Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 28 Ekim 2010
Türkiye yıllardır yenilenebilir enerji yasasını tartışıyor. Daha çok da, yasayla temiz enerji kaynaklarından üretilecek elektriğe kilovatsaat başına ne kadar alım garantisi verileceğini... 2005 yılında yasalaşan tasarı öncesinde de, bugün yasada yapılması düzenlenen ve alım fiyatlarını değiştirmeyi planlayan değişiklik öncesinde de herkesin odaklandığı nokta bu. Ancak tartışmalarda bir eksen kayması yaşanıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantileri, enerji sektöründeki belirli bir çevre tarafından bilinçli bir şekilde “teşvik” olarak adlandırılırken, enerji piyasasında fosil ve nükleer enerji lehine düzenlenmiş gerçek teşvik ve destek mekanizmaları gözardı edilmeye çalışılıyor. Dahası da var. Temiz enerji üreticileri yabancı firmaları zengin etmekle ve “ucuz” olmayan yenilenebilir enerjiyi hazineden finanse etmekle de suçlanıyor. Asıl amacın enerji piyasasındaki dengesizliği gizlemek olduğu aslında çok açık.
Kirli ile temiz aynı kefede
Öncelikle yenilenebilir enerjiden üretilen elektriğe alım garantisi veren mekanizmanın (bir çeşit feed-in tariff) bir teşvik veya devlet sübvansiyonu olmadığını anlatarak işe başlayalım. Aksini iddia edenlere biraz serbest piyasayla ve bu sistemin ortaya çıkışıyla ilgili bilgi vermekte fayda var. Yenilenebilir enerji kaynaklarının (rüzgar, güneş, jeotermal, hidroelektrik, biyokütle vs.) gelişmesi ve başta iklim değişikliği olmak üzere küresel çevre sorunlarının artmasıyla, çevreyi kirletmeyen, canlıların yaşamı üzerinde daha az risk olşturan bu kaynakların mevcut enerji piyasasında fiyatlandırılması da bir sorun oldu. Klasik bir serbest piyasa içerisinde aynı ürünü satan (elektrik) iki farklı üreticinin devlet desteği veya müdehalesi olmadan rekabet etmesi beklenir. Bu enerji alanında mümkün olmadı. Çünkü, bir tarafta çevre kirliliği yaratmaması için üretilmiş ve bu yüzden de üretim maliyetleri arttırılmış bir enerji kaynağı, diğer tarafta ise yıllarca sübvansiyonlarla desteklenmiş, teknolojik gelişimini bu sübvansiyonlar sonucu oldukça ilerletmiş, yerel ve küresel çevre kirliliklerine yol açan ve yaşamı tehdit eden bir başka enerji kaynağı vardı. Piyasa, kirletici enerji kaynaklarının yol açtığı çevresel riskleri zorla da olsa satın almak zorunda kalıyordu. Bu şartlarda dengeli ve eşit bir serbest pazardan bahsedilemeyeceği için, “kirletmenin” bir bedelinin olması kararlaştırıldı. Bu bedel, termik santraller için karbon vergisi, nükleer için atık ve söküm maliyetleri, sigorta giderleri gibi özetleyeceğimiz ana başlıklar altında toplandı.
Serbest piyasa özeleştirmeden ibaret değildir
Tabi ki, dünyanın enerji ihtiyacını karşılayan başta fosil yakıt endüstrisi, söz konusu maliyeti birim elektrik üretim bedeline eklemeyi kaul etmedi. Uzun pazarlıklar sonucunda, pazarda dengesizlik yaratan bu bedelin yenilenebilir enerji kaynaklarına alım garantisi olarak verilmesi kararlaştırıldı. Böylece eşit şartlarda rekabet ortamının yaratılması için bir adım atıldı. Kısacası, yenilenebilir enerjiye ödenen alım garantileri teşvik değil, pazarın dengelenmesi için bir zorunluluk, serbest pazara geçişin de olmazsa olmazıydı. Türkiye'de serbest bir elektrik piyasasının oluşturulmasının kuvvetli savunucularının ve AKP hükümetinin, konuyu sadece kamunun elinde bulunan santrallerin özelleştirmesiyle sınırlaması aslında üzerinde uzun uzun düşünülücek ciddi bir sorun. Bu anlam kargaşasını iyi gören fosil ve nükleer taraftarları da, temiz enerji kaynaklarına alım garantisi isteyenlere, “teşvik istiyorlar” diyerek yüklenme fırsatını kaçırmadıları.
Kömüre 15 yıl alım garantisi teşvik sayılmaz!
Aslolan, bugün Türkiye'deki elektrik enerjisi piyasasında bir dengesizlik olduğu, nükleer ve fosil yakıtla çalışan santrallere ciddi devlet desteği sağlanırken, dünyadaki gidişatın aksine temiz enerjiye köstek olunduğudur. Termik santrallere verilen al ya da öde anlaşmaları hala yürürlükte. 5710 sayılı Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun'un kuyruğuna eklenen geçici 2. madde ne çabuk unutuldu? Bu maddeyle, 1000 MW kurulu gücün üstündeki kömür santrallerine 15 yıl alım garantisi verilirken bu teşvik değildi de, rüzgara, jeotermale, dalga enerjisine ve hidroelektriğe 10 yıl, mümkün olan en düşük bedellerle alım garantisi istenince bunun adı “teşvik” mi oldu?
Başhekimden de fayda yok
5710 sayılı kanun sadece bir örnek. Türkiye'nin kirleten enerji kaynakları için nasıl bir cennet olduğunu görmek için böyle detaylara bile ihtiyacınız yok. Türkiye'nin üyesi olmaya çalıştığı Avrupa Birliği'nin aksine, memleketimizde seragazı salımlari için ne bir sınırlama var, ne de “uyduruğundan” bir karbon borsamız. Elektrik piyasasındaki bu adaletsizliği azaltacak tek enstrüman yenilenebilir enerjiyle ilgili alımı düzenleyecek yasa. Meclis genel kurulundaki tasarıya bakınca, bu haliyle, yenilense de olur yenilenmese de... Asıl sorun artık kangrenleşmiş sözde serbest piyasada ama tedavinin yapılacağı sağlık merkezinin adı “Fosil Yakıt İlkyardım Hastanesi” olunca başhekimden de hayır beklemekte fayda yok kanımca...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder