'ye doğru giderseniz zeytin bile var. Köyde, Şakir ve Zakir Coşkun kardeşlerle konuşuyoruz. Şakir, köyün üç kilometre yukarısında, Serdarlı beldesinde bir HES projesi olduğunu söylüyor. Makinalar köye ilk, bundan iki yıl önce gelmiş, halk istememiş. “Gidin dedik” diyor, hukuki süreç başlattıklarını anlatıyor. Biraz da itiş kakışla inşaat geciktirilmiş. Şakir, “Daha önce jandarma geliyordu, şimdi çevik kuvvet geliyor. Bizim halkımız zaten fazla taşkınlık yapmaz. Bayanlar itiraz ediyor ama onların sayısı da çok değil. Fazla taşkınlık yapanları gözaltına alıyorlar” diyor. Kendisi çiftçi. Bir günlük sigortam yok diye yakınıyor. Haklı çünkü bölge ovalık değil. Dere kenarındaki topraklar karış karış değerlendirilerek tarım yapılıyor.

Şakir ÇED raporlarından şikâyetçi. “Raporlarda burada sadece söğüt, kavak var denmiş. Hâlbuki tam tersi. Vişne, elma, armut, dut... Pekmez yapıp satıyoruz duttan. Pekmezi kavaktan yapmıyoruz herhalde” diyor. İki kardeşe Bağbaşı'ndaki direnişe desteğe gidip gitmediklerini soruyorum. Hepimiz biriz diyorlar ama köyler arasında birbirine destek olan az. Herkes kendi köyünü kurtarmaya çalışıyor. Bağbaşı'ndan gelen kötü haber onların da moralini bozmuş. Daha umutsuzlar. Zakir köyden göç edip İzmir'e gideli çok olmuş, yazları ziyarete geliyor. Şakir ise HES yapılırsa kendisine de göç yolunun gözükeceğini söylüyor. O da konuştuğumuz hemen hemen herkes gibi şirketin taahhüt etiği can suyunu bırakacağına inanmıyor.

HES'ler parti değiştirtiyor
Türkiye'de genelde çevre sorunları politikadan bağımsız kabul edilir; sorunların çözülememesinin asıl nedeni de budur. Tortum'da beni en çok şaşırtan ve umutlandıran politika ile çevre sorunları arasındaki 

Mahkeme kararıyla suyuna kavuşan
Tortum şelalesi
bağın kurulmaya başlanmasıydı. Bölgede neredeyse herkes AKP'ye oy vermiş. Bağbaşı'nda belediye başkanı ve meclis üyeleri partiden istifa ettiler. Bazıları CHP'ye geçmiş. Dikmen'de konuştuğum iki kardeşten Zakir MHP'li, Şakir ise AKP'liymiş. Köy, referandum ve seçim öncesi sandığı boykot etmeyi de konuşmuş ama başaramamış. Bazıları, “ne alakası var”, bazıları da “başka partiye verirsek daha fazla tepki alırız” demiş. Kimileri de, “bu vadiyle AK Parti'nin oyu değişmez” diyerek sandıkta protestoyu önlemiş.


Tortum'daki politik havayı anlatması için son söz Şakir Coşkun'un: “Bizim bölge genelde sağ partilere oy verir. Dinden falan değil, ülkeyi kimin daha iyi yöneteceğine inanırsa ona oy verir. Yoksa Necmettin Erbakan'a oy verirdi; vermedi. Ben ileriki seçimde hükümetin bunun cezasını çekeceğini düşünüyorum. Başbakan seçim meydanlarında elinizi vicdanınıza koyup oy verin diyordu. Bu HES'ler yapıldıktan sonra O (Başbakan) elini vicdanına koyup buradan oy istesin. O zaman vatandaş elini vicdanına koyup oy verecek. Halk bu kadar sana inanmışken... Ben de Ak Partiliyim ama bundan sonra AK partili olmam zor. Su giderse Ak Parti'yi biz kaybederiz, Ak Parti de bizi kaybeder”.

2. Yesil Ekonomi Konferansı yerel yönetimlere odaklanıyor

2008 yılında büyük bir çöküş yaşayan dünya ekonomisi toparlanma sürecini atlatamadan yeni bir krizle karşı karşıya kaldı. Ekonomik krizin ne kadar süreceği belli değil. Mevcut ekonomik sisteme alternatif arayışları içerisinde yeşil ekonomik model sık sık gündeme geliyor. Yerel yönetimler, kimi zaman unutulsa da, mevcut ekonomik sistemin önemli bir parçası. 22 Ekim 2011 tarihinde İstanbul’da düzenlenecek 2. Yeşil Ekonomi Konferansı bu kez yerel yönetimlere odaklanıyor. Konferansın ana teması “Yerel, Yeşil Seçenekler

Yeşil Düşünce Derneği ile Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin birlikte düzenlediği bu toplantının bir özelliği de Türkiye’yi, Avrupa Komisyonu tarafından 2010 yılında hayata geçirilen “Avrupa Yeşil Başkenti” girişimiyle tanıştırması. Hamburg Kentsel Gelişim ve Çevre Bakanlığı’ndan Dr. Dirka Griesshaber konferansın ana konuşmacısı. Griesshaber aynı zamanda 2011 yılında Avrupa’nın Yeşil Başkenti seçilen Hamburg’un ilgili ekibinde yürütme kurulu üyesi.

Toplantıda yeşil belediyelerin unsurlarını oluşturan birçok konu ekonomik boyutuyla birlikte ele alınacak. Ulaşımdan enerjiye, mimariden kent ve bölge planlamasına, sorumlu turizmden kentsel dönüşüme, kent tarımından kırsal kalkınmaya kadar birçok başlık Türkiye’den örneklerle anlatılacak ve tartışılacak. Toplantının ilk günü “Ekümenopolis” filmi ile son bulacak. Toplantının ikinci gününde ise yeşil ekonomiyle ilgilenen akademisyenlerle STK temsilcileri bir araya gelecek. Konferans boyunca İngilizce-Türkçe eş-zamanlı çeviri yapılacak.

Toplantı programı için:
http://www.yesilekonomi.org/

Steve Jobs'a Doğu'dan bakmak

Görmek ya da görmemek, umursamak ya da aldırmamak; tercih sizin. Zehirli elmayı Batı'dan mı ısırmak istersiniz yoksa Doğu'dan mı?

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Ekim 2011

Bundan çok değil bir beş, on yıl önce 'elma' dendiğinde akla Amasya gelirdi. Bu günlerde her şeyin İngilizcesi moda. Elma denince akla İngilizce karşılığı 'apple', 'apple' denince de akla 'iphone', 'mac' ve türevleri geliyor. Apple'ın fikir babası Steve Jobs'un ölümü üzerine çok söz söylendi. Çoğu yazılar övgü doluydu. Jobs'u dahi, yarattıklarını da hayat kurtaran teknolojik aletler olarak tanımlıyorlardı. Tartışılır tabi... Steve Jobs'un ölümünün ardından yazılan yazılarda vurgu yapılan bir başka konu ise sürdürülebilirlikti. Daha çevreci ürünler, üretim sırasında daha az enerji harcanması, hepsi Jobs'un ve Apple'ın hanesine olumlu puan olarak yazıldı. Apple gerçekten çevreci mi? Bu sorunun yanıtı Jobs'a nereden baktığınız ve dünyanın hangi tarafında yaşadığınıza göre değişir.
Pekin'deki elektronik marketinde işçiler - Ö. Gürbüz

Önce Jobs'un yarattığı Apple'a Batı'dan bakalım. 2006 yılında aralarında Greenpeace (Yeşilbarış) örgütünün de bulunduğu birçok kuruluş Apple'ı bilgisayarlarındaki toksik maddeler, enerji kullanımı ve birçok nedenden ötürü eleştiri yağmuruna tuttu. Apple bu uyarıları ciddiye aldı. Örneğin, ekranlardaki katot ışınlı tüplerde bulunan kurşun miktarını 1360 gramdan önce 484'e, sonra da 1 grama kadar indirdi. Kullanılmış bir bilgisayar doğaya bırakılırsa içindeki kurşun nedeniyle çevreye ciddi zarar verebilir. Apple, sattıkları elektronik ürünlerin çöpe ve dolayısıyla doğaya bırakılmaması için geri dönüşüm hedefleri koydu. Ürünlerin kullanım ömrü yedi yıl olarak hesaplandığı için hedefler de ona göre belirlendi. Steve Jobs, 2010'a gelindiğinde 2003 yılında satılan Apple ürünlerinin yüzde 30'ı kadar ağırlıkta elektronik aletin geri dönüştürülmesini hedefledi. Apple bu hedefi 2009'da ikiye katladı ve yüzde 66 gibi bir orana ulaştı. Bunun için eski ürünleri geri getirenlere hediye çeki verilmesi gibi birçok kampanya hayata geçirildi. Daha basit önlemler de alındı. Ambalajlar küçültülerek israf önlendi. Nakliye sırasında daha çok ürünün aynı araçla taşınması sağlandı ve yakıt tasarrufu ile küresel ısınmaya yol açan emisyon salımı sınırlandırıldı. Yeni elektronik aletler daha az elektrikle aynı işi yapacak şekilde tasarlandı. Tüm bunlara rağmen Yeşilbarış'ın listesinde Apple'ın hala orta sıralarda yer aldığını belirtmeden geçmeyelim ki, “daha ne olsun” demeyin. Listenin de yine bir Batılı sivil toplum örgütü, Greenpeace tarafından hazırlandığını, kıstasların bu bakış açısıyla hazırlandığını da unutmayın.

Batı'dan baktığınızda görünen bu ancak Doğu'ya gittiğinizde, Batı'da konuşulmayan başka sorunlar olduğunu görüyorsunuz. Örneğin, Çin’in Shenzhen kentinde Apple deninca akla elmadan çok intihar eden işçiler geliyor. Çin’in en önemli üretim merkezlerinden Shenzhen Özel Ekonomi Bölgesi, 2010 yılında ücret artışı isteyen işçi eylemlerine sahne olmuştu. Toyota ve Honda fabrikalarındaki eylemler ve Foxconn’da çalışan 12 işçinin intiharı kamuoyunun dikkatini bölgeye çekmişti. Foxconn, birçok büyük firmanın olduu gibi iPhone ve iPad’in dünyadaki en büyük imalatçısı. İntihar olaylarından önce Foxconn’un montaj hattında çalışan bir işçi ayda 900 yuan alıyordu. Bizim paramızla 260 liraya denk düşüyor. Ucuzundan bir tabak Çin makarnasının 5-10 yuan arasında değiştiğini düşünürseniz bu para Çin için de çok değil. Grevler ve intiharların artması nedeniyle aylık ücretlere de zam gelmiş ve maaşlar Ekim 2010'dan itibaren 2 bin yuana kadar çıkmıştı. Psikiyatristler fabrikada çalışmaya başladı, müzik yayını devreye girdi. Çalışanlar daha fazla sosyalleşmeleri için 50'şerlik gruplara ayrıldı. Foxconn'un Shenzen'de 400 bin çalışanı var. Çin genelinde 800 bin. Apple gibi dünyanın en büyük elektrik devleri için montaj hattının başından kalkmadan çalışıyorlar. Aralarında Çin'in kırsal alanlarından gelen ve 'göçmen işçi' denilen çalışanlar da var. Dev yatakhanelerde kalıyorlar. Çoğu yılda bir kez, Çin'in yeni yılında ailelerinin yanına gidebiliyor. O tarihlerde tren garları, sırtlarında yorganlarıyla seyahat eden Çinlilerle dolup taşıyor.

Montaj hatlarında çalışanlar bilirler, zaman geçmek bitmez. Hayatımın altı yılını fabrikalarda geçirdim. Çalıştığım ilk fabrika dondurma külahı üretiyordu. İşbaşı yaptığım ilk geceyi hiç unutamam. Hat çok hızlı değildi ama beş saat boyunca etrafınızda konuşacak kimse olmayınca zaman geçmek bilmezdi. Kendimi şarkılara verdim. Külahları paketlerken bir yandan da yüksek sesle şarkı söylüyordum. Makinaların sesi benim sestimi bastırıyordu. Bora Ayanoğlu'nun Fabrika Kızı'nı biraz değiştirip, “Fabrika'da külah yapar, sanki kendi yalar gibi” diye değiştirip söylemiştim. Montaj hattında işçi olmak zordur, insanı böyle saçmalatır. En kötüsü de tüm hayatınızın orada geçeceğini fark ettiğiniz andır. O an gelirse insan intihar da eder, çıldırır da.

Batı'nın çevreye saygılı, tüketici şikayetlerine duyarlılıkla yanıt veren Apple'ı, Doğu'da işçileri kötü koşullarda, az paraya çalıştıran taşeron firmaların işvereni. Çünkü Batı Doğu'yu görüyor, Doğu Batı'nın dilinden konuşmuyor. Küreselleştiğini sandığımız dünyada körler sağırlar birbirimizi ağırlıyoruz. Apple ya da başkası, aldığınız ürünün çevre dostu sayılması, ticari saygınlığı ürüne göre değil aslında sizin durduğunuz yere hatta politik görüşünüze göre değişiyor. Görmek ya da görmemek, umursamak ya da aldırmamak; tercih sizin. Zehirli elmayı Batı'dan mı ısırmak istersiniz yoksa Doğu'dan mı?

Kirletene teşvik koruyana gazoz

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2011

Yatağan Termik Santrali - Özgür Gürbüz
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) Baş Ekonomisti Fatih Birol salı günü yaptığı açıklamada fosil yakıtlara verilen sübvansiyonların tutarını açıkladı. 2010 yılında fosil yakıtların, yani petrol, kömür ve doğalgazın üretimi ve tüketimini desteklemek için tüm dünyada 409 milyar dolar sübvansiyon verilmiş. Kullanıldıkları yerlerde hava kirliliğinden asit yağmurlarına kadar çeşitli çevre sorunlarına neden oldukları gibi küresel iklim değişikliğinin de başlıca sorumlusu bu fosil yakıtlar. Birol, nükleer santrallere verilen rakamdan bahsetmemiş. Amerika'dan bir örnek verelim. 1943 ile 1999 yılları arasında ABD'de nükleer, rüzgâr ve güneşe 150 milyar dolar sübvansiyon verilmiş. Bunun yüzde 95'i nükleer enerjiye gitmiş*.

Fosil yakıtlara verilen teşvikler aslında enerji sektöründe karanlık kalmış birçok noktayı aydınlatıyor. Yatırımlarının büyük bir bölümünü kömür, petrol, doğalgaz ve nükleere yapmış şirketlerin, hükümet politikalarında ne kadar etkili olduklarını gösteriyor. Yoksa, bütün dünya iklim değişikliğini konuşurken, başta Avrupa’daki ülkeler olmak üzere seragazı emisyonlarını düşürmek için hedefler belirlenmişken, küresel ısınmaya neden olan fosil yakıtların hem üretimi hem de kullanımına mali destek verilmesi nasıl açıklanabilir? Bu mali destekler, aslında bize nasıl yalan söylendiğini de gösteriyor.

Fosil yakıtlara verilen teşvikler, özellikle ülkemizde sık sık kullanılan, “temiz enerji kaynakları pahalı” argümanının koca bir saçmalık olduğunu gösterme açısından da önemli. Güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynakları için, bu kaynaklardan üretilecek elektrik enerjisine belli bir süre boyunca alım garantisi verilmesi istenince fosil yakıt üreticileri hemen ayaklanıyor. “Ucuz dediğiniz temiz enerji için bir de teşvik istiyorsunuz” diye suçlamalarda bulunuyorlar. Yine aynı şirketler, “kömüre, petrole ve doğalgaza karbon vergisi eklenmeli, kirleten bedelini ödemeli” dendiğinde ise ortada yoklar. Görünen o ki, fosil yakıt üreticileri bir yandan sorgusuz sualsiz kirletmek, bir yandan da hükümetlerden milyarlarca dolar teşvik almaya devam etmek istiyorlar. Bu firmaların çoğu serbest piyasa şiarını dillerinden düşürmüyor. Hâlbuki gerçek bir rekabet bile işlerine gelmiyor. Siz doğayı kirletmemek için teknoloji geliştireceksiniz, haliyle daha pahalıya (en azından ilk başta) üretim yapacaksınız, diğer taraf ise bütün çöpünü, atığını hiçbir kısıtlama olmadan doğaya bırakacak ve üstüne üstelik ben senden daha ucuza üretiyorum diyecek. Ödediğimiz vergiler yağma Hasan'ın böreği mi?

Peki, ne yapılmalı? Fosil yakıtlara verilen teşvikler derhal durdurulmalı. Daha sonra sosyal maliyet dediğimiz kalem, maliyet hesaplamalarına dâhil edilmeli. Sosyal maliyet, o sanayi tesisisin üretimi sırasında doğaya ve canlılara verdiği zararın ekonomik değerini ifade ediyor. Bir fabrikanın atıklarının öldürdüğü balıkların maddi değeri veya hasta ettiği insanların tedavi masrafları, o tesisin üretim maliyetine ekleniyor ve böylece gerçek maliyet bulunmaya çalışılıyor.

Kömür rüzgârdan 96 kat daha tehlikeli
Bir kömür santralini örnek alalım. O santralin üretimi boyunca atmosfere bıraktığı her gram seragazı emisyonunu vergilendirelim. Kirletenle kirletmeyen bir olmasın. Enerji santrallerinin 1 kilovatsaat (kWs) elektrik üretimi için ne kadar seragazı saldıklarına dair elimizde birçok çalışma var. Benjamin K. Sovacool’un çalışmasında, rüzgâr santrallerinin 1 kWs elektrik üretmek için atmosfere 10 gram kadar karbondioksit eşdeğeri seragazı saldıkları hesaplanmış. 1 kWs elektriği kömür santralinde üretirseniz bu rakam 960 gram. Yani elektriği kömürden üretmek, rüzgâra göre küresel ısınmaya 96 kat daha fazla neden oluyor. Tabi, küresel ısınmaya neden olmanın cezalandırılmadığı Türkiye'de bu veri hiçbir anlam ifade etmiyor. Avustralya’da hayatı geçirilen uygulama bizde de olsa, bu firmalardan karbondioksitin tonu başına 23 dolar karbon vergisi alınacak. İşte kirletene teşvik böyle veriliyor; cezalandırmayarak. Örneğin Sinop-Gerze'de kurulmak istenen termik santral yılda 7 milyon tona yakın seragazı salacak. 2009 yılında tüm Türkiye'nin emisyon miktarı 369 milyon tondu. Gerze'deki santral Türkiye'nin toplam emisyonlarının yüzde 2'sini üretecek ama kuruş ceza ödemeyecek!

İşin ekonomisini bir kenara bırakalım. Dünyada 1 milyar 400 milyon insan var ve bu insanların evlerinde elektrik yok. UEA, 2030 yılına kadar bu insanların evine elektrik getirmek için her yıl 36 milyar dolar harcanması gerektiğini söylüyor. Fosil yakıtlara her yıl verilen 409 milyar dolar teşviki hatırlayın. Kömüre, petrole ve doğalgaza verilen sübvansiyonların sadece 10’da biri bu sorunu çözebilir. Dahası var. Böyle giderse, fosil yakıtlara verilen destekler 2020’de 660 milyar doları bulacak. Gayri safi küresel hâsılanın yüzde 0,7’si, bizi her gün ağır ağır öldüren bu kaynaklara verilecek. Hâlbuki iklim değişikliğini durdurmak için gayri safi küresel hâsılanın yüzde 2’sinin bu işe ayrılması lazım. Fosil yakıtlara verilen destek çekilince belki yüzde 1 bile dünyayı kurtarmaya yetecek. Görülüyor ki, “iklimi kurtar” diyen çevrecilere çok para istiyorsunuz yanıtını veren gelişmiş ülkeler, “bize teşvik ver” diyen kömürcülere karşı pek bir cömertler.


Renewable Energy Policy Project “Federal Energy Subsidies: Not All Technologies Are Created Equal” (July 2000).

Elektromanyetik alanlar ne kadar tehlikeli?

İstanbul, 7-8 Ekim 2011 tarihlerinde elektromanyetik alanlarla ilgili önemli bir sempozyuma ev sahipliği yapacak. Elektrik Mühendisleri Odası, İstanbul Tabip Odası ve İstanbul Barosu`nun birlikte düzenlediği "Elektromanyetik Alanlar ve Etkileri" başlıklı sempozyumun amacı; elektromanyetik alanların çevre, halk sağlığı üzerine etkileri ve hukuksal boyutları konusunda üniversiteler, kamu kurumları, sivil toplum örgütleri, kişilerin güncel ve bilimsel bilgilerini aralarında ve toplumla paylaşacağı ve irdeleyeceği bir ortam oluşturmak.

Cep telefonları, baz istasyonları, elektrikli ısıtıcılar, kablosuz internet ağları, mikrodalga fırınlar, saç kurutma makinaları ve bilgisayarlar gibi birçok elektrikli alet sağlığımızı ne kadar etkiliyor? Bu aletler olmadan yaşamak mümkün mü? Elektromanyetik radyasyondan nasıl korunabiliriz? Bu ve benzeri sorulara yanıt arayanlar için Yıldız Teknik Üniversitesi'nde düzenlenecek bu iki günlük konferans kaçırılmaması gereken bir fırsat. Daha detaylı bilgi için: http://emanet.emo.org.tr/ adresini ziyaret edebilirsiniz.

Dilini de kesseydiniz!

Özgür Gürbüz-BirGün / 2 Ekim 2011

Anadolu Grubu'nun Gerze'de termik santral kurmak için kolluk kuvvetlerinin desteğiyle Yaykıl köyüne girmeye çalıştığı sıralarda Erzurum'un Tortum ilçesinde yapımı süren hidroelektrik santrala (HES) karşı da eylem vardı. Oturma eylemi sırasında Tortum'da da arbede çıktı. 15 kişiye kolluk kuvvetlerine fiili mukavvemet suçundan kişi başına 250 TL para cezası verildi. Aralarında 17 yaşındaki Leyla da vardı. Onun cezası sanırım hukuk tarihine kara harflerle geçecek. Leyla'nın HES konusunda faaliyet gösteren çalışma alanlarına girmesi ve HES’lere karşı eylemlerde bulunan kişilerle ilişki kurması da yasaklandı. Leyla diyor ki, “Bundan sonra eylemlere katılırsam tutuklanma ihtimalim var. Ben de verilen cezaya saygı gösterip eylemlere katılmayacağım. Benim tek üzüntüm jandarmanın bana taş attığım yönünde iftirada bulunması”.

Leyla'nın neredeyse tüm ailesi ceza aldı. Evinde 7 ve 14 yaşlarındaki iki kardeşi dışında herkes cezalı. Şimdi Leyla ne yapacak? Evi terk mi edecek? Annesi ve babasıyla konuşmadan, küs gibi mi yaşayacak? Böyle ceza olur mu? İleri demokrasilerde oluyor demek. 17 yaşındaki Leyla'nın sözlerinden bu kadar mı korkuyorsunuz? Oldu olacak dilini de kesseydiniz!

Bu Leyla'nın öyküsü. Bir de Volkan Özcan'ın öyküsü var. Volkan 1990 doğumlu, 21 yaşında. Sinop Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Elektrik bölümü üçüncü sınıf öğrencisi. Okuyor diyemiyorum çünkü şu sıralar okula gidemiyor; hapiste. Gerze Cezaevi'nde yatıyor. Suçu doğduğu kent Gerze'de kurulmak istenen termik santrale karşı çıkması.

Volkan'ın tutuklanma öyküsü de bir garip. Gerze'de neler olduğunu hatırlayıverin. 5 Eylül günü Anadolu Grubu'na (Efes, Mc Donald's vs.) ait sondaj ekipleri ellerinde sondaj yapmak için İl Özel İdare'den alınması gereken izin olmadan Yaykıl köyüne girmek istiyor. Aynı şirket yer lisansı almadan üretim lisansı almış. Üretim lisansı da Danıştay'dan dönmüş. Buna rağmen kolluk kuvvetleri köylünün değil de şirketin yanında saf tutuyor. Köylüler direniyor, yollara kendilerini set çekiyorlar. İtilip, kakılıyorlar ama yeri göğe çıkaracak o aletlere izin vermiyorlar. Volkan da orada. Sondaj makinalarının köye başka bir noktadan girmeye çalıştığı haberini alınca soluğu otobanda alıyor. Arkadaşlarıyla yolun karşısına geçmeye çalışırken karşıya geçmeye çalışan yaşlı birine yardım için Volkan yavaşlıyor. O sırada üç polis Vollkan'ı alıp götürüyor. Suçu attığı taş ile bir kadın polisin başını yarmak. Volkan atmadım dese de nafile. Kelepçeleniyor. Tekme, tokat ve küfür... Volkan olayı böyle anlatıyor. O da Leyla gibi kendisine iftira atıldığını söylüyor.

23 Ağustos ve 5 Eylül tarihlerinde çıkan olaylara bizzat tanıklık eden Avukat Cömert Uygar Erdem hukuka aykırılığa dikkat çekiyor. Erdem, “Volkan'ı iki suç şüphesi ile göz altına aldılar. Kadın polis memurunun başının yarılması ve polise görevini yaptırmamak. Kadın polis ifadesinde kim olduğunu hatırlamıyorum arkadaşlarım Volkan dediler diyor. Volkan kasten yaralama suçuyla ilgili ifadesi alınırken video görüntüleri yoktu. Sadece iki polis tanık var. Yaralama suçunu ispat edemedikleri için Volkan polise görevini yaptırmamak suçundan tutuklandı. Tutuklamaya gerekçe yazarken dosyaya, toplanacak delillerden sonra şüphelinin işlediği suçun niteliğinin şüphelinin aleyhine değişme ihtimalinin bulunması diye yazıldı. Bu yapılan CMK'nun 100. maddesine aykırı” diyor. Ben bu cümleden şunu anlıyorum. Her an delil bulabiliriz, ha çıktı ha çıkacak! Siz ne anlıyorsunuz? Erdem, “Anayasa'nın 56. maddesi çevreyi koruma bir haktır ve vatandaşa yüklenmiş bir ödevdir. Bu insanlar aslında üzerine düşeni yapıyorlar, bunu yapmamaları aslında suç” diye de ekliyor.

Volkan 24 Eylül tarihinde dostlarına bir mektup yazmış. Feyzbuk'ta “Yaykıl direnişinin simgesi Volkan'a özgürlük” adıyla açılan sayfadan aldım. Bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim: “...Allah kimseyi buraya düşürmesin gerçekten bazen çok sıkıcı oluyor. Bir an önce mahkeme gününün gelmesini bekliyorum. ...Lale Abla kitap için teşekkür ediyorum uzun zamandır kitap okumamıştım iyi geldi, çok güzel bir kitap. Canan Abla ve Şule Abla gelince sizin evin elektrik işini yaparım merak etmeyin. Şükrü, eski okul arkadaşım, yoldaşım sen nasılsın? Bak, herkes sana emanet. Çadırda semaverde çayları güzel yap, yokluğumu çaktırma. İlk fırsatta yanına geleceğim inşallah, merak etme. Şengül Abla, Lale Abla sizleri sok seviyorum ama her hafta gelmeyin sizden ayrılınca kendimi kötü hissediyorum”.

Sinop'ta termik santrala, Erzurum, Hopa ve Trabzon'da HES'e yapılan itirazlar yöre halkının deresine, toprağına sahip çıkma konusundaki kararlılığını gösteriyor. Hükümet sorunu çözemiyor. Tortum Bağbaşı'nın AKP'li belediye başkanı ve dokuz meclis üyesinin istifası da bunun kanıtı. Yöre insanının rızasını almadan, deredeki balığın, o dereden su içen ayının hakkını, canını düşünmeden yatırım yaptığını söyleyenleri ne bu halk ne de gezegen affeder. Kalbiniz kararmaya görsün. Kalbi kararanın gözleri de görmez. Gündüzü gece olur.


Not: Elektrik Mühendisleri Odası, 7-8 Ekim tarihlerinde İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Elektromanyetik Alanlar ve Etkileri başlıklı bir sempozyum düzenliyor. Geçen haftaki yazımızda bu tehlikeye dikkat çekmiştik, bilgi almak için önemli bir etkinlik.

Hamileler elektromanyetik alanlardan uzak dursun

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Eylül 2011

Hayatımız elektromanyetik alanlarla çevrili. Hatta o alanların içinde yaşıyoruz demeli. Her gün elektromanyetik radyasyona maruz kalıyoruz. Baz istasyonları, kablosuz internet ağları, yüksek gerilim hatları, elektrikli süpürgeler, fırınlar ve saç kurutma makinaları... Bilgisayar ekranları, televizyonlar, cep telefonları ve sayıları günden güne artan elektrikli infrared ısıtıcılar. Liste uzun ama bunlar ilk aklıma gelenler. Hayatınızı kolaylaştırdığını düşündüğünüz bu araçların her biri aynı zamanda sağlığınız için birer tehlike.

Bu aletlerin insan vücudu üzerindeki etkileri birbirinden farklı. Örneğin saç kurutma makinalarının yarattığı elektromanyetik alanın şiddeti yüksek ama genelde saç kurutma makinasını çok uzun süre çalıştırmıyoruz. Çalıştırmamalıyız da. Özellikle yatmadan önce kullanılmaması tavsiye ediliyor. Bir berberde çalışıyorsanız kurutma makinasının size etkisi çok daha ciddi boyutlarda olabilir. Baz istasyonları hem güçlü hem de sürekli çalışıyor. Birçok kişi mikrodalga fırınlar çalışırken yakınında duruyor; halbuki 1-2 metre uzağında durmalısınız. Lokanta ve kafelerde mikrodalga fırın kullananların yiyecekleri ısıtırken ellerini fırının üzerinde tuttuklarını bile gördüm. Kansere davetiye çıkarıyor bu alışkanlıklar. Elektrikli traş makinası gibi alternatifi olan bazı aletleri de terk edin. Cep telefonları ise belki de artık en zoru. Sık sık kullanılıyor.

Astıma yakalanma riski 3,5 kat artıyor
Bugün bahsedeceğim konu daha çok hamile kadınları ve onların dünyaya getirmeye hazırlandıkları bebekleri ilgilendiriyor. ABD'nin Oakland kentinde yapılan yeni bir araştırmanın sonuçları elime geçti. Araştırmaya göre, hamilelik döneminde 24 saat için ortalama 2 mG (miliGaus) değerinde manyetik alan şiddetine maruz kalınırsa, doğan çocuğun 13 yaşına geldiğinde astım hastası olma olasılığı 3,5 kattan fazla artıyor. Bu çalışma Amerika Tıp Derneği'nin Pediyatrik Arşivi ve Genç İlaçları adlı yayınında yer aldı.* Bu dereceyi daha rahat anlamanız için şöyle bir örnek verebilirim. Elektrik iletim hatlarının 40 metre yakınında yaşıyorsanız bu şiddette bir manyetik alana maruz kalıyor olabilirsiniz.

Araştırma 626 çocuk üzerinde yapılmış. Bu çocuklar doğumdan sonra 13 yıl izlenmiş. Hamilelik sırasında da tüm annelerin maruz kaldıkları manyetik alan şiddeti sayaçlarla sürekli ölçülmüş. Manyetik alan şiddetindeki her 1 mG artış, astıma yakalanma şansını yüzde 15 arttırmış. Sağlaması da yapılmış. Düşük şiddette manyetik alana maruz kalan annelerin (0,3 mG'dan düşük) çocuklarının astım hastası olma şansı, 2 mG'dan fazla şiddete maruz kalan annelerden 3,5 kat daha az. Amerika Ulusal Kanser Danışma Kurulu üyesi Jonathan Samet, çalışmayı yankı bulması gereken bir araştırma olarak niteliyor. Samet, Mayıs ayında cep telefonlarını muhtemel kanser kaynağı olarak sınıflayan Dünya Sağlık Örgütü'nün Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı'nda üst düzey görevlerde bulunmuş biri.

Bulgular çarpıcı ama asıl önemli olan belki de araştırmanın uzunluğu. Elektromanyetik alanların çoğu hayatımıza yeni girdiği için uzun süreli etkilerinin ne olduğu konusunda çok fazla bilgi yok. Örneğin cep telefonları yaklaşık 20 yıllık bir geçmişe sahip, kablosuz internet daha yeni. Bu yüzden uzun süreli araştırmalar gerçeğe daha yakın sonuçlar veriyor bizlere. Yine de adım gibi eminim, birçok bilim insanı bu araştırmanın da yeterli olmadığını söyleyecek. Cep telefonları veya baz istasyonlarının tehlikeli olduğunu söylemek için daha çok araşırma yapılması gerektiğini anlatacak. Asıl sorun da burada. Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor.

İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa, bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.

İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”. Politik iradenin, bilim insanlarının dikkatine.

* Archives of Pediatrics & Adolescent Medicine, American Medical Association (AMA), 1 Ağustos 2011.

"Nükleere mahkum değiliz" (Bianet)

24 Eylül 2011 tarihinde Biamag'da yayımlanan, Emel Gülcan'ın yaptığı söyleşi...
***

ÖZGÜR GÜRBÜZ:

"Nükleere Mahkûm Değiliz"

19 Eylül'de Alman Siemens firması nükleer enerjiden çekildiğini açıkladı. Bu adım neyin habercisi? Fukuşima faciasından kim, nasıl dersler çıkardı? Nükleer enerji analisti, gazeteci-aktivist Özgür Gürbüz'le konuştuk.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
Alman sanayi devi Siemens, 19 Eylül'de nükleer enerjiden çekildiğini açıkladı. Siemens'in üst düzey yöneticilerinden Peter Loescher, Der Spiegel'e yaptığı açıklamada, Japonya'da Fukuşima nükleer santralinde yaşanan felaketin, şirketin kararında etkili olduğunu belirtti. Fukuşima faciası neleri değiştirdi? Dünyanın enerji ihtiyacı için nükleer şart mı? Türkiye, nükleere bağımlı mı? Biz sorduk, gazeteci-aktivist Özgür Gürbüz cevapladı.

Siemens'in nükleer enerjiden çekilmesini nasıl okumalıyız?
Bu kararı, Almanya'daki gelişmeler üzerinden değerlendirmeliyiz. 2002'de Yeşiller-Sosyal Demokratlar Koalisyonu'nda Almanya nükleer santrallerini kapatma kararı aldı ve iki reaktörünü kapattı. Sonra Merkel yönetimi, başta bu kararı geciktirme yönünde adımlar attı. Ama Fukuşima faciasından sonra dünyada pek örneği olmayan bir şey yaşandı. Almanya'daki sağ koalisyon hükümeti, 2022'ye kadar nükleerden çıkma kararı aldı. Son kararla, sekiz reaktör kapatıldı. Bu reaktörler, yaşlı oldukları için değil, alınan politik karardan ötürü kapatıldı. Almanya dokuz aktif reaktöründen de 2022'ye kadar vazgeçecek.

Söyleşinin tamamını okumak için lütfen tıklayınız.

Kürecik füze kalkanına karşı

Malatya'nın Kürecik bucağında kurulması planlanan NATO Füze Kalkanı- Erken Uyarı Radar Sistemi'ne karşı yöre halkının tepkisi büyüyor. Kürecikliler, 25 Eylül (yarın) saat 14:00'de İstanbul Taksim Meydanı'nda bir basın açıklaması yapacak. 2 Ekim 2011 tarihinde ise bu defa memleketlerinde toplanacak Kürecikliler, NATO'nun füze kalkanı projesine bir kez daha "hayır" diyecek.
Kürecik'te Füze Kalkanına Hayır İnsiyatifi yaptığı basın duyurusunda, sorunun bölgesel/yöresel bir sorun olmadığının bilincinde olan demokratik kamuoyunu, yurtsever, çevreci, ilerici kesimleri kendileriyle birlikte “Füze Kalkanı-Radar Sistemi” adlı savaş projesini boşa çıkartma mücadelesine davet ediyor.

Nükleerde yaprak dökümü Siemens ile sürüyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 23 Eylül 2011

Fukuşima nükleer santral kazası aynı 1986 yılındaki Çernobil kazası gibi nükleer enerji konusunda 
Üç Mil Adası, Çernobil, Fukuşima. Sıra kimde?
tarihi bir değişime öncülük ediyor. Hatta daha fazlasına. ABD ile Fransa'nın ardından dünyanın en çok nükleer reaktöre sahip ülkesi Japonya, bu kazadan sonra yüzünü enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji kaynaklarına çevirdi. Japonya'nın nükleer enerji konusundaki inadı bitti ve nükleer enerji tartışılır bir kaynak oldu. Japonya'nın birkaç gün önce istifa eden Ticaret ve Enerji Bakanı Yoşio Haşiro, 6 Eylül'de yaptığı açıklamada ülkenin gelecekte 'sıfır' nükleer reaktöre sahip olacağını söylemişti. Haşiro Fukuşima'dan 'ölüm kenti' diye söz edince istifa etmek zorunda kaldı.

Fukuşima kazası Avrupa'da da taşları yerinden oynattı. Eskiyen reaktörlerinin yerine yenilerini kurmak isteyen İsviçre, bu planlarından vazgeçtiği gibi ülkedeki beş reaktörü 2034'e kadar kapatma kararı aldı, nükleer enerjiye elveda dedi. İtalya halkı, Çernobil'in ardından kapatılan nükleer santrallerin yerine yenisini kurmak isteyen Başbakan Silvio Berlusconi'ye, yapılan halk oylamasında kocaman bir hayır dedi. Almanya ise işi daha da ileri götürdü. Fukuşima sonrası ülkedeki 17 reaktörün sekizi kapatıldı. Şu anda çalışan dokuz reaktör ise 2022'ye kadar kapatılacak. Nükleerden vazgeçme kararı alındığında bunu 'hayal' diye yorumlayan memleketimin “enerji uzmanlarına” selam olsun!

Bizim medyada “üst düzey yönetici” diye yazılsa da, aslında Siemens'in bir numarası, Yönetim Kurulu Başkanı sıfatını taşıyan Peter Löscher'in son açıklaması ise nükleer enerji masalına Almanya'da son noktayı koyar gibiydi. Löscher Siemens'in yıllardır faaliyet gösterdiği nükleer enerji alanından çekildiğini açıkladı. Bunun bir tek açıklaması var. Yıllardır yapılan yatırım, araştırma geliştirme çalışmaları Siemens'e ciddi bir teknolojik üstünlük kazandırmış olmasına rağmen şirket bu alanda bir gelecek görmedi. Kapıya kilit vurmaya karar verdi. Siemens yıllardır Fransızların nükleer devi Areva ile nükleer enerji konusunda 2009 yılına kadar ortak hareket ediyordu. Siemens 1 milyar 620 milyon avro değerindeki yüzde 34 hissesini 2009 yılında Areva'ya satıp ortaklıktan ayrılmıştı. Areva daha sonra mahkemeye gidip, anlaşma süresinden önce ortaklığı bitiren Siemens'i dava etmiş, 650 milyon avro civarında bir tazminat kazanmıştı. Zararın neresinden dönülse kârdır misali, Fukuşima sonrası nükleer enerjinin olmayan geleceğini gören Almanların bu giden paraya şimdi çok üzülmeyeceklerini düşünüyorum.

Siemens Areva'dan sonra bir başka devlet şirketiyle ortaklık için görüşmeye başladı, Rusya'dan Rosatom'la. Akkuyu'ya nükleer santral kurmaya çalışan şirketle yani. Batı ülkelerine santral satamayan Rus firması için bu anlaşma, teknoloji transferi ve yeni pazarlar anlamına gelebilirdi ancak Siemens, nükleer çalışmalardan vazgeçerek bu ortaklığın önünü de tıkadı. Dünyaya da 'nükleer enerji Almanya için tarih olmuştur' mesajını gönderdi. Bu mesaj bizim enerji bakanımıza ulaşır mı; hiç sanmıyorum. Bildiğiniz gibi, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az!

Nükleer Enerji Masalı

Heinrich Böll Stiftung Derneği’nden ücretsiz kitap...

Neresinden bakarsak bakalım nükleer enerji ne iklim değişikliği sorunun çözümüne mutlak bir katkı yapma potansiyeline sahip ne de enerji arzını garantilemek için gerekli. Gerçek bunların tam tersi. Enerji talebini yüzde 100 oranında karşılama amacıyla yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesini destekleyenler hem yeni nükleer santralların inşasına hem de eskilerinin ömürlerinin uzatılmasına karşı çıkmalıdır. Öne sürülen iddialara rağmen nükleer enerji, güneş enerjisi çağına doğru ilerlerken kullanılabilecek bir ara dönem stratejisi olmaya uygun değildir. Gerd Rosenkranz, Antony Froggatt, Mycle Schneider, Steve Thomas, Otfried Nassauer ve Henry D. Sokolski'nin “Nükleer Enerjiye Neden Karşıyız” sorusunu yanıtladıkları bu kitabı bir bedel ödemeden, sadece kargo masrafını ödeyerek,  info@tr.boell.org adresinden isteyebilirsiniz. Derneğin diğer yayınları için www.boell-tr.org/web/111.html adresini ziyaret edebilirsiniz.

Kitabın editörlüğünü Türkiye'nin en iyi çevre gazetecilerinden İbrahim Günel ile birlikte yaptık. Umarım beğenirsiniz.

Fransa nükleerde karizmayı çizdirdi

Bakalım, Avrupa’nın yenilenebilir enerjide en şanslı ülkesi Türkiye, adını nükleer felaketler yaşanan ülkeler listesine mi yazdıracak yoksa nükleer beladan kaçan akıllı ülkeler listesine mi?

Özgür Gürbüz-BirGün / 18 Eylül 2011

Fransa’daki Marcoule nükleer tesisinde 12 Eylül 2011 tarihinde meydana gelen patlamada bir kişi hayatını kaybetti, dört kişi ise yaralandı. Patlama, Marcoule Nükleer Araştırma Merkezi’nin yanındaki Centraco Merkezi’ne ait nükleer atık fırınlarının birinde meydana geldi. Centraco, düşük seviyeli radyoaktif atıkların eritilmesi ve yakılması işiyle uğraşıyor ve Fransa’nın enerji devi EDF Grubu’na ait Socodei’nin bir alt kuruluşu.

Yetkililerin yaptığı açıklamalar bir radyasyon sızıntısı olmadığına ve kazanın ‘nükleer’ değil endüstriyel bir kaza olarak nitelenmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Kamuoyu aynı fikirde değil. Fransa’nın nükleer karşıtı eylemcilerini bir araya toplayan Nükleerden Çıkış (Sortir du Nucléaire) adlı grup, ikna olmadıklarını ve daha fazla bilgi talep ettiklerini söylediler. Tepkiler sadece Fransa’yla sınırlı da değil. EDF ve Areva’nın Hindistan’ın Maharashtra eyaletinde kurmak istedikleri santrale karşı kampanya yürüten eylemciler de seslerini yükseltti. Emekli bir hâkim olan Hindistanlı nükleer karşıtı Kolshe Patil, “Nükleer endüstrinin dünya çapında izlediği yol bu. Sadece ölümle sonuçlanan bir olayda bazı derinliği olmayan bilgiler veriliyor” açıklamasını yaptı. Nükleer endüstrinin halkın güvenini alamadığı ortada. Kazadan hemen sonra EDF’nin hisselerinin düşmesi de bunun bir başka göstergesi.

Marcoule Nükleer Merkezi (Site Nucléaire de Marcoule), Fransa’nın nükleer macerasında kritik roller üstlenmiş bir yer. 1960 yılında Fransa’nın yaptığı ilk nükleer silah denemesi için gerekli plütonyum burada üretildi. 1955 yılında askeri amaçlar için 2 megavat gücünde küçük bir reaktör kuruldu. Marcoule daha sonra üç reaktöre daha ev sahipliği yaptı. En sonuncusu 2010 yılında kapatıldı. Burası artık nükleer atıkların işlendiği bir merkez. Sökülen santrallerden gelen radyoaktif parçalar burada imha ediliyor, bazıları ise yakılıyor. 1000 megavat (MW) gücündeki ortalama bir nükleer reaktörden her yıl 400-450 ton kadar düşük seviyeli nükleer atık çıkıyor. Kendi içlerinde gruplara ayrılsa da genelde radyoaktif olma özelliğini 100 ila 500 yıl veya daha kısa zamanda kaybeden atıklar bu kategoride yer alıyor. Nükleer santraldeki su filtrelerinden, çalışanların giydiği önlük ve eldivenlere kadar birçok donanım ve eşya düşük seviyeli atık kabul ediliyor. Yüksek seviyeli nükleer atıklara örnek ise Plütonyum-238. Plütonyum-238, nükleer santrallerden çıkan, 240 bin yıl radyoaktif kalan, doğadan ve canlılardan izole edilmesi gereken tehlikeli bir radyoaktif madde.

Fransız hükümeti yıllardır nükleer enerji konusunda büyük bir gizlilik politikası uyguluyor. Üretilen elektriğin maliyeti bile açıkça söylenmiyor, zaten sübvansiyonlar yüzünden sağlama yapmak da kolay değil. Marcoule tesisi de bu gizlilik oyununun önemli bir parçası Fransız nükleer devi Areva’nın kontrolünde. Areva’nın hisselerinin yüzde 80’e yakını ise CEA’nın (Nükleer ve Yenilenebilir Enerji Komisyonu), CEA da hükümet kontrolünde.

1973 yılındaki petrol krizinden sonra varını yoğunu nükleere yatıran Fransa, ülkedeki nükleer endüstrisinin devamını sağlamak için nükleer teknolojiyi ihraç etmeye çalışıyor. Fransa’nın kendi ihtiyacından çok daha fazlasına yanıt verebilecek nükleer enerji kapasitesi var. Avrupa’ya elektrik satarak ayakta kalmaya çalışıyor. Avrupa ülkelerinin yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yoluyla kendine yeter enerji sistemleri kurmaları halinde Fransız nükleer endüstrisi çok zor durumda kalacak. Fransa’nın yeni geliştirdiği üçüncü kuşak nükleer reaktörlerdeki başarısızlığı (EPR-Avrupa Basınçlı Su Reaktörü) ve bu son kaza, yabancı ülkelere ihracatla ayakta kalmayı düşünen Fransızları kara kara düşündürüyor olmalı. Şu anda Avrupa’da inşa edilen iki EPR de (Finlandiya ve Fransa) finansal ve teknik sorunlarla karşı karşıya. Finlandiya’da yapımına 2004 yılında başlanan reaktörün 2009’da tamamlanması gerekiyordu ama hâlâ bitirilemedi. Üç milyar avroya bitirileceği söylenen 1600 megavatlık reaktörün maliyeti şimdiden 5,7 milyar avroları buldu. Finlandiyalı firma ve Fransız Areva firması tahkimlik oldu. Fransa’da yapılan reaktörün de aynı sorunlarla karşılaşması, maliyetin 3 milyardan 6 milyara çıkması Fransa’nın nükleer teknoloji alanındaki imajını zedeledi. Bu son kaza da işin tuzu biberi oldu.

Nükleer enerji konusunda örnek gösterilen ülkeleri (Japonya, Fransa) birer birer havlu atıyor. Nükleeri tüp gazla eş tutan Türkiye ise nükleer santral kurmayı ekonomi, ekoloji ve sürdürülebilir bir sanayi kavramları içerisinde değerlendirmeyi henüz başaramadığı için hala eski dünya düzeninin bu tehlikeli teknolojisinde ısrar ediyor. Enerji Bakanı’nın Fransızlara yaptığı, ¨Ver Cem Uzan’ı, kur nükleer santrali¨ teklifi de bir başka rezalet. Türkiye nükleer santral tercihini işte böyle detaylı analizler(!) sonucu yapıyor.

Bakalım, Avrupa’nın yenilenebilir enerjide en şanslı ülkesi Türkiye, adını nükleer felaketler yaşanan ülkeler listesine mi yazdıracak yoksa nükleer beladan kaçan akıllı ülkeler listesine mi?