Bugün çok acı bir haber aldım. Üstadımız Cemal Şener'i kaybetmenin derin acısı beni çok uzaklarda yakaladı. Çaresiz kaldım... Ailesi, okurları ve dostlarının başı sağ olsun.
Cemal Şener'le tanışmamız Nefes dergisinin yayın hayatına başladığı sıralarda, İstanbul'daki Tüyap Kitap Fuarı'na denk düşer. Kendisiyle orada tanışmış, yerel bir gazetede yazdığım yazıları göstermiştim. Bana gel Nefes'e yaz demişti. Sivas Katliamı'nın hemen sonrasıydı. Dergiye neredeyse hergün tehdit mesajları gelirdi. Üç yıldan fazla bir süre Nefes'te, çevre üzerine yazılar yazmamı, Alevi-Bektaşi felsefesini ve doğayla olan ilişkisini daha iyi anlamamın yolunu o açtı.
Beni gazeteci yapan, yazarlığın kıyısından tutmamı sağlayan iki kişiden biriydi. Diğer üstadı, Rifat Dedeoğlu'nun vefat haberini de yine gurbette, İngiltere'deyken almıştım. Çin'den, çok uzaklardan sesim İstanbul'a varır mı bilmiyorum ama onun insanlığı, yazarlığı, cesareti, insanlara aktardığı bilgiler ve onurlu duruşu, uzun yıllar dünyanın her bir köşesinde hatırlanacaktır.
Nur içinde yatsın.
Hakkınızı ödeyemem hocam...
Yön Radyo'nun internet sitesindeki haber için lütfen tıklayın
Cemal Şener'in internet sayfası, yapıtları için lütfen tıklayın
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Fosil Yakıt İlkyardım Hastanesi
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 28 Ekim 2010
Türkiye yıllardır yenilenebilir enerji yasasını tartışıyor. Daha çok da, yasayla temiz enerji kaynaklarından üretilecek elektriğe kilovatsaat başına ne kadar alım garantisi verileceğini... 2005 yılında yasalaşan tasarı öncesinde de, bugün yasada yapılması düzenlenen ve alım fiyatlarını değiştirmeyi planlayan değişiklik öncesinde de herkesin odaklandığı nokta bu. Ancak tartışmalarda bir eksen kayması yaşanıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantileri, enerji sektöründeki belirli bir çevre tarafından bilinçli bir şekilde “teşvik” olarak adlandırılırken, enerji piyasasında fosil ve nükleer enerji lehine düzenlenmiş gerçek teşvik ve destek mekanizmaları gözardı edilmeye çalışılıyor. Dahası da var. Temiz enerji üreticileri yabancı firmaları zengin etmekle ve “ucuz” olmayan yenilenebilir enerjiyi hazineden finanse etmekle de suçlanıyor. Asıl amacın enerji piyasasındaki dengesizliği gizlemek olduğu aslında çok açık.
Kirli ile temiz aynı kefede
Öncelikle yenilenebilir enerjiden üretilen elektriğe alım garantisi veren mekanizmanın (bir çeşit feed-in tariff) bir teşvik veya devlet sübvansiyonu olmadığını anlatarak işe başlayalım. Aksini iddia edenlere biraz serbest piyasayla ve bu sistemin ortaya çıkışıyla ilgili bilgi vermekte fayda var. Yenilenebilir enerji kaynaklarının (rüzgar, güneş, jeotermal, hidroelektrik, biyokütle vs.) gelişmesi ve başta iklim değişikliği olmak üzere küresel çevre sorunlarının artmasıyla, çevreyi kirletmeyen, canlıların yaşamı üzerinde daha az risk olşturan bu kaynakların mevcut enerji piyasasında fiyatlandırılması da bir sorun oldu. Klasik bir serbest piyasa içerisinde aynı ürünü satan (elektrik) iki farklı üreticinin devlet desteği veya müdehalesi olmadan rekabet etmesi beklenir. Bu enerji alanında mümkün olmadı. Çünkü, bir tarafta çevre kirliliği yaratmaması için üretilmiş ve bu yüzden de üretim maliyetleri arttırılmış bir enerji kaynağı, diğer tarafta ise yıllarca sübvansiyonlarla desteklenmiş, teknolojik gelişimini bu sübvansiyonlar sonucu oldukça ilerletmiş, yerel ve küresel çevre kirliliklerine yol açan ve yaşamı tehdit eden bir başka enerji kaynağı vardı. Piyasa, kirletici enerji kaynaklarının yol açtığı çevresel riskleri zorla da olsa satın almak zorunda kalıyordu. Bu şartlarda dengeli ve eşit bir serbest pazardan bahsedilemeyeceği için, “kirletmenin” bir bedelinin olması kararlaştırıldı. Bu bedel, termik santraller için karbon vergisi, nükleer için atık ve söküm maliyetleri, sigorta giderleri gibi özetleyeceğimiz ana başlıklar altında toplandı.
Serbest piyasa özeleştirmeden ibaret değildir
Tabi ki, dünyanın enerji ihtiyacını karşılayan başta fosil yakıt endüstrisi, söz konusu maliyeti birim elektrik üretim bedeline eklemeyi kaul etmedi. Uzun pazarlıklar sonucunda, pazarda dengesizlik yaratan bu bedelin yenilenebilir enerji kaynaklarına alım garantisi olarak verilmesi kararlaştırıldı. Böylece eşit şartlarda rekabet ortamının yaratılması için bir adım atıldı. Kısacası, yenilenebilir enerjiye ödenen alım garantileri teşvik değil, pazarın dengelenmesi için bir zorunluluk, serbest pazara geçişin de olmazsa olmazıydı. Türkiye'de serbest bir elektrik piyasasının oluşturulmasının kuvvetli savunucularının ve AKP hükümetinin, konuyu sadece kamunun elinde bulunan santrallerin özelleştirmesiyle sınırlaması aslında üzerinde uzun uzun düşünülücek ciddi bir sorun. Bu anlam kargaşasını iyi gören fosil ve nükleer taraftarları da, temiz enerji kaynaklarına alım garantisi isteyenlere, “teşvik istiyorlar” diyerek yüklenme fırsatını kaçırmadıları.
Kömüre 15 yıl alım garantisi teşvik sayılmaz!
Aslolan, bugün Türkiye'deki elektrik enerjisi piyasasında bir dengesizlik olduğu, nükleer ve fosil yakıtla çalışan santrallere ciddi devlet desteği sağlanırken, dünyadaki gidişatın aksine temiz enerjiye köstek olunduğudur. Termik santrallere verilen al ya da öde anlaşmaları hala yürürlükte. 5710 sayılı Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun'un kuyruğuna eklenen geçici 2. madde ne çabuk unutuldu? Bu maddeyle, 1000 MW kurulu gücün üstündeki kömür santrallerine 15 yıl alım garantisi verilirken bu teşvik değildi de, rüzgara, jeotermale, dalga enerjisine ve hidroelektriğe 10 yıl, mümkün olan en düşük bedellerle alım garantisi istenince bunun adı “teşvik” mi oldu?
Başhekimden de fayda yok
5710 sayılı kanun sadece bir örnek. Türkiye'nin kirleten enerji kaynakları için nasıl bir cennet olduğunu görmek için böyle detaylara bile ihtiyacınız yok. Türkiye'nin üyesi olmaya çalıştığı Avrupa Birliği'nin aksine, memleketimizde seragazı salımlari için ne bir sınırlama var, ne de “uyduruğundan” bir karbon borsamız. Elektrik piyasasındaki bu adaletsizliği azaltacak tek enstrüman yenilenebilir enerjiyle ilgili alımı düzenleyecek yasa. Meclis genel kurulundaki tasarıya bakınca, bu haliyle, yenilense de olur yenilenmese de... Asıl sorun artık kangrenleşmiş sözde serbest piyasada ama tedavinin yapılacağı sağlık merkezinin adı “Fosil Yakıt İlkyardım Hastanesi” olunca başhekimden de hayır beklemekte fayda yok kanımca...
Türkiye yıllardır yenilenebilir enerji yasasını tartışıyor. Daha çok da, yasayla temiz enerji kaynaklarından üretilecek elektriğe kilovatsaat başına ne kadar alım garantisi verileceğini... 2005 yılında yasalaşan tasarı öncesinde de, bugün yasada yapılması düzenlenen ve alım fiyatlarını değiştirmeyi planlayan değişiklik öncesinde de herkesin odaklandığı nokta bu. Ancak tartışmalarda bir eksen kayması yaşanıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantileri, enerji sektöründeki belirli bir çevre tarafından bilinçli bir şekilde “teşvik” olarak adlandırılırken, enerji piyasasında fosil ve nükleer enerji lehine düzenlenmiş gerçek teşvik ve destek mekanizmaları gözardı edilmeye çalışılıyor. Dahası da var. Temiz enerji üreticileri yabancı firmaları zengin etmekle ve “ucuz” olmayan yenilenebilir enerjiyi hazineden finanse etmekle de suçlanıyor. Asıl amacın enerji piyasasındaki dengesizliği gizlemek olduğu aslında çok açık.
Kirli ile temiz aynı kefede
Öncelikle yenilenebilir enerjiden üretilen elektriğe alım garantisi veren mekanizmanın (bir çeşit feed-in tariff) bir teşvik veya devlet sübvansiyonu olmadığını anlatarak işe başlayalım. Aksini iddia edenlere biraz serbest piyasayla ve bu sistemin ortaya çıkışıyla ilgili bilgi vermekte fayda var. Yenilenebilir enerji kaynaklarının (rüzgar, güneş, jeotermal, hidroelektrik, biyokütle vs.) gelişmesi ve başta iklim değişikliği olmak üzere küresel çevre sorunlarının artmasıyla, çevreyi kirletmeyen, canlıların yaşamı üzerinde daha az risk olşturan bu kaynakların mevcut enerji piyasasında fiyatlandırılması da bir sorun oldu. Klasik bir serbest piyasa içerisinde aynı ürünü satan (elektrik) iki farklı üreticinin devlet desteği veya müdehalesi olmadan rekabet etmesi beklenir. Bu enerji alanında mümkün olmadı. Çünkü, bir tarafta çevre kirliliği yaratmaması için üretilmiş ve bu yüzden de üretim maliyetleri arttırılmış bir enerji kaynağı, diğer tarafta ise yıllarca sübvansiyonlarla desteklenmiş, teknolojik gelişimini bu sübvansiyonlar sonucu oldukça ilerletmiş, yerel ve küresel çevre kirliliklerine yol açan ve yaşamı tehdit eden bir başka enerji kaynağı vardı. Piyasa, kirletici enerji kaynaklarının yol açtığı çevresel riskleri zorla da olsa satın almak zorunda kalıyordu. Bu şartlarda dengeli ve eşit bir serbest pazardan bahsedilemeyeceği için, “kirletmenin” bir bedelinin olması kararlaştırıldı. Bu bedel, termik santraller için karbon vergisi, nükleer için atık ve söküm maliyetleri, sigorta giderleri gibi özetleyeceğimiz ana başlıklar altında toplandı.
Serbest piyasa özeleştirmeden ibaret değildir
Tabi ki, dünyanın enerji ihtiyacını karşılayan başta fosil yakıt endüstrisi, söz konusu maliyeti birim elektrik üretim bedeline eklemeyi kaul etmedi. Uzun pazarlıklar sonucunda, pazarda dengesizlik yaratan bu bedelin yenilenebilir enerji kaynaklarına alım garantisi olarak verilmesi kararlaştırıldı. Böylece eşit şartlarda rekabet ortamının yaratılması için bir adım atıldı. Kısacası, yenilenebilir enerjiye ödenen alım garantileri teşvik değil, pazarın dengelenmesi için bir zorunluluk, serbest pazara geçişin de olmazsa olmazıydı. Türkiye'de serbest bir elektrik piyasasının oluşturulmasının kuvvetli savunucularının ve AKP hükümetinin, konuyu sadece kamunun elinde bulunan santrallerin özelleştirmesiyle sınırlaması aslında üzerinde uzun uzun düşünülücek ciddi bir sorun. Bu anlam kargaşasını iyi gören fosil ve nükleer taraftarları da, temiz enerji kaynaklarına alım garantisi isteyenlere, “teşvik istiyorlar” diyerek yüklenme fırsatını kaçırmadıları.
Kömüre 15 yıl alım garantisi teşvik sayılmaz!
Aslolan, bugün Türkiye'deki elektrik enerjisi piyasasında bir dengesizlik olduğu, nükleer ve fosil yakıtla çalışan santrallere ciddi devlet desteği sağlanırken, dünyadaki gidişatın aksine temiz enerjiye köstek olunduğudur. Termik santrallere verilen al ya da öde anlaşmaları hala yürürlükte. 5710 sayılı Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun'un kuyruğuna eklenen geçici 2. madde ne çabuk unutuldu? Bu maddeyle, 1000 MW kurulu gücün üstündeki kömür santrallerine 15 yıl alım garantisi verilirken bu teşvik değildi de, rüzgara, jeotermale, dalga enerjisine ve hidroelektriğe 10 yıl, mümkün olan en düşük bedellerle alım garantisi istenince bunun adı “teşvik” mi oldu?
Başhekimden de fayda yok
5710 sayılı kanun sadece bir örnek. Türkiye'nin kirleten enerji kaynakları için nasıl bir cennet olduğunu görmek için böyle detaylara bile ihtiyacınız yok. Türkiye'nin üyesi olmaya çalıştığı Avrupa Birliği'nin aksine, memleketimizde seragazı salımlari için ne bir sınırlama var, ne de “uyduruğundan” bir karbon borsamız. Elektrik piyasasındaki bu adaletsizliği azaltacak tek enstrüman yenilenebilir enerjiyle ilgili alımı düzenleyecek yasa. Meclis genel kurulundaki tasarıya bakınca, bu haliyle, yenilense de olur yenilenmese de... Asıl sorun artık kangrenleşmiş sözde serbest piyasada ama tedavinin yapılacağı sağlık merkezinin adı “Fosil Yakıt İlkyardım Hastanesi” olunca başhekimden de hayır beklemekte fayda yok kanımca...
Bulgaristan'daki nükleer reaktörde çatlak
Özgür Gürbüz/21 Ekim 2010*
Bulgaristan'ın Kozloduy nükleer santralindeki bakım çalışmaları sırasında reaktörün parçalarında çatlaklar tespit edildi.
28 Eylül'deki metalografik kontrol sırasında, ilk radyoaktif çember içindeki koruyucu tüplerin (kontrol çubuğu yuvası) üst bölümünde tespit edilen çatlaklar, Bulgaristan'ın nükleer güvenliken sorumlu düzenleyici kurulunun (NRA) internet sayfasında açıklandı. Kurum, kontrol mekanizmasının santralde radyasyon sızıntısı tespit etmediğini ve çatlaklara rastlanan tüplerin değiştirildiğini söyledi.
Bulgaristan'ın nükleer güvenlik ve kontrolden sorumlu düzenleyici kurumunun daha sonraki yazılı açıklamasında ise, 61 kontrol çubuğunun yuvalarında yapılan ultrasonik testler sonucunda, 31'inde “kusur” tespit edildiği belirtildi.
Nükleer santrallerde yaşanan bu tip sorunlarda, yetkililerin yaptıkları açıklamalar her zaman olduğu gibi her şeyin kontrol altında olduğunu belirtmeye yönelik. Onlara göre şu anda santralin önündeki tek sorun, bulunan problemlerden dolayı reaktörün bakım işlerinin uzayacak olması. Santral 18 Eylül'de yakıt yüklemesi için durdurulmuş, 18 Ekim'de ise yeniden çalıştırılması planlanmıştı. Yetkililer, 1000 MWe gücündeki reaktörün üretime en az iki hafta geç başlayacağını belirtiyor.
Kozloduy Nükleer Santrali'nde şu anda iki adet 1000 MWe gücünde reaktör çalışıyor. Biri 1987, diğeri ise 1991 yılında hizmete girdi. Santral'in dört VVER-440 tipi reaktörü ise AB kararıyla, güvenli olmadığı gerekçesiyle kapatılmıştı. Burada ufak bir not düşüp, Kozloduy'daki 6 numaralı reaktörün Rus yapımı VVER-1000 tipi olduğunu, Akkuyu'ya yapılması düşünülen santralin de bu modelden türetilmiş VVER-1200 tipi 4 adet reaktörden oluşacağını belirtmekte de fayda var.
Kaynaklar: AFP ve NRA
*son güncelleme 22 Ekim 2010
Bulgaristan'ın Kozloduy nükleer santralindeki bakım çalışmaları sırasında reaktörün parçalarında çatlaklar tespit edildi.
28 Eylül'deki metalografik kontrol sırasında, ilk radyoaktif çember içindeki koruyucu tüplerin (kontrol çubuğu yuvası) üst bölümünde tespit edilen çatlaklar, Bulgaristan'ın nükleer güvenliken sorumlu düzenleyici kurulunun (NRA) internet sayfasında açıklandı. Kurum, kontrol mekanizmasının santralde radyasyon sızıntısı tespit etmediğini ve çatlaklara rastlanan tüplerin değiştirildiğini söyledi.
Bulgaristan'ın nükleer güvenlik ve kontrolden sorumlu düzenleyici kurumunun daha sonraki yazılı açıklamasında ise, 61 kontrol çubuğunun yuvalarında yapılan ultrasonik testler sonucunda, 31'inde “kusur” tespit edildiği belirtildi.
Nükleer santrallerde yaşanan bu tip sorunlarda, yetkililerin yaptıkları açıklamalar her zaman olduğu gibi her şeyin kontrol altında olduğunu belirtmeye yönelik. Onlara göre şu anda santralin önündeki tek sorun, bulunan problemlerden dolayı reaktörün bakım işlerinin uzayacak olması. Santral 18 Eylül'de yakıt yüklemesi için durdurulmuş, 18 Ekim'de ise yeniden çalıştırılması planlanmıştı. Yetkililer, 1000 MWe gücündeki reaktörün üretime en az iki hafta geç başlayacağını belirtiyor.
Kozloduy Nükleer Santrali'nde şu anda iki adet 1000 MWe gücünde reaktör çalışıyor. Biri 1987, diğeri ise 1991 yılında hizmete girdi. Santral'in dört VVER-440 tipi reaktörü ise AB kararıyla, güvenli olmadığı gerekçesiyle kapatılmıştı. Burada ufak bir not düşüp, Kozloduy'daki 6 numaralı reaktörün Rus yapımı VVER-1000 tipi olduğunu, Akkuyu'ya yapılması düşünülen santralin de bu modelden türetilmiş VVER-1200 tipi 4 adet reaktörden oluşacağını belirtmekte de fayda var.
Kaynaklar: AFP ve NRA
*son güncelleme 22 Ekim 2010
Türk Schindler'in oğlu kamyon şoförüydü
Habertürk Gazetesi için hazırlanan günün adamı köşesi için hazırlanan yazı:
Muhtar Kent
Muhtar Kent’in dünyanın en büyük içecek firmalarından Coca Cola’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı’na seçilmesiyle dünyada ilk kez Türkiye’den bir yönetici çokuluslu dev şirketlerin en tepesindeki koltuğa oturmuş oldu. Kent’in sıfırdan başlayan ve en yükseğe tırmanan kariyeri, genç yönetici adaylarına umut veren bir “peri masalı” gibi. Aynı zamanda, genelde aile şirketlerine dayanan ve büyük şirketlerde yönetici olmak için yetenekten çok akrabalık bağının arandığı Türkiye’deki şirketlere de örnek olacak cinsten bir başarı öyküsü. New York’ta doğan, Tarsus’ta okuyan 56 yaşındaki Muhtar Kent’i şimdi tüm dünya konuşuyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /
Babası Necdet Kent’in Amerika’da Başkonsolos olarak görev yaptığı sırada, 1952 yılında New York’ta doğan Muhtar Kent, liseyi Tarsus Amerikan Koleji’nde tamamladı. Üniversite eğitimi için İngiltere’yi seçti. Hull Üniversitesi’nde ekonomi eğitimi aldıktan sonra yüksek lisansını yine İngiltere’de, başkent Londra’daki City Üniversitesi’nde İşletme üzerine yaptı. O tarihte yöneticilik konusunda hedeflerini belirlemeye başlamıştı. Askerlik için Türkiye’ye döndü ve ardından cebinde 1000 dolarla New York’un yolunu tuttu. Bir süre New York’ta amcasının yanında kaldı.
COCA COLA’DAKİ İLK İŞİ KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜ
Muhtar Kent, Coca Cola’daki ilk işini gazete ilanlarından buldu. Amerika’da kamyon şoförlüğü yaparak Boston, Arizona ve Teksas’ta küçük üreticilere kola dağıtmaya başladı. Ardından İtalya, Avustruya ve Türkiye’de çalıştı. İşine bağlılığı kısa zamanda yükselmesini sağladı ve 1985 yılında Coca Cola’nın Türkiye ve Orta Asya Genel Müdürü olarak atandı. İlk icraatlarından biri firmanın merkezini İzmir’den İstanbul’a taşımak oldu. Üç yıl sonra Coca Cola Uluslararası’nın başkan yardımcılığına getirildi. 1989-1995 yılları arasında ise firmanın Doğu Avrupa Bölümü’nün başındaki kişi olarak görev yaptı. Coca Cola’da 20 yıl çalıştıktan sonra Efes İçecek Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanlığı teklifini kabul etti ve Anadolu Grubu’na geçti. Cola’dan ayrılmış gibi gözükse de, Anadolu Grubu, Coca Cola’nın en büyük yerli ortağı olduğu için aslında çok da uzaklara gitmedi. Efes’in dağıtım ağını Adriyatik’ten Çin’e kadar uzatmayı başardı. Mayıs 2005’te yeniden Cola’ya döndü ve Avrasya, Kuzey Asya ve Ortadoğu’dan sorumlu bir numaralı yönetici oldu.
ÖZİLHAN’LA PAZARLIK
Bu geri dönüşün, Anadolu Grubu İcra Kurulu Başkanı ile Coca Cola’nın koltuğunu Muhtar Kent’e devreden eski başkanı Neville Isdel arasında 2004 Olimpiyat Oyunları’nda geçen pazarlıktan sonra gerçekleştiği söyleniyor. Isdell, oyunlar sırasında karşılaştığı Özilhan’dan Kent’i kendilerine geri vermesini rica ediyor ve kariyerinin açık olduğunu belirtiyor. Özilhan, Muhtar Kent’le devam etmek istese de, Isdell’in ısrarı ve Kent’in gönlünün Coca Cola’da olması nedeniyle bu transfere izin veriyor. Coca Cola’ya geri dönen Kent, 2006’da şirketin Kuzey Amerika dışındaki tüm bölgelerden sorumlu yöneticisi olarak atanıyor. Şimdi ise Coca Cola’nın Yönetim Kurulu Başkanı. Kent’in maaşı 1 milyon 100 bin dolar, ikramiyesi de nakit olarak 4 milyon 500 bin dolar. Ayrıca birçok ikramiye ve kar payları gibi gelirleri de var.
SABANCI’YI REDDETTİ
Muhtar Kent’in 2003 yılında Sabancı Holding’ten gelen CEO’luk (Yönetim Kurulu Başkanlığı) teklifini “yoruldum” diyerek reddettiği biliniyor. Hürriyet’ten Rauf Ateş’in kaleme aldığı bir yazıda, Kent’in gelen teklife, annesinin memleketi olan Ayvalık’ta zeytin yetiştirmeyi düşünüyorum yanıtı verdiği belirtiliyor. Ali Sabancı bu durumu, “Şimdi Coca Cola’nın başında. Biz kaçırdık onu” şeklinde yorumlamış.
KRİZDE NAKİT KRALDIR
Kent, Amerika’da yayımlanan bir söyleşisinde iş hayatında öğrendiği ilk şeyin, “kötü haberin çok hızlı yayılması” olduğunu söylüyor. Kriz geldiğinde aynı hızla krizi çözmek için harekete geçilmesi gerektiğine inanıyor. İş hayatından edindiği diğer deneyimlerden örnekler veren Kent’in kriz zamanında rahat etmek isteyenler için önerdiği formül ise elde nakit para bulundurmak. “Kriz geldiğinde nakit kraldır” diyen Kent, tüketicilerle iletişimin asla kesilmemesi gerektiğine de inanıyor. Kent, 28 Ekim 2008 tarihinde krizin Türkiye’yi de etkileyeceğini belirterek kemerleri sıkacak mali politikalara öncelik verilmesi uyarısında da bulunmuştu.
***
Babası Nazilerin elinden Yahudileri kurtarmış Defne Kent’le evli olan Muhtar Kent’in iki çocuğu var. 2002 yılında ölen babası Necdet Kent ise en az Muhtar Kent kadar tanınmış ve “Turkish Shindler” olarak anılıyor. Bu adı almasının nedeni, İkinci Dünya Savaşı Sırasında başkonsolos olarak görev yaptığı Fransa’da, Türkiyeli Yahudilere, Türk vatandaşlığı vererek onları Nazilerin gaz odalarına gönderilmekten kurtarması. 1943’te Necdet Kent’in Auschwitz’e giden bir trene binerek, Nazi subaylarıyla yaptığı görüşmeler sonrası 70-80 Türkiyeli Yahudiyi kurtarması da hala anlatılıyor.
Kimlik Kartı
Doğum: 1952 New York Lise: Tarsus Amerikan Koleji, Üniversite: Hull Üniversitesi, Yüksek Lisans: City Üniversitesi Eşi: Defne Kent Çocukları: Selin adında bir kızı ve Cem adında bir oğlu var Tuttuğu takım: Galatasaray
Muhtar Kent
Muhtar Kent’in dünyanın en büyük içecek firmalarından Coca Cola’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı’na seçilmesiyle dünyada ilk kez Türkiye’den bir yönetici çokuluslu dev şirketlerin en tepesindeki koltuğa oturmuş oldu. Kent’in sıfırdan başlayan ve en yükseğe tırmanan kariyeri, genç yönetici adaylarına umut veren bir “peri masalı” gibi. Aynı zamanda, genelde aile şirketlerine dayanan ve büyük şirketlerde yönetici olmak için yetenekten çok akrabalık bağının arandığı Türkiye’deki şirketlere de örnek olacak cinsten bir başarı öyküsü. New York’ta doğan, Tarsus’ta okuyan 56 yaşındaki Muhtar Kent’i şimdi tüm dünya konuşuyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /
Babası Necdet Kent’in Amerika’da Başkonsolos olarak görev yaptığı sırada, 1952 yılında New York’ta doğan Muhtar Kent, liseyi Tarsus Amerikan Koleji’nde tamamladı. Üniversite eğitimi için İngiltere’yi seçti. Hull Üniversitesi’nde ekonomi eğitimi aldıktan sonra yüksek lisansını yine İngiltere’de, başkent Londra’daki City Üniversitesi’nde İşletme üzerine yaptı. O tarihte yöneticilik konusunda hedeflerini belirlemeye başlamıştı. Askerlik için Türkiye’ye döndü ve ardından cebinde 1000 dolarla New York’un yolunu tuttu. Bir süre New York’ta amcasının yanında kaldı.
COCA COLA’DAKİ İLK İŞİ KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜ
Muhtar Kent, Coca Cola’daki ilk işini gazete ilanlarından buldu. Amerika’da kamyon şoförlüğü yaparak Boston, Arizona ve Teksas’ta küçük üreticilere kola dağıtmaya başladı. Ardından İtalya, Avustruya ve Türkiye’de çalıştı. İşine bağlılığı kısa zamanda yükselmesini sağladı ve 1985 yılında Coca Cola’nın Türkiye ve Orta Asya Genel Müdürü olarak atandı. İlk icraatlarından biri firmanın merkezini İzmir’den İstanbul’a taşımak oldu. Üç yıl sonra Coca Cola Uluslararası’nın başkan yardımcılığına getirildi. 1989-1995 yılları arasında ise firmanın Doğu Avrupa Bölümü’nün başındaki kişi olarak görev yaptı. Coca Cola’da 20 yıl çalıştıktan sonra Efes İçecek Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanlığı teklifini kabul etti ve Anadolu Grubu’na geçti. Cola’dan ayrılmış gibi gözükse de, Anadolu Grubu, Coca Cola’nın en büyük yerli ortağı olduğu için aslında çok da uzaklara gitmedi. Efes’in dağıtım ağını Adriyatik’ten Çin’e kadar uzatmayı başardı. Mayıs 2005’te yeniden Cola’ya döndü ve Avrasya, Kuzey Asya ve Ortadoğu’dan sorumlu bir numaralı yönetici oldu.
ÖZİLHAN’LA PAZARLIK
Bu geri dönüşün, Anadolu Grubu İcra Kurulu Başkanı ile Coca Cola’nın koltuğunu Muhtar Kent’e devreden eski başkanı Neville Isdel arasında 2004 Olimpiyat Oyunları’nda geçen pazarlıktan sonra gerçekleştiği söyleniyor. Isdell, oyunlar sırasında karşılaştığı Özilhan’dan Kent’i kendilerine geri vermesini rica ediyor ve kariyerinin açık olduğunu belirtiyor. Özilhan, Muhtar Kent’le devam etmek istese de, Isdell’in ısrarı ve Kent’in gönlünün Coca Cola’da olması nedeniyle bu transfere izin veriyor. Coca Cola’ya geri dönen Kent, 2006’da şirketin Kuzey Amerika dışındaki tüm bölgelerden sorumlu yöneticisi olarak atanıyor. Şimdi ise Coca Cola’nın Yönetim Kurulu Başkanı. Kent’in maaşı 1 milyon 100 bin dolar, ikramiyesi de nakit olarak 4 milyon 500 bin dolar. Ayrıca birçok ikramiye ve kar payları gibi gelirleri de var.
SABANCI’YI REDDETTİ
Muhtar Kent’in 2003 yılında Sabancı Holding’ten gelen CEO’luk (Yönetim Kurulu Başkanlığı) teklifini “yoruldum” diyerek reddettiği biliniyor. Hürriyet’ten Rauf Ateş’in kaleme aldığı bir yazıda, Kent’in gelen teklife, annesinin memleketi olan Ayvalık’ta zeytin yetiştirmeyi düşünüyorum yanıtı verdiği belirtiliyor. Ali Sabancı bu durumu, “Şimdi Coca Cola’nın başında. Biz kaçırdık onu” şeklinde yorumlamış.
KRİZDE NAKİT KRALDIR
Kent, Amerika’da yayımlanan bir söyleşisinde iş hayatında öğrendiği ilk şeyin, “kötü haberin çok hızlı yayılması” olduğunu söylüyor. Kriz geldiğinde aynı hızla krizi çözmek için harekete geçilmesi gerektiğine inanıyor. İş hayatından edindiği diğer deneyimlerden örnekler veren Kent’in kriz zamanında rahat etmek isteyenler için önerdiği formül ise elde nakit para bulundurmak. “Kriz geldiğinde nakit kraldır” diyen Kent, tüketicilerle iletişimin asla kesilmemesi gerektiğine de inanıyor. Kent, 28 Ekim 2008 tarihinde krizin Türkiye’yi de etkileyeceğini belirterek kemerleri sıkacak mali politikalara öncelik verilmesi uyarısında da bulunmuştu.
***
Babası Nazilerin elinden Yahudileri kurtarmış Defne Kent’le evli olan Muhtar Kent’in iki çocuğu var. 2002 yılında ölen babası Necdet Kent ise en az Muhtar Kent kadar tanınmış ve “Turkish Shindler” olarak anılıyor. Bu adı almasının nedeni, İkinci Dünya Savaşı Sırasında başkonsolos olarak görev yaptığı Fransa’da, Türkiyeli Yahudilere, Türk vatandaşlığı vererek onları Nazilerin gaz odalarına gönderilmekten kurtarması. 1943’te Necdet Kent’in Auschwitz’e giden bir trene binerek, Nazi subaylarıyla yaptığı görüşmeler sonrası 70-80 Türkiyeli Yahudiyi kurtarması da hala anlatılıyor.
Kimlik Kartı
Doğum: 1952 New York Lise: Tarsus Amerikan Koleji, Üniversite: Hull Üniversitesi, Yüksek Lisans: City Üniversitesi Eşi: Defne Kent Çocukları: Selin adında bir kızı ve Cem adında bir oğlu var Tuttuğu takım: Galatasaray
Macaristan’daki çevre felaketi Türkiye'yi etkiler mi?
Özgür Gürbüz – 12 Mayıs 2010
Macaristan'ın Ajka kentinde özel bir şirkete ait alüminyum tesisinde meydana gelen kaza, şimdiden ülkenin en büyük çevre felaketi olarak adlandırılmaya başlandı. Şu ana kadar yedi kişinin hayatını kaybettiği biliniyor. Atık barajının iki setinin yıkıldığı diğerlerinin de yıkılması olasılığından bahsediliyor.
Macar hükümeti, dün akşam şirketin yönetimini kontrolü altına aldı ama bu tehlikeyi önlemekten çok kamuoyunu sakinleştirmeye dönük bir hamleye benziyor. Çünkü 700 bin metreküp civarında toksik atık çoktan bölgeye yayıldı. Tesisin atık barajının toplam kapasitesinin ise 30 milyon ton olduğu belirtiliyor. Tuna nehrine zehirli atıkların ulaşmasını önlemek için de yeni bir set inşa edilmeye çalışılıyor. Kalan setlerin durumunun pek iç açıcı olmadığı düşünülürse zamana karşı bir yarıştan bahsedilebilir. Tuna nehrine akan Raba ırmağında ise şimdiden kimyasal atıkların belirtileri görülüyor.
Türkiye tehlike altında mı?
Gelelim önemli soruya? Macaristan'daki çere felaketi Türkiye'yi etkiler mi veya ne derece etkiler? Çevre ve Orman Bakanlığı 7 Ekim'de yaptığı basın açıklamasında, kazanın Türkiye için bir tehdit oluşturmadığını söyledi. Nedeni bazı matematiksel hesaplara dayanıyor. Bakanlığın yazılı açıklamasında tesisin Tuna nehrine 130 km, Bulgaristan-Romanya sınırına 400 km mesafede olduğu, alınan ilk bilgilere göre atıkların Tuna nehrine ulaşmasının beklenmediği söyleniyor. “İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü ile birlikte önümüzdeki hafta içinde mukayese maksadıyla Karadeniz’de ölçümler yapılacaktır” cümlesine de yer verilen açıklama, “ülkemiz karasuları ve kıyıları için herhangi bir tehlikenin söz konusu olmayacağı öngörülmektedir” vurgusuyla noktalanıyor.
Kanımca Çevre Bakanlığı asıl tehlikeyi görmezden geliyor. Türkiye'de çevrecileri vatan hainliğiyle suçlayarak, taşlarla sopalarla üzerlerine yürüyerek (Bkz. Bergama), yasaları kalbura çevirerek önü açılan madencilik sektörüyle, birkaç gün önce Macaristan'da, 2000'de Romanya'nın Baia Mare Altın Madeni'nde, 1995'de Güney Afrika'da ve daha onlarca başka yerde meydana gelen benzeri kazalara davetiye çıkarılıyor. Macaristan bize uzak olabilir ama Uşak, Bergama, Kaz dağları, Dersim çok ama çok yakın. Madencilik sektörü, özel sektörün keyfine bırakılır, yasalar, yönetmelikler ve denetim faaliyetleri şirketlerin istekleri doğrultusunda değiştirilir ve uygulanırsa, Macaristan benzeri kazaların Türkiye'de de görülmesi ne yazık ki an meselesidir.
Bileklerimiz ve boyunlarımızı altınla süslemek için aldığımız riskin de bir sınırı olmalı. Maden talebi, gerçek tüketim ihtiyacıyla eşleştirilmez ve bu konuda sınırlamalar getirilmezse; içecek, buğdayı başağı sulayacak temiz su bulamayabiliriz. Bu kazadan Türkiye'nin çıkaracağı en büyük ders, madencilik sektöründeki kontrolü siyanür havuzlarında ördek yüzdüren sektör yetkililerine değil, bağımsız sivil toplum kuruluşlarının da yetkili olduğu platformlara bırakmak olmalıdır. Tabi, çok geç olmadan...
Macaristan'ın Ajka kentinde özel bir şirkete ait alüminyum tesisinde meydana gelen kaza, şimdiden ülkenin en büyük çevre felaketi olarak adlandırılmaya başlandı. Şu ana kadar yedi kişinin hayatını kaybettiği biliniyor. Atık barajının iki setinin yıkıldığı diğerlerinin de yıkılması olasılığından bahsediliyor.
Macar hükümeti, dün akşam şirketin yönetimini kontrolü altına aldı ama bu tehlikeyi önlemekten çok kamuoyunu sakinleştirmeye dönük bir hamleye benziyor. Çünkü 700 bin metreküp civarında toksik atık çoktan bölgeye yayıldı. Tesisin atık barajının toplam kapasitesinin ise 30 milyon ton olduğu belirtiliyor. Tuna nehrine zehirli atıkların ulaşmasını önlemek için de yeni bir set inşa edilmeye çalışılıyor. Kalan setlerin durumunun pek iç açıcı olmadığı düşünülürse zamana karşı bir yarıştan bahsedilebilir. Tuna nehrine akan Raba ırmağında ise şimdiden kimyasal atıkların belirtileri görülüyor.
Türkiye tehlike altında mı?
Gelelim önemli soruya? Macaristan'daki çere felaketi Türkiye'yi etkiler mi veya ne derece etkiler? Çevre ve Orman Bakanlığı 7 Ekim'de yaptığı basın açıklamasında, kazanın Türkiye için bir tehdit oluşturmadığını söyledi. Nedeni bazı matematiksel hesaplara dayanıyor. Bakanlığın yazılı açıklamasında tesisin Tuna nehrine 130 km, Bulgaristan-Romanya sınırına 400 km mesafede olduğu, alınan ilk bilgilere göre atıkların Tuna nehrine ulaşmasının beklenmediği söyleniyor. “İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü ile birlikte önümüzdeki hafta içinde mukayese maksadıyla Karadeniz’de ölçümler yapılacaktır” cümlesine de yer verilen açıklama, “ülkemiz karasuları ve kıyıları için herhangi bir tehlikenin söz konusu olmayacağı öngörülmektedir” vurgusuyla noktalanıyor.
Kanımca Çevre Bakanlığı asıl tehlikeyi görmezden geliyor. Türkiye'de çevrecileri vatan hainliğiyle suçlayarak, taşlarla sopalarla üzerlerine yürüyerek (Bkz. Bergama), yasaları kalbura çevirerek önü açılan madencilik sektörüyle, birkaç gün önce Macaristan'da, 2000'de Romanya'nın Baia Mare Altın Madeni'nde, 1995'de Güney Afrika'da ve daha onlarca başka yerde meydana gelen benzeri kazalara davetiye çıkarılıyor. Macaristan bize uzak olabilir ama Uşak, Bergama, Kaz dağları, Dersim çok ama çok yakın. Madencilik sektörü, özel sektörün keyfine bırakılır, yasalar, yönetmelikler ve denetim faaliyetleri şirketlerin istekleri doğrultusunda değiştirilir ve uygulanırsa, Macaristan benzeri kazaların Türkiye'de de görülmesi ne yazık ki an meselesidir.
Bileklerimiz ve boyunlarımızı altınla süslemek için aldığımız riskin de bir sınırı olmalı. Maden talebi, gerçek tüketim ihtiyacıyla eşleştirilmez ve bu konuda sınırlamalar getirilmezse; içecek, buğdayı başağı sulayacak temiz su bulamayabiliriz. Bu kazadan Türkiye'nin çıkaracağı en büyük ders, madencilik sektöründeki kontrolü siyanür havuzlarında ördek yüzdüren sektör yetkililerine değil, bağımsız sivil toplum kuruluşlarının da yetkili olduğu platformlara bırakmak olmalıdır. Tabi, çok geç olmadan...
Sulak alanı ralli pisti yapıyorlar uyarısı
Golf sahası, maden, enerji santrali derken yeşil alanlar şimdi de otomobillerin saldırısına uğradı. Sinop Çevre Dostları Derneği, Sinop ilinin Akliman mevkinde yer alan Aksaz Sazlığı'nın ralli düzenlemek için tahrip edildiğini duyurdu. Dernek tarafından yapılan açıklamaya göre, Karagöl-Aksaz Bataklık Sazlık Ünitesi içindeki Aksaz Sulak Alanı'nda sazlıklar ralli uğruna kesiliyor ve alan dolduruluyor.
Sinop Çevre Dostları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Hale Oğuz, Türkiye Cumhuriyeti'nin ‘’Ramsar Sözleşmesi’’ni ihlal ettiğini belirterek, sözleşme uyarınca Türkiye'nin sulak alanları korumayı taahhüt ettiğine ve bu amaçla yönetmelikler çıkardığına dikkat çekiyor.
Dernek açıklamasında, Sinop'un çok önemli doğal alanlarından biri olan Aksaz Sulak Alanı'nın ulusal ve uluslararası hukuki yükümlülükler hiçe sayılarak yok edilmeye çalışıldığına dikkat çekiyor ve yetkilileri göreve çağırıyor.
Sinop Çevre Dostları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Hale Oğuz, Türkiye Cumhuriyeti'nin ‘’Ramsar Sözleşmesi’’ni ihlal ettiğini belirterek, sözleşme uyarınca Türkiye'nin sulak alanları korumayı taahhüt ettiğine ve bu amaçla yönetmelikler çıkardığına dikkat çekiyor.
Dernek açıklamasında, Sinop'un çok önemli doğal alanlarından biri olan Aksaz Sulak Alanı'nın ulusal ve uluslararası hukuki yükümlülükler hiçe sayılarak yok edilmeye çalışıldığına dikkat çekiyor ve yetkilileri göreve çağırıyor.
Çin emisyon ticaretine hazırlanıyor, Türkiye ne yapıyor?
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/27 Eylül 2010
2011-2015 yılları arasında 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı devreye sokacak olan Çin hükümeti, 2011 yılından itibaren ülke sınırları içerisinde karbon ticaretini başlatmayı planlıyor. Emisyon ticareti için beş yıllık bir plan hazırlayan Çin Halk Cumhuriyeti, 2020'ye kadar Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'da birim başına karbon salımını 2005 yılının yüzde 40 ila 45 oranında aşağısına çekme hedefine bu sayede daha rahat ulaşmayı planlıyor.
Çin'in emisyon ticareteine başlayacağı haberi, 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın detaylarının tartışıldığı Ulusal Kalkınma ve Reform Komisyonu’nun toplantısı esnasında, katılımcılardan biri tarafından China Daily gazetesine iletildi ve böylece açığa çıktı, ya da çıkması istendi. Konu hakkında kamuoyu fazla bilgiye sahip değil. Haberi sızdıran katılımcı, toplantıda ulusal karbon ticareti programı konusunda anlaşma sağlandığını ancak, endüstri ve uzmanların mekanizmanın nasıl uygulanacağı konusunda tartışmaya devam ettiğini söylemişti. Birleşmiş Milletler'in, Çin'in Tianjin kentinde 4-9 Ekim tarihleri arasında düzenleyeceği iklim değişikliği toplantısında Çin tarafı belki daha fazla bilgi verebilir. Kişi başına düşen seragazı emisyonlarının miktarı az da olsa, dünyanın atmosfere en fazla seragazı bırakan ülkesinin neler yapacağını bilmek, yıl sonunda Meksika'da yapılacak kritik toplantı hakkında da fikir verecek. Çin'in eskisi kadar kapalı bir ülke olmadığı herkesce biliniyor. İklim konusunda Türkiye'den daha şeffaf olduğunu da düşünmeye başlamıştım ki, imdadıma Çevre Bakanlığı'nın açıklaması yetişti.
“Karbon Sicili” adı verilen uygulama sayesinde Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü, karbon ticaretine dahil olan projeleri kayıt altına almaya balacak. Yenilenebilir enerji yatırımcılarının ve yatırım yapmayı düşünenlerin “www.karbonkayit.cob.gov.tr” adresine göz atmalarında fayda var. Yapılan açıklamada, “karbon sicili projesiyle Türkiye’de Gönüllü Karbon Piyasaları'nda geliştirilen projeler sayesinde azaltılan seragazı emisyonlarının kayıt altına alınması ve izlenmesi sağlanacak” deniyor. Gönüllü piyasalardan bahsediliyor çünkü Türkiye, Kyoto Protokolü'ne geç de olsa taraf olmuş, ancak yıllar süren müzakere süreci içerisinde özel konumunu belirten birçok değişikliği de kabul ettirmişti. Tüm bunlar, Türkiye'nin diğer ülkelerden çok farklı bir konuma gelmesine neden oldu. Öyle ki, hatırı sayılır emisyon yüküne ve Kyoto üyeliğine rağmen Türkiye, seragazı emisyonlarını azaltmak istediğinde neredeyse protokolün sağladığı hiçbir finansman kaynağından yararlanamaz hale geldi. Türkiye, İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması'nda Ek-1 listesinde yer aldığı için Kyoto Protokolü'nün Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM) kapsamındaki projelere ev sahibi olamıyor. Kyoto Protokolü'nün Ek-B listesinde yer aldığı ve bir yükümlülüğü olmadığı için de Ortak Uygulama Mekanızması'ndan faydalanamıyor. Yine bu nedenle, Emisyon Ticareti'ne de katılamıyor. Halbuki bunların hepsi, Kyoto'nun da temeli sayılır. Sonuçta Türkiye'nin elinde, yenilenebilir enerjiden yutak alanları korumaya kadar birçok seragazı azaltım tedbirlerini finanse edebilmek için kala kala, Gönüllü Karbon Piyasaları kaldı. Gönüllü piyasalarda ton başına ödenen fiyatların zorunlu piyasalara göre kat ve kat aşağıda olduğu da herkesce biliniyor. Zorunlu piyasalarda karbonun ton fiyatının 20 avrolarda gezindiği sıralarda gönüllü piyasalarda ton başına 3 avro üzerinden anlaşmalar yapıldığı biliniyor. Söylemeden edemeyeceğim; güneşe, rüzgara destek verirsek paramızı dışa kaptırırız zihniyeti, acaba bu kardan zarar durumunda ne düşünüyor?
Kısacası, Türkiye'nin “yükümlülük almayalım, sanayiciyi kızdırmayalım” üzerine kurulu Kyoto politikası, olası seragazı azaltım politikalarının finansmanının önünü de büyük ölçüde tıkamıştır. Geçtiğimiz yıl, ekonomik krizin de etkisiyle Türkiye'nin toplam seragazı emisyon miktarı yıllar sonra inişe geçti. Bu, gönüllü, yurtiçi piyasalarının kurulması için bir fırsat olabilirdi. En azından enerji yoğun sektörleri içine alan küçük bir borsayla Türkiye, mekanizmalara ısınabilirdi. Enerjide fosil yakıtlara dayalı mevcut politikalarla bu inişin uzun sürmeyeceğini herkes biliyor. İklim cambazı olmaya çalışan Türkiye'nin Meksika'da izleyeceği politikalar hakkında kimin, ne kadar haberi var, Türkiye daha ne kadar hiçbir şey yapmadan giderek incelen iklim ipinin üzerinde yürüyemeye devam edecek, merak ediyorum doğrusu. ABD, Çin ve Japonya gibi devlerin kavgası sonucu Kopenhag'da paçayı kurtaran Türkiye, Meksika'dan da yükümlülük almadan dönebilecek mi? Döndü diyelim... Uygun finansman yöntemlerini ve dış desteği sağlamadan seragazı azaltılımını nasıl gerçekleştirecek? Sizce Meksika'da taktik değiştirmenin zamanı gelmedi mi?
2011-2015 yılları arasında 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı devreye sokacak olan Çin hükümeti, 2011 yılından itibaren ülke sınırları içerisinde karbon ticaretini başlatmayı planlıyor. Emisyon ticareti için beş yıllık bir plan hazırlayan Çin Halk Cumhuriyeti, 2020'ye kadar Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'da birim başına karbon salımını 2005 yılının yüzde 40 ila 45 oranında aşağısına çekme hedefine bu sayede daha rahat ulaşmayı planlıyor.
Çin'in emisyon ticareteine başlayacağı haberi, 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın detaylarının tartışıldığı Ulusal Kalkınma ve Reform Komisyonu’nun toplantısı esnasında, katılımcılardan biri tarafından China Daily gazetesine iletildi ve böylece açığa çıktı, ya da çıkması istendi. Konu hakkında kamuoyu fazla bilgiye sahip değil. Haberi sızdıran katılımcı, toplantıda ulusal karbon ticareti programı konusunda anlaşma sağlandığını ancak, endüstri ve uzmanların mekanizmanın nasıl uygulanacağı konusunda tartışmaya devam ettiğini söylemişti. Birleşmiş Milletler'in, Çin'in Tianjin kentinde 4-9 Ekim tarihleri arasında düzenleyeceği iklim değişikliği toplantısında Çin tarafı belki daha fazla bilgi verebilir. Kişi başına düşen seragazı emisyonlarının miktarı az da olsa, dünyanın atmosfere en fazla seragazı bırakan ülkesinin neler yapacağını bilmek, yıl sonunda Meksika'da yapılacak kritik toplantı hakkında da fikir verecek. Çin'in eskisi kadar kapalı bir ülke olmadığı herkesce biliniyor. İklim konusunda Türkiye'den daha şeffaf olduğunu da düşünmeye başlamıştım ki, imdadıma Çevre Bakanlığı'nın açıklaması yetişti.
“Karbon Sicili” adı verilen uygulama sayesinde Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü, karbon ticaretine dahil olan projeleri kayıt altına almaya balacak. Yenilenebilir enerji yatırımcılarının ve yatırım yapmayı düşünenlerin “www.karbonkayit.cob.gov.tr” adresine göz atmalarında fayda var. Yapılan açıklamada, “karbon sicili projesiyle Türkiye’de Gönüllü Karbon Piyasaları'nda geliştirilen projeler sayesinde azaltılan seragazı emisyonlarının kayıt altına alınması ve izlenmesi sağlanacak” deniyor. Gönüllü piyasalardan bahsediliyor çünkü Türkiye, Kyoto Protokolü'ne geç de olsa taraf olmuş, ancak yıllar süren müzakere süreci içerisinde özel konumunu belirten birçok değişikliği de kabul ettirmişti. Tüm bunlar, Türkiye'nin diğer ülkelerden çok farklı bir konuma gelmesine neden oldu. Öyle ki, hatırı sayılır emisyon yüküne ve Kyoto üyeliğine rağmen Türkiye, seragazı emisyonlarını azaltmak istediğinde neredeyse protokolün sağladığı hiçbir finansman kaynağından yararlanamaz hale geldi. Türkiye, İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması'nda Ek-1 listesinde yer aldığı için Kyoto Protokolü'nün Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM) kapsamındaki projelere ev sahibi olamıyor. Kyoto Protokolü'nün Ek-B listesinde yer aldığı ve bir yükümlülüğü olmadığı için de Ortak Uygulama Mekanızması'ndan faydalanamıyor. Yine bu nedenle, Emisyon Ticareti'ne de katılamıyor. Halbuki bunların hepsi, Kyoto'nun da temeli sayılır. Sonuçta Türkiye'nin elinde, yenilenebilir enerjiden yutak alanları korumaya kadar birçok seragazı azaltım tedbirlerini finanse edebilmek için kala kala, Gönüllü Karbon Piyasaları kaldı. Gönüllü piyasalarda ton başına ödenen fiyatların zorunlu piyasalara göre kat ve kat aşağıda olduğu da herkesce biliniyor. Zorunlu piyasalarda karbonun ton fiyatının 20 avrolarda gezindiği sıralarda gönüllü piyasalarda ton başına 3 avro üzerinden anlaşmalar yapıldığı biliniyor. Söylemeden edemeyeceğim; güneşe, rüzgara destek verirsek paramızı dışa kaptırırız zihniyeti, acaba bu kardan zarar durumunda ne düşünüyor?
Kısacası, Türkiye'nin “yükümlülük almayalım, sanayiciyi kızdırmayalım” üzerine kurulu Kyoto politikası, olası seragazı azaltım politikalarının finansmanının önünü de büyük ölçüde tıkamıştır. Geçtiğimiz yıl, ekonomik krizin de etkisiyle Türkiye'nin toplam seragazı emisyon miktarı yıllar sonra inişe geçti. Bu, gönüllü, yurtiçi piyasalarının kurulması için bir fırsat olabilirdi. En azından enerji yoğun sektörleri içine alan küçük bir borsayla Türkiye, mekanizmalara ısınabilirdi. Enerjide fosil yakıtlara dayalı mevcut politikalarla bu inişin uzun sürmeyeceğini herkes biliyor. İklim cambazı olmaya çalışan Türkiye'nin Meksika'da izleyeceği politikalar hakkında kimin, ne kadar haberi var, Türkiye daha ne kadar hiçbir şey yapmadan giderek incelen iklim ipinin üzerinde yürüyemeye devam edecek, merak ediyorum doğrusu. ABD, Çin ve Japonya gibi devlerin kavgası sonucu Kopenhag'da paçayı kurtaran Türkiye, Meksika'dan da yükümlülük almadan dönebilecek mi? Döndü diyelim... Uygun finansman yöntemlerini ve dış desteği sağlamadan seragazı azaltılımını nasıl gerçekleştirecek? Sizce Meksika'da taktik değiştirmenin zamanı gelmedi mi?
Almanya'da 100 bin kişi nükleere karşı yürüdü!
Özgür Gürbüz/19 Eylül 2010
Almanya'da Şansölye Angela Merkel'i zor günler bekliyor. 2002 yılında Sosyal Demokrat ve Yeşiller Partisi koalisyonunca alınan Almanya'daki nükleer santralleri kapatma kararını ertelemek isteyen Merkel, cumartesi günü hiç beklemediği bir tepkiyle karşı karşıya kaldı.
Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonunun nükleer sevdasına, Berlin'i dolduran 100 bin nükleer karşıtı sert bir yanıt verdi. Gösteriye 30 bin kişinin katılmasını bekleyen emniyet yetkilileri de 100 bin kişiyi görünce şaşkınlıklarını gizleyemedi. Aslında bu yanıt sadece Almanya hükümetine değil, nükleer enerjiyi temiz, cici ve ucuz olarak göstermek isteyen diğer hükümetlere de verilmiş oldu. Dünyada nükleer enerjiye karşı çıkanların sadece Türkiye'deki birkaç çevreci olduğunu söyleyenler herhalde birkaç gün evlerinden dışarı çıkamayacak.
Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Claudia Roth, bu protestonun en geniş direniş olduğunu söylerken, seçimleri de işaret edercesine, “bu bir sinyal” dedi. Kamuoyu yoklamaları iktidardaki sağ koalisyonun halk desteğinin yüzde 35'lere kadar indiğini gösteriyor.
Almanya'da Şansölye Angela Merkel'i zor günler bekliyor. 2002 yılında Sosyal Demokrat ve Yeşiller Partisi koalisyonunca alınan Almanya'daki nükleer santralleri kapatma kararını ertelemek isteyen Merkel, cumartesi günü hiç beklemediği bir tepkiyle karşı karşıya kaldı.
Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonunun nükleer sevdasına, Berlin'i dolduran 100 bin nükleer karşıtı sert bir yanıt verdi. Gösteriye 30 bin kişinin katılmasını bekleyen emniyet yetkilileri de 100 bin kişiyi görünce şaşkınlıklarını gizleyemedi. Aslında bu yanıt sadece Almanya hükümetine değil, nükleer enerjiyi temiz, cici ve ucuz olarak göstermek isteyen diğer hükümetlere de verilmiş oldu. Dünyada nükleer enerjiye karşı çıkanların sadece Türkiye'deki birkaç çevreci olduğunu söyleyenler herhalde birkaç gün evlerinden dışarı çıkamayacak.
Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Claudia Roth, bu protestonun en geniş direniş olduğunu söylerken, seçimleri de işaret edercesine, “bu bir sinyal” dedi. Kamuoyu yoklamaları iktidardaki sağ koalisyonun halk desteğinin yüzde 35'lere kadar indiğini gösteriyor.
Kuma gömülen kafalar
Özgür Gürbüz/17 Eylül 2010
Fotoğraflar: Allionai Facebook grubu
Bugün bir bilmecem var sizlere! Dünyada 2 bin yıllık tarihi bir sağlık yurdunu kuma gömmeye çalışan ülke hangisidir diye sorsam, bilebilir misiniz? Bilirsiniz, tahmin edersiniz hatta eminsiniz. Öyle değil mi?
Uzaklara gitmenize hiç gerek yok. Ne de bir arkadaşınızı aramanıza ya da izleyicilere sormanıza. Ne de olsa onlar izleyici, dostların birçoğu da çoktan kafasını kuma gömdü zaten, çalan telefonları duymuyor. Kimileri çaresiz olduğunu düşündüğü, kimileri ise bu rezaleti görmemek için kafasını kuma gömdü. Memlekette durum bu. Gücenmek yok, dost acı söyler. Fırsattan istifade eden bazıları da ellerine kazma küreği alarak, yetmedi vinçleri getirerek, tarihi Allionai sağlık yurdunu kuma gömmeye başladı. İki bin yıllık tarih kuma gömülür mü? Gömülür, burası Türkiye. Türkiye'de yaşayan milyonlarca insanın birçoğunun başı zaten uzun süredir kum içinde. Belki oradan Allionai'yi daha iyi görürler, kim bilir?
Son haberler, İzmir'in Bergama ilçesi sınırlarındaki bu termal merkezde ciddi bir inşaat faaliyetinin sürdüğüne işaret ediyor. 120 civarında işçi elinde kürek, onlarca yıllık emek sonucu ortaya çıkarılmış bu tarihi termal merkezini kumla örtmeye çalışıyor. Bu işi biran önce bitirmeye çalışıyorlar, o yüzden vinçler de getirmişler. Telaşları, başları kumda memleketin sözde sahiplerinin, kazara başlarını kumdan çıkarması olasılığındandır. Belli mi olur, bu ülkenin Kültür Bakanı, “orada ne oluyor yahu” der, İlber Ortaylı veya Murat Bardakçı gibi popüler isimler bu hafta sonu bölgede toplanarak tarihe verdikleri desteği göstermek isterler. Sürpriz olur tabi, ama olabilir. Burası Türkiye. Kimin ne yapacağı, ne zaman yapacağı belli olmaz. Belki de Nasredin Hoca gelir, “Ey sefiller, madem kuma gömecektiniz, onlarca yıl emek harcayıp neden gün yüzüne çıkardınız” der, kahrından bir kez daha ölür ve gider.
Durumu bilmeyenler için özetlemekte fayda var. Allionai ve çevresinde ilk yerleşim izleri tarih öncesi döneme uzanır. Helenistik dönemde küçük bir termal merkezi kurulduğu sanılmaktadır. Roma ve özellikle Bizans dönemi yoğun yapılaşmanın gerçekleştiği evredir. Alliona'inin en önemli yapısı Ilıca'nın Roma döneminde yapıldığı ve Bizans döneminde bazı değişikliklere uğradığı düşünülmektedir. 1998 yılında başlayan büyük kazılarla ortaya çıkarılan, bulunan tarihi eserlerin İzmir'in tanıtımında bile kullanıldığı bu antik yerleşim yeri, bir yanlış planlama sonucu, Yortanlı Barajı'nın baraj gölü sınırları içerisinde kalmıştır.1 Evet, sorun budur. Baraj gölünün suları altında kalacağı için kent sanki hiç bulunmamış, yokmuş gibi davranılmaya, millet uyanmadan, onlarca mahkeme kararına rağmen tarihin üstünü örtemediği bu kentin insan eliyle yok edilmesine çalışılmaktadır. Kurtarma çalışmaları adı altında yapılan, bulunan eserlerin müzeye taşınmasıdır. Yürütmeyi durdurma için 7 Eylül 2010'da mahkemeye başvuruldu ama mahkeme kararı beklenmiyor, karar aleyhte çıksa bile, çıkana kadar Allionai diye bir yer kalmayacak. Müzelerde sergilenen eserlerin bulunduğu yerleri gösteren haritalar olur ya, Allionai için böyle bir harita olmayacak. Trajik değil mi? Trajik, ama burası Türkiye.
Bölgeye kimin önce geldiği bellidir. Yortanlı Barajı'nın kesin projesi 1985 yılında yapılmıştır ancak Allionai 2 bin yıllık tarihiyle ev sahibidir, baraj ise 60, bilemediniz 100 yıllık geleceğiyle misafir. Misafir istemiyor diye evin yıkıldığı nerede görülmüş? Burada; burası Türkiye.
Barajın rezervuar alanını kentin üstüne getirecek planlar kuma gömüleceği yerde, bugün 2 bin yıllık tarih kuma gömülmektedir. Bir sürü bakanımız, bir sürü milletvekilimiz, bir sürü vatandaş, bir sürü gazeteci, eş, dost ve arkadaş da başlarını kuma gömmüştür. Başlar biran önce kumdan çıkarılmazsa, Allionai'yi görebilmenin tek yolu, bizlerin de başlarını kuma gömmesi olacak.
1 www.allionai.org
Fotoğraflar: Allionai Facebook grubu
Bugün bir bilmecem var sizlere! Dünyada 2 bin yıllık tarihi bir sağlık yurdunu kuma gömmeye çalışan ülke hangisidir diye sorsam, bilebilir misiniz? Bilirsiniz, tahmin edersiniz hatta eminsiniz. Öyle değil mi?
Uzaklara gitmenize hiç gerek yok. Ne de bir arkadaşınızı aramanıza ya da izleyicilere sormanıza. Ne de olsa onlar izleyici, dostların birçoğu da çoktan kafasını kuma gömdü zaten, çalan telefonları duymuyor. Kimileri çaresiz olduğunu düşündüğü, kimileri ise bu rezaleti görmemek için kafasını kuma gömdü. Memlekette durum bu. Gücenmek yok, dost acı söyler. Fırsattan istifade eden bazıları da ellerine kazma küreği alarak, yetmedi vinçleri getirerek, tarihi Allionai sağlık yurdunu kuma gömmeye başladı. İki bin yıllık tarih kuma gömülür mü? Gömülür, burası Türkiye. Türkiye'de yaşayan milyonlarca insanın birçoğunun başı zaten uzun süredir kum içinde. Belki oradan Allionai'yi daha iyi görürler, kim bilir?
Son haberler, İzmir'in Bergama ilçesi sınırlarındaki bu termal merkezde ciddi bir inşaat faaliyetinin sürdüğüne işaret ediyor. 120 civarında işçi elinde kürek, onlarca yıllık emek sonucu ortaya çıkarılmış bu tarihi termal merkezini kumla örtmeye çalışıyor. Bu işi biran önce bitirmeye çalışıyorlar, o yüzden vinçler de getirmişler. Telaşları, başları kumda memleketin sözde sahiplerinin, kazara başlarını kumdan çıkarması olasılığındandır. Belli mi olur, bu ülkenin Kültür Bakanı, “orada ne oluyor yahu” der, İlber Ortaylı veya Murat Bardakçı gibi popüler isimler bu hafta sonu bölgede toplanarak tarihe verdikleri desteği göstermek isterler. Sürpriz olur tabi, ama olabilir. Burası Türkiye. Kimin ne yapacağı, ne zaman yapacağı belli olmaz. Belki de Nasredin Hoca gelir, “Ey sefiller, madem kuma gömecektiniz, onlarca yıl emek harcayıp neden gün yüzüne çıkardınız” der, kahrından bir kez daha ölür ve gider.
Durumu bilmeyenler için özetlemekte fayda var. Allionai ve çevresinde ilk yerleşim izleri tarih öncesi döneme uzanır. Helenistik dönemde küçük bir termal merkezi kurulduğu sanılmaktadır. Roma ve özellikle Bizans dönemi yoğun yapılaşmanın gerçekleştiği evredir. Alliona'inin en önemli yapısı Ilıca'nın Roma döneminde yapıldığı ve Bizans döneminde bazı değişikliklere uğradığı düşünülmektedir. 1998 yılında başlayan büyük kazılarla ortaya çıkarılan, bulunan tarihi eserlerin İzmir'in tanıtımında bile kullanıldığı bu antik yerleşim yeri, bir yanlış planlama sonucu, Yortanlı Barajı'nın baraj gölü sınırları içerisinde kalmıştır.1 Evet, sorun budur. Baraj gölünün suları altında kalacağı için kent sanki hiç bulunmamış, yokmuş gibi davranılmaya, millet uyanmadan, onlarca mahkeme kararına rağmen tarihin üstünü örtemediği bu kentin insan eliyle yok edilmesine çalışılmaktadır. Kurtarma çalışmaları adı altında yapılan, bulunan eserlerin müzeye taşınmasıdır. Yürütmeyi durdurma için 7 Eylül 2010'da mahkemeye başvuruldu ama mahkeme kararı beklenmiyor, karar aleyhte çıksa bile, çıkana kadar Allionai diye bir yer kalmayacak. Müzelerde sergilenen eserlerin bulunduğu yerleri gösteren haritalar olur ya, Allionai için böyle bir harita olmayacak. Trajik değil mi? Trajik, ama burası Türkiye.
Bölgeye kimin önce geldiği bellidir. Yortanlı Barajı'nın kesin projesi 1985 yılında yapılmıştır ancak Allionai 2 bin yıllık tarihiyle ev sahibidir, baraj ise 60, bilemediniz 100 yıllık geleceğiyle misafir. Misafir istemiyor diye evin yıkıldığı nerede görülmüş? Burada; burası Türkiye.
Barajın rezervuar alanını kentin üstüne getirecek planlar kuma gömüleceği yerde, bugün 2 bin yıllık tarih kuma gömülmektedir. Bir sürü bakanımız, bir sürü milletvekilimiz, bir sürü vatandaş, bir sürü gazeteci, eş, dost ve arkadaş da başlarını kuma gömmüştür. Başlar biran önce kumdan çıkarılmazsa, Allionai'yi görebilmenin tek yolu, bizlerin de başlarını kuma gömmesi olacak.
1 www.allionai.org
Yaban koyunlarına uydu aracılığıyla takip
17 Eylül 2010
Konya Bozdağ Anadolu Yaban Koyunu Üretme İstasyonundan Ağustos ayı içerisinde doğaya bırakılan Anadolu Yaban Koyunları uydu aracılığı ile izleniyor. Çevre ve Orman Bakanlığı, Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nün bugün yaptığı açıklamaya göre, bir yıl süre ile toplanan veriler sonucunda hayvanların tercih ettikleri alanlar, üreme ve çiftleşme dönemindeki hareketleri ile günün değişik saatlerindeki aktiviteleri belirlenebilecek, üretme istasyonunda üretilen bireylerin doğaya uyum süreçleri yakından takip edilebilecek.
Yaban koyunlarının boyunlarına takılan uydu vericili tasmalar, iki saatte bir olmak üzere uzaydan GPS koordinatları alıyor ve bu koordinatları cep telefonu şebekesi üzerinden bilgisayara gönderiyor. Böylece Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesindeki personel koyunların dolaştığı alanları ofislerinden takip edebiliyor.
Türkiye’deki bir çok yaşam alanında soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu alt türün neredeyse tek rastlandıkları yer Bozdağ. 1966 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı 42 bin hektarlık bir alanı bu türün korunmasını sağlamak için Konya-Bozdağ YHKS (Yaban Hayatı Koruma Sahası) olarak ilan etti. 1988'de ise, yaban koyunlarının evcil koyunlar ile besin rekabetini ve çoban köpeklerinin baskısını ortadan kaldırmak amacıyla bu alanın 3bin 500 hektarlık kısmı telle çevrilip “Yaban Koyunu Üretme İstasyonu” olarak ayrıldı. 1996 yılında tel çit elektro-şok sistemiyle donatıldı.
2004 yılında uygulamaya konulan proje ile Anadolu Yaban Koyunları eski yaşam alanları arasındaki Ankara Nallıhan ve Karaman Karadağ’a da nakledilmiştir.
Konya Bozdağ Anadolu Yaban Koyunu Üretme İstasyonundan Ağustos ayı içerisinde doğaya bırakılan Anadolu Yaban Koyunları uydu aracılığı ile izleniyor. Çevre ve Orman Bakanlığı, Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nün bugün yaptığı açıklamaya göre, bir yıl süre ile toplanan veriler sonucunda hayvanların tercih ettikleri alanlar, üreme ve çiftleşme dönemindeki hareketleri ile günün değişik saatlerindeki aktiviteleri belirlenebilecek, üretme istasyonunda üretilen bireylerin doğaya uyum süreçleri yakından takip edilebilecek.
Yaban koyunlarının boyunlarına takılan uydu vericili tasmalar, iki saatte bir olmak üzere uzaydan GPS koordinatları alıyor ve bu koordinatları cep telefonu şebekesi üzerinden bilgisayara gönderiyor. Böylece Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesindeki personel koyunların dolaştığı alanları ofislerinden takip edebiliyor.
Türkiye’deki bir çok yaşam alanında soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu alt türün neredeyse tek rastlandıkları yer Bozdağ. 1966 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı 42 bin hektarlık bir alanı bu türün korunmasını sağlamak için Konya-Bozdağ YHKS (Yaban Hayatı Koruma Sahası) olarak ilan etti. 1988'de ise, yaban koyunlarının evcil koyunlar ile besin rekabetini ve çoban köpeklerinin baskısını ortadan kaldırmak amacıyla bu alanın 3bin 500 hektarlık kısmı telle çevrilip “Yaban Koyunu Üretme İstasyonu” olarak ayrıldı. 1996 yılında tel çit elektro-şok sistemiyle donatıldı.
2004 yılında uygulamaya konulan proje ile Anadolu Yaban Koyunları eski yaşam alanları arasındaki Ankara Nallıhan ve Karaman Karadağ’a da nakledilmiştir.
Bu belgeselleri kaçırmayın!
Özgür Gürbüz/16 Eylül 2010
Türkiye'deki doğa katliamlarını çevrecilerin abarttığını düşünüyorsanız, durumun ciddiyetini görmek için işte size bir fırsat. Karadeniz İsyandadır Platformu, İstanbul'da, “Direnişin Belgeselleri” adlı bir etkinlik düzenliyor. 4 Eylül'de başlayan ve 16 Ekim'de sona erecek olan etkinlik kapsamında tam sekiz adet belgesel gösterilecek. Gösteriler ücretsiz, suyuna ve toprağına sahip çıkan bir vatandaş olmanız belgeselleri izlemek için yeterli. Bergama'dan Dersim'e, Fırtına Vadisi'nden Karadeniz Sahil Yolu'na kadar Türkiye'nin çevre sorunlarından bir kesit, bu belgeseller aracılığıyla beyaz perdeye yansıtılacak. Çevrecilerin “doğa katliamı” dediği şeyi görmek başka, duymak başka... Paltform, 23 Ekim 2010 tarihinde ise “Karadeniz Forumu” adlı bir başka etkinlik düzenleyecek.
Direnişin Belgeselleri'nin önümüzdeki günlerdeki programı ise şöyle:
18 Eylül - Vatandaş Mustafa (45')
Yönetmen: Remzi Kazmaz
Konu: Fırtına Vadisi direnişi / Yönetmenin Katılımıyla.
25 Eylül - Av! Su! Mai! (40') Yönetmen: Alejandro Haddad
Konu: Hasankeyf'in Çığlığı / Yerelden katılımla.
2 Ekim - Gole Çhetu (70') Yönetmen: Metin- Kemal Kahraman
Konu: Dersim'de baraj altında kalacak kutsal mekan / Yönetmenin katılımıyla.
9 Ekim - Son Kumsal (56') Yönetmen: Rüya Arzu Köksal
Konu: Karadeniz Sahil Yolu / Yönetmenin Katılımıyla.
16 Ekim - Alethea (41') Yönetmen: Ethem Özgüven
Konu: Bergama'da maden aramalarına karşı direniş / Yönetmenin katılımıyla.
Gösterim Yeri:
Son Irmak Doğa ve Sanat Derneği Caferağa Mah. Moda Cad.Mescit Sok.No:13 D:7 Kadıköy - İstanbul
Bergama Altın Madeni |
Direnişin Belgeselleri'nin önümüzdeki günlerdeki programı ise şöyle:
18 Eylül - Vatandaş Mustafa (45')
Yönetmen: Remzi Kazmaz
Konu: Fırtına Vadisi direnişi / Yönetmenin Katılımıyla.
25 Eylül - Av! Su! Mai! (40') Yönetmen: Alejandro Haddad
Konu: Hasankeyf'in Çığlığı / Yerelden katılımla.
2 Ekim - Gole Çhetu (70') Yönetmen: Metin- Kemal Kahraman
Konu: Dersim'de baraj altında kalacak kutsal mekan / Yönetmenin katılımıyla.
9 Ekim - Son Kumsal (56') Yönetmen: Rüya Arzu Köksal
Konu: Karadeniz Sahil Yolu / Yönetmenin Katılımıyla.
16 Ekim - Alethea (41') Yönetmen: Ethem Özgüven
Konu: Bergama'da maden aramalarına karşı direniş / Yönetmenin katılımıyla.
Gösterim Yeri:
Son Irmak Doğa ve Sanat Derneği Caferağa Mah. Moda Cad.Mescit Sok.No:13 D:7 Kadıköy - İstanbul
Almanya'nın nükleer kararını doğru okumak
Özgür Gürbüz-Bianet/11 Eylül 2010
Birkaç gün önce Alman hükümetinin ülkedeki mevcut nükleer santralleri kapatma kararını ötelemek istemesi kuşkusuz dünyadaki birçok nükleer karşıtını üzdü. İşin garibi, nükleer enerji taraftarlarını da pek sevindiremedi. 2002 yılında Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller Partisi koalisyonu sırasında alınan karara göre, Almanya'daki tüm nükleer santrallerin 2022 yılına kadar kapatılması kararlaştırılmıştı. Bugün iktidarda bulunan Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonu ise, mevcut reaktörlerin kapatılmasını ortalama 12 yıl ertelemeyi istiyor. 1980 yılından önce çalışmaya başlayan santraller sekiz yıl, 1980'den sonra şebekeye bağlananlar ise 14 yıl ek süre kazanacak. Detaylı karar önerisinin 28 Eylül'de açıklanması bekleniyor.
Elektriğin yüzde 80'i yenilenebilirden
Almanya'da halihazırda 17 nükleer reaktör çalışıyor, Almanya'nın elektriğinin yüzde 22'sini karşılıyor, yenilenebilir enerji kaynaklarıysa yüzde 15'ini. Merkel'in kararı kabul görse bile Almanya'nın yenilenebilir enerji hedefleri değiştirmeyecek gibi görünüyor. Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var, 4 Ağustos 2010'da Federal Hükümet, Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'nı kabul etti. Plana göre Almanya'nın toplam enerji tüketiminin (sadece elektrik değil) yüzde 18'inin rüzgar, güneş, biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması zorunlu hale getirildi. Şu anda bu oran yüzde 10 civarında seyrediyor. Plana detaylı bakılacak olursa, 2020 yılı için ısıtma ve soğutma alanında yenilenebilir enerjilerin payının yüzde 15,5, elektrik tüketiminde yüzde 38,6 ve ulaşımda ise yüzde 13,2 olması hedefleniyor. Dahası da var. Almanya hükümetinin Ekonomi ve Çevre bakanlarınca 30 Ağustos'ta bir özeti açıklanan ve dokuz farklı senaryodan oluşan Federal Hükümet'in enerji görünümüne ilişkin çalışmada, elektrik enerjisi üretiminin 2050 yılında, yüzde 77 ila 81 oranında yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanabileceği belirtiliyor. Bu rakam bile, Türkiye'deki bazı mühendislerin, nükleer ve termik gibi “baz yük” santralleri olmadan elektrik talebini yenilenebilir enerjiyle kesintisiz karşılamanın mümkün olmadığı savını çürütüyor. Almanya bu dokuz senaryodan hangisini seçerse seçsin, 1990 yılı seragazı emisyonlarını da 2050'ye kadar yüzde 85 oranında azaltabiliyor.1 Sorun teknik değil, ekonomik ve politik kısacası. Aynı nükleer enerji tercihinin bir teknik zorunluluk değil, siyasi bir tercih olması gibi. Bu ay sonunda Almanya'nın 2050 yılına ilişkin planını da açıklaması bekleniyor.
Nükleer enerji bir geçiş teknolojisi
Enerji konularına yakın olanların bile bazen bilerek bazen de bilmeyerek karıştırdığı gibi, enerji demek sadece elektrik demek değil. Ancak, nükleer demek, çevre için oluşturdukları riskleri bir yana bırakırsak, sadece “elektrik” demek. Halbuki, güneş, jeotermal ve biyokütle enerjileri ısıtmadan soğutmaya kadar enerji sektörünün birçok alanında faaliyet gösterebiliyor. Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'da yenilenebilir kaynaklı elektriğin payının yüksek olması, kısa bir süre içerisinde yüzde 40'lara çıkarılmasına çalışılması, kapatılacak nükleer santrallerin ürettiği elektriği temiz enerjiden sağlamayı amaçlıyor. Nükleer santrallerin kapatılma tarihlerinin ertelenmesi bu hedefe ulaşılmasını engeller mi; başta Almanya olmak üzere bugün herkes bu soruyu soruyor. Alman Şansölyesi Angela Merkel'in, kararı açıklarken yaptığı konuşmada, “nükleer enerjinin bir köprü”2 olduğunu söylemesi bu sorunun yanıtı olarak algılanabilir. Almanya'nın nükleer lobisine yakınlığı tartışma götürmez sağ partilerden oluşan koalisyonunun başındaki Merkel'in bile, nükleer enerjinin olmazsa olmaz bir enerji kaynağı olduğunu söylememesi düşündürücü. En azından nükleer enerjiyi savunanlar için üzücü. Çünkü, köprü dediğiniz, sizi diğer yakaya geçirir ve işlevi orada biter. Geri gitmeye niyetiniz yoksa tabii. Merkel bile artık nükleer enerjiye, ülkeyi yenilenebilir enerjiye ulaştıracak bir köprü gözüyle bakıyor. İklim değişikliği nedeniyle fosil yakıtlardan daha az seragazı salan nükleerde bir süre daha ısrar edilecek, daha sonra ise nükleerden de az seragazı emisyonuna sahip yenilenebilir enerjilere geçilecek.
Nükleere teşvik rüzgarın önünü keser mi?
Almanya'da nükleer santrallerin daha uzun süre çalıştırılmasına izin verilmesinin nedeni yenilenebilir enerji kaynaklarının yeterince hızlı geliştirilememesi olarak açıklanıyor. En azından hükümet bunu söylüyor. Bu doğru bile olsa, alınan kararın yenilenebilir enerji kaynaklarının daha hızlı gelişmesine neden olacağını söylemek zor. Almanya Yenilenebilir Enerji Federasyonu Başkanı Dietmar Schütz, “Nükleer santrallerin çalışma ömrünü uzatarak yenilenebilirin önüne bir engel kondu. Kedi çuvaldan çıktı” diyor.3 Yenilenebilir enerji her ne kadar hayatın çok farklı alanlarında (ısıtma, soğutma, tarım, elektrik gibi) insanlığa hizmet verse de, enerji piyasasını, verilen destekleri, nükleer ve fosil yakıtla çalışan santrallere göre düzenlediğinizde işler zorlaşıyor. Yenilenebilir ve nükleer iki farklı enerji sisteminin kaynakları olduğu için birine evet demek diğerine hayır anlamına geliyor aslında. Türkiye'de yapılmaya çalışıldığı gibi kirletenle kirletmeyen, kirletene hiçbir cezai yaptırım uygulamadan (karbon vergisi, emisyon ticareti, çevre denetimi vs.), üstüne teşvik verilerek aynı kefeye konduğunda, yenilenebilir enerjinin pahalı bile olduğunu iddia edebileceğiniz tutarsız bir piyasa yaratmış oluyorsunuz.
Nükleerciler para verdi, kapanma kararı ertelendi
Özetlersek, Almanya'nın mevcut 17 reaktörün kapatılmasını geciktirmesinin nükleer enerji savunucuları arasında büyük bir sevinç yaratmamasına şaşırmamak gerek. Söz konusu kararın Almanya'nın dört nükleer deviyle anlaşılarak, yılda 2 milyar 500 milyon avrodan daha fazla para ödemelerine neden olacak şekilde yapılması işin rengini daha da belli ediyor. Yapılan anlaşmaya göre dört firma, santrallerin kapatılmasının geciktirilmesi karşılığında, en azından 2016'ya kadar her yıl federal bütçeye, 2 milyar 300 milyon avro tutarında nükleer atık vergisi ödemeyi kabul ettiler. Önümüzdeki beş yıl boyunca yenilenebilir enerji projelerine harcanacak 300 milyon avroya yakın bir başka ödeme planı da pazarlıklar sonucu kabul edilmişe benziyor. Nükleer santrallerin ilk yatırım maliyetinin çok yüksek olması nedeniyle, elektrik üretilecek her yıl bu firmalar için daha fazla kar anlamına geliyor. Ekonomik krizde yokta yaratılan ek bir kaynak da hükümet için bir velinimet sayılır.
Alan ve satan memnun ancak Alman vatandaşlarının çoğunluğunun hala nükleer santrallerin kapatılmasını destekledikleri unutulmamalı. Sosyal Demokrat Parti'nin iktidara gelir gelmez kararı iptal edeceklerini açıkladıklarını, oylarını giderek arttıran Yeşiller'in de benzer bir tutum içerisinde olacaklarını da belirtelim. Almanya'nın tüm nükleer rönesans söylentilerine ve sağ partilerden oluşan bir koalisyona rağmen yeni nükleer santrallerden değil de yenilenebilir enerjiden bahsetmesi herhalde üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir nokta. Türkiye'nin milyarlarca dolar harcanmış, bu nedenle de geçiş teknolojisi olarak kullanmak zorunda kalacağı nükleer santralleri henüz (!) yok. Almanya'nın kararı doğru okunmalı, kısa bir sürede dünyada hatırı sayılır bir konuma gelebilecek ve binlerce işsize iş sağlayabilecek Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörünün önü tıkanmamalı.
1“Germany debates role of nuclear in its 2050 energy mix”, Worldwatch Institute, 9 Eylül 2010.
2“Germany ExtendsNuclear Plants' Life”, NY Times, 6 Eylül 2010.
3Germany ExtendsNuclear Plants' Life, NY Times, 6 Eylül 2010.
Birkaç gün önce Alman hükümetinin ülkedeki mevcut nükleer santralleri kapatma kararını ötelemek istemesi kuşkusuz dünyadaki birçok nükleer karşıtını üzdü. İşin garibi, nükleer enerji taraftarlarını da pek sevindiremedi. 2002 yılında Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller Partisi koalisyonu sırasında alınan karara göre, Almanya'daki tüm nükleer santrallerin 2022 yılına kadar kapatılması kararlaştırılmıştı. Bugün iktidarda bulunan Hıristiyan Birlik Partileri (Muhafazakar-Sağ) ile Hür Demokrat Parti (Liberal-Sağ) koalisyonu ise, mevcut reaktörlerin kapatılmasını ortalama 12 yıl ertelemeyi istiyor. 1980 yılından önce çalışmaya başlayan santraller sekiz yıl, 1980'den sonra şebekeye bağlananlar ise 14 yıl ek süre kazanacak. Detaylı karar önerisinin 28 Eylül'de açıklanması bekleniyor.
Elektriğin yüzde 80'i yenilenebilirden
Almanya'da halihazırda 17 nükleer reaktör çalışıyor, Almanya'nın elektriğinin yüzde 22'sini karşılıyor, yenilenebilir enerji kaynaklarıysa yüzde 15'ini. Merkel'in kararı kabul görse bile Almanya'nın yenilenebilir enerji hedefleri değiştirmeyecek gibi görünüyor. Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var, 4 Ağustos 2010'da Federal Hükümet, Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'nı kabul etti. Plana göre Almanya'nın toplam enerji tüketiminin (sadece elektrik değil) yüzde 18'inin rüzgar, güneş, biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması zorunlu hale getirildi. Şu anda bu oran yüzde 10 civarında seyrediyor. Plana detaylı bakılacak olursa, 2020 yılı için ısıtma ve soğutma alanında yenilenebilir enerjilerin payının yüzde 15,5, elektrik tüketiminde yüzde 38,6 ve ulaşımda ise yüzde 13,2 olması hedefleniyor. Dahası da var. Almanya hükümetinin Ekonomi ve Çevre bakanlarınca 30 Ağustos'ta bir özeti açıklanan ve dokuz farklı senaryodan oluşan Federal Hükümet'in enerji görünümüne ilişkin çalışmada, elektrik enerjisi üretiminin 2050 yılında, yüzde 77 ila 81 oranında yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanabileceği belirtiliyor. Bu rakam bile, Türkiye'deki bazı mühendislerin, nükleer ve termik gibi “baz yük” santralleri olmadan elektrik talebini yenilenebilir enerjiyle kesintisiz karşılamanın mümkün olmadığı savını çürütüyor. Almanya bu dokuz senaryodan hangisini seçerse seçsin, 1990 yılı seragazı emisyonlarını da 2050'ye kadar yüzde 85 oranında azaltabiliyor.1 Sorun teknik değil, ekonomik ve politik kısacası. Aynı nükleer enerji tercihinin bir teknik zorunluluk değil, siyasi bir tercih olması gibi. Bu ay sonunda Almanya'nın 2050 yılına ilişkin planını da açıklaması bekleniyor.
Nükleer enerji bir geçiş teknolojisi
Enerji konularına yakın olanların bile bazen bilerek bazen de bilmeyerek karıştırdığı gibi, enerji demek sadece elektrik demek değil. Ancak, nükleer demek, çevre için oluşturdukları riskleri bir yana bırakırsak, sadece “elektrik” demek. Halbuki, güneş, jeotermal ve biyokütle enerjileri ısıtmadan soğutmaya kadar enerji sektörünün birçok alanında faaliyet gösterebiliyor. Ulusal Yenilenebilir Enerji Eylem Planı'da yenilenebilir kaynaklı elektriğin payının yüksek olması, kısa bir süre içerisinde yüzde 40'lara çıkarılmasına çalışılması, kapatılacak nükleer santrallerin ürettiği elektriği temiz enerjiden sağlamayı amaçlıyor. Nükleer santrallerin kapatılma tarihlerinin ertelenmesi bu hedefe ulaşılmasını engeller mi; başta Almanya olmak üzere bugün herkes bu soruyu soruyor. Alman Şansölyesi Angela Merkel'in, kararı açıklarken yaptığı konuşmada, “nükleer enerjinin bir köprü”2 olduğunu söylemesi bu sorunun yanıtı olarak algılanabilir. Almanya'nın nükleer lobisine yakınlığı tartışma götürmez sağ partilerden oluşan koalisyonunun başındaki Merkel'in bile, nükleer enerjinin olmazsa olmaz bir enerji kaynağı olduğunu söylememesi düşündürücü. En azından nükleer enerjiyi savunanlar için üzücü. Çünkü, köprü dediğiniz, sizi diğer yakaya geçirir ve işlevi orada biter. Geri gitmeye niyetiniz yoksa tabii. Merkel bile artık nükleer enerjiye, ülkeyi yenilenebilir enerjiye ulaştıracak bir köprü gözüyle bakıyor. İklim değişikliği nedeniyle fosil yakıtlardan daha az seragazı salan nükleerde bir süre daha ısrar edilecek, daha sonra ise nükleerden de az seragazı emisyonuna sahip yenilenebilir enerjilere geçilecek.
Nükleere teşvik rüzgarın önünü keser mi?
Almanya'da nükleer santrallerin daha uzun süre çalıştırılmasına izin verilmesinin nedeni yenilenebilir enerji kaynaklarının yeterince hızlı geliştirilememesi olarak açıklanıyor. En azından hükümet bunu söylüyor. Bu doğru bile olsa, alınan kararın yenilenebilir enerji kaynaklarının daha hızlı gelişmesine neden olacağını söylemek zor. Almanya Yenilenebilir Enerji Federasyonu Başkanı Dietmar Schütz, “Nükleer santrallerin çalışma ömrünü uzatarak yenilenebilirin önüne bir engel kondu. Kedi çuvaldan çıktı” diyor.3 Yenilenebilir enerji her ne kadar hayatın çok farklı alanlarında (ısıtma, soğutma, tarım, elektrik gibi) insanlığa hizmet verse de, enerji piyasasını, verilen destekleri, nükleer ve fosil yakıtla çalışan santrallere göre düzenlediğinizde işler zorlaşıyor. Yenilenebilir ve nükleer iki farklı enerji sisteminin kaynakları olduğu için birine evet demek diğerine hayır anlamına geliyor aslında. Türkiye'de yapılmaya çalışıldığı gibi kirletenle kirletmeyen, kirletene hiçbir cezai yaptırım uygulamadan (karbon vergisi, emisyon ticareti, çevre denetimi vs.), üstüne teşvik verilerek aynı kefeye konduğunda, yenilenebilir enerjinin pahalı bile olduğunu iddia edebileceğiniz tutarsız bir piyasa yaratmış oluyorsunuz.
Nükleerciler para verdi, kapanma kararı ertelendi
Özetlersek, Almanya'nın mevcut 17 reaktörün kapatılmasını geciktirmesinin nükleer enerji savunucuları arasında büyük bir sevinç yaratmamasına şaşırmamak gerek. Söz konusu kararın Almanya'nın dört nükleer deviyle anlaşılarak, yılda 2 milyar 500 milyon avrodan daha fazla para ödemelerine neden olacak şekilde yapılması işin rengini daha da belli ediyor. Yapılan anlaşmaya göre dört firma, santrallerin kapatılmasının geciktirilmesi karşılığında, en azından 2016'ya kadar her yıl federal bütçeye, 2 milyar 300 milyon avro tutarında nükleer atık vergisi ödemeyi kabul ettiler. Önümüzdeki beş yıl boyunca yenilenebilir enerji projelerine harcanacak 300 milyon avroya yakın bir başka ödeme planı da pazarlıklar sonucu kabul edilmişe benziyor. Nükleer santrallerin ilk yatırım maliyetinin çok yüksek olması nedeniyle, elektrik üretilecek her yıl bu firmalar için daha fazla kar anlamına geliyor. Ekonomik krizde yokta yaratılan ek bir kaynak da hükümet için bir velinimet sayılır.
Alan ve satan memnun ancak Alman vatandaşlarının çoğunluğunun hala nükleer santrallerin kapatılmasını destekledikleri unutulmamalı. Sosyal Demokrat Parti'nin iktidara gelir gelmez kararı iptal edeceklerini açıkladıklarını, oylarını giderek arttıran Yeşiller'in de benzer bir tutum içerisinde olacaklarını da belirtelim. Almanya'nın tüm nükleer rönesans söylentilerine ve sağ partilerden oluşan bir koalisyona rağmen yeni nükleer santrallerden değil de yenilenebilir enerjiden bahsetmesi herhalde üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir nokta. Türkiye'nin milyarlarca dolar harcanmış, bu nedenle de geçiş teknolojisi olarak kullanmak zorunda kalacağı nükleer santralleri henüz (!) yok. Almanya'nın kararı doğru okunmalı, kısa bir sürede dünyada hatırı sayılır bir konuma gelebilecek ve binlerce işsize iş sağlayabilecek Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörünün önü tıkanmamalı.
1“Germany debates role of nuclear in its 2050 energy mix”, Worldwatch Institute, 9 Eylül 2010.
2“Germany ExtendsNuclear Plants' Life”, NY Times, 6 Eylül 2010.
3Germany ExtendsNuclear Plants' Life, NY Times, 6 Eylül 2010.
Bono ne ilk, ne de son
Özgür Gürbüz – 7 Eylül 2010
U2 konseri Türkiye'nin yoğun siyasi gündemine rağmen medyada kendine hatırı sayılır bir yer bulmuşa benziyor. Konser kadar, hatta konserden daha fazla, U2'nun solisti Bono'nun Türkiye'deki siyasi gündeme ilişkin yaptığı yorumlar göze çarpıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'la buluşması, konserde Egemen Bağış'la ilgili yaptığı yorum, Bono'nun da “Türkiye'yi anladığını sanan yabancılar” grubuna katıldığını gösteriyor. Bono bu sinsi tuzağa düşürülen ne ilk kişi, ne de son.
Egemen Bağış'ı “Türkiye'yi doğudan batıya geçiren kişi” olarak tanımlaması ve seyircinin haklı olarak tepki vermesi, Bono'ya Türkiye'deki dostlarının onu nasıl yanlış bilgilerle donattığı konusunda bir fikir vermiş midir; bilemeyiz. Özal döneminden beri, Türkiye kamuoyunda "liberaller" diye adlandıran bir grup, gizli bir hükümdarlık kurmuş durumda. Değişen iktidarlara rağmen Türkiye'nin yaklaşık son 30 yılına icraatlarıyla imza atmayı başardılar. 12 Eylül darbesi önlerini açtı, onlar da açılan bu yolda, sola karşı geliştirilen politikaların bir parçası oldu. Türkiye'nin sağa ve dolayısıyla ABD'ye yakın kalmasına yardım ettiler. Medyada, Batı'yla ilişkili kritik kurum ve sivil toplum örgütlerinde yerleşerek, Türkiye hakkındaki bilgileri dış dünyaya kendi yorumları ve destekledikleri görüşler doğrultusunda, çoğu zaman gerçekleri çarpıtarak ileterek, hatırı sayılır bir çevre edindiler. Avrupa ve Amerika'da bugün birçok kişi ve kurum için Türkiye'nin “wikipedia”sı gibiler. Avrupa Parlamentosu'ndaki milletvekillerinden, Türkiye'de görev yapan gazetecilere kadar herkes bu gruptan besleniyor. Yabancı dil konusunda iyi eğitim görmüş bu elitistler, dünya kamuoyunu Türkiye hakkında istedikleri gibi yönlendiriyorlar.
Özal döneminde üstlendikleri misyonlarını şimdi de AKP ve Başbakan Erdoğan için kullanıyorlar. Bu sayede de hatırı sayılır medya organlarında koltukları, dolgun maaşları ve daha da önemlisi iktidarda payları var. Kimileri ise bu dönem içinde, Taraf adlı gazetede olduğu gibi daha belirgin ve kritik görevler üstlenmiş durumda. Taraf'ın amacı sanıldığı gibi Ordu karşıtı yayın yapmak değil, Türkiye'deki Kürtleri sosyalist akımların etkisinden çıkarıp, AKP'ye yakınlaştırmak. Kürtlerin gazetenizi okumasını sağlamak, sempatisini kazanmak istiyorsanız bunun en iyi yolu da herhalde Ordu'yla uğraşmaktır. Türkiye'nin güneydoğusunda CHP ve MHP gibi diğer partilerin AKP karşısında şansı olmaması, AKP'nin, tek rakibi olan ve sol akımlardan beslenen Kürtlerin safdışı edilmesi halinde ciddi oy toplamasına yol açacak. Buna Türkiye genelinde yüzde 5-6'ları bulan Kürtlerin oy potansiyeli ve artan nüfus da eklenirse, stratejinin önemi daha da net anlaşılabilir. Taraf sadece bir örnek.
Türkiye'nin gerçeklerini bilen ve işin o kadar toz pembe olmadığının farkına varanların, doğru bilgileri yurtdışına aktaracak benzer bir örgütlenme içerisine acilen girmeleri gerekiyor. AB kaşıtlarının, komplo teorisi üreticilerinin bu işi başarmaları zor; bu görev de, yine Türkiye'nin gerçek demokratlarına düşüyor. Bono'ya Türkiye'nin yüzünü batıya çevirenin Egemen Bağış olmadığını anlatmak gibi daha nice “temel bilgi” nin dünya kamuoyuna onların dilinden anlatılması gerektiği ortada. İngilizce, Fransızca, Almanca.... Hangi dili biliyorsanız o dilde, ak ile karanın açık açık yazılmasına yardımcı olmalısınız. Yoksa bu ülkeden dertli olanların sadece türbanıyla üniversiteye giremeyen genç kızlarımız ve ana dilini konuşmakta, yazmakta sorun yaşayan Kürtlerle sınırlı olduğu sanılacak. Alevilere, işçilere, Ramazan'da oruç tutmayanlara, kadınlara, çevreci ve yeşillere, vicdani redçilere, ülkenin ağaçlarına, derelerine yapılan baskılardan Şarkıcı Bono dahil kimsenin haberi olmayacak.
U2 konseri Türkiye'nin yoğun siyasi gündemine rağmen medyada kendine hatırı sayılır bir yer bulmuşa benziyor. Konser kadar, hatta konserden daha fazla, U2'nun solisti Bono'nun Türkiye'deki siyasi gündeme ilişkin yaptığı yorumlar göze çarpıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan'la buluşması, konserde Egemen Bağış'la ilgili yaptığı yorum, Bono'nun da “Türkiye'yi anladığını sanan yabancılar” grubuna katıldığını gösteriyor. Bono bu sinsi tuzağa düşürülen ne ilk kişi, ne de son.
Egemen Bağış'ı “Türkiye'yi doğudan batıya geçiren kişi” olarak tanımlaması ve seyircinin haklı olarak tepki vermesi, Bono'ya Türkiye'deki dostlarının onu nasıl yanlış bilgilerle donattığı konusunda bir fikir vermiş midir; bilemeyiz. Özal döneminden beri, Türkiye kamuoyunda "liberaller" diye adlandıran bir grup, gizli bir hükümdarlık kurmuş durumda. Değişen iktidarlara rağmen Türkiye'nin yaklaşık son 30 yılına icraatlarıyla imza atmayı başardılar. 12 Eylül darbesi önlerini açtı, onlar da açılan bu yolda, sola karşı geliştirilen politikaların bir parçası oldu. Türkiye'nin sağa ve dolayısıyla ABD'ye yakın kalmasına yardım ettiler. Medyada, Batı'yla ilişkili kritik kurum ve sivil toplum örgütlerinde yerleşerek, Türkiye hakkındaki bilgileri dış dünyaya kendi yorumları ve destekledikleri görüşler doğrultusunda, çoğu zaman gerçekleri çarpıtarak ileterek, hatırı sayılır bir çevre edindiler. Avrupa ve Amerika'da bugün birçok kişi ve kurum için Türkiye'nin “wikipedia”sı gibiler. Avrupa Parlamentosu'ndaki milletvekillerinden, Türkiye'de görev yapan gazetecilere kadar herkes bu gruptan besleniyor. Yabancı dil konusunda iyi eğitim görmüş bu elitistler, dünya kamuoyunu Türkiye hakkında istedikleri gibi yönlendiriyorlar.
Özal döneminde üstlendikleri misyonlarını şimdi de AKP ve Başbakan Erdoğan için kullanıyorlar. Bu sayede de hatırı sayılır medya organlarında koltukları, dolgun maaşları ve daha da önemlisi iktidarda payları var. Kimileri ise bu dönem içinde, Taraf adlı gazetede olduğu gibi daha belirgin ve kritik görevler üstlenmiş durumda. Taraf'ın amacı sanıldığı gibi Ordu karşıtı yayın yapmak değil, Türkiye'deki Kürtleri sosyalist akımların etkisinden çıkarıp, AKP'ye yakınlaştırmak. Kürtlerin gazetenizi okumasını sağlamak, sempatisini kazanmak istiyorsanız bunun en iyi yolu da herhalde Ordu'yla uğraşmaktır. Türkiye'nin güneydoğusunda CHP ve MHP gibi diğer partilerin AKP karşısında şansı olmaması, AKP'nin, tek rakibi olan ve sol akımlardan beslenen Kürtlerin safdışı edilmesi halinde ciddi oy toplamasına yol açacak. Buna Türkiye genelinde yüzde 5-6'ları bulan Kürtlerin oy potansiyeli ve artan nüfus da eklenirse, stratejinin önemi daha da net anlaşılabilir. Taraf sadece bir örnek.
Türkiye'nin gerçeklerini bilen ve işin o kadar toz pembe olmadığının farkına varanların, doğru bilgileri yurtdışına aktaracak benzer bir örgütlenme içerisine acilen girmeleri gerekiyor. AB kaşıtlarının, komplo teorisi üreticilerinin bu işi başarmaları zor; bu görev de, yine Türkiye'nin gerçek demokratlarına düşüyor. Bono'ya Türkiye'nin yüzünü batıya çevirenin Egemen Bağış olmadığını anlatmak gibi daha nice “temel bilgi” nin dünya kamuoyuna onların dilinden anlatılması gerektiği ortada. İngilizce, Fransızca, Almanca.... Hangi dili biliyorsanız o dilde, ak ile karanın açık açık yazılmasına yardımcı olmalısınız. Yoksa bu ülkeden dertli olanların sadece türbanıyla üniversiteye giremeyen genç kızlarımız ve ana dilini konuşmakta, yazmakta sorun yaşayan Kürtlerle sınırlı olduğu sanılacak. Alevilere, işçilere, Ramazan'da oruç tutmayanlara, kadınlara, çevreci ve yeşillere, vicdani redçilere, ülkenin ağaçlarına, derelerine yapılan baskılardan Şarkıcı Bono dahil kimsenin haberi olmayacak.
Ponpon kızlar kaçın, Başbakan geliyor! (Ya da tam tersi)
Özgür Gürbüz-30 Ağustos 2010
Milliyet Gazetesi'nin 29 Ağustos tarihli haberine göre Dünya Basketbol Şampiyonası'nın ponpon kızları sansüre uğramış. 29 Ağustos Pazar günü oynanan Türkiye – Rusya Basketbol maçını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan da izlemeye karar verince, 10 Ukraynalı ponpon kızın maç aralarındaki gösterilerine izin verilmemiş*.
Ponpon kızlardan, kadınların “meta” olarak kullanılmasından hiç hoşlanmayan biri olmama rağmen, buradaki saçmalığa dair birkaç satır yazmak zorunda olduğumu hissettim. Haberde, ponpon kızların sansürlendiğinden bahsedildiğine göre, burada “ahlaki” kaygılardan dolayı bir sansürden bahsediyor olmalıyız. Bu ahlaki kaygıların da o maça özel olduğu ortada. Peki, kimin ahlaki kaygıları bunlar? Basketbol Federasyonu'nun veya Türkiye'nin değil, Başbakan Erdoğan'ın. Aksi olsa, ponpon kızlar yıllardır basketbol maçlarında gösteri yapmaz, dünya şampiyonasında görev almazlardı. Kaldı ki, bu tarz bir engelleme de oldukça sorunlu. Bireysel veya beli bir gruba ait ahlaki kaygıların topluma dayatılması, kozmopolit bir toplumda kabul edilebilir bir şey değil.
Peki, bu sansür ne anlama geliyor? Oraya maçı izlemeye gelen 10 bin kişinin ahlak anlayışını değil, sadece bir kişinin, Başbakan'ın ahlak anlayışını temel aldığımızı göstermiyor mu? Gösteriyor. Bu da, laik bir devlet olması gereken (Sadece Anayasa'da yazdığından dolayı değil, Türkiye gibi kozmopolit bir toplumun başka türlü yönetilme şansının olmadığı için) Türkiye Cumhuriyeti'nin tam tersine, bir kişinin dini, ahlaki duygularına göre yönetildiği anlamına gelir. Bunun nasıl bir rejim olduğunu da isteyenler ansiklopedilerden bakarak bulabilir. Halifeliğin Türkiye'ye geri geldiğini söyleyenler bile çıkabilir, aksini nasıl iddia edeceksiniz?
Demokrasi çoğunluğun azınlığa baskı uyguladığı bir rejim değildir. Bugün New York'ta 11 Eylül saldırısının hedefi Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın bir yerde açılması düşünülen camiye karşı çıkan zihniyet ne yapıyorsa, ponpon kızları yasaklayan zihniyet de aynısını yapıyor. Biri faşizmse diğeri de faşizm. Kaldı ki, Türkiye'deki durum daha da komik. 75 milyon televizyondan ponpon kızları izlerken bir sorun yok ama Başbakan ve eşi izlerse sorun var. Ponpon kızlar ahlaksızca bir davranışın ürünüyse, her şeyi yasaklamayı bilen sizler, kaç yıldır neden millete izletiyorsunuz bu kızları? Neden günaha soktunuz bizleri? Yoksa ponpon kızları görünce günaha herkes girmiyor da sadece nefsine hakim olamayanlar mı giriyor? Bu son sansürle bu da itiraf edilmiş oldu. Türkiye'nin din ve ahlak konusundaki asıl sorunu da bu tabi ama konuşunca bu ülkede birileri rahatsız oluyor.
Görünen o ki, Yunus'a, Mevlana'ya, Hacı Bektaş'a rağmen hala dinin Allah'la kul arasında çok özel bir ilişiki olduğunu öğrenememiş olmak, 21. yy'da ahlak dayatmacılığına başvurmak, bireysel tercihlerimizi düzenleyerek toplum içinde yaşamak yerine, topluma kendi tercihlerimizi dayatmaya çalışmak, memleketin en ciddi sıkıntılarından biri olmaya devam ediyor.
* http://www.milliyet.com.tr/ponpon-kizlara-basbakan-yasagi-/siyaset/sondakika/30.08.2010/1282641/default.htm
Milliyet Gazetesi'nin 29 Ağustos tarihli haberine göre Dünya Basketbol Şampiyonası'nın ponpon kızları sansüre uğramış. 29 Ağustos Pazar günü oynanan Türkiye – Rusya Basketbol maçını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan da izlemeye karar verince, 10 Ukraynalı ponpon kızın maç aralarındaki gösterilerine izin verilmemiş*.
Ponpon kızlardan, kadınların “meta” olarak kullanılmasından hiç hoşlanmayan biri olmama rağmen, buradaki saçmalığa dair birkaç satır yazmak zorunda olduğumu hissettim. Haberde, ponpon kızların sansürlendiğinden bahsedildiğine göre, burada “ahlaki” kaygılardan dolayı bir sansürden bahsediyor olmalıyız. Bu ahlaki kaygıların da o maça özel olduğu ortada. Peki, kimin ahlaki kaygıları bunlar? Basketbol Federasyonu'nun veya Türkiye'nin değil, Başbakan Erdoğan'ın. Aksi olsa, ponpon kızlar yıllardır basketbol maçlarında gösteri yapmaz, dünya şampiyonasında görev almazlardı. Kaldı ki, bu tarz bir engelleme de oldukça sorunlu. Bireysel veya beli bir gruba ait ahlaki kaygıların topluma dayatılması, kozmopolit bir toplumda kabul edilebilir bir şey değil.
Peki, bu sansür ne anlama geliyor? Oraya maçı izlemeye gelen 10 bin kişinin ahlak anlayışını değil, sadece bir kişinin, Başbakan'ın ahlak anlayışını temel aldığımızı göstermiyor mu? Gösteriyor. Bu da, laik bir devlet olması gereken (Sadece Anayasa'da yazdığından dolayı değil, Türkiye gibi kozmopolit bir toplumun başka türlü yönetilme şansının olmadığı için) Türkiye Cumhuriyeti'nin tam tersine, bir kişinin dini, ahlaki duygularına göre yönetildiği anlamına gelir. Bunun nasıl bir rejim olduğunu da isteyenler ansiklopedilerden bakarak bulabilir. Halifeliğin Türkiye'ye geri geldiğini söyleyenler bile çıkabilir, aksini nasıl iddia edeceksiniz?
Demokrasi çoğunluğun azınlığa baskı uyguladığı bir rejim değildir. Bugün New York'ta 11 Eylül saldırısının hedefi Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın bir yerde açılması düşünülen camiye karşı çıkan zihniyet ne yapıyorsa, ponpon kızları yasaklayan zihniyet de aynısını yapıyor. Biri faşizmse diğeri de faşizm. Kaldı ki, Türkiye'deki durum daha da komik. 75 milyon televizyondan ponpon kızları izlerken bir sorun yok ama Başbakan ve eşi izlerse sorun var. Ponpon kızlar ahlaksızca bir davranışın ürünüyse, her şeyi yasaklamayı bilen sizler, kaç yıldır neden millete izletiyorsunuz bu kızları? Neden günaha soktunuz bizleri? Yoksa ponpon kızları görünce günaha herkes girmiyor da sadece nefsine hakim olamayanlar mı giriyor? Bu son sansürle bu da itiraf edilmiş oldu. Türkiye'nin din ve ahlak konusundaki asıl sorunu da bu tabi ama konuşunca bu ülkede birileri rahatsız oluyor.
Görünen o ki, Yunus'a, Mevlana'ya, Hacı Bektaş'a rağmen hala dinin Allah'la kul arasında çok özel bir ilişiki olduğunu öğrenememiş olmak, 21. yy'da ahlak dayatmacılığına başvurmak, bireysel tercihlerimizi düzenleyerek toplum içinde yaşamak yerine, topluma kendi tercihlerimizi dayatmaya çalışmak, memleketin en ciddi sıkıntılarından biri olmaya devam ediyor.
* http://www.milliyet.com.tr/ponpon-kizlara-basbakan-yasagi-/siyaset/sondakika/30.08.2010/1282641/default.htm
Hayır, ama neden hayır?
Avukat Noyan Özkan'ın, 12 Eylül'deki halk oylamasında neden “hayır” vereceğini açıkladığı 15 maddelik metni ilginize sunuyorum. Düşüncelerime tercüman olmasının da ötesinde, Sayın Özkan çok yerinde tespitlerde bulunmuş.
"Hayır ama yetmez" diyerek, metni noktasına, virgülüne dokunmadan iletiyorum...
Özgür
-----------------------------------
Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. [Mevlâna]
15 soruda Anayasa değişikliği paketi
GİRİŞ
Bu ülkede yaklaşık 40 yıldır demokratikleşme, adalet sistemi, hukuk devleti, insan hakları, doğa koruma için ‘’profesyonel siyaset dışında’’ değişik platformlarda mücadele veren bir hukukçu yurttaş olarak 12 Eylül 2010 günü halkoylamasına sunulacak Anayasa Değişikliği Paketi hakkındaki görüş ve değerlendirmelerimi internet ortamında sizinle paylaşmak istedim.
Bu ileti ile rahatsızlık verebileceğim insanlardan peşinen özür dilerim.
Dileyenler, diledikleri kişi ve kurumlara iletebilirler.
Sevgi, saygı ve dostlukla…
Noyan Özkan, 30.07.2010, İzmir.
1) Anayasa değişikliği gerekli mi ?
Evet.. Elbette, 1961-1971-1982 Anayasalarına hakim olan ‘’önce devlet, sonra yurttaş’’ temel felsefesini tersine çevirecek bir ‘’sivil anayasa’’ gereklidir. Her ne kadar 1982 -12 Eylül-Anayasasında 17 yasa ile yaklaşık Anayasanın üçte biri değişmişse de temel felsefe aynı kalmıştır. Anayasalar, devlet ve yöneticilerin yönetimlerinin adil ve eşit olmasını sağlayan ve olası devlet zorbalıklarına karşı yurttaşları koruyan temel hak ve özgürlükleri metinleridir.
2) Anayasa değişikliğinde takip edilen yol ve yöntemler yeterli mi ?
Hayır. Önce 2007 yılında İktidar Partisi AKP tarafından bazı hukukçulara sipariş verilen Anayasa taslağı aniden toplumun gündemine getirilmiş ancak Meclis’ten geçmeyeceği anlaşılınca, ‘’mini türban değişikliği tasarısına’’ dönüşmüş ve Anayasa Mahkemesinden geri dönmüştür. Bu defa yine hiçbir siyasi partiye, sendikalara, baro ve meslek odalarına, üniversitelere ve sivil toplum kurumlarına danışılmadan ‘’ben yaptım oldu’’ zihniyetiyle yaklaşık 30 maddeden oluşan bir paket yurttaşlara dayatılmıştır. Böylece aynen Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi tartışma ve uzlaşma ortamı sağlanmadan anti-demokratik bir yöntem izlenmiştir.
3) TBMM tarafından kabul edilen ve itiraz üzerine Anayasa Mahkemesi denetiminden de geçen bu paket milli iradenin ve dolayısıyla demokratik sistemin eseri mi ?
Hayır. Milli irade, 5 yılda bir sandığa gidip, bir partiyi ve liderini ülkeyi yönetmek için seçmekle ve sonra TBMM’den çıkan her yasaya itaat etmekle oluşmaz. Her şeyden önce, demokratik, adil ve şeffaf bir seçim yapılabilmesi için yüzde 10 oranındaki seçim barajını kaldırmak, seçim propagandası harcamalarını denetim altına almak ve yurttaşları temsil kapasitesi ve dürüstlüğüne sahip olan kişileri milletvekili seçmek gereklidir.
Bugün Avrupa ülkelerinde ortalama seçim barajı % 3 olup en yüksek baraj, Putin tarafından demir yumrukla yönetilen Rusya’dadır ( Yüzde 7 ) Ülkemizde seçimlerde veya halkoylamalarında, siyasi partilerin kimden ve hangi kurumdan ne kadar para v.b destek aldığını ve seçimlerde ne kadar para harcadığını tespit eden ve denetleyen bir yasa yoktur. Böylece, parayı veren düdüğü çalmaktadır.
4) Barajın düşürülmesi ve seçim finansmanının denetimi yeterli mi ?
Hayır. Siyasi Partiler Kanununda köklü değişiklik yapılmak suretiyle ‘’liderlik sultası’’ ve ‘’lidere biat’’ kaldırılmalıdır. Özellikle 12 Eylül faşist askeri darbesinin bir devamı olan Özal hükümetleri sırasında artık teamül haline gelen ‘’mülakatla milletvekili seçme ve liderin onayına sunma’’, ‘’bakanlardan önceden istifa dilekçeleri alma’’ gibi ilkel yöntemler bu ülkede demokratik hukuk devletinin yerleşmesini önlemektedir. Ayrıca, milletvekili dokunulmazlığı; kürsü dokunulmazlığı dışında kalan suçlar için mutlaka kaldırılmalıdır. Böylece, örneğin, yargı kararlarını yüzlerce kez uygulamayan üst düzey bürokratlar , belediye yönetiminde sahtekarlık yapan belediye başkanları , eroin kaçakçılığı suçu işleyen iş adamları, devlet içinde çete oluşturanlar, ‘’tam yargılama veya ceza alma aşamasında iken’’, milletvekili dokunulmazlık zırhını takamazlar.
5) Anayasa paketinin 29 maddesinin bir bütün olarak oylamaya sunulması doğru mudur ?
Hayır. Kişisel olarak, böylesine dayatmacı ve despotik bir yöntemin karşısında kendimi ‘’bir çoban tarafından güdülen koyun” yerine konulmuş hissediyorum. Bu duygu, aynen seçim barajında olduğu gibi beni çok rahatsız ediyor ve içimi acıtıyor. Beni ‘’koyun’’ yerine koyan bu anti-demokratik dayatmaya karşı isyan ediyorum. ‘ Ayıptır, yahu’’ diyorum. Çünkü, bu paket içinde ‘’Evet’’ diyeceğim maddeler var…AKP Hükümetinin 2007 ve sonrasında anayasa değişikliği girişiminde rehber olarak sıklıkla başvurduğu Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan Venedik Komisyonu ilke ve kararlarını, sıra halkoylamasına geldiğinde adeta yok sayıldığını görüyoruz. Venedik Komisyonu-2006 ve 2010-Referandumlarda İyi Uygulamalar Kılavuzu”na göre; “İçerik Birliği, özgür oy iradesinin daha da önemli bir gerekliliğidir. Seçmenler, aralarında asli bir bağ olmayan farklı sorulara aynı anda oy vermek zorunda bırakılmamalıdır. Seçmenin sorulardan birini desteklerken bir başkasına karşı olabileceği dikkate alınmalıdır. Bir metinde yapılacak değişiklik çok sayıda farklı unsuru kapsıyorsa, halka bir dizi soru sorulmalıdır.”
6) Halkoylaması sürecindeki tartışma ortamı yeterli mi?
Hayır.Türkiye’de uzlaşma ve tartışma kültürü zaten yeterli değildir. Geçmişte, 1982-darbesi anayasasına ve devlet başkanına % 92 oranında ‘’evet’’ oyu verildiğini unutmayalım. Maalesef, şu andaki Hükümet baskısı ve hukuksuzluk ortamı 7 Kasım 1982 halkoylaması öncesinde yaşadığımız günlerden çok farklı değildir. AKP Hükümeti ve Başbakan özellikle 2004 yılından bu yana sistemli ve programlı olarak muhalif örgüt ve kişileri sindirmek ve bir ‘’sivil dikta yönetimi’’ oluşturmak amacıyla çok ciddi evrensel ve anayasal hak ihlalleri yapmıştır, ve yapmaya devam etmektedir. Ülkemizde yurttaşların tümü telefon/internet v.d iletişim araçlarının dinlendiği kuşkusu ve inancındadır. George Orwell’in 1949 yılında yazdığı 1984 kitabındaki ‘’Büyük Birader’’ ve “Düşünce Polisi” bugün Türkiye’de yaşama geçmiştir. Üstelik yasal ve yasa dışı dinlemelerin ve ortam görüntülerinin, AKP Hükümetinin politikalarını destekleyen ve muhalifleri karalayan bir strateji ile Hükümet yandaşı medyaya servis yapılması teamül haline gelmiştir. Adeta bir KORKU İMPARATORLUĞU yaratılmıştır. Özellikle muhalif gençlerin ve işçilerin Hükümet’e karşı en ufak protestosu bile şiddetle bastırılmaktadır.
7) Hükümet’in amacı 12 Eylül Anayasası ve koruduğu ekonomik ve siyasal düzeni değiştimek midir ?
Hayır. AKP Hükümeti, 12 Eylül darbesinin zeminini hazırlayan ve TSK marifetiyle yaptıran tekelci sermaye ve destekçisi ABD’nin yol haritasından sapamaz. 12 Eylül faşist cuntası tarafından ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı görevi verilen eski MESS Genel Sekreteri ve MSP İzmir Milletvekili adayı Turgut Özal, 24 Ocak kararlarının mimarıdır. Turgut Özalın,Faşist Cunta’nın siyaset yapmaktan yasakladığı Demirel, Ecevit v.d. politikacıların siyaset yasağının kaldırılması için yapılan halkoylamasında ‘çok aktif biçimde ‘’Hayır’’ kampanyası yaptığını unutmayalım. AKP Hükümeti tüm seçim propagandalarında Menderes-Özal-Erdoğan posterleri kullanmakta ve Özal’ı manevi liderleri olarak görmektedirler. Ayrıca, AKP’nin Cumhurbaşkanı Gül tarafından faşist cunta lideri Kenan Evren, Köşk’te özel olarak ağırlanmış ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’la birlikte açılış törenlerine katılmıştır.
AKP Hükümetinin bu konudaki samimiyetsizliği, 2007 yılında halka sunduğu Anayasa değişikliği taslağının, 1982 Anayasasının bile daha gerisine düşecek hükümler içermesidir. 12 Eylül döneminin en zararlı kurumlarından YÖK aynen muhafaza edilmektedir. Hep birlikte marifetlerini izliyoruz…
8) Anayasa değişikliği paketi ‘’yargı reformu’’ getiriyor mu?
Hayır, tam tersine Hükümet tarafından adalet sistemi ve yüksek mahkemeler denetim altına alınmaktadır. Hükümet , devlet bankası kredileri ile oluşturulan yandaş medyası ve telekulak operasyonları ve anormal vergi denetimleri ile sindirilen iş dünyası , şirketler medyası ve Üniversitelerin yanı sıra adalet sistemini ve yargı organını boyunduruğu altına almak ve siyasallaştırmak amacındadır. Başbakan, yasama ve yürütmenin yanına yargıyı da alıp ülkeyi orkestra şefi gibi tek elden yönetmek amacındadır. Bu anayasa değişikliği paketi hazırlığı sırasında yüksek mahkeme üyelerine yönelik lekeleme ve karalama kampanyası yürütülmüş, yasa dışı elde edilen telefon ve alan dinlemeleri ve görüntüleri yandaş medyaya servis edilmiş ve ne gariptir ki organize bir suç örgütü tarafından yürütülen bu kampanyanın failleri şimdiye kadar meçhul kalmıştır. Özellikle AKP hükümetinin Adalet Bakanları, yüksek yargı organlarına hasmane tutum ve davranışlarda bulunmuş ve anılan lekeleme ve karalama kampanyasına bir kez olsun bile karşı çıkmamışlardır.
9) İyi ama, adalet sistemi ve yargıda acil reform gerekmiyor mu?
Kesinlikle gerekiyor. Yaklaşık 30 yıldır adliye koridorlarının tozunu yutan, İzmir Barosunun başkanlık dahil tüm kademelerinde görev yapan, adalet sisteminde reform için kafa patlatan bir hukukçu sıfatıyla, bu anayasa paketinde öngörülen değişikliklerinin; zaten bağımsızlığını ve tarafsızlığını 1971 ve 1982 yıllarında yitiren ve kör topal çalışan adalet sistemini tamamen batıracağını düşünüyorum. Öncelikle yüzde 1 olan bütçe payının asgari yüzde 3’e arttırılması ve Adalet Bakanlığının lojistik destek dışında yargıdan elini çekmesi gereklidir. Hakim ve Savcı sayısı ve adliye yardımcı personel sayısı arttırılmalı, yaklaşık 50 adede ulaşan Hukuk Fakültelerinin öğretim kadroları yetersiz olanları derhal kapatılmalı, adli yardım sistemi ve savunma güçlendirilmelidir. Bugün yurttaşlar, ağır işleyen adalet sisteminden ve tanık olarak gittikleri mahkemelerde azarlanmaktan haklı olarak şikayetçidir. Anayasa paketinde yargının kangrenleşen sorunları hiç ele alınmamıştır.
10) Anayasa paketiyle HSYK ne olacak?
Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK’dan çıkarılmadığı veya oy haklarının alınmadığı sürece , hangi hükümet gelirse gelsin, yürütmenin yargıya müdahaleleri ve siyasallaştırma operasyonları devam edecektir. 1971- 12 Mart darbesi ve 1982 -12 Eylül darbesi ile Adalet Bakanlarının yönetimine ve keyfine bırakılan HSYK yapısı ‘birkaç makyaj değişikliği’’ dışında bu pakette aynen devam etmektedir. Hükümet bu konuda 12 Eylül zihniyetini ve uygulamasını takip etmektedir. İşte bunun içindir ki, Anayasanın 140/6 maddesinde yer alan ‘’Hâkimler ve savcılar idarî görevleri yönünden Adalet Bakanlığına bağlıdırlar.’’ hükmüne hiç dokunulmamıştır. Bu hüküm, Anayasada yer aldığı sürece aklı başında hiçbir hukukçu ve siyaset bilimci, yargı reformundan bahsedemez.
11) Paket içinde HSYK ile ilgili tuzak maddeler var mı ?
Evet. Anayasa paketinde “kurulun yönetimi ve temsili kurul başkanına aittir” yolunda yeni bir hüküm eklenmiştir. Bu ne demek? Yargıçlardan sorumlu olan HSYK’nın yönetimi yargıçların elinde değil, Adalet Bakanı olan kişinin yani Hükümet’in elindedir. .Hangi Adalet Bakanı, partisinin başkanı yani Başbakanın emir ve talimatları dışında görevini yerine getirebilir? Mümkün değildir.
Ayrıca Anayasa paketinde, müfettişlerin yargıç ve savcılar hakkında soruşturma yapması Adalet Bakanı’nın oluruna bağlı kılınmıştır. Bakan’ın istemediği yargıç ve savcılar hakkında HSYK soruşturma açamayacaktır.
HSYK’ya bağlı bir sekretarya kurulacak. İyi, güzel ama Genel Sekreter, Bakan tarafından atanacaktır.. Böylelikle Adalet Bakanı HSYK’nın tüm işlemlerini denetim altında tutacaktır. Kararnamelerin hazırlanması, toplantı gündeminin saptanması gibi konular geçtiğimiz yıl yaşadığımız kararname skandalında olduğu gibi yine Bakan’ın denetiminde olacaktır.. Pakette, Adalet Bakanlığının sekretaryanın çalışmasını düzenleyecek ayrı bir yasa çıkaracağı öngörülmüştür. Bu yasanın nasıl ve ne amaçla çıkarılacağını takdirinize bırakıyorum. Bunun dışında, Adalet Bakanı’nın HSYK’yı toplantıya çağırma yetkisi sürecektir. Toplantı için üye tam sayısı gerektiğinden, yedeği olmayan müsteşarın toplantıya katılmayarak ya da toplantıdan çıkarak HSYK’yı bloke etme olanağı vardır.
12) HSYK üyeleri ile ilgili değişiklik olumlu mu?
Hayır. HSYK’nın yalnızca yüksek mahkeme yargıçlarından oluşan 7 asil ve 4 yedek üyesinin yerine yirmi iki asıl ve on iki yedek üyeden oluşması öngörülmüştür. Kurulun, dört asıl üyesi, nitelikleri kanunda belirtilen; yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri, üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından Cumhurbaşkanınca, üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay üyeleri arasından Yargıtay Genel Kurulunca, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca, bir asıl ve bir yedek üyesi Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunca kendi üyeleri arasından, yedi asıl ve dört yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve savcıları arasından adlî yargı hâkim ve savcılarınca, üç asıl ve iki yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş idarî yargı hâkim ve savcıları arasından idarî yargı hâkim ve savcılarınca, dört yıl için seçilir. Bu durumda Kurul’a hukukçu olmayan ve mesleğin sorunlarını yaşamayan 4 asil üye seçilecek ve ayrıca tamamen Adalet Bakanlığı güdümünde olan Adalet Akademisi tarafından bir asil üye seçilecektir. Birinci sınıf hakimler arasından seçilmesi öngörülen 7 üye olumlu bir yaklaşım olmakla birlikte HSYK^ya siyaset bulaşacaktır.
13) Anayasa Mahkemesi’nde öngörülen değişiklikler olumlu mu?
Hayır. Anayasa Mahkemesi 17 üyeden oluşacak. 3 üye TBMM tarafından salt çoğunlukla seçilecek. 14 üye Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bunlardan dördü Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmış. Cumhurbaşkanı’nın atayacağı 4 üye, YÖK’ün göstereceği adaylar arasından atayacağı 3 üyeyle Meclis’in seçeceği 3 üyenin iktidar partisinin görüşlerini paylaşan üyeler olacağı açık. Çünkü, Meclis salt çoğunlukla seçim yapacaktır. Oysa Avrupa ülkelerinin çoğunda Meclis, üçte iki çoğunlukla ve hukukçular arasından üye seçmektedir. Ayrıca, 12 Eylül mirası YÖK tarafından seçilecek yeni üyeler ile Yüksek Mahkemenin yapısı iyice bozulacaktır. Böylece 17 üyeden en az 10’unun iktidar partisine yakın üyeler olması güvence altına alınmıştır.
14) Geçici 15.maddenin kaldırılması olumlu mu?
Evet, ama yukarıda belirttiğim olumsuz süreç ve öngörülen tuzak maddelerle bırakınız hukuk devletini, kanun devletinden bile söz edilemez. Ayrıca, 12 Eylül faşist cuntası üyeleri ve emir komuta zinciri içinde insanlık suçları işleyenlerin yargılanmasında zaman aşımı söz konusu olamaz. Hatta ,ilerici ve demokrat bir yorumla, Geçici 15.maddenin kaldırılmasına gerek olmaksızın taraf olduğumuz İşkenceyi Önleme hakkındaki Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi mevzuatına dayanarak Cumhuriyet Savcıları tarafından bu süreç her an başlatılabilir.
15) Anayasanın 125.maddesinde ne yapılmak isteniyor?
Anayasa değişikliğine ilişkin düzenlemede , Anayasa'nın 125. maddesine, yargı yetkisinin idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu vurgulanarak, "Bu yetki hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz" cümlesi ekleniyor. İdari Yargılama Usulü Yasasında zaten mevcut olan bu hüküm neden Anayasa paketine girdi ? Çünkü, AKP Hükümeti, idarenin yargısal denetimini sağlayan Danıştay’dan ve özellikle ‘’çevre ve kent koruma’’ ve ‘’özelleştirme’’ ile ilgili davalarda verilen kararlardan çok rahatsız. Hatta Başbakan Erdoğan; ’Türkiye’de yasama da yürütme de yargı tarafından kuşatılmıştır’’ ‘‘ ciğerlerimize kadar kan kusturuyorlar kan, ‘’ bunun altından bu belediye kalkar mı, kapıya kilidi vurur ondan sonra da gelsin Danıştay burayı işletsin, yürütsün’ gibi saldırgan söylemlerle bu değişikliğin ipucunu vermiştir. Çünkü Danıştay, anayasal ‘’kamu yararı ilkesini’’ dayanak yapmak suretiyle yasanın tutucu kalıbını aşan kararlar vermektedir. Hükümet, Danıştay’a karşı olan alerjisi nedeniyle ve iş dünyasına şirin gözükmek için bu tuzak maddeyi halk oylamasına sunmuştur.
Sonuç olarak;
Hükümete destek için evet oyu kullanmayı düşünen veya ‘’evet ama yetmez’’ diyen veya ‘’sandığı boykot etmeyi düşünen’’ herkesin oyuna ve düşüncesine saygı duyarım. İçlerinde sevdiğim, saydığım dostlarım var. Kimseyi incitmek istemiyorum.
Ben, arz ettiğim olay ve nedenlerle, ve özellikle ‘’yaşadığımız örtülü faşizme dur demek’’ için sandığa gitmeyi ve ‘’hayır’’ oyu kullanmayı düşünüyorum.
Saygılarımla,
Noyan Özkan
"Hayır ama yetmez" diyerek, metni noktasına, virgülüne dokunmadan iletiyorum...
Özgür
-----------------------------------
Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. [Mevlâna]
15 soruda Anayasa değişikliği paketi
GİRİŞ
Bu ülkede yaklaşık 40 yıldır demokratikleşme, adalet sistemi, hukuk devleti, insan hakları, doğa koruma için ‘’profesyonel siyaset dışında’’ değişik platformlarda mücadele veren bir hukukçu yurttaş olarak 12 Eylül 2010 günü halkoylamasına sunulacak Anayasa Değişikliği Paketi hakkındaki görüş ve değerlendirmelerimi internet ortamında sizinle paylaşmak istedim.
Bu ileti ile rahatsızlık verebileceğim insanlardan peşinen özür dilerim.
Dileyenler, diledikleri kişi ve kurumlara iletebilirler.
Sevgi, saygı ve dostlukla…
Noyan Özkan, 30.07.2010, İzmir.
1) Anayasa değişikliği gerekli mi ?
Evet.. Elbette, 1961-1971-1982 Anayasalarına hakim olan ‘’önce devlet, sonra yurttaş’’ temel felsefesini tersine çevirecek bir ‘’sivil anayasa’’ gereklidir. Her ne kadar 1982 -12 Eylül-Anayasasında 17 yasa ile yaklaşık Anayasanın üçte biri değişmişse de temel felsefe aynı kalmıştır. Anayasalar, devlet ve yöneticilerin yönetimlerinin adil ve eşit olmasını sağlayan ve olası devlet zorbalıklarına karşı yurttaşları koruyan temel hak ve özgürlükleri metinleridir.
2) Anayasa değişikliğinde takip edilen yol ve yöntemler yeterli mi ?
Hayır. Önce 2007 yılında İktidar Partisi AKP tarafından bazı hukukçulara sipariş verilen Anayasa taslağı aniden toplumun gündemine getirilmiş ancak Meclis’ten geçmeyeceği anlaşılınca, ‘’mini türban değişikliği tasarısına’’ dönüşmüş ve Anayasa Mahkemesinden geri dönmüştür. Bu defa yine hiçbir siyasi partiye, sendikalara, baro ve meslek odalarına, üniversitelere ve sivil toplum kurumlarına danışılmadan ‘’ben yaptım oldu’’ zihniyetiyle yaklaşık 30 maddeden oluşan bir paket yurttaşlara dayatılmıştır. Böylece aynen Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi tartışma ve uzlaşma ortamı sağlanmadan anti-demokratik bir yöntem izlenmiştir.
3) TBMM tarafından kabul edilen ve itiraz üzerine Anayasa Mahkemesi denetiminden de geçen bu paket milli iradenin ve dolayısıyla demokratik sistemin eseri mi ?
Hayır. Milli irade, 5 yılda bir sandığa gidip, bir partiyi ve liderini ülkeyi yönetmek için seçmekle ve sonra TBMM’den çıkan her yasaya itaat etmekle oluşmaz. Her şeyden önce, demokratik, adil ve şeffaf bir seçim yapılabilmesi için yüzde 10 oranındaki seçim barajını kaldırmak, seçim propagandası harcamalarını denetim altına almak ve yurttaşları temsil kapasitesi ve dürüstlüğüne sahip olan kişileri milletvekili seçmek gereklidir.
Bugün Avrupa ülkelerinde ortalama seçim barajı % 3 olup en yüksek baraj, Putin tarafından demir yumrukla yönetilen Rusya’dadır ( Yüzde 7 ) Ülkemizde seçimlerde veya halkoylamalarında, siyasi partilerin kimden ve hangi kurumdan ne kadar para v.b destek aldığını ve seçimlerde ne kadar para harcadığını tespit eden ve denetleyen bir yasa yoktur. Böylece, parayı veren düdüğü çalmaktadır.
4) Barajın düşürülmesi ve seçim finansmanının denetimi yeterli mi ?
Hayır. Siyasi Partiler Kanununda köklü değişiklik yapılmak suretiyle ‘’liderlik sultası’’ ve ‘’lidere biat’’ kaldırılmalıdır. Özellikle 12 Eylül faşist askeri darbesinin bir devamı olan Özal hükümetleri sırasında artık teamül haline gelen ‘’mülakatla milletvekili seçme ve liderin onayına sunma’’, ‘’bakanlardan önceden istifa dilekçeleri alma’’ gibi ilkel yöntemler bu ülkede demokratik hukuk devletinin yerleşmesini önlemektedir. Ayrıca, milletvekili dokunulmazlığı; kürsü dokunulmazlığı dışında kalan suçlar için mutlaka kaldırılmalıdır. Böylece, örneğin, yargı kararlarını yüzlerce kez uygulamayan üst düzey bürokratlar , belediye yönetiminde sahtekarlık yapan belediye başkanları , eroin kaçakçılığı suçu işleyen iş adamları, devlet içinde çete oluşturanlar, ‘’tam yargılama veya ceza alma aşamasında iken’’, milletvekili dokunulmazlık zırhını takamazlar.
5) Anayasa paketinin 29 maddesinin bir bütün olarak oylamaya sunulması doğru mudur ?
Hayır. Kişisel olarak, böylesine dayatmacı ve despotik bir yöntemin karşısında kendimi ‘’bir çoban tarafından güdülen koyun” yerine konulmuş hissediyorum. Bu duygu, aynen seçim barajında olduğu gibi beni çok rahatsız ediyor ve içimi acıtıyor. Beni ‘’koyun’’ yerine koyan bu anti-demokratik dayatmaya karşı isyan ediyorum. ‘ Ayıptır, yahu’’ diyorum. Çünkü, bu paket içinde ‘’Evet’’ diyeceğim maddeler var…AKP Hükümetinin 2007 ve sonrasında anayasa değişikliği girişiminde rehber olarak sıklıkla başvurduğu Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan Venedik Komisyonu ilke ve kararlarını, sıra halkoylamasına geldiğinde adeta yok sayıldığını görüyoruz. Venedik Komisyonu-2006 ve 2010-Referandumlarda İyi Uygulamalar Kılavuzu”na göre; “İçerik Birliği, özgür oy iradesinin daha da önemli bir gerekliliğidir. Seçmenler, aralarında asli bir bağ olmayan farklı sorulara aynı anda oy vermek zorunda bırakılmamalıdır. Seçmenin sorulardan birini desteklerken bir başkasına karşı olabileceği dikkate alınmalıdır. Bir metinde yapılacak değişiklik çok sayıda farklı unsuru kapsıyorsa, halka bir dizi soru sorulmalıdır.”
6) Halkoylaması sürecindeki tartışma ortamı yeterli mi?
Hayır.Türkiye’de uzlaşma ve tartışma kültürü zaten yeterli değildir. Geçmişte, 1982-darbesi anayasasına ve devlet başkanına % 92 oranında ‘’evet’’ oyu verildiğini unutmayalım. Maalesef, şu andaki Hükümet baskısı ve hukuksuzluk ortamı 7 Kasım 1982 halkoylaması öncesinde yaşadığımız günlerden çok farklı değildir. AKP Hükümeti ve Başbakan özellikle 2004 yılından bu yana sistemli ve programlı olarak muhalif örgüt ve kişileri sindirmek ve bir ‘’sivil dikta yönetimi’’ oluşturmak amacıyla çok ciddi evrensel ve anayasal hak ihlalleri yapmıştır, ve yapmaya devam etmektedir. Ülkemizde yurttaşların tümü telefon/internet v.d iletişim araçlarının dinlendiği kuşkusu ve inancındadır. George Orwell’in 1949 yılında yazdığı 1984 kitabındaki ‘’Büyük Birader’’ ve “Düşünce Polisi” bugün Türkiye’de yaşama geçmiştir. Üstelik yasal ve yasa dışı dinlemelerin ve ortam görüntülerinin, AKP Hükümetinin politikalarını destekleyen ve muhalifleri karalayan bir strateji ile Hükümet yandaşı medyaya servis yapılması teamül haline gelmiştir. Adeta bir KORKU İMPARATORLUĞU yaratılmıştır. Özellikle muhalif gençlerin ve işçilerin Hükümet’e karşı en ufak protestosu bile şiddetle bastırılmaktadır.
7) Hükümet’in amacı 12 Eylül Anayasası ve koruduğu ekonomik ve siyasal düzeni değiştimek midir ?
Hayır. AKP Hükümeti, 12 Eylül darbesinin zeminini hazırlayan ve TSK marifetiyle yaptıran tekelci sermaye ve destekçisi ABD’nin yol haritasından sapamaz. 12 Eylül faşist cuntası tarafından ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı görevi verilen eski MESS Genel Sekreteri ve MSP İzmir Milletvekili adayı Turgut Özal, 24 Ocak kararlarının mimarıdır. Turgut Özalın,Faşist Cunta’nın siyaset yapmaktan yasakladığı Demirel, Ecevit v.d. politikacıların siyaset yasağının kaldırılması için yapılan halkoylamasında ‘çok aktif biçimde ‘’Hayır’’ kampanyası yaptığını unutmayalım. AKP Hükümeti tüm seçim propagandalarında Menderes-Özal-Erdoğan posterleri kullanmakta ve Özal’ı manevi liderleri olarak görmektedirler. Ayrıca, AKP’nin Cumhurbaşkanı Gül tarafından faşist cunta lideri Kenan Evren, Köşk’te özel olarak ağırlanmış ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’la birlikte açılış törenlerine katılmıştır.
AKP Hükümetinin bu konudaki samimiyetsizliği, 2007 yılında halka sunduğu Anayasa değişikliği taslağının, 1982 Anayasasının bile daha gerisine düşecek hükümler içermesidir. 12 Eylül döneminin en zararlı kurumlarından YÖK aynen muhafaza edilmektedir. Hep birlikte marifetlerini izliyoruz…
8) Anayasa değişikliği paketi ‘’yargı reformu’’ getiriyor mu?
Hayır, tam tersine Hükümet tarafından adalet sistemi ve yüksek mahkemeler denetim altına alınmaktadır. Hükümet , devlet bankası kredileri ile oluşturulan yandaş medyası ve telekulak operasyonları ve anormal vergi denetimleri ile sindirilen iş dünyası , şirketler medyası ve Üniversitelerin yanı sıra adalet sistemini ve yargı organını boyunduruğu altına almak ve siyasallaştırmak amacındadır. Başbakan, yasama ve yürütmenin yanına yargıyı da alıp ülkeyi orkestra şefi gibi tek elden yönetmek amacındadır. Bu anayasa değişikliği paketi hazırlığı sırasında yüksek mahkeme üyelerine yönelik lekeleme ve karalama kampanyası yürütülmüş, yasa dışı elde edilen telefon ve alan dinlemeleri ve görüntüleri yandaş medyaya servis edilmiş ve ne gariptir ki organize bir suç örgütü tarafından yürütülen bu kampanyanın failleri şimdiye kadar meçhul kalmıştır. Özellikle AKP hükümetinin Adalet Bakanları, yüksek yargı organlarına hasmane tutum ve davranışlarda bulunmuş ve anılan lekeleme ve karalama kampanyasına bir kez olsun bile karşı çıkmamışlardır.
9) İyi ama, adalet sistemi ve yargıda acil reform gerekmiyor mu?
Kesinlikle gerekiyor. Yaklaşık 30 yıldır adliye koridorlarının tozunu yutan, İzmir Barosunun başkanlık dahil tüm kademelerinde görev yapan, adalet sisteminde reform için kafa patlatan bir hukukçu sıfatıyla, bu anayasa paketinde öngörülen değişikliklerinin; zaten bağımsızlığını ve tarafsızlığını 1971 ve 1982 yıllarında yitiren ve kör topal çalışan adalet sistemini tamamen batıracağını düşünüyorum. Öncelikle yüzde 1 olan bütçe payının asgari yüzde 3’e arttırılması ve Adalet Bakanlığının lojistik destek dışında yargıdan elini çekmesi gereklidir. Hakim ve Savcı sayısı ve adliye yardımcı personel sayısı arttırılmalı, yaklaşık 50 adede ulaşan Hukuk Fakültelerinin öğretim kadroları yetersiz olanları derhal kapatılmalı, adli yardım sistemi ve savunma güçlendirilmelidir. Bugün yurttaşlar, ağır işleyen adalet sisteminden ve tanık olarak gittikleri mahkemelerde azarlanmaktan haklı olarak şikayetçidir. Anayasa paketinde yargının kangrenleşen sorunları hiç ele alınmamıştır.
10) Anayasa paketiyle HSYK ne olacak?
Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK’dan çıkarılmadığı veya oy haklarının alınmadığı sürece , hangi hükümet gelirse gelsin, yürütmenin yargıya müdahaleleri ve siyasallaştırma operasyonları devam edecektir. 1971- 12 Mart darbesi ve 1982 -12 Eylül darbesi ile Adalet Bakanlarının yönetimine ve keyfine bırakılan HSYK yapısı ‘birkaç makyaj değişikliği’’ dışında bu pakette aynen devam etmektedir. Hükümet bu konuda 12 Eylül zihniyetini ve uygulamasını takip etmektedir. İşte bunun içindir ki, Anayasanın 140/6 maddesinde yer alan ‘’Hâkimler ve savcılar idarî görevleri yönünden Adalet Bakanlığına bağlıdırlar.’’ hükmüne hiç dokunulmamıştır. Bu hüküm, Anayasada yer aldığı sürece aklı başında hiçbir hukukçu ve siyaset bilimci, yargı reformundan bahsedemez.
11) Paket içinde HSYK ile ilgili tuzak maddeler var mı ?
Evet. Anayasa paketinde “kurulun yönetimi ve temsili kurul başkanına aittir” yolunda yeni bir hüküm eklenmiştir. Bu ne demek? Yargıçlardan sorumlu olan HSYK’nın yönetimi yargıçların elinde değil, Adalet Bakanı olan kişinin yani Hükümet’in elindedir. .Hangi Adalet Bakanı, partisinin başkanı yani Başbakanın emir ve talimatları dışında görevini yerine getirebilir? Mümkün değildir.
Ayrıca Anayasa paketinde, müfettişlerin yargıç ve savcılar hakkında soruşturma yapması Adalet Bakanı’nın oluruna bağlı kılınmıştır. Bakan’ın istemediği yargıç ve savcılar hakkında HSYK soruşturma açamayacaktır.
HSYK’ya bağlı bir sekretarya kurulacak. İyi, güzel ama Genel Sekreter, Bakan tarafından atanacaktır.. Böylelikle Adalet Bakanı HSYK’nın tüm işlemlerini denetim altında tutacaktır. Kararnamelerin hazırlanması, toplantı gündeminin saptanması gibi konular geçtiğimiz yıl yaşadığımız kararname skandalında olduğu gibi yine Bakan’ın denetiminde olacaktır.. Pakette, Adalet Bakanlığının sekretaryanın çalışmasını düzenleyecek ayrı bir yasa çıkaracağı öngörülmüştür. Bu yasanın nasıl ve ne amaçla çıkarılacağını takdirinize bırakıyorum. Bunun dışında, Adalet Bakanı’nın HSYK’yı toplantıya çağırma yetkisi sürecektir. Toplantı için üye tam sayısı gerektiğinden, yedeği olmayan müsteşarın toplantıya katılmayarak ya da toplantıdan çıkarak HSYK’yı bloke etme olanağı vardır.
12) HSYK üyeleri ile ilgili değişiklik olumlu mu?
Hayır. HSYK’nın yalnızca yüksek mahkeme yargıçlarından oluşan 7 asil ve 4 yedek üyesinin yerine yirmi iki asıl ve on iki yedek üyeden oluşması öngörülmüştür. Kurulun, dört asıl üyesi, nitelikleri kanunda belirtilen; yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri, üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından Cumhurbaşkanınca, üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay üyeleri arasından Yargıtay Genel Kurulunca, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca, bir asıl ve bir yedek üyesi Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunca kendi üyeleri arasından, yedi asıl ve dört yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve savcıları arasından adlî yargı hâkim ve savcılarınca, üç asıl ve iki yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş idarî yargı hâkim ve savcıları arasından idarî yargı hâkim ve savcılarınca, dört yıl için seçilir. Bu durumda Kurul’a hukukçu olmayan ve mesleğin sorunlarını yaşamayan 4 asil üye seçilecek ve ayrıca tamamen Adalet Bakanlığı güdümünde olan Adalet Akademisi tarafından bir asil üye seçilecektir. Birinci sınıf hakimler arasından seçilmesi öngörülen 7 üye olumlu bir yaklaşım olmakla birlikte HSYK^ya siyaset bulaşacaktır.
13) Anayasa Mahkemesi’nde öngörülen değişiklikler olumlu mu?
Hayır. Anayasa Mahkemesi 17 üyeden oluşacak. 3 üye TBMM tarafından salt çoğunlukla seçilecek. 14 üye Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bunlardan dördü Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmış. Cumhurbaşkanı’nın atayacağı 4 üye, YÖK’ün göstereceği adaylar arasından atayacağı 3 üyeyle Meclis’in seçeceği 3 üyenin iktidar partisinin görüşlerini paylaşan üyeler olacağı açık. Çünkü, Meclis salt çoğunlukla seçim yapacaktır. Oysa Avrupa ülkelerinin çoğunda Meclis, üçte iki çoğunlukla ve hukukçular arasından üye seçmektedir. Ayrıca, 12 Eylül mirası YÖK tarafından seçilecek yeni üyeler ile Yüksek Mahkemenin yapısı iyice bozulacaktır. Böylece 17 üyeden en az 10’unun iktidar partisine yakın üyeler olması güvence altına alınmıştır.
14) Geçici 15.maddenin kaldırılması olumlu mu?
Evet, ama yukarıda belirttiğim olumsuz süreç ve öngörülen tuzak maddelerle bırakınız hukuk devletini, kanun devletinden bile söz edilemez. Ayrıca, 12 Eylül faşist cuntası üyeleri ve emir komuta zinciri içinde insanlık suçları işleyenlerin yargılanmasında zaman aşımı söz konusu olamaz. Hatta ,ilerici ve demokrat bir yorumla, Geçici 15.maddenin kaldırılmasına gerek olmaksızın taraf olduğumuz İşkenceyi Önleme hakkındaki Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi mevzuatına dayanarak Cumhuriyet Savcıları tarafından bu süreç her an başlatılabilir.
15) Anayasanın 125.maddesinde ne yapılmak isteniyor?
Anayasa değişikliğine ilişkin düzenlemede , Anayasa'nın 125. maddesine, yargı yetkisinin idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu vurgulanarak, "Bu yetki hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz" cümlesi ekleniyor. İdari Yargılama Usulü Yasasında zaten mevcut olan bu hüküm neden Anayasa paketine girdi ? Çünkü, AKP Hükümeti, idarenin yargısal denetimini sağlayan Danıştay’dan ve özellikle ‘’çevre ve kent koruma’’ ve ‘’özelleştirme’’ ile ilgili davalarda verilen kararlardan çok rahatsız. Hatta Başbakan Erdoğan; ’Türkiye’de yasama da yürütme de yargı tarafından kuşatılmıştır’’ ‘‘ ciğerlerimize kadar kan kusturuyorlar kan, ‘’ bunun altından bu belediye kalkar mı, kapıya kilidi vurur ondan sonra da gelsin Danıştay burayı işletsin, yürütsün’ gibi saldırgan söylemlerle bu değişikliğin ipucunu vermiştir. Çünkü Danıştay, anayasal ‘’kamu yararı ilkesini’’ dayanak yapmak suretiyle yasanın tutucu kalıbını aşan kararlar vermektedir. Hükümet, Danıştay’a karşı olan alerjisi nedeniyle ve iş dünyasına şirin gözükmek için bu tuzak maddeyi halk oylamasına sunmuştur.
Sonuç olarak;
Hükümete destek için evet oyu kullanmayı düşünen veya ‘’evet ama yetmez’’ diyen veya ‘’sandığı boykot etmeyi düşünen’’ herkesin oyuna ve düşüncesine saygı duyarım. İçlerinde sevdiğim, saydığım dostlarım var. Kimseyi incitmek istemiyorum.
Ben, arz ettiğim olay ve nedenlerle, ve özellikle ‘’yaşadığımız örtülü faşizme dur demek’’ için sandığa gitmeyi ve ‘’hayır’’ oyu kullanmayı düşünüyorum.
Saygılarımla,
Noyan Özkan
Nükleer santral terörün bir numaralı hedefi olacak
Özgür Gürbüz - Birgün / 25 Temmuz 2010
Türkiye'deki eğitim kurumlarında ekonomi dersi veren öğretim görevlilerine gün doğdu. Bundan böyle “riskli yatırım” nedir diye soran öğrencilerine örnek vermek için zorlanmayacaklar. Mersin'den Silifke'ye, oradan da 170 km daha ileriye git, Alanya'ya varmadan dur. Akkuyu Nükleer Santrali'ni göreceksin, işte sana “riskli yatırım” demeleri yetecek.
Akkuyu nükleer santralinin riski, güvenlikten atık sorununa, elektrik fiyatından denetimine kadar, bir nükleer santral için hayati önem taşıyan unsurlarla, Rusya'yla yapılan ve uyku sersemi yazıldığı belli olan bir anlaşmadan ibaret değil. Bu risk, Rus yapımı, rüşdünü ispatlamamış bir teknolojinin seçilmesi ve dünyada 43 yılın üzerinde çalışmış bir santral yokken, Akkuyu'da yapılması düşünülen santralin 60 yıl çalıştırılmasının planlanmasıyla da sınırlı değil.* Akdeniz'in göbeğine kurulacak bir nükleer santralle, Türkiye'nin 22 milyar dolar** civarında gelir elde ettiği turizm sektörünün geleceğinin karartılmasını da risk almak şeklinde nitelemekten çok “yanlış ötesi yatırım” olarak tarif etmek gerekir. Türkiye, turizmdeki rakiplerinin eline hem koz vermekte hem de yerli turizm de dahil olmak üzere, net bir gelir kalemini riske atmaktadır. Ne için? Elektrik üretmek ve Rusları zengin etmek için. Ne istihdam yaratılmasından, ne de bir teknoloji transferinden bahsediyoruz. Anlaşma, Rusların gelip Akkuyu'da santral kurması ve ürettiği elektriği alım garantisi güvencesiyle satmasından ibaret. Üstelik, santralden üretilecek elektriğin kat ve katı, başka kaynaklardan sağlanabilecek veya basitçe tasarruf edilerek, enerjiyi daha akıllı kullanarak karşılanabilecekken.
22 milyar dolar riske atılır mı?
İşin ilginç tarafı, Turizm Bakanlığı'nın, “Dünya'da ve Türkiye'de Turizm” adlı 2008 yılı raporunda aynen şöyle yazıyor: “Türkiye Turizm Stratejisi 2023 belgesinde belirtildiği üzere, Türkiye uzun vadeli bir turizm stratejisine sahiptir ve bu stratejinin ana hedefi 2023 yılında dünyanın en çok turist çeken ve en fazla turizm geliri elde eden ilk 5 ülkesinden biri olmaktır”***. AKP'nin yaratıcılığında sınır yok ama “nükleer santral turizminin” tutacağından şüpheliyim. Bu, “çok yüzdünüz, gelin biraz da radyasyon alın” demek gibi bir şey. Nükleer santralin adının bile turistleri kaçıracağı günümüzde, en ufak bir sızıntının veya rakip ülkelerin propagandasının, Turizm Bakanlığı'nın hayallerini altüst edeceğini söylemek zor değil. Aldığımız risk bu kadarla kalsa iyi, dahası var...
Nükleer santral bir numaralı hedef
8 Kasım 2007'de, Güney Afrika'nın tek nükleer araştırma merkezi Plendaba'ya silahlı dört kişi saldırdı. Elektirikli çitleri geçen ve kontrol odasını hedef alan saldırganlar, santraldeki bir yetkiliyi öldürdü, ancak vurulan acil hizmet müdürünün ölmeden alarmı çalıştırması sonucu saldırganlar kontrol odasına ulaşamadan santralden kaçtı. Güney Afrika'daki bu saldırı, Noel zamanı ülkenin tek santrali Koeberg'e düzenlenen sabotaj girişiminden iki yıl sonra meydana geldi. Nükleer santralleri hedef seçmek çok da yeni bir şey değil. 18 Ocak 1982'de Fransa'nın Phoenix nükleer santrali daha inşa halindeyken, roketli saldırıya uğradı. Saldırıyı düzenleyen Chaim Nissim, elektronik ve bilgisayar mühendisliği diplomasına sahip, İsviçre'ye taşındıktan sonra Cenevre Kantonu'nda Yeşiller Partisi'nden milletvekili seçilmişti. 2003 yılında yazdığı kitapta olayı kendisinin gerçekleştirdiğini, silahları da “Çakal Carlos” aracılığıyla sol gruplardan elde ettiğini yazdı#. Kimseye zarar vermemek için boş reaktörü hedef aldığını söyledi. Yeşil eylemcinin uyarı atışıydı yaptığı.
Santralde faciaya yol açmak için yol çok
Bu üç örnek, nükleer santrallerin terör hedefi haline geldiğini ve bunun kötü niyetli bir fanteziden ibaret olmadığını göstermek için önemli. 11 Eylül'den sonra, atom santrallerinin terör saldırılarının hedefi olması ihtimali daha fazla konuşulmaya başlandı. 1985 yılında Nobel Ödülü almış Nükleer Savaşa Karşı Doktorlar adlı örgütün kurucularından ve Amerika'daki Nükleer Politika Araştırma Enstitüsü Başkanı Helen Caldicott, konuya dikkat çeken ve uzmanların görüşlerinden derlediği UPI'da (United Press International) yayımlanan makalesinde, nükleer santrallerin sadece havadan bir uçak saldırısı tehdidiyle değil, karadan ve denizden de saldırılara karşı savunmasız olduğunu yazdı. Kontrol odasını hedef almanın şart olmadığını, nükleer santrallere dışardan elektrik sağlayan hatlara, santralin acil durumda çalışması için bekletilen jeneratörlerine saldırı düzenlemenin de mümkün olduğuna dikkat çekti. Denizden patlayıcı madde dolusu bir botla santralin soğutma suyunu emen borularına yapılacak bir saldırı, yakıt dolu bir yolcu uçağıyla reaktöre tepeden çakılmak veya stratejik güvenlik önlemlerini hedef almak, soğutma kulelerindeki suyu boşaltmak gibi daha birçok olasılıktan bahsediliyor.
11 Eylül nükleerin kabusu oldu
Bunların bir teoriden ibaret olduğunu söyleyecek nükleer taraftarları çıkacaktır. Bu taraftar kitlesine, İngiltere Parlamentosu Bilim ve Teknoloji Komisyonu'nun Temmuz 2004'te hazırladığı, “Nükleer tesislere terörist saldırısı riskinin değerlendirmesi” başlıklı 148 sayfalı raporu okumalarını öneririm. Raporda sadece santrallere yönelik bir terör eyleminden değil, nükleer yakıtların taşınması sırasındaki saldırılardan, nükleer maddelere erişim için yapılacak girişimlere kadar birçok risk analiz ediliyor. O raporda da, reaktörün kalbi yerine dışarıda kalan bölümlere yapılacak saldırının santrale daha büyük zarar verebileceğine dikkat çekiliyor##. 11 Eylül'den sonra uçakla yapılacak saldırılara karşı nükleer santrallerin dayanıp dayanmayacağına ilişkin testlerin çeşitli ülkelerde yapıldığı belirtilen raporda, birçok ülkenin güvenlik nedeniyle sonuçları açıklamadığına dikkat çekiliyor. Rapora yansıyan Almanya ve İsviçre'den verilen örnekleri özetlersek, Almanya'da, kaynar sulu reaktörlerin (BWR), basınçlı su reaktörlerine (PWR) göre daha zayıf olduğuna dikkat çekilmiş. İsviçre'deki çalışma da ise, iki eski reaktöre büyük ticari uçakla yapılacak bir saldırının, güvenlik sistemi ve ekipmanına etkisinin gözardı edilemeyeceğini, iki yeni reaktörde ise etkisiz olacağı belirtilmiş. Reaktörün kalbi dışındaki yangın ve dumanın etkili olabileceğine de değinilmiş. Tüm raporlarda, büyük bir uçakla, yüksek hızda, bir santrali kalbinden vurmanın ne kadar zor olduğu vurgulanmış, bununla beraber, santralin kalbi dışındaki ekipmanların daha korumasız olduğu, yangın ve jet yakıtı gibi diğer etkenlerin sonuçlarının çok da kestirilemediğine değinilmiş. Fransa ve Belçika'daki nükleer tesislere saldırı olursa bunun İngiltere'yi nasıl etkileyeceği tartışılmış.
Uçak düştüğünde Bakan nerede olacak?
Her gün 3-5 kişinin terör saldırıları sonucu öldüğü ülkemizde böyle bir rapor hazırlama gereği bile duyulmadan yasa çıkaranları, bu konuda da, patron ve iktidar korkusundan ve bilmemezlikten olsa gerek, tek kelime edemeyen medyayı kutlamak gerek. Neyse ki, Enerji Bakanı Taner Yıldız, her ne kadar görmezden gelmeye çalışsa da tehlikenin farkında. 11 Mart'ta yaptığı açıklamada, Sinop'a santral yapması için girişimde bulunulan Kore firmasının güvenliğini övmek için şunları söylemişti: “Güvenliğini denemek için daha önce Fantom uçağı çaktılar. Beton kalıyor bir şey olmuyor. 11 Eylülden sonra ‘Boeing 737 uçak vurduracağız’ diyorlar”###. Bakan Yıldız en azından bunun olabileceğinin farkına, nükleer firmalar da. Burada atlanan, çalışan bir santralde bu deneyi yapmakla boş reaktör duvarına uçak indirmek arasındaki fark. Sayın Yıldız'ı bu deney yapılırken kontrol odasında görmek isterdim. En azından esprili bir bakanımız var. Bırakın uçağın kontrol odasını hedef almasını, santral sahasına atılacak birkaç el bombasının bile nasıl bir panik yaratacağını hayal etmek zor. O panikde neler olacağını da. Asıl soru şu, bu riski almaya gerek var mı? Riskin olasılığı düşük ama risk büyük. Uçak düşme olasılığını bilerek uçağa biniyoruz ama uçak düşerse sadece uçaktakiler ölüyor. Nükleerde sızıntı veya patlama olduğunda bu riski almak istemeyen benim gibiler de ölüp gidiyor. Riskin büyüklüğü ve oranı arasındaki fark bu. Tüm Türkiye'nin sonunu getirebilecek bu yasayı onaylayan milletvekilleri ve Cumhurbaşkanı'nın gece yattıklarında ne düşündüğünü gerçekten merak ediyorum.
21 Temmuz'da Kuzey Kafkasya'da, Rusya'ya ait bir hidroelektrik santrale yapılan silahlı saldırı, Murat Karayılan'ın 18 Temmuz'da The Daily Telegraph'da yayımlanan, “turistik tesisleri vururuz” tehdidi, El Kaide'nin geçmişteki saldırıları, Hizbullah'ın Türkiye'deki varlığı gibi birçok nedeni üst üste koyduğunuzda, Türkiye'de kurulacak nükleer santralin getireceği tehlike de ortada. Nükleer santrale iki el bombası atsanız, ülkede turist kalmaz. Denk gelir de santralde, Çernobil, Üç Mil Adası benzeri büyük bir kazaya veya büyük bir sızıntıya neden olursanız, Türkiye bir daha kendini toparlayamaz. Reaktörlerin savaş durumunda bir numaralı hedef olabileceği gerçeğini, teknolojiye sahip olmasına rağmen İsrail'in araştırma reaktörünün ötesinde bir reaktör kurmaya çalışmamış olmasını da dikkatinizi çekmek istiyorum. Santralin atom bombasından kat ve kat daha fazla radyasyona ev sahipliği yaptığını anımsatalım. Mersin'den, Antalya ve Alanya'dan binlerce insanın bulabildiği araçlarla bölgeden kaçmaya çalıştığını bir hayal edin. 24 yıl aradan sonra hala girilemeyen Çernobil'deki toprakları. Rüzgardan, güneşten, kayıp ve kaçağın telafisinden, elektriğin tasarrufundan, akıllı kullanılmasından atom santralinin üreteceği elektrikten daha fazlası üretilebilecekken, bizi böyle bir kumar oynamaya, 75 milyonun hayatını kumar masasına koymaya iten nedir acaba?
* 6007 sayılı Kanun'un “gerekçe” bölümü
** 2009 yılı turizm geliri, Turizm Bakanlığı.
*** Dünya'da ve Türkiye'de Turizm, www.kultur.gov.tr
# http://www.enotes.com/topic/Cha%C3%AFm_Nissim, 22 Temmuz 2010
## Parliamentery Office of Science and Technology, “Assessing the risk of terrorist attacks on nuclear facilities”, s.58. Temmuz 2004.
### http://www.milliyet.com.tr/ucak-nukleer-santrale-carpacak/turkiye/sondakikaarsiv/09.07.2010/1210367/default.htm
Türkiye'deki eğitim kurumlarında ekonomi dersi veren öğretim görevlilerine gün doğdu. Bundan böyle “riskli yatırım” nedir diye soran öğrencilerine örnek vermek için zorlanmayacaklar. Mersin'den Silifke'ye, oradan da 170 km daha ileriye git, Alanya'ya varmadan dur. Akkuyu Nükleer Santrali'ni göreceksin, işte sana “riskli yatırım” demeleri yetecek.
Akkuyu nükleer santralinin riski, güvenlikten atık sorununa, elektrik fiyatından denetimine kadar, bir nükleer santral için hayati önem taşıyan unsurlarla, Rusya'yla yapılan ve uyku sersemi yazıldığı belli olan bir anlaşmadan ibaret değil. Bu risk, Rus yapımı, rüşdünü ispatlamamış bir teknolojinin seçilmesi ve dünyada 43 yılın üzerinde çalışmış bir santral yokken, Akkuyu'da yapılması düşünülen santralin 60 yıl çalıştırılmasının planlanmasıyla da sınırlı değil.* Akdeniz'in göbeğine kurulacak bir nükleer santralle, Türkiye'nin 22 milyar dolar** civarında gelir elde ettiği turizm sektörünün geleceğinin karartılmasını da risk almak şeklinde nitelemekten çok “yanlış ötesi yatırım” olarak tarif etmek gerekir. Türkiye, turizmdeki rakiplerinin eline hem koz vermekte hem de yerli turizm de dahil olmak üzere, net bir gelir kalemini riske atmaktadır. Ne için? Elektrik üretmek ve Rusları zengin etmek için. Ne istihdam yaratılmasından, ne de bir teknoloji transferinden bahsediyoruz. Anlaşma, Rusların gelip Akkuyu'da santral kurması ve ürettiği elektriği alım garantisi güvencesiyle satmasından ibaret. Üstelik, santralden üretilecek elektriğin kat ve katı, başka kaynaklardan sağlanabilecek veya basitçe tasarruf edilerek, enerjiyi daha akıllı kullanarak karşılanabilecekken.
22 milyar dolar riske atılır mı?
İşin ilginç tarafı, Turizm Bakanlığı'nın, “Dünya'da ve Türkiye'de Turizm” adlı 2008 yılı raporunda aynen şöyle yazıyor: “Türkiye Turizm Stratejisi 2023 belgesinde belirtildiği üzere, Türkiye uzun vadeli bir turizm stratejisine sahiptir ve bu stratejinin ana hedefi 2023 yılında dünyanın en çok turist çeken ve en fazla turizm geliri elde eden ilk 5 ülkesinden biri olmaktır”***. AKP'nin yaratıcılığında sınır yok ama “nükleer santral turizminin” tutacağından şüpheliyim. Bu, “çok yüzdünüz, gelin biraz da radyasyon alın” demek gibi bir şey. Nükleer santralin adının bile turistleri kaçıracağı günümüzde, en ufak bir sızıntının veya rakip ülkelerin propagandasının, Turizm Bakanlığı'nın hayallerini altüst edeceğini söylemek zor değil. Aldığımız risk bu kadarla kalsa iyi, dahası var...
Nükleer santral bir numaralı hedef
8 Kasım 2007'de, Güney Afrika'nın tek nükleer araştırma merkezi Plendaba'ya silahlı dört kişi saldırdı. Elektirikli çitleri geçen ve kontrol odasını hedef alan saldırganlar, santraldeki bir yetkiliyi öldürdü, ancak vurulan acil hizmet müdürünün ölmeden alarmı çalıştırması sonucu saldırganlar kontrol odasına ulaşamadan santralden kaçtı. Güney Afrika'daki bu saldırı, Noel zamanı ülkenin tek santrali Koeberg'e düzenlenen sabotaj girişiminden iki yıl sonra meydana geldi. Nükleer santralleri hedef seçmek çok da yeni bir şey değil. 18 Ocak 1982'de Fransa'nın Phoenix nükleer santrali daha inşa halindeyken, roketli saldırıya uğradı. Saldırıyı düzenleyen Chaim Nissim, elektronik ve bilgisayar mühendisliği diplomasına sahip, İsviçre'ye taşındıktan sonra Cenevre Kantonu'nda Yeşiller Partisi'nden milletvekili seçilmişti. 2003 yılında yazdığı kitapta olayı kendisinin gerçekleştirdiğini, silahları da “Çakal Carlos” aracılığıyla sol gruplardan elde ettiğini yazdı#. Kimseye zarar vermemek için boş reaktörü hedef aldığını söyledi. Yeşil eylemcinin uyarı atışıydı yaptığı.
Santralde faciaya yol açmak için yol çok
Bu üç örnek, nükleer santrallerin terör hedefi haline geldiğini ve bunun kötü niyetli bir fanteziden ibaret olmadığını göstermek için önemli. 11 Eylül'den sonra, atom santrallerinin terör saldırılarının hedefi olması ihtimali daha fazla konuşulmaya başlandı. 1985 yılında Nobel Ödülü almış Nükleer Savaşa Karşı Doktorlar adlı örgütün kurucularından ve Amerika'daki Nükleer Politika Araştırma Enstitüsü Başkanı Helen Caldicott, konuya dikkat çeken ve uzmanların görüşlerinden derlediği UPI'da (United Press International) yayımlanan makalesinde, nükleer santrallerin sadece havadan bir uçak saldırısı tehdidiyle değil, karadan ve denizden de saldırılara karşı savunmasız olduğunu yazdı. Kontrol odasını hedef almanın şart olmadığını, nükleer santrallere dışardan elektrik sağlayan hatlara, santralin acil durumda çalışması için bekletilen jeneratörlerine saldırı düzenlemenin de mümkün olduğuna dikkat çekti. Denizden patlayıcı madde dolusu bir botla santralin soğutma suyunu emen borularına yapılacak bir saldırı, yakıt dolu bir yolcu uçağıyla reaktöre tepeden çakılmak veya stratejik güvenlik önlemlerini hedef almak, soğutma kulelerindeki suyu boşaltmak gibi daha birçok olasılıktan bahsediliyor.
11 Eylül nükleerin kabusu oldu
Bunların bir teoriden ibaret olduğunu söyleyecek nükleer taraftarları çıkacaktır. Bu taraftar kitlesine, İngiltere Parlamentosu Bilim ve Teknoloji Komisyonu'nun Temmuz 2004'te hazırladığı, “Nükleer tesislere terörist saldırısı riskinin değerlendirmesi” başlıklı 148 sayfalı raporu okumalarını öneririm. Raporda sadece santrallere yönelik bir terör eyleminden değil, nükleer yakıtların taşınması sırasındaki saldırılardan, nükleer maddelere erişim için yapılacak girişimlere kadar birçok risk analiz ediliyor. O raporda da, reaktörün kalbi yerine dışarıda kalan bölümlere yapılacak saldırının santrale daha büyük zarar verebileceğine dikkat çekiliyor##. 11 Eylül'den sonra uçakla yapılacak saldırılara karşı nükleer santrallerin dayanıp dayanmayacağına ilişkin testlerin çeşitli ülkelerde yapıldığı belirtilen raporda, birçok ülkenin güvenlik nedeniyle sonuçları açıklamadığına dikkat çekiliyor. Rapora yansıyan Almanya ve İsviçre'den verilen örnekleri özetlersek, Almanya'da, kaynar sulu reaktörlerin (BWR), basınçlı su reaktörlerine (PWR) göre daha zayıf olduğuna dikkat çekilmiş. İsviçre'deki çalışma da ise, iki eski reaktöre büyük ticari uçakla yapılacak bir saldırının, güvenlik sistemi ve ekipmanına etkisinin gözardı edilemeyeceğini, iki yeni reaktörde ise etkisiz olacağı belirtilmiş. Reaktörün kalbi dışındaki yangın ve dumanın etkili olabileceğine de değinilmiş. Tüm raporlarda, büyük bir uçakla, yüksek hızda, bir santrali kalbinden vurmanın ne kadar zor olduğu vurgulanmış, bununla beraber, santralin kalbi dışındaki ekipmanların daha korumasız olduğu, yangın ve jet yakıtı gibi diğer etkenlerin sonuçlarının çok da kestirilemediğine değinilmiş. Fransa ve Belçika'daki nükleer tesislere saldırı olursa bunun İngiltere'yi nasıl etkileyeceği tartışılmış.
Uçak düştüğünde Bakan nerede olacak?
Her gün 3-5 kişinin terör saldırıları sonucu öldüğü ülkemizde böyle bir rapor hazırlama gereği bile duyulmadan yasa çıkaranları, bu konuda da, patron ve iktidar korkusundan ve bilmemezlikten olsa gerek, tek kelime edemeyen medyayı kutlamak gerek. Neyse ki, Enerji Bakanı Taner Yıldız, her ne kadar görmezden gelmeye çalışsa da tehlikenin farkında. 11 Mart'ta yaptığı açıklamada, Sinop'a santral yapması için girişimde bulunulan Kore firmasının güvenliğini övmek için şunları söylemişti: “Güvenliğini denemek için daha önce Fantom uçağı çaktılar. Beton kalıyor bir şey olmuyor. 11 Eylülden sonra ‘Boeing 737 uçak vurduracağız’ diyorlar”###. Bakan Yıldız en azından bunun olabileceğinin farkına, nükleer firmalar da. Burada atlanan, çalışan bir santralde bu deneyi yapmakla boş reaktör duvarına uçak indirmek arasındaki fark. Sayın Yıldız'ı bu deney yapılırken kontrol odasında görmek isterdim. En azından esprili bir bakanımız var. Bırakın uçağın kontrol odasını hedef almasını, santral sahasına atılacak birkaç el bombasının bile nasıl bir panik yaratacağını hayal etmek zor. O panikde neler olacağını da. Asıl soru şu, bu riski almaya gerek var mı? Riskin olasılığı düşük ama risk büyük. Uçak düşme olasılığını bilerek uçağa biniyoruz ama uçak düşerse sadece uçaktakiler ölüyor. Nükleerde sızıntı veya patlama olduğunda bu riski almak istemeyen benim gibiler de ölüp gidiyor. Riskin büyüklüğü ve oranı arasındaki fark bu. Tüm Türkiye'nin sonunu getirebilecek bu yasayı onaylayan milletvekilleri ve Cumhurbaşkanı'nın gece yattıklarında ne düşündüğünü gerçekten merak ediyorum.
21 Temmuz'da Kuzey Kafkasya'da, Rusya'ya ait bir hidroelektrik santrale yapılan silahlı saldırı, Murat Karayılan'ın 18 Temmuz'da The Daily Telegraph'da yayımlanan, “turistik tesisleri vururuz” tehdidi, El Kaide'nin geçmişteki saldırıları, Hizbullah'ın Türkiye'deki varlığı gibi birçok nedeni üst üste koyduğunuzda, Türkiye'de kurulacak nükleer santralin getireceği tehlike de ortada. Nükleer santrale iki el bombası atsanız, ülkede turist kalmaz. Denk gelir de santralde, Çernobil, Üç Mil Adası benzeri büyük bir kazaya veya büyük bir sızıntıya neden olursanız, Türkiye bir daha kendini toparlayamaz. Reaktörlerin savaş durumunda bir numaralı hedef olabileceği gerçeğini, teknolojiye sahip olmasına rağmen İsrail'in araştırma reaktörünün ötesinde bir reaktör kurmaya çalışmamış olmasını da dikkatinizi çekmek istiyorum. Santralin atom bombasından kat ve kat daha fazla radyasyona ev sahipliği yaptığını anımsatalım. Mersin'den, Antalya ve Alanya'dan binlerce insanın bulabildiği araçlarla bölgeden kaçmaya çalıştığını bir hayal edin. 24 yıl aradan sonra hala girilemeyen Çernobil'deki toprakları. Rüzgardan, güneşten, kayıp ve kaçağın telafisinden, elektriğin tasarrufundan, akıllı kullanılmasından atom santralinin üreteceği elektrikten daha fazlası üretilebilecekken, bizi böyle bir kumar oynamaya, 75 milyonun hayatını kumar masasına koymaya iten nedir acaba?
* 6007 sayılı Kanun'un “gerekçe” bölümü
** 2009 yılı turizm geliri, Turizm Bakanlığı.
*** Dünya'da ve Türkiye'de Turizm, www.kultur.gov.tr
# http://www.enotes.com/topic/Cha%C3%AFm_Nissim, 22 Temmuz 2010
## Parliamentery Office of Science and Technology, “Assessing the risk of terrorist attacks on nuclear facilities”, s.58. Temmuz 2004.
### http://www.milliyet.com.tr/ucak-nukleer-santrale-carpacak/turkiye/sondakikaarsiv/09.07.2010/1210367/default.htm
Dünya Kupası'nda Çin de var!
Özgür Gürbüz - Yeşil Ekonomi / 6 Temmuz 2010
Futbol Dünya Kupası'nı yakından takip edenler Çin'in milli futbol takımının aynı Türkiye gibi elemelerde kupaya veda ettiğini ve bu başlığın hatalı olduğunu düşünebilir. Evet, Çin'in futbol takımı kupada mücadele etmiyor ama Çinli bir firma tüm dünyadaki futbolseverlere reklam panolarından sesleniyor. Tarihte ilk kez bir Çin firması, Yingli Solar, Dünya Kupası'nın resmi sponsoru oldu. Firmanın reklamları tüm turnuva boyunca hem Çince hem de İngilizce olarak her maçta toplam 8 dakika gösteriliyor. İlk defa Çince karakterler Dünya Kupası reklamlarında yer alıyor.
Kim bu Yingli Solar?
Güneş enerjisi alanında faaliyet gösteren Yingli Solar, Çin'in ve dünyanın en büyük fotovoltaik panel üreticilerinden biri. Altı bin çalışanı ve dünya çapında 10 ofisi bulunuyor. Faaliyet gösterdiği pazarlar arasında Almanya, İspanya, İtalya, Amerika, Fransa, Yunanistan, Güney Kore ve Çin önemli yer tutuyor. Şirketin hisseleri New York Borsası'nda işlem görüyor. Yıllık üretim kapasiteleri 600 MW. 2002 yılında üretime başlayan firma bugüne kadar 1 gigavatlık üretim gerçekleştirmiş. Polisikilondan panele kadar geniş bir üretim hattında faaliyet gösteriyorlar.
Çin'in en hızlılarından
Çin'de en dikkat çeken unsurlardan biri olan, “Çin Hızı”na Yingli de sahip. 1998'de kurulan firma 2002 yılında 3 MW'lık kapasiteyle üretime başlamış ve 8 yıl sonra bu rakamı 600 MW'a çıkarmış. Firmanın başarısının ardında sadece işçilik kaynaklı ucuz üretimi aramak doğru olmaz. Teknolojiye de sürekli yatırımj yaparak küresel rekabete ayak uydurmaya çalışıyorlar. 2007 ile 2009'da Deloitte tarafından Çin'in en hızlı teknolojik gelişmesini gösteren ilk 50 firma arasında gösterilmeleri de bunun bir kanıtı. 2009 yılında Euromoney ve Earnst & Young'dan aldıkları Küresel Yenilenebilir Enerji Ödülü ise bir başka dikkat çekici nokta. Görebildiğim kadarıyla uluslararası pazarları hedefleyen her Çinli firma, Batılı firmalarla aralarındaki teknoloji farkını kapatmayı hedefleri arasına almış. Çinli otomobil üreticisi Geely’in Saab’ı satın alması da teknoloji transferi amaçlı bir girişimdi örneğin. Çin’in merkezi hükümeti de bu yönde bir politika izliyor.
Kısacası, Yingli’deki gelişmeleri Çin'in hızlı gelişimine, düşük maliyet avantajına veya devlet desteklerine bağlamayıp geçiştirmek mümkün. Ama asıl görülmesi gereken, dünyanın en çok enerjiye ihtiyaç duyan ülkelerinden Çin'de gerek rüzgar gerek güneş olsun, yenilenebilir enerjiye verilen önem ve bu alanda çalışan firmaların gösterdiği hızlı gelişme. Çin’in 2020 yılı için kurulu fotovoltaik gücü hedefi 20 gigavat. 2009’da kurulu güç 160 megavata (MW) ulaştı, 2010’da ise 600 MW hedefleniyor.1 Bu büyük hedeflere ulaşılması için de onlarca küçük adım atılıyor. Ülkede hemen hemen her gün, yenilenebilir enerjiyle ilgili yeni bir gelişmeye rastlamak mümkün. Şangay EXPO’nun altı ana binası üzerine yerleştirilen fotofoltaik panellerin ilk iki ayda 1 milyon 200 bin kilovatsaat elektrik üretmesi, Tianjin’de, hatta Çin’in daha az gelişmiş bölgeleri olan Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde düşük karbonlu kentlerin ve yenilenebilir enerji destekli konut projelerinin hayata geçirilmeye çalışması gibi.
Yerli deyip nükleer peşinde koşuluyor
Türkiye'de yenilenebilir enerjiye hala bir süs bitkisi muamelesi yapılırken, diğer ülkeler bu teknolijeleri destekleyerek kendi ülkelerinden küresel markaların çıkmasına destek oluyor. İspanya'nın rüzgar enerjisinde başa oynayan firmaları, Brezilya'nın biyoyakıt teknolojileri gibi onlarca örnekten bahsedebiliriz. Bu ülkelerin birçoğu enerjide Türkiye kadar dışa bağımlı olmamalarına rağmen yerli ve yenilenebilir enerji teknolojilerine yatırım yapıyor, biz ise yerli deyip, ithal nükleer ve termikten medet umuyoruz. Yingli Solar'a, Gamesa'ya bakarken asıl çıkarılması gereken sonuç aslında bu.
Yingli Solar'ı Coca Cola, Adidas gibi dünya devi firmaların yanında Afrika'da görmek hem ilginç hem de yenilenebilir enerji firmalarının geldiği noktayı göstermesi açısından anlamlı. Bir güneş enerjisi firmasının, dünyada en çok izleyicisi olan futbola bu kadar çok ilgi duyması, güneş enerjisinin laboratuvarlardan ibaret olduğunu söyleyen bazı uzmanları düşündürecek cinsten. Yingli, potansiyel panel alıcılarının bu kadar geniş bir pazar içerisinde yer aldığını düşünüyor olmalı ki, Mc Donald’s ile aynı tüketici kitlesine hitap etmeyi seçmiş. Daha önceki pazarlama kampanyalarını da benzer hedef kitle üzerinde yapmış olmaları, aynı hedef kitlede ısrar etmeleri, firmanın pazarlama stratejisinde ciddi bir hata yapmamış olduğunu düşündürüyor. 2006 Dünya Kupası'nda Kaiserslautern Stadı'nda kullanılan güneş enerji ekipmanlarını sağlayan Yingli, 2007 yılında İspanyol Osasuna kulübüne sponsor olmuş ve logosu futbolcuların göğüs reklamlarında yer almıştı. İspanya'nın güneş enerjisi pazarındaki önemi göze alınırsa firmanın pazarlama takımının yine akıllı bir manevra yaptığı söylenebilir.
Dünya Kupası'yla güneş enerjisinin aşkı Dünya Kupası’yla sınırlı değil. Türkçe'ye “Gelecek için Futbol” olarak çevirmeyi daha uygun bulduğum FIFA'nın 2010 Dünya Kupası sloganı (Football for Hope) bir kampanyaya dönüşüyor. Afrika kıtasındaki 20 futbol eğitim merkezi güneş enerjisiyle tanışıyor. Antreman sahalarının ışıklandırılması, bilgisayar odalarının enerji ihtiyacı Yingli Solar tarafından kurulacak güneş enerjisi sitemlerinden sağlanacak. 20 merkezin beşi Güney Afrika'da, diğerleri ise kıtanın çeşitli ülkelerinde kurulacak. İlk altı ülke arasında Güney Afrika dışında Kenya, Ruanda, Mali, Gana, Namibya ve Kenya var.
Umutmadan söyleyelim, yeni kampanyanın sloganı da şöyle: Gelecek için futbol, gelecek için enerji (Fotball for Hope, Energy for Hope) İşin ucunda gelecek olunca, güneş enerjisinden başka ne olabilirdi ki zaten? Keşke Afrika'nın taşıdığı umudu Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörü için de taşıyabilseydik.
1 EPIA, 2014 Global Market Outlook for Photovoltaics, s.20
Futbol Dünya Kupası'nı yakından takip edenler Çin'in milli futbol takımının aynı Türkiye gibi elemelerde kupaya veda ettiğini ve bu başlığın hatalı olduğunu düşünebilir. Evet, Çin'in futbol takımı kupada mücadele etmiyor ama Çinli bir firma tüm dünyadaki futbolseverlere reklam panolarından sesleniyor. Tarihte ilk kez bir Çin firması, Yingli Solar, Dünya Kupası'nın resmi sponsoru oldu. Firmanın reklamları tüm turnuva boyunca hem Çince hem de İngilizce olarak her maçta toplam 8 dakika gösteriliyor. İlk defa Çince karakterler Dünya Kupası reklamlarında yer alıyor.
Kim bu Yingli Solar?
Güneş enerjisi alanında faaliyet gösteren Yingli Solar, Çin'in ve dünyanın en büyük fotovoltaik panel üreticilerinden biri. Altı bin çalışanı ve dünya çapında 10 ofisi bulunuyor. Faaliyet gösterdiği pazarlar arasında Almanya, İspanya, İtalya, Amerika, Fransa, Yunanistan, Güney Kore ve Çin önemli yer tutuyor. Şirketin hisseleri New York Borsası'nda işlem görüyor. Yıllık üretim kapasiteleri 600 MW. 2002 yılında üretime başlayan firma bugüne kadar 1 gigavatlık üretim gerçekleştirmiş. Polisikilondan panele kadar geniş bir üretim hattında faaliyet gösteriyorlar.
Çin'in en hızlılarından
Çin'de en dikkat çeken unsurlardan biri olan, “Çin Hızı”na Yingli de sahip. 1998'de kurulan firma 2002 yılında 3 MW'lık kapasiteyle üretime başlamış ve 8 yıl sonra bu rakamı 600 MW'a çıkarmış. Firmanın başarısının ardında sadece işçilik kaynaklı ucuz üretimi aramak doğru olmaz. Teknolojiye de sürekli yatırımj yaparak küresel rekabete ayak uydurmaya çalışıyorlar. 2007 ile 2009'da Deloitte tarafından Çin'in en hızlı teknolojik gelişmesini gösteren ilk 50 firma arasında gösterilmeleri de bunun bir kanıtı. 2009 yılında Euromoney ve Earnst & Young'dan aldıkları Küresel Yenilenebilir Enerji Ödülü ise bir başka dikkat çekici nokta. Görebildiğim kadarıyla uluslararası pazarları hedefleyen her Çinli firma, Batılı firmalarla aralarındaki teknoloji farkını kapatmayı hedefleri arasına almış. Çinli otomobil üreticisi Geely’in Saab’ı satın alması da teknoloji transferi amaçlı bir girişimdi örneğin. Çin’in merkezi hükümeti de bu yönde bir politika izliyor.
Kısacası, Yingli’deki gelişmeleri Çin'in hızlı gelişimine, düşük maliyet avantajına veya devlet desteklerine bağlamayıp geçiştirmek mümkün. Ama asıl görülmesi gereken, dünyanın en çok enerjiye ihtiyaç duyan ülkelerinden Çin'de gerek rüzgar gerek güneş olsun, yenilenebilir enerjiye verilen önem ve bu alanda çalışan firmaların gösterdiği hızlı gelişme. Çin’in 2020 yılı için kurulu fotovoltaik gücü hedefi 20 gigavat. 2009’da kurulu güç 160 megavata (MW) ulaştı, 2010’da ise 600 MW hedefleniyor.1 Bu büyük hedeflere ulaşılması için de onlarca küçük adım atılıyor. Ülkede hemen hemen her gün, yenilenebilir enerjiyle ilgili yeni bir gelişmeye rastlamak mümkün. Şangay EXPO’nun altı ana binası üzerine yerleştirilen fotofoltaik panellerin ilk iki ayda 1 milyon 200 bin kilovatsaat elektrik üretmesi, Tianjin’de, hatta Çin’in daha az gelişmiş bölgeleri olan Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde düşük karbonlu kentlerin ve yenilenebilir enerji destekli konut projelerinin hayata geçirilmeye çalışması gibi.
Yerli deyip nükleer peşinde koşuluyor
Türkiye'de yenilenebilir enerjiye hala bir süs bitkisi muamelesi yapılırken, diğer ülkeler bu teknolijeleri destekleyerek kendi ülkelerinden küresel markaların çıkmasına destek oluyor. İspanya'nın rüzgar enerjisinde başa oynayan firmaları, Brezilya'nın biyoyakıt teknolojileri gibi onlarca örnekten bahsedebiliriz. Bu ülkelerin birçoğu enerjide Türkiye kadar dışa bağımlı olmamalarına rağmen yerli ve yenilenebilir enerji teknolojilerine yatırım yapıyor, biz ise yerli deyip, ithal nükleer ve termikten medet umuyoruz. Yingli Solar'a, Gamesa'ya bakarken asıl çıkarılması gereken sonuç aslında bu.
Yingli Solar'ı Coca Cola, Adidas gibi dünya devi firmaların yanında Afrika'da görmek hem ilginç hem de yenilenebilir enerji firmalarının geldiği noktayı göstermesi açısından anlamlı. Bir güneş enerjisi firmasının, dünyada en çok izleyicisi olan futbola bu kadar çok ilgi duyması, güneş enerjisinin laboratuvarlardan ibaret olduğunu söyleyen bazı uzmanları düşündürecek cinsten. Yingli, potansiyel panel alıcılarının bu kadar geniş bir pazar içerisinde yer aldığını düşünüyor olmalı ki, Mc Donald’s ile aynı tüketici kitlesine hitap etmeyi seçmiş. Daha önceki pazarlama kampanyalarını da benzer hedef kitle üzerinde yapmış olmaları, aynı hedef kitlede ısrar etmeleri, firmanın pazarlama stratejisinde ciddi bir hata yapmamış olduğunu düşündürüyor. 2006 Dünya Kupası'nda Kaiserslautern Stadı'nda kullanılan güneş enerji ekipmanlarını sağlayan Yingli, 2007 yılında İspanyol Osasuna kulübüne sponsor olmuş ve logosu futbolcuların göğüs reklamlarında yer almıştı. İspanya'nın güneş enerjisi pazarındaki önemi göze alınırsa firmanın pazarlama takımının yine akıllı bir manevra yaptığı söylenebilir.
Dünya Kupası'yla güneş enerjisinin aşkı Dünya Kupası’yla sınırlı değil. Türkçe'ye “Gelecek için Futbol” olarak çevirmeyi daha uygun bulduğum FIFA'nın 2010 Dünya Kupası sloganı (Football for Hope) bir kampanyaya dönüşüyor. Afrika kıtasındaki 20 futbol eğitim merkezi güneş enerjisiyle tanışıyor. Antreman sahalarının ışıklandırılması, bilgisayar odalarının enerji ihtiyacı Yingli Solar tarafından kurulacak güneş enerjisi sitemlerinden sağlanacak. 20 merkezin beşi Güney Afrika'da, diğerleri ise kıtanın çeşitli ülkelerinde kurulacak. İlk altı ülke arasında Güney Afrika dışında Kenya, Ruanda, Mali, Gana, Namibya ve Kenya var.
Umutmadan söyleyelim, yeni kampanyanın sloganı da şöyle: Gelecek için futbol, gelecek için enerji (Fotball for Hope, Energy for Hope) İşin ucunda gelecek olunca, güneş enerjisinden başka ne olabilirdi ki zaten? Keşke Afrika'nın taşıdığı umudu Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörü için de taşıyabilseydik.
1 EPIA, 2014 Global Market Outlook for Photovoltaics, s.20
İstikbal göklerdedir!
Özgür Gürbüz / 9 Temmuz 2010
Bakalım şimdi ne olacak? Ampul yakamaz dedikleri güneş enerjisi uçak uçurdu. Sanırım pek kimse farketmedi ama hem de bilinen jet yakıtlı uçakların yapamadığını yaparak. Hiç yakıt almadan, 26 saat havada kalarak yaptı bu tarihi uçuşunu. Diğer uçaklar havada kaldıkça yakıt tüketirken, “Solar Impulse” adı verilen ve sadece güneş enerjisiyle çalışan uçak havada kaldıkça yakıt depoladı. Pilot yorulmasa sonsuza kadar (her teknolojide karşılaşılabilecek teknik problemler olmazsa) havada kalabilecekti. Şimdi merakla bekliyorum. Sonsuz enerjiyi arama yolunda “Erge dönergeci” dahil her şeye ilgi (!) gösteren medyamız, enerji bürokratlarımız bakalım bu defa kafasını kaldırıp, “aaa, güneş” diyecek mi? Yoksa, kafasını nükleere gömmeye devam mı edecek?
26 saat havada kaldı
Dünyanın güneş enerjisiyle gerçekleştirilen en uzun uçuşu, “Solar Impulse” adı verilen prototip bir uçakla yapıldı. Sadece tek bir pilot taşıyabilen uçak güneş enerjisini 63 metreyi bulan kanatlarına yerleştirilmiş 12 bin güneş hücresi vasıtasıyla elektriğe çeviriyor, dört motorunu çalıştırıp fazla enerjiyi de motorların arkasına yerleştirilmiş akülere depoluyor. Böylece gündüz depolanan fazla enerji uçağın gece de uçmasını sağlıyor. Kalkış sırasında da yine sadece güneş enerjisi kullanılıyor. İsviçre'nin başkenti Bern'den 7 Temmuz'da havalanan Solar Impulse, 26 saatlik rekor uçuşuyla güneş enerjisiyle çalışan uçaklar içinde bugüne kadar en uzun süre havada kalan uçak olmanın yanı sıra 8700 m yüksekliğe çıkarak da en yükseğe çıkan temiz enerjiyle çalışan hava aracı oldu. Gündüz depolanan enerjinin fazlalığı da sevindiriciydi. Gece boyunca havada kalan uçağın akülerinde güneş yeniden doğduğunda hala üç saat kadar uçağı havada tutacak elektrik enerjisi depolanmıştı.
Saatte ortalama 70 km
Karbonfiberden yapılan 1600 kilogram ağırlığındaki uçağın dört motoru toplam 40 beygir gücünde. Yüzde 12 verimle çalışan güneş hücreleri, 24 saatlik dilim boyunca metrekare başına ortalama 250 watt elektrik enerjisine eşdeğer güneş ışığı alıyor. Uçakta 200 metrekarelik güneş hücresi kullanılmış. Bu da, ortalama 8 beygir gücüne yakın (6 kW) güç üretiyor. 1903 yılında ilk motorlu uçuşu gerçekleştiren Wright kardeşlerinin uçağının gücüne yakın. Uçak 35 km hızla kalkıyor, saatte yine ortalama 70 km hızla yol alabiliyor. Yerden yüksekliği 6,40m, uzunluğu ise 21 metrenin biraz üzerinde. Uçağın bilgisayar donanımı enerjinin verimli kullanılasına yardımcı oluyor.
Hedef dünya turu
Uçağın prototip olduğu, sadece bir pilot taşıdığı ve bu teknolojinin yolcu uçaklarına uygulanmasının şu an için zor olduğu ortada. Unutmamak gerekir ki, ilk uçaklarda sadece uygun hava koşullarında ve tek pilotla bundan daha kısa süre ve mesafelerde uçarak yola koyulmuştu. Teknoloji çok çabuk gelişti. Bu nedenle “Solar Impulse”ın uçuşu, projenin yaratıcılarından Bertrand Piccard'ın da belirttiği gibi bir dönüm noktası. Piccard, “Bizi bir başka tam gün uçuşundan, sürekli uçuş efsanesini gerçekleştirmekten hiçbir şey alıkoyamaz” diyor. El Cezire televizyonuna verdiği demeçte ise Piccard, yenilenebilir enerjilere sırtını dönenlere imalı mesajlar gönderiyordu. Şimdi, ekibin hedefleri arasında 2013'te dünyanın çevresinde tur atmak ve Atlantik Okyanusu'nu geçmek var.
Anlayana sivrisinek saz...
Güneş enerjisini anlamak, uygulamaya geçirmek bir vizyon işi. Türkiye'nin en büyük sorunu da günümüzdeki politikacı ve liderlerin vizyonsuzluğu. Şu andaki seçenekler içerisinde, geleceğin enerji sorununu çözme potansiyeline gerçek anlamda sahip tek kaynak olan güneşi görmek, istikbalin göklerde olduğunu anlamak için daha kaç örnek lazım?
“Solar Impulse”ı Ankara semalarında mı uçurmalı acaba?
Bakalım şimdi ne olacak? Ampul yakamaz dedikleri güneş enerjisi uçak uçurdu. Sanırım pek kimse farketmedi ama hem de bilinen jet yakıtlı uçakların yapamadığını yaparak. Hiç yakıt almadan, 26 saat havada kalarak yaptı bu tarihi uçuşunu. Diğer uçaklar havada kaldıkça yakıt tüketirken, “Solar Impulse” adı verilen ve sadece güneş enerjisiyle çalışan uçak havada kaldıkça yakıt depoladı. Pilot yorulmasa sonsuza kadar (her teknolojide karşılaşılabilecek teknik problemler olmazsa) havada kalabilecekti. Şimdi merakla bekliyorum. Sonsuz enerjiyi arama yolunda “Erge dönergeci” dahil her şeye ilgi (!) gösteren medyamız, enerji bürokratlarımız bakalım bu defa kafasını kaldırıp, “aaa, güneş” diyecek mi? Yoksa, kafasını nükleere gömmeye devam mı edecek?
26 saat havada kaldı
Dünyanın güneş enerjisiyle gerçekleştirilen en uzun uçuşu, “Solar Impulse” adı verilen prototip bir uçakla yapıldı. Sadece tek bir pilot taşıyabilen uçak güneş enerjisini 63 metreyi bulan kanatlarına yerleştirilmiş 12 bin güneş hücresi vasıtasıyla elektriğe çeviriyor, dört motorunu çalıştırıp fazla enerjiyi de motorların arkasına yerleştirilmiş akülere depoluyor. Böylece gündüz depolanan fazla enerji uçağın gece de uçmasını sağlıyor. Kalkış sırasında da yine sadece güneş enerjisi kullanılıyor. İsviçre'nin başkenti Bern'den 7 Temmuz'da havalanan Solar Impulse, 26 saatlik rekor uçuşuyla güneş enerjisiyle çalışan uçaklar içinde bugüne kadar en uzun süre havada kalan uçak olmanın yanı sıra 8700 m yüksekliğe çıkarak da en yükseğe çıkan temiz enerjiyle çalışan hava aracı oldu. Gündüz depolanan enerjinin fazlalığı da sevindiriciydi. Gece boyunca havada kalan uçağın akülerinde güneş yeniden doğduğunda hala üç saat kadar uçağı havada tutacak elektrik enerjisi depolanmıştı.
Saatte ortalama 70 km
Karbonfiberden yapılan 1600 kilogram ağırlığındaki uçağın dört motoru toplam 40 beygir gücünde. Yüzde 12 verimle çalışan güneş hücreleri, 24 saatlik dilim boyunca metrekare başına ortalama 250 watt elektrik enerjisine eşdeğer güneş ışığı alıyor. Uçakta 200 metrekarelik güneş hücresi kullanılmış. Bu da, ortalama 8 beygir gücüne yakın (6 kW) güç üretiyor. 1903 yılında ilk motorlu uçuşu gerçekleştiren Wright kardeşlerinin uçağının gücüne yakın. Uçak 35 km hızla kalkıyor, saatte yine ortalama 70 km hızla yol alabiliyor. Yerden yüksekliği 6,40m, uzunluğu ise 21 metrenin biraz üzerinde. Uçağın bilgisayar donanımı enerjinin verimli kullanılasına yardımcı oluyor.
Hedef dünya turu
Uçağın prototip olduğu, sadece bir pilot taşıdığı ve bu teknolojinin yolcu uçaklarına uygulanmasının şu an için zor olduğu ortada. Unutmamak gerekir ki, ilk uçaklarda sadece uygun hava koşullarında ve tek pilotla bundan daha kısa süre ve mesafelerde uçarak yola koyulmuştu. Teknoloji çok çabuk gelişti. Bu nedenle “Solar Impulse”ın uçuşu, projenin yaratıcılarından Bertrand Piccard'ın da belirttiği gibi bir dönüm noktası. Piccard, “Bizi bir başka tam gün uçuşundan, sürekli uçuş efsanesini gerçekleştirmekten hiçbir şey alıkoyamaz” diyor. El Cezire televizyonuna verdiği demeçte ise Piccard, yenilenebilir enerjilere sırtını dönenlere imalı mesajlar gönderiyordu. Şimdi, ekibin hedefleri arasında 2013'te dünyanın çevresinde tur atmak ve Atlantik Okyanusu'nu geçmek var.
Anlayana sivrisinek saz...
Güneş enerjisini anlamak, uygulamaya geçirmek bir vizyon işi. Türkiye'nin en büyük sorunu da günümüzdeki politikacı ve liderlerin vizyonsuzluğu. Şu andaki seçenekler içerisinde, geleceğin enerji sorununu çözme potansiyeline gerçek anlamda sahip tek kaynak olan güneşi görmek, istikbalin göklerde olduğunu anlamak için daha kaç örnek lazım?
“Solar Impulse”ı Ankara semalarında mı uçurmalı acaba?
Prof. Tolga Yarman'dan milletvekillerine çağrı
Türkiye'nin sayılı nükleer mühendislerinden, Başbakanlık Atom Enerjisi Kurumu Danışma Kurulu ve Nükleer Güvenlik Komitesi Eski Üyesi Prof. Tolga Yarman'ın miletvekillerine yazdığı 5 Temmuz 2010 tarihli mektubu aynen yayımlıyorum. Yayılmasına katkıda bulunmanızı rica ediyorum. Dilerseniz siz de, milletvekillerimizin eline geçtiğinden emin olmak amacıyla bölge milletvekillerinize iletebilirsiniz.
***
Degerli Milletveklili:
Asagidaki, keza ekli, iki yazimi, onemle dikkatine sunuyorum... Vicdaninla bas basa kalarak davranman, sorumlulugunun bas geregidir...
Guzel dileklerimle, sevgiler, saygilar sunuyorum...
T. Yarman*
Rusya ile anlaşma itibariyle, kısaca Akkuyu ve nükleer:
Milletvekillerimiz, çok alaturka duran anlaşmaya, "hayır" demelidirler!..
Hem ekonomik, hem de çevresel ve toplumsal maliyetleriyle en pahalı enerji üretim tesislerinden olan nükleer santrallerin inşası, Dünya’da, genel olarak, belirgin bir duraksama göstermektedir. Bu bağlamda, öncelik, gitgide daha yoğun olarak, "enerjinin verimli kullanımına" ve "yenilenebilir kaynaklara" kaydırılmaktadır.
Türkiye, bugün, Hükümet'in Rusya'yla kapalı kapılar arkasında imzalayıp, hızla TBMM'den geçirmek istediği ikili nükleer anlaşmayla, üstelik ülkemizin hiç bir ciddi nükleer örgütlenme ve ehliyet birikimi olmaksızın, tersine, atom enerjisi yönetiminin, yakın geçmişte sergilediği tam anlamıyla, "bilgi özürlü örnekler" ortada dururken, sonu katiyen belli olmayan bir "nükleer maceraya", sürüklenmektedir. Bu anlaşmayla aynı zamanda kuşaklar boyunca sürecek, o da her şey tıkır tıkır işleyecek olsa dahi, düzinelerce milyar dolarlık bir mâli yükün altına, sokulmaktayız.
Her biri Keban Barajı gücünde, dört, nükleer santralin bugün, Akkuyu mevkiine kurulmak istenmesi, hazindir... Akdeniz Bölgemiz, bizim misafir odamızdır... Buraya kurulacak nükleer santraller, "kaş yapalım" derken, göz çıkartacaktır. Turizmi ciddi olarak, olumsuz etkileyecektir... Akdeniz Bölgemiz'in, sebze ve meyve tüketimini de gayet olumsuz etkileyecektir.
Fazla olarak Akdeniz suyu, çok sıcaktır... Buraya kurulacak santral, Karadeniz'e kurulacak olması durumunda sağlayacağı verimin onda bir kadar, daha azını, sağlar... Bu ise, yirmi milyar dolarda iki milyar dolar demektir ki, bu başlı başına bir Keban Barajı ederini, işaret eder...
Kestirme deyişle, "sıcak suyla", nükleer santral soğutmak, bugün için hiç aklı kârı değildir; böyle bir zorunluluk yoktur...
Bütün bu gerekçeler, 1999'daki Hükûmet Enerji Zirvesi'nde, tarafımdan dile getirilmiş olup; üç koalisyon ortağından oluşan günün Ecevit Hükûmeti; Akkuyu'a nükleer santral tesisinden, oybirliğiyle vaz geçmistir... 1976’da, Akkuyu’ya, Türkiye Elektrik Kurumu’nun istemi uzantısında, fevkalade kıvanç duyduğumuz, çalışmalar uzantısında, lisans verilirken, ortada ne 1979 Three Miles Island (Penisilvanya, ABD), ne de Çernobil (Ukrayna, Sovyetler Birliği) nükleer kazaları vardı, ne de dolayısıyla, nükleerin turizme, sebze, meyveye etkisinin dikkate alınmasını, gerektirecek ölçütler. Fazla olarak, o tarihte, soğuk savaş dorukta olup, Genelkurmay Başkanlığımız, Trakya Bölgemiz’in Karadeniz sahiline; gerek Yunanistan’a gerekse de ve bilhassa Bulgaristan’a yakın olması sebebiyle, nükleer santral tesisi izni vermiyordu. Ayrıca nükleer enerji üretimi o tarihte, bir zorunluluk olarak algılanıyordu… Bütün bu denklemler yol boyu çok değişti.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Taksim Meydanı’na, ayrıca gayet saygın teknik çalışmalar uzantısında bir hamam kurma ruhsatı verilmiş olsa; bugün artık o ruhsatla Taksim’de, şimdi Cumhuriyet Abidesi’nin bulunduğu yere hamam kurma iddiasını ileriye sürmek ne kadar abesse, 1976’da Akkuyu’ya verilen ruhsatla, bugün oraya nükleer santral kurmaya kalkışmak, işte o kadar abestir.
Akkuyu'ya kurulacak nükleer santraller, bugün artık, misafir odamızda, halının üzerine konmaya yeltenilen, "lâzımlık" gibi, durmaktadır... Bu çerçevede, traji-komiktir...
Bu konuda, onca uyarımıza rağmen, hala daha hiç bir etüdün yapılmamış olması Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ciddiyetiyle, hiç bir bicimde, bağdaşmamaktadır...
Milletvekillerimiz, çok alaturka duran, anlaşmaya, "Hayır!" demelidirler…
*Profesör Nük. Müh. Tolga Yarman,
Ph.D., Massachusetts Institute of Technology,
1972 Başbakanlık Atom Enerjisi Kurumu Danışma Kurulu ve Nükleer Güvenlik Komitesi Eski Üyesi
***
Degerli Milletveklili:
Asagidaki, keza ekli, iki yazimi, onemle dikkatine sunuyorum... Vicdaninla bas basa kalarak davranman, sorumlulugunun bas geregidir...
Guzel dileklerimle, sevgiler, saygilar sunuyorum...
T. Yarman*
Rusya ile anlaşma itibariyle, kısaca Akkuyu ve nükleer:
Milletvekillerimiz, çok alaturka duran anlaşmaya, "hayır" demelidirler!..
Hem ekonomik, hem de çevresel ve toplumsal maliyetleriyle en pahalı enerji üretim tesislerinden olan nükleer santrallerin inşası, Dünya’da, genel olarak, belirgin bir duraksama göstermektedir. Bu bağlamda, öncelik, gitgide daha yoğun olarak, "enerjinin verimli kullanımına" ve "yenilenebilir kaynaklara" kaydırılmaktadır.
Türkiye, bugün, Hükümet'in Rusya'yla kapalı kapılar arkasında imzalayıp, hızla TBMM'den geçirmek istediği ikili nükleer anlaşmayla, üstelik ülkemizin hiç bir ciddi nükleer örgütlenme ve ehliyet birikimi olmaksızın, tersine, atom enerjisi yönetiminin, yakın geçmişte sergilediği tam anlamıyla, "bilgi özürlü örnekler" ortada dururken, sonu katiyen belli olmayan bir "nükleer maceraya", sürüklenmektedir. Bu anlaşmayla aynı zamanda kuşaklar boyunca sürecek, o da her şey tıkır tıkır işleyecek olsa dahi, düzinelerce milyar dolarlık bir mâli yükün altına, sokulmaktayız.
Her biri Keban Barajı gücünde, dört, nükleer santralin bugün, Akkuyu mevkiine kurulmak istenmesi, hazindir... Akdeniz Bölgemiz, bizim misafir odamızdır... Buraya kurulacak nükleer santraller, "kaş yapalım" derken, göz çıkartacaktır. Turizmi ciddi olarak, olumsuz etkileyecektir... Akdeniz Bölgemiz'in, sebze ve meyve tüketimini de gayet olumsuz etkileyecektir.
Fazla olarak Akdeniz suyu, çok sıcaktır... Buraya kurulacak santral, Karadeniz'e kurulacak olması durumunda sağlayacağı verimin onda bir kadar, daha azını, sağlar... Bu ise, yirmi milyar dolarda iki milyar dolar demektir ki, bu başlı başına bir Keban Barajı ederini, işaret eder...
Kestirme deyişle, "sıcak suyla", nükleer santral soğutmak, bugün için hiç aklı kârı değildir; böyle bir zorunluluk yoktur...
Bütün bu gerekçeler, 1999'daki Hükûmet Enerji Zirvesi'nde, tarafımdan dile getirilmiş olup; üç koalisyon ortağından oluşan günün Ecevit Hükûmeti; Akkuyu'a nükleer santral tesisinden, oybirliğiyle vaz geçmistir... 1976’da, Akkuyu’ya, Türkiye Elektrik Kurumu’nun istemi uzantısında, fevkalade kıvanç duyduğumuz, çalışmalar uzantısında, lisans verilirken, ortada ne 1979 Three Miles Island (Penisilvanya, ABD), ne de Çernobil (Ukrayna, Sovyetler Birliği) nükleer kazaları vardı, ne de dolayısıyla, nükleerin turizme, sebze, meyveye etkisinin dikkate alınmasını, gerektirecek ölçütler. Fazla olarak, o tarihte, soğuk savaş dorukta olup, Genelkurmay Başkanlığımız, Trakya Bölgemiz’in Karadeniz sahiline; gerek Yunanistan’a gerekse de ve bilhassa Bulgaristan’a yakın olması sebebiyle, nükleer santral tesisi izni vermiyordu. Ayrıca nükleer enerji üretimi o tarihte, bir zorunluluk olarak algılanıyordu… Bütün bu denklemler yol boyu çok değişti.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Taksim Meydanı’na, ayrıca gayet saygın teknik çalışmalar uzantısında bir hamam kurma ruhsatı verilmiş olsa; bugün artık o ruhsatla Taksim’de, şimdi Cumhuriyet Abidesi’nin bulunduğu yere hamam kurma iddiasını ileriye sürmek ne kadar abesse, 1976’da Akkuyu’ya verilen ruhsatla, bugün oraya nükleer santral kurmaya kalkışmak, işte o kadar abestir.
Akkuyu'ya kurulacak nükleer santraller, bugün artık, misafir odamızda, halının üzerine konmaya yeltenilen, "lâzımlık" gibi, durmaktadır... Bu çerçevede, traji-komiktir...
Bu konuda, onca uyarımıza rağmen, hala daha hiç bir etüdün yapılmamış olması Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ciddiyetiyle, hiç bir bicimde, bağdaşmamaktadır...
Milletvekillerimiz, çok alaturka duran, anlaşmaya, "Hayır!" demelidirler…
*Profesör Nük. Müh. Tolga Yarman,
Ph.D., Massachusetts Institute of Technology,
1972 Başbakanlık Atom Enerjisi Kurumu Danışma Kurulu ve Nükleer Güvenlik Komitesi Eski Üyesi
Çernobil'den 24 yıl sonra koyunlar temize çıktı
Özgür Gürbüz / 6 Temmuz 2010
Türkiye şuursuzca nükleer santral kurma hazırlıklarına devam ederken İskoçya'dan gelen bir haber unutturulmaya çalışılan gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. 1986 yılında meydana gelen ve dünyanın en büyük teknoloji kazası olarak da bilinen Çernobil nükleer faciası sonucu dünyaya yayılan radyasyon bulutları eski Sovyetler Birliği'nden, Güney Afrika'ya kadar dev bir coğrafyayı etkilemişti.
Karadeniz'de gömdüler, İngiltere'de ölçtüler
İçinde başta Karadeniz olmak üzere Türkiye'nin de bulunduğu radyoaktif kirlenmeye uğrayan bu alanların bazıları 24 yıldır kontrol altında tutuluyordu. Türkiye'de radyasyonlu çaylar dere yataklarına, toprağa gömülüp yakılmaya, Karadeniz'de üretilen fındıklar okul ve kışlalarda vatandaşlara yedirilmeye çalışılırken, Büyük Britanya'da yetkililer kazayı gizlemek ve nükleerin adına leke düşürmemek gibi anlamsız çabaların yerine vatandaşlarının en az zararla bu felaketi atlatmasına çalışıyordu.
23 çiftlik yıllarca kontrol edildi
İskoçya'nın hayvancılık merkezi olarak da kabul edilen güneybatı ve merkez bölgelerindeki çiftliklerde Gıda Standartları Ajansı tarafından çeyrek asıra yakın bir zamandır düzenli kontroller yapılıyordu. Koyunların etlerinde kilo başına 1000 bekarelden fazla radyoaktivitiye rastlandığında bu etlerin pazara çıkması engelleniyordu. 1987 yılında 73 çiftlik kontrol altındaydı. 2009 yılına gelindiğinde düzenli olarak kontrol edilen koyun sayısı 3 bine kadar indi. Şubat 2010'da iki alan üzerinde hayvan otlatma yasağı devam etti. Bu alanlardan bir tanesi tarım alanı olarak kullanılmamaya başlandı, diğeri ise 21 Haziran itibariyle radyasyon değerlerinin düşmesiyle kullanıma açıldı.
İskoçya'da yayımlanan Sunday Herald (The Herald) gazetesinde 4 Temmuz günü yayımlanan makale, bu son adımla birlikte artık bu uygulamanın sona erdiğini, kazadan 24 yıl sonra koyunların otladığı çayırlardaki radyasyon miktarının güvenlik sınırlarının aşağısına düştüğünü yazdı. Tam 24 yıl sonra, Çernobil'den 2300 km uzaklıkta yaşananların başta Enerji Bakanı ve önümüzdeki günlerde Meclis'e gelecek olan nükleer anlaşmaya “evet” oyu vermeye hazırlanan milletvekillerinin gözlerini açmasını umuyorum.
Unutmayın, ne Mersin bize Kiev kadar uzak, ne de yapılması düşünülen nükleer santral Çernobil'dekinden farklı. Ecemiş Fay Hattı üzerine, Türkiye'nin Akdeniz'deki turizm potansiyelini yok etme pahasına nükleer santral kurmaya çalışmak gerçekten de akıl karı değil. Türkiye'nin nükleere muhtaç olmadığını hesap kitap bilen herkes biliyor. Halkı aptal yerine koymak iyi bir şey değil. Bir politikacı içinse adeta sonun başlangıcı.
Türkiye şuursuzca nükleer santral kurma hazırlıklarına devam ederken İskoçya'dan gelen bir haber unutturulmaya çalışılan gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. 1986 yılında meydana gelen ve dünyanın en büyük teknoloji kazası olarak da bilinen Çernobil nükleer faciası sonucu dünyaya yayılan radyasyon bulutları eski Sovyetler Birliği'nden, Güney Afrika'ya kadar dev bir coğrafyayı etkilemişti.
İçinde başta Karadeniz olmak üzere Türkiye'nin de bulunduğu radyoaktif kirlenmeye uğrayan bu alanların bazıları 24 yıldır kontrol altında tutuluyordu. Türkiye'de radyasyonlu çaylar dere yataklarına, toprağa gömülüp yakılmaya, Karadeniz'de üretilen fındıklar okul ve kışlalarda vatandaşlara yedirilmeye çalışılırken, Büyük Britanya'da yetkililer kazayı gizlemek ve nükleerin adına leke düşürmemek gibi anlamsız çabaların yerine vatandaşlarının en az zararla bu felaketi atlatmasına çalışıyordu.
23 çiftlik yıllarca kontrol edildi
İskoçya'nın hayvancılık merkezi olarak da kabul edilen güneybatı ve merkez bölgelerindeki çiftliklerde Gıda Standartları Ajansı tarafından çeyrek asıra yakın bir zamandır düzenli kontroller yapılıyordu. Koyunların etlerinde kilo başına 1000 bekarelden fazla radyoaktivitiye rastlandığında bu etlerin pazara çıkması engelleniyordu. 1987 yılında 73 çiftlik kontrol altındaydı. 2009 yılına gelindiğinde düzenli olarak kontrol edilen koyun sayısı 3 bine kadar indi. Şubat 2010'da iki alan üzerinde hayvan otlatma yasağı devam etti. Bu alanlardan bir tanesi tarım alanı olarak kullanılmamaya başlandı, diğeri ise 21 Haziran itibariyle radyasyon değerlerinin düşmesiyle kullanıma açıldı.
İskoçya'da yayımlanan Sunday Herald (The Herald) gazetesinde 4 Temmuz günü yayımlanan makale, bu son adımla birlikte artık bu uygulamanın sona erdiğini, kazadan 24 yıl sonra koyunların otladığı çayırlardaki radyasyon miktarının güvenlik sınırlarının aşağısına düştüğünü yazdı. Tam 24 yıl sonra, Çernobil'den 2300 km uzaklıkta yaşananların başta Enerji Bakanı ve önümüzdeki günlerde Meclis'e gelecek olan nükleer anlaşmaya “evet” oyu vermeye hazırlanan milletvekillerinin gözlerini açmasını umuyorum.
Unutmayın, ne Mersin bize Kiev kadar uzak, ne de yapılması düşünülen nükleer santral Çernobil'dekinden farklı. Ecemiş Fay Hattı üzerine, Türkiye'nin Akdeniz'deki turizm potansiyelini yok etme pahasına nükleer santral kurmaya çalışmak gerçekten de akıl karı değil. Türkiye'nin nükleere muhtaç olmadığını hesap kitap bilen herkes biliyor. Halkı aptal yerine koymak iyi bir şey değil. Bir politikacı içinse adeta sonun başlangıcı.
Desa'da grev sil baştan
Özgür Gürbüz / 5 Temmuz 2010
Deri-İş Sendikası'nın Desa'da örgütlenme çalışmaları iki yılı aşkın bir süredir devam ediyor. 2009 Ağustos ayında sendika ve işveren arasında imzalanan protokol sonucu sorunların çözüldüğü düşünülürken, Deri-İş'ten yapılan açıklama durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını anlatıyor.
İşverenin çeşitli bahanelerle işçileri işten attığını belirten Deri-İş yetkilileri, sendika üyesi işçilerin de tekrar işten çıkarılmaya başlandığına dikkat çekiyor. Daha da önemlisi, Desa malarını boykoto yönelik uluslararası kampanya tekrar başlatıldı. Desa sadece kendi adıyla satış yapmıyor, Prada, Mulbery, Debenhams, Marks & Spencer ve El Corte Ingles gibi markalara da mal üretiyor. Uluslararası "Temiz Elbise Kampanyası" yine tüm dünyadaki tüketicileri Desa ve onun üretim yaptığı lüks markaları boykot etmeye çağırıyor. Daha önce yapılan kampanya başarılı olmuş, Desa yöneticileri sendikayla masaya oturmaya razı olmuştu.
Desa grevi, Düzce'deki üretim merkezindeki işçilerin ve İstanbul Sefaköy'de tek başına greve çıkan türbanlı Emine Aslan'ın tek başına aylarca fabrika kapısındaki direnişiyle kamuoyunda duyurulmuştu. Aktüel Dergisi'nde çalıştığım sırada bir tam gün, Emine Aslan'la kapıda beklemiş, geceyi evlerinde geçirmiştim. O gün içerisinde, "özel bir kişinin" ciddi koruma tedbirleri altında fabrikadan alışverişe geldiğine şahit olduk. Polisler görüntü almamıza izin vermese de alışverişe gelenin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan olduğu bilgisi bize ulaştı. Bilgiyi resmi ağızlardan onaylatamadığım için ancak iddia olarak yazabiliyorum. Hazırladığımız haber de Aktüel dergisinde hiç yayımlanmadı... Nedenini ben ve birkaç kişi biliyor.
Deri-İş Sendikası'nın Desa'da örgütlenme çalışmaları iki yılı aşkın bir süredir devam ediyor. 2009 Ağustos ayında sendika ve işveren arasında imzalanan protokol sonucu sorunların çözüldüğü düşünülürken, Deri-İş'ten yapılan açıklama durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını anlatıyor.
İşverenin çeşitli bahanelerle işçileri işten attığını belirten Deri-İş yetkilileri, sendika üyesi işçilerin de tekrar işten çıkarılmaya başlandığına dikkat çekiyor. Daha da önemlisi, Desa malarını boykoto yönelik uluslararası kampanya tekrar başlatıldı. Desa sadece kendi adıyla satış yapmıyor, Prada, Mulbery, Debenhams, Marks & Spencer ve El Corte Ingles gibi markalara da mal üretiyor. Uluslararası "Temiz Elbise Kampanyası" yine tüm dünyadaki tüketicileri Desa ve onun üretim yaptığı lüks markaları boykot etmeye çağırıyor. Daha önce yapılan kampanya başarılı olmuş, Desa yöneticileri sendikayla masaya oturmaya razı olmuştu.
Desa grevi, Düzce'deki üretim merkezindeki işçilerin ve İstanbul Sefaköy'de tek başına greve çıkan türbanlı Emine Aslan'ın tek başına aylarca fabrika kapısındaki direnişiyle kamuoyunda duyurulmuştu. Aktüel Dergisi'nde çalıştığım sırada bir tam gün, Emine Aslan'la kapıda beklemiş, geceyi evlerinde geçirmiştim. O gün içerisinde, "özel bir kişinin" ciddi koruma tedbirleri altında fabrikadan alışverişe geldiğine şahit olduk. Polisler görüntü almamıza izin vermese de alışverişe gelenin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan olduğu bilgisi bize ulaştı. Bilgiyi resmi ağızlardan onaylatamadığım için ancak iddia olarak yazabiliyorum. Hazırladığımız haber de Aktüel dergisinde hiç yayımlanmadı... Nedenini ben ve birkaç kişi biliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)