Kürt sorunu hakkında görüşlerini açıklayan ve çözüm için bir rapor hazırlayan Yeşiller Partisi, PKK’nin silahlarını bırakması için gerekli ortamın sağlanmasını istedi.
Özgür Gürbüz / 8 Ağustos 2009
Geçtiğimiz yıl kurulan Yeşiller Partisi, Kürt sorununun çözümü için öneriler içeren bir raporu kamuoyuna açıkladı. Parti Eş Sözcüsü Bilge Contepe ve Merkez Yürütme Kurulu üyesi Ümit Şahin tarafından sunulan raporda, barışın sağlanması için altı somut adım önerildi. Sorunun çözümünde Kürt halkının muhatap alınmasını isteyen Yeşiller, bölge milletvekilleri ve belediye başkanlarının görüşlerine öncelik verilmesini istedi. İkinci adım olarak PKK’nin en kısa zamanda silahlı mücadeleyi reddettiğini açıklaması ve bunun için gerekli ortamın devlet tarafından hazırlanması talep edildi. Önerilerden biri ise, taş attıkları gerekçesiyle tutuklu bulanan çocukların serbest bırakılması için yasaların Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’yle tam uyumlu hale getirilmesi.
Yeşiller, mayınlı arazilerin organik tarıma uygun hale getirilmesini ve yöre halkına eşit olarak dağıtılmasının barış sürecine yardım edeceğini belirtirken, boşaltılan köy ve mezralara geri dönüş yolunun da açılmasını istedi. Yeşiller Partisi’nin önerdiği son adım ise Kürtçe eğitim, akademik çalışma ve yayın hakkı önündeki engellerin kaldırılması oldu.
Hakkari’ye barış ağacı
Raporun açıklanmasının ardından soruları yanıtlayan Parti Eş Sözcüsü Bilge Contepe, “Binlerce kişinin akan kanı hepimizi boğdu. Kürt sorununa şiddetsiz ve demokratik bir çözüm istiyoruz” dedi. Kadınlar olarak da “Barış Nöbeti” adında bir başka girişim başlattıklarını belirten Contepe, bugün (8 Ağustos 2009) Hakkari’nin Berçelan Yaylası’nda Kadınların Barış Girişimi adlı grup olarak barış çadırları kurup 24 saat nöbet tutacaklarını söyledi. Saat 10’da başlayacak nöbete Ankara, İzmir ve İstanbul’dan da destek verilecek ve kent merkezlerinde benzer nöbetler tutulacak. Contepe, Hakkari Özgürlük Parkı’na, kökleri doğa, gövdesi insanlık, dalları kültürler, meyveleri ise farklılıkları ve barışı simgeleyen bir fidan dikeceklerini açıkladı. Yeşiller, partileşmeden önce de, 1994 yılında benzer bir girişimde bulunmuş ve o defa da Tunceli’ye bir barış ağacı dikilmişti.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Nükleer silahlar Türkiye’nin olamaz!
Özgür Gürbüz / 5 Temmuz 2009
ABD’nin İncirlik üssünde olduğu söylenen nükleer bombalarla ilgili son günlerde medyada yine birçok haber yayımlandı. Bombaların varlığı, ne Amerikalı ne de Türkiyeli askeri ve resmi makamlar tarafından onaylanmış değil; inkâr da edil(e)miyor. Adana’daki İncirlik Amerikan Üssü’nde ne kadar nükleer bomba olduğu net olarak bilinmese de, sayı 40 ila 90 arasında değişiyor. Son 15 yıl içerisindeki tek gelişme, daha önce Balıkesir ve Mürted Üssü’nde de olduğu söylenen bu nükleer silahların hepsinin İncirlik’te toplandığı ya da iddiaların artık sadece İncirlik’e yöneldiği. Bu “üç maymun” politikasının aslında gizliden bir onay anlamına geldiği konusunda hem fikir olabiliriz. Bunu bir varsayım olarak değil herkesin bildiği ama ispatlayamadığı bir gerçek olarak da yorumlamak mümkün. Bu nedenle de tartışma sürüyor ama yanlış bir eksende.
Bombalar yasal değil
Ne zaman konu nükleer silahlar olsa, Türkiye’nin bu silahları istediği gibi kullanıp kullanamayacağı tartışılıyor. İşin etik tarafına dokunan da pek yok, hâkimiyetin Türkiye’de olması sanki bir başarı, olmaması da başarısızlık addediliyor. Kimse bombaların bu topraklarda bulunmasının yasal olmadığından bahsedemiyor haliyle. Hafızamız ve araştırma ruhumuzun kısıtlı olması da bundan 30 yıl öncesine geri dönüp araştırma yapmayı güçleştiriyor. Türkiye, 1969 yılında Birleşmiş Milletler’de imzaya açılan, “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması”na (NPT) taraf olmuş bir ülke. 28 Kasım 1979 tarihli Resmi Gazete’de bu karar yayımlandı. Anlaşma gereğince, 1967 yılından önce nükleer silaha sahip olan ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin nükleer silahı olan ülkeler olarak kabul edilir ve bu ülkelerin nükleer silahı olmayan ülkelere bu tip silahları temin etmesi, yapmaları için yardımda bulunmaları yasaklanır.
Özetlersek, ABD Türkiye’ye bu silahları veremez, verirse anlaşmayı ihlal etmiş olur. Bu da nükleer silah ticaretinin önünü açar. Türkiye’nin silahların varlığını kabul etmesi ve sahipliğini üstlenmesi ise, AB üyeliğinden, BM’deki rolüne kadar çok ciddi tartışmalara da yol açar. Bu yüzden Türkiye’nin ne kendi imkânları ne de başka yollardan nükleer silah sahibi olması, bulundurması mümkün değildir. Türkiye’nin nükleer silahların İncirlik’te saklanmasına sessiz kalması gibi bir zorunluluğu da yok. Yunanistan’ın yaptığı itirazlar sonucu 2001 yılında NATO üssünden silahların geri çekildiği, Almanya’nın Ramstein Hava Üssü’nden de 2005’de yine nükleer silahların geri alındığı biliniyor. Türkiye benzer bir iradeyi gösteremiyorsa bu tamamen mevcut hükümetin sorumluluğunda gerçekleşen bir eylemdir. Ya AKP bunu istemiyor ya da ABD’ye “One minute” demeye gücü yetmiyor.
Atom Enerjisi Ajansı denetlesin
İlginç bir durum daha var. Medyada çıkan bu haberler sonucunda Türkiye’nin, yine aynı anlaşma gereğince, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) tarafından kontrol edilmesi gerekir. Çünkü denetim hakkı UAEA’nındır. Türkiye bu hakkı kabul ettiğini, 20 Ekim 1981’de Resmi Gazete’de yayımlanan bir başka anlaşmaya imza atarak tanımıştır. Kamuoyu gerçekten merak ediyorsa, UAEA’na başvurmalı ve onları göreve çağırmalıdır. BU aslında nükleer silahların nasıl kontrolsüz yayıldığının da iyi bir örneği olabilir. UAEA’nın, Türkiye sınırları içerisinde bulunan Amerikan üssünü nasıl denetleyeceği ise ayrı bir soru işareti tabii.
Hiroşima’nın üzerinden 64 yıl geçti
Hiroşima’ya atom bombasının atılmasının 64 yıl sonrasında bu anlaşmanın önemi bugün daha fazla ön plana çıkıyor. Nükleer santral tacirlerinin, enerji darboğazı, iklim değişikliği gibi konuları fırsat bilerek yeniden çanta ellerinde dolaşmaya başladıkları bu günlerde, başlarındaki en büyük dert sattıkları her nükleer reaktörle artan nükleer silahlanma riski. NPT metninin ilk paragrafında da yazıldığı gibi, bu anlaşmaya taraf olan ülkeler, “Nükleer bir savaşın bütün insanlığa uğratabileceği yıkıntıyı ve böyle bir savaş tehlikesini önlemek için her türlü çabayı harcamayı göz önünde tutar” deniyor. Metin, “nükleer silahların yayılmasının nükleer savaş tehlikesini ciddi biçimde arttıracağına inanarak...” diye devam ediyor.
Hiroşima ve Nagasaki üzerinden geçen 64 yıl, dünyadaki insanlara sadece ve sadece bu anlaşmanın girişinde yer alan bu cümlelerin ne kadar doğru olduğunu defalarca kanıtladı. Buna rağmen, nükleer lobiler ve savaş tüccarlarının kafa karıştırmaya yönelik argümanları, insan aklının bir defa daha aklıselimden aklıevvelle kaymasına yol açıyor. Yol açıyor ki, medyada, sokakta nükleer silaha sahip olduğunda huzurlu bir gece uykusu yaşayacağını sananların sayısı artıyor. Komşusuna atacağı nükleer bombanın yarattığı radyasyon bulutlarının kendisine geleceğinden ya da benzer bir silahla kendisinin de vurulacağından habersiz bu insanlar, geldiğimiz noktanın 6 Ağustos 1945’e ne kadar yakın olduğunun ne yazık ki farkında değiller. İnsan, hayatta kalmak, barış içinde yaşamak için nükleer silahlara değil, suya, temiz havaya, yiyeceğe ve bir düşmana değil de dosta muhtaç olduğunu anladığı gün, işte o gün insan olacak.
ABD’nin İncirlik üssünde olduğu söylenen nükleer bombalarla ilgili son günlerde medyada yine birçok haber yayımlandı. Bombaların varlığı, ne Amerikalı ne de Türkiyeli askeri ve resmi makamlar tarafından onaylanmış değil; inkâr da edil(e)miyor. Adana’daki İncirlik Amerikan Üssü’nde ne kadar nükleer bomba olduğu net olarak bilinmese de, sayı 40 ila 90 arasında değişiyor. Son 15 yıl içerisindeki tek gelişme, daha önce Balıkesir ve Mürted Üssü’nde de olduğu söylenen bu nükleer silahların hepsinin İncirlik’te toplandığı ya da iddiaların artık sadece İncirlik’e yöneldiği. Bu “üç maymun” politikasının aslında gizliden bir onay anlamına geldiği konusunda hem fikir olabiliriz. Bunu bir varsayım olarak değil herkesin bildiği ama ispatlayamadığı bir gerçek olarak da yorumlamak mümkün. Bu nedenle de tartışma sürüyor ama yanlış bir eksende.
Bombalar yasal değil
Ne zaman konu nükleer silahlar olsa, Türkiye’nin bu silahları istediği gibi kullanıp kullanamayacağı tartışılıyor. İşin etik tarafına dokunan da pek yok, hâkimiyetin Türkiye’de olması sanki bir başarı, olmaması da başarısızlık addediliyor. Kimse bombaların bu topraklarda bulunmasının yasal olmadığından bahsedemiyor haliyle. Hafızamız ve araştırma ruhumuzun kısıtlı olması da bundan 30 yıl öncesine geri dönüp araştırma yapmayı güçleştiriyor. Türkiye, 1969 yılında Birleşmiş Milletler’de imzaya açılan, “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması”na (NPT) taraf olmuş bir ülke. 28 Kasım 1979 tarihli Resmi Gazete’de bu karar yayımlandı. Anlaşma gereğince, 1967 yılından önce nükleer silaha sahip olan ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin nükleer silahı olan ülkeler olarak kabul edilir ve bu ülkelerin nükleer silahı olmayan ülkelere bu tip silahları temin etmesi, yapmaları için yardımda bulunmaları yasaklanır.
Özetlersek, ABD Türkiye’ye bu silahları veremez, verirse anlaşmayı ihlal etmiş olur. Bu da nükleer silah ticaretinin önünü açar. Türkiye’nin silahların varlığını kabul etmesi ve sahipliğini üstlenmesi ise, AB üyeliğinden, BM’deki rolüne kadar çok ciddi tartışmalara da yol açar. Bu yüzden Türkiye’nin ne kendi imkânları ne de başka yollardan nükleer silah sahibi olması, bulundurması mümkün değildir. Türkiye’nin nükleer silahların İncirlik’te saklanmasına sessiz kalması gibi bir zorunluluğu da yok. Yunanistan’ın yaptığı itirazlar sonucu 2001 yılında NATO üssünden silahların geri çekildiği, Almanya’nın Ramstein Hava Üssü’nden de 2005’de yine nükleer silahların geri alındığı biliniyor. Türkiye benzer bir iradeyi gösteremiyorsa bu tamamen mevcut hükümetin sorumluluğunda gerçekleşen bir eylemdir. Ya AKP bunu istemiyor ya da ABD’ye “One minute” demeye gücü yetmiyor.
Atom Enerjisi Ajansı denetlesin
İlginç bir durum daha var. Medyada çıkan bu haberler sonucunda Türkiye’nin, yine aynı anlaşma gereğince, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) tarafından kontrol edilmesi gerekir. Çünkü denetim hakkı UAEA’nındır. Türkiye bu hakkı kabul ettiğini, 20 Ekim 1981’de Resmi Gazete’de yayımlanan bir başka anlaşmaya imza atarak tanımıştır. Kamuoyu gerçekten merak ediyorsa, UAEA’na başvurmalı ve onları göreve çağırmalıdır. BU aslında nükleer silahların nasıl kontrolsüz yayıldığının da iyi bir örneği olabilir. UAEA’nın, Türkiye sınırları içerisinde bulunan Amerikan üssünü nasıl denetleyeceği ise ayrı bir soru işareti tabii.
Hiroşima’nın üzerinden 64 yıl geçti
Hiroşima’ya atom bombasının atılmasının 64 yıl sonrasında bu anlaşmanın önemi bugün daha fazla ön plana çıkıyor. Nükleer santral tacirlerinin, enerji darboğazı, iklim değişikliği gibi konuları fırsat bilerek yeniden çanta ellerinde dolaşmaya başladıkları bu günlerde, başlarındaki en büyük dert sattıkları her nükleer reaktörle artan nükleer silahlanma riski. NPT metninin ilk paragrafında da yazıldığı gibi, bu anlaşmaya taraf olan ülkeler, “Nükleer bir savaşın bütün insanlığa uğratabileceği yıkıntıyı ve böyle bir savaş tehlikesini önlemek için her türlü çabayı harcamayı göz önünde tutar” deniyor. Metin, “nükleer silahların yayılmasının nükleer savaş tehlikesini ciddi biçimde arttıracağına inanarak...” diye devam ediyor.
Hiroşima ve Nagasaki üzerinden geçen 64 yıl, dünyadaki insanlara sadece ve sadece bu anlaşmanın girişinde yer alan bu cümlelerin ne kadar doğru olduğunu defalarca kanıtladı. Buna rağmen, nükleer lobiler ve savaş tüccarlarının kafa karıştırmaya yönelik argümanları, insan aklının bir defa daha aklıselimden aklıevvelle kaymasına yol açıyor. Yol açıyor ki, medyada, sokakta nükleer silaha sahip olduğunda huzurlu bir gece uykusu yaşayacağını sananların sayısı artıyor. Komşusuna atacağı nükleer bombanın yarattığı radyasyon bulutlarının kendisine geleceğinden ya da benzer bir silahla kendisinin de vurulacağından habersiz bu insanlar, geldiğimiz noktanın 6 Ağustos 1945’e ne kadar yakın olduğunun ne yazık ki farkında değiller. İnsan, hayatta kalmak, barış içinde yaşamak için nükleer silahlara değil, suya, temiz havaya, yiyeceğe ve bir düşmana değil de dosta muhtaç olduğunu anladığı gün, işte o gün insan olacak.
Karşı Bisiklet Grubu, küresel ısınmaya dikkat çekmek, nedenleri ve çözümlerini anlatmak üzere Çanakkale'den İzmir'e kadar, beş gün sürecek bir tura başlıyor. Tur boyunca, küresel ısınma hakkında bilgilendirme yapılacak, kent merkezlerinde toplu bisiklet turları düzenlenecek.
Özgür Gürbüz / 5 Ağustos 2009
Küresel ısınma dünyanın karşılaştığı en önemli çevre sorunlarından biri ve sorunun çözümünde yaşam tarzımız da önemli bir rol oynuyor. Karşı Bisiklet Grubu, otomobil yerine bisikleti tercih edin diyor ve Çanakkale’den İzmir’e kadar olan 330 km’lik yolu 5 günde almak için pedal basacak. 5 Ağustos günü saat 19:00’da Çanakkale’de bir basın açıklaması yapıp kent içindeki destek için gelen bisikletçilerle tur atacak olan 8 kişilik ekip, 6 Ağustos’ta ise yola çıkacak. Küçükkuyu, Burhaniye, Dikili, Aliağa üzerinden İzmir’e varacak olan bisikletçiler, yol boyunca küresel ısınma konusunda halkla konuşacak ve el ilanları dağıtacak. Akşamları ise konakladıkları kentlerdeki bisikletçilerle beraber tur atıp, iklim değişikliğine neden olan etkenler, çözüm önerileriyle ilgili sunum yapacaklar.
Öğretmen de var, emekli astsubay da
Tura katılanlar arasında hayatını bisikleti sevdirmeye adamış bir rehber öğretmen de var. 47 yaşındaki Mehmet Savaşçıoğlu, okulunda ve yaşadığı kent İzmir’de bisikletin ulaşım aracı olarak yaygınlaştırılmasına çalışıyor. İşine devamlı bisikletle gidip geldiğini belirten Savaşçıoğlu, “Küresel ısınma tüm canlıların hayatını tehdit ediyor, ekolojik denge bozuluyor. Ekolojik dengenin bozulması sonucu yeni birçok hastalıkla karşılaşıyoruz” diyor. Bisiklet kullanımının yaygınlaştırılması için özel yollar yapılmasını isteyen. Savaşçığlu, bisikletin çevreci bir araç olmasının yanı sıra insan sağlığı için de faydalı olduğuna dikkat çekiyor. “Madde kullanmayın demekle olmuyor. Risk ortamlarından uzak tutmak gerekiyor. Okul zamanı turlar düzenleyerek pozitif örnekler göstermeye çalışıyoruz” yorumuyla da okullarda bisiklet kullanımın yaygınlaştırılmasının bir başka önemine değiniyor. Tura katılanlar arasında yine aynı yaşta olan bir emekli astsubayın yanı sıra, iki öğretmen ve dört üniversite öğrencisi de yer alıyor.
***
Karşı Bisiklet
40’a yakın üyesi olan İzmir merkezli, Karşı Bisiklet Grubu, küresel ısınma konusunu sürekli gündemde tutup, seragazı salımının azaltılması için hükümetlere baskı yapmaya çalışıyor. Otomotiv üretiminin sınırlandırılmasını isteyen grup, “Biz petrol şirketlerine çalışmak zorunda değiliz” diyor.
***
Araçların küresel ısınmaya katkısı
Gidilen her kilometre için kişi başına atmosfere verilen karbondioksit (CO2) miktarına bakıldığında, otomobiller 208 gramla başı çekiyor. Otomobil yerine kent içi otobüslere binerseniz bu rakam 89 grama düşüyor. Uzun mesafede ise otobüsler her kişi için kilometre başına 20 gram CO2 salıyor. Bisiklet için bu rakam “0” kabul ediliyor. Ayrıca, üretilen her otomobil için de atmosfere 5 ton CO2 bırakılıyor. (Kaynak: BBC)
Özgür Gürbüz / 5 Ağustos 2009
Küresel ısınma dünyanın karşılaştığı en önemli çevre sorunlarından biri ve sorunun çözümünde yaşam tarzımız da önemli bir rol oynuyor. Karşı Bisiklet Grubu, otomobil yerine bisikleti tercih edin diyor ve Çanakkale’den İzmir’e kadar olan 330 km’lik yolu 5 günde almak için pedal basacak. 5 Ağustos günü saat 19:00’da Çanakkale’de bir basın açıklaması yapıp kent içindeki destek için gelen bisikletçilerle tur atacak olan 8 kişilik ekip, 6 Ağustos’ta ise yola çıkacak. Küçükkuyu, Burhaniye, Dikili, Aliağa üzerinden İzmir’e varacak olan bisikletçiler, yol boyunca küresel ısınma konusunda halkla konuşacak ve el ilanları dağıtacak. Akşamları ise konakladıkları kentlerdeki bisikletçilerle beraber tur atıp, iklim değişikliğine neden olan etkenler, çözüm önerileriyle ilgili sunum yapacaklar.
Öğretmen de var, emekli astsubay da
Tura katılanlar arasında hayatını bisikleti sevdirmeye adamış bir rehber öğretmen de var. 47 yaşındaki Mehmet Savaşçıoğlu, okulunda ve yaşadığı kent İzmir’de bisikletin ulaşım aracı olarak yaygınlaştırılmasına çalışıyor. İşine devamlı bisikletle gidip geldiğini belirten Savaşçıoğlu, “Küresel ısınma tüm canlıların hayatını tehdit ediyor, ekolojik denge bozuluyor. Ekolojik dengenin bozulması sonucu yeni birçok hastalıkla karşılaşıyoruz” diyor. Bisiklet kullanımının yaygınlaştırılması için özel yollar yapılmasını isteyen. Savaşçığlu, bisikletin çevreci bir araç olmasının yanı sıra insan sağlığı için de faydalı olduğuna dikkat çekiyor. “Madde kullanmayın demekle olmuyor. Risk ortamlarından uzak tutmak gerekiyor. Okul zamanı turlar düzenleyerek pozitif örnekler göstermeye çalışıyoruz” yorumuyla da okullarda bisiklet kullanımın yaygınlaştırılmasının bir başka önemine değiniyor. Tura katılanlar arasında yine aynı yaşta olan bir emekli astsubayın yanı sıra, iki öğretmen ve dört üniversite öğrencisi de yer alıyor.
***
Karşı Bisiklet
40’a yakın üyesi olan İzmir merkezli, Karşı Bisiklet Grubu, küresel ısınma konusunu sürekli gündemde tutup, seragazı salımının azaltılması için hükümetlere baskı yapmaya çalışıyor. Otomotiv üretiminin sınırlandırılmasını isteyen grup, “Biz petrol şirketlerine çalışmak zorunda değiliz” diyor.
***
Araçların küresel ısınmaya katkısı
Gidilen her kilometre için kişi başına atmosfere verilen karbondioksit (CO2) miktarına bakıldığında, otomobiller 208 gramla başı çekiyor. Otomobil yerine kent içi otobüslere binerseniz bu rakam 89 grama düşüyor. Uzun mesafede ise otobüsler her kişi için kilometre başına 20 gram CO2 salıyor. Bisiklet için bu rakam “0” kabul ediliyor. Ayrıca, üretilen her otomobil için de atmosfere 5 ton CO2 bırakılıyor. (Kaynak: BBC)
Yılda 2 milyar içecek kutusu doğaya bırakılıyor
Türkiye’de her yıl 3 milyar 200 milyon civarında içecek kutusu üretiliyor. Daha çok süt ve meyve suları için kullanılan bu kutuların yaklaşık 2 milyarı toplanamıyor. Her bir kutunun doğada yok olması için 100-150 yıl gerekiyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 1 Ağustos 2009 *
Çevre kirliliğinin büyük bir parçasını da evimizden ve elimizden çıkan atıklar oluşturuyor. Plastik su şişelerinden, içecek kutularına, naylon torbalardan ambalaj malzemelerine kadar birçok farklı madde, kısa bir kullanım süresinden sonra çöpü boyluyor. Doğada yıllarca yok olmadıkları için ciddi çevre sorunlarına neden oluyor.
Yılda 3,2 milyar kutu
İçecek kutuları sıklıkla kullandığımız ambalaj malzemelerinden. Türkiye’de içecek kutu pazarı, 2008 yılında yaklaşık 3,2 milyar kutuluk bir hacme ulaştı. Tetra-Pak firması pazarın yüzde 87'isine hakim ve bu yıl içerisinde iç pazara verdiği 2 milyar 800 milyon kutunun yüzde 41’ini geri toplamayı başarmış. 2007 yılına göre bu rakam dört puanlık bir yükselişe işaret ediyor ve Tetra-Pak üreticisi ülkeler arasında Tetra-Pak Türkiye’yi altıncı yapıyor. Türkiye'deki tüm üretimin ise ancak yüzde 34'ü geri toplanabiliyor. Tetra-Pak Türkiye Çevre Müdürü Ferid Ekmekçioğlu, Türkiye’deki geri dönüşüm oranının, kayıt altına alınmayan “gizli geri dönüşüm” de hesaba katılırsa 41’in de üstüne çıkacağını söylüyor. Birinci sıradaki Almanya’da geri dönüşüm oranı ise yüzde 61. Dünyada ise geçtiğimiz yıl üretilen 141 milyar 379 milyon içecek kutusunun sadece 25 milyarı geri kazanılmış.
Kutuların yüzde 75'i kağıt oluyor
Ekmekçioğlu, 2008 yılında toplanan 17 bin 787 ton kutunun geri dönüştürüldüğünü, son yıllarda tetra-pak malzemelerindeki kağıdın da ayrıştırılarak geri kazanıldığını belirtiyor. Kağıt, plastik ve alüminyumdan oluşan tetra-pak kutuları ayrıca çeşitli mobilya eşyaları ve promosyon malzemelerine de dönüştürülebiliyor. 2008 yılında 3 bin tonluk içecek kartonu preslenerek ‘yekpan’ adındaki malzemeye dönüştürülmüş. İstanbul depreminden sonra yapılan prefabrik evlerde bile bu malzeme kullanılmış. “Yekpan” olarak adlandırılan malzemelere dönüştürmenin kutular için en ideal çevreci çözüm olmadığını kabul eden Ekmekçioğlu, “Yekpan’a 1995 senesinde başladık. Kağıt geri dönüşümü de Türkiye’de 1999 senesinde başladı. Şimdi kutuların neredeyse yüzde 75’den fazlası kâğıt geri dönüşümü olarak değerlendiriliyor ve bu oran kâğıt lehine giderek artıyor. Kâğıt, çevre açısından baktığınızda daha tercih edilen bir yöntem” diyor.
Kutuların karbon ayak izi azaltılıyor
Geri dönüşüm dışında enerji verimliliği üzerinde de çalışan Tetra-Pak, 2003- 2008 yılları arasında İzmir’deki fabrikasında üretimi yüzde 35 arttırmasına rağmen enerji kullanımını yüzde 27,7, su kullanımını ise yüzde 33 oranında azaltmayı başarmış. Gömüye giden atık miktarı da yüzde 85 azalmış. Bu sayede, kutu üretmek için harcanan enerji ve enerji kullanırken atmosfere bırakılan seragazı miktarı azalıyor. Ekmekçioğlu, küresel ısınmaya katkılarını azaltan bu tasarruf tedbirlerini müşterilerine de aktardıklarını ve üç büyük markayla çalışmalara başladıklarını belirtiyor.
***
“Ambalaj malzemeleri geri dönüştürülebilir olmalı”
Sennur Günenç
Çevre Mühendisleri Odası Katı Atık Komisyonu Üyesi
Ülkemiz gibi gelişmekte olan ve köylü nüfusun çok hızlı bir şekilde şehre göç ettiği yerlerde en büyük doğa sorunumuz dev çöp dağları. Ambalaj Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği gereği ulaşmak istediğimiz ilk hedef, tüketilen ambalaj malzemelerinin geri dönüştürülebilir maddelerden yapılması. İkinci hedefimiz ise noktasal kaynaklarda çıkan ambalaj atıklarının çöpe değil geri dönüşüm sistemine katılması. Böylece artan nüfusa karşılık azalan doğal kaynaklarımızı koruyarak gelecek nesillere ulaştırabiliriz. Teknik olarak bakıldığında Tetra-Pak malzemeyi oluşturan kağıt, plastik ve alüminyum malzemeler teknik olarak yüzde 100 geri dönüştürülebilir. Türkiye sınırları içerisinde bu tür malzemeleri - preslemek dışında- geri dönüştüren bir firma varsa, Çevre Mühendisleri Katı Atık Komisyonu olarak böyle bir teknolojiden haberdar olmayı çok isteriz. Bu kutular üç ayrı cins malzemenin karışımından oluştukları için doğada 100-150 seneden önce yok olmuyor.
*Tam metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 1 Ağustos 2009 *
Çevre kirliliğinin büyük bir parçasını da evimizden ve elimizden çıkan atıklar oluşturuyor. Plastik su şişelerinden, içecek kutularına, naylon torbalardan ambalaj malzemelerine kadar birçok farklı madde, kısa bir kullanım süresinden sonra çöpü boyluyor. Doğada yıllarca yok olmadıkları için ciddi çevre sorunlarına neden oluyor.
Yılda 3,2 milyar kutu
İçecek kutuları sıklıkla kullandığımız ambalaj malzemelerinden. Türkiye’de içecek kutu pazarı, 2008 yılında yaklaşık 3,2 milyar kutuluk bir hacme ulaştı. Tetra-Pak firması pazarın yüzde 87'isine hakim ve bu yıl içerisinde iç pazara verdiği 2 milyar 800 milyon kutunun yüzde 41’ini geri toplamayı başarmış. 2007 yılına göre bu rakam dört puanlık bir yükselişe işaret ediyor ve Tetra-Pak üreticisi ülkeler arasında Tetra-Pak Türkiye’yi altıncı yapıyor. Türkiye'deki tüm üretimin ise ancak yüzde 34'ü geri toplanabiliyor. Tetra-Pak Türkiye Çevre Müdürü Ferid Ekmekçioğlu, Türkiye’deki geri dönüşüm oranının, kayıt altına alınmayan “gizli geri dönüşüm” de hesaba katılırsa 41’in de üstüne çıkacağını söylüyor. Birinci sıradaki Almanya’da geri dönüşüm oranı ise yüzde 61. Dünyada ise geçtiğimiz yıl üretilen 141 milyar 379 milyon içecek kutusunun sadece 25 milyarı geri kazanılmış.
Kutuların yüzde 75'i kağıt oluyor
Ekmekçioğlu, 2008 yılında toplanan 17 bin 787 ton kutunun geri dönüştürüldüğünü, son yıllarda tetra-pak malzemelerindeki kağıdın da ayrıştırılarak geri kazanıldığını belirtiyor. Kağıt, plastik ve alüminyumdan oluşan tetra-pak kutuları ayrıca çeşitli mobilya eşyaları ve promosyon malzemelerine de dönüştürülebiliyor. 2008 yılında 3 bin tonluk içecek kartonu preslenerek ‘yekpan’ adındaki malzemeye dönüştürülmüş. İstanbul depreminden sonra yapılan prefabrik evlerde bile bu malzeme kullanılmış. “Yekpan” olarak adlandırılan malzemelere dönüştürmenin kutular için en ideal çevreci çözüm olmadığını kabul eden Ekmekçioğlu, “Yekpan’a 1995 senesinde başladık. Kağıt geri dönüşümü de Türkiye’de 1999 senesinde başladı. Şimdi kutuların neredeyse yüzde 75’den fazlası kâğıt geri dönüşümü olarak değerlendiriliyor ve bu oran kâğıt lehine giderek artıyor. Kâğıt, çevre açısından baktığınızda daha tercih edilen bir yöntem” diyor.
Kutuların karbon ayak izi azaltılıyor
Geri dönüşüm dışında enerji verimliliği üzerinde de çalışan Tetra-Pak, 2003- 2008 yılları arasında İzmir’deki fabrikasında üretimi yüzde 35 arttırmasına rağmen enerji kullanımını yüzde 27,7, su kullanımını ise yüzde 33 oranında azaltmayı başarmış. Gömüye giden atık miktarı da yüzde 85 azalmış. Bu sayede, kutu üretmek için harcanan enerji ve enerji kullanırken atmosfere bırakılan seragazı miktarı azalıyor. Ekmekçioğlu, küresel ısınmaya katkılarını azaltan bu tasarruf tedbirlerini müşterilerine de aktardıklarını ve üç büyük markayla çalışmalara başladıklarını belirtiyor.
***
“Ambalaj malzemeleri geri dönüştürülebilir olmalı”
Sennur Günenç
Çevre Mühendisleri Odası Katı Atık Komisyonu Üyesi
Ülkemiz gibi gelişmekte olan ve köylü nüfusun çok hızlı bir şekilde şehre göç ettiği yerlerde en büyük doğa sorunumuz dev çöp dağları. Ambalaj Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği gereği ulaşmak istediğimiz ilk hedef, tüketilen ambalaj malzemelerinin geri dönüştürülebilir maddelerden yapılması. İkinci hedefimiz ise noktasal kaynaklarda çıkan ambalaj atıklarının çöpe değil geri dönüşüm sistemine katılması. Böylece artan nüfusa karşılık azalan doğal kaynaklarımızı koruyarak gelecek nesillere ulaştırabiliriz. Teknik olarak bakıldığında Tetra-Pak malzemeyi oluşturan kağıt, plastik ve alüminyum malzemeler teknik olarak yüzde 100 geri dönüştürülebilir. Türkiye sınırları içerisinde bu tür malzemeleri - preslemek dışında- geri dönüştüren bir firma varsa, Çevre Mühendisleri Katı Atık Komisyonu olarak böyle bir teknolojiden haberdar olmayı çok isteriz. Bu kutular üç ayrı cins malzemenin karışımından oluştukları için doğada 100-150 seneden önce yok olmuyor.
*Tam metin
Baz istasyonu sayısı 3G ile 9'a katlanacak
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Selim Şeker, yarından itibaren hayata geçecek olan 3G teknolojisi için mevcut baz istasyonlarının sayısının 9 kat artacağına dikkat çekiyor ve mevcut standartların baz istasyonlarının yarattığı sağlık sorunlarını tanımlamakta yetersiz kaldığını söylüyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /30 Temmuz 2009
Bugün itibariyle Türkiye’de cep telefonları aracılığıyla görüntülü konuşmalara izin veren 3G teknolojisi kullanıma sunuluyor. 3G ile beraber zaten tartışmalı olan baz istasyonları sorunu da katlanarak artacağa benziyor. Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Selim Şeker, yeni teknolojinin kullanılması için geniş banttan sinyal verecek daha fazla baz istasyonuna ihtiyaç duyulacağına dikkat çekiyor.
Bir baz yerine dokuz tane kurulacak
Bugün kullanılan her bir baz santrali yerine dokuz santral kurulması gerektiğini belirten Şeker, yeni teknolojinin insan sağlığına daha zararlı olduğunu da öne sürüyor. İngiltere’de 3G’ye geçilmesi sonucu 50 ile 70 bin arasında ek baz istasyonu kurulduğunu belirten Şeker, “Bugünkü standartlar baz istasyonlarının ısısal etkisine bakıyor. Bir de ısısal olmayan etkiler var. Bunlara da bakılması lazım. Bu konuda çok ciddi araştırmalar var. 3g ile beraber ısısal olmayan etkiler daha da önemli hale geliyor” diyor. Selim Şeker, vatandaşları yeni kurulacak baz istasyonlarının sertifikalarını görmeleri, emniyet mesafelerini kontrol etmeleri konusunda da uyarıyor.
“Şüpheci davranmak zorundayız”
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulu Başkanı Musa Çeçen, internet hızının birkaç kat artması ile elektromanyetik kirliliğin o oranda artacağını söylemek zor diyor ancak 3G ile sağlanmak zorunda olan kesintisiz iletişim için çok sayıda baz istasyonunun kurulması gerekliliğini doğruluyor. Çeçen, Türkiye’de iletişimle konuşmanın birbirine karıştırıldığını, bedava dakika ve mesaj promosyonlarıyla “boş konuşmanın” özendirildiğine dikkat çekiyor. Çeçen, “Her türlü teknolojik gelişme toplum sağlığına yararlı diye düşünmek doğru değil. Oda olarak teknolojik gelişmeyi destekliyoruz ama insan ve çevre sağlığı konusundaki kuşkuların üzerine gidilmesini de savunuyoruz. Kanıtlanmamış durumlar varsa bilim, canlılar üzerinde hiçbir etkisi yoktur diyemez. O zaman şüpheci davranmamız gerekiyor” açıklamasını yapıyor.
Ne kadar konuşma, o kadar baz
EMO Başkanı Musa Çeçen, her baz istasyonunun kentlerde bir ayak izi gibi kapsama alanı oluşturduğunu, bu ayak izi içerisinde kalan telefonların konuşabildiğini söylüyor. Sorun, o alan içerisinde konuşmak isteyen telefon sayısının artmasıyla başlıyor. Sayı arttıkça aynı alana bakan baz istasyonu sayısı da arttırılmak zorunda kalıyor bu da üstüste binmiş ayak izleriyle bölgedeki elektromanyetik radyasyonu arttırıyor. Çeçen’e göre toplum bir yandan baz istasyonlarına karşı mücadele ederken, bir yandan da reklam kampanyalarına kapılarak daha çok konuşuyor ve baz istasyonu kurulmasını destekliyor. İki uzman da, 3G teknolojisinin yeterli altyapı olmadan Türkiye’nin her yerinde hemen kullanılamayacağına da dikkat çekiyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /30 Temmuz 2009
Bugün itibariyle Türkiye’de cep telefonları aracılığıyla görüntülü konuşmalara izin veren 3G teknolojisi kullanıma sunuluyor. 3G ile beraber zaten tartışmalı olan baz istasyonları sorunu da katlanarak artacağa benziyor. Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Selim Şeker, yeni teknolojinin kullanılması için geniş banttan sinyal verecek daha fazla baz istasyonuna ihtiyaç duyulacağına dikkat çekiyor.
Bir baz yerine dokuz tane kurulacak
Bugün kullanılan her bir baz santrali yerine dokuz santral kurulması gerektiğini belirten Şeker, yeni teknolojinin insan sağlığına daha zararlı olduğunu da öne sürüyor. İngiltere’de 3G’ye geçilmesi sonucu 50 ile 70 bin arasında ek baz istasyonu kurulduğunu belirten Şeker, “Bugünkü standartlar baz istasyonlarının ısısal etkisine bakıyor. Bir de ısısal olmayan etkiler var. Bunlara da bakılması lazım. Bu konuda çok ciddi araştırmalar var. 3g ile beraber ısısal olmayan etkiler daha da önemli hale geliyor” diyor. Selim Şeker, vatandaşları yeni kurulacak baz istasyonlarının sertifikalarını görmeleri, emniyet mesafelerini kontrol etmeleri konusunda da uyarıyor.
“Şüpheci davranmak zorundayız”
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulu Başkanı Musa Çeçen, internet hızının birkaç kat artması ile elektromanyetik kirliliğin o oranda artacağını söylemek zor diyor ancak 3G ile sağlanmak zorunda olan kesintisiz iletişim için çok sayıda baz istasyonunun kurulması gerekliliğini doğruluyor. Çeçen, Türkiye’de iletişimle konuşmanın birbirine karıştırıldığını, bedava dakika ve mesaj promosyonlarıyla “boş konuşmanın” özendirildiğine dikkat çekiyor. Çeçen, “Her türlü teknolojik gelişme toplum sağlığına yararlı diye düşünmek doğru değil. Oda olarak teknolojik gelişmeyi destekliyoruz ama insan ve çevre sağlığı konusundaki kuşkuların üzerine gidilmesini de savunuyoruz. Kanıtlanmamış durumlar varsa bilim, canlılar üzerinde hiçbir etkisi yoktur diyemez. O zaman şüpheci davranmamız gerekiyor” açıklamasını yapıyor.
Ne kadar konuşma, o kadar baz
EMO Başkanı Musa Çeçen, her baz istasyonunun kentlerde bir ayak izi gibi kapsama alanı oluşturduğunu, bu ayak izi içerisinde kalan telefonların konuşabildiğini söylüyor. Sorun, o alan içerisinde konuşmak isteyen telefon sayısının artmasıyla başlıyor. Sayı arttıkça aynı alana bakan baz istasyonu sayısı da arttırılmak zorunda kalıyor bu da üstüste binmiş ayak izleriyle bölgedeki elektromanyetik radyasyonu arttırıyor. Çeçen’e göre toplum bir yandan baz istasyonlarına karşı mücadele ederken, bir yandan da reklam kampanyalarına kapılarak daha çok konuşuyor ve baz istasyonu kurulmasını destekliyor. İki uzman da, 3G teknolojisinin yeterli altyapı olmadan Türkiye’nin her yerinde hemen kullanılamayacağına da dikkat çekiyor.
Yargıtay’dan “baz sağlığa zararlı” kararı
Özgür Gürbüz / 29 Temmuz 2009
Çanakkale’de Esenler Mahallesi’ndeki evinin 15 metre uzağına kurulan baz istasyonuna karşı çıkan Nazmi Sürücü ve 14 komşuları umdukları kararı Yargıtay’dan çıkardı. 2007 yılında evlerinin yanındaki apartmana kurulan baz istasyonun kaldırılması için dava açmış ancak yerel mahkeme aleyhlerine karar vermişti. Kararı temyiz eden davacılar, 16 Nisan 2008 tarihinde dosyayı incelemeye başlayan Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin, yerel mahkemenin kararının bozmasıyla tekrar umutlandı.
Yerleşim yerlerinden uzağa
Tetkik Hakimi tarafından hazırlanan rapora dayanarak alınan kararda, “Kullanılan istasyonun konumuna göre uzun sürede kişi, çevre ve bitkilere zarar verdiği, bu nitelikte bir istasyonun halen bulunduğu yerde kullanılmasının sakıncalı bulunduğu, bunun daha uygun ve yerleşim yerlerinden daha uzakta kurulması gerektiği anlaşılmaktadır” deniyor. Bu durumda gözler yeniden yerel mahkemeye çevrildi. Mahkeme, kararında ısrarcı olmazsa baz istasyonunun kaldırılması için işlemlere başlanacak. Mahkeme Yargıtay’ın kararına itiraz ederse ise ikinci bir temyiz süreci başlayacak.
Limitlerin altında bile olsa...
Nazmi Sürücü ve arkadaşlarının avukatlığını yapan Yelda Kullap, emsal değeri taşıyan kararın içerisinde baz istasyonlarından muzdarip vatandaşlar için örnek olabilecek yorumlara yer verildiğine dikkat çekiyor. Yerel mahkeme heyetince yapılan incelemede baz istasyonun yönetmelikçe belirtilen limitlere uygun hatta altındaki değerlerle çalıştığın saptansa da, temyiz kararında, “...limitlerin altında bulunduğu belirlense bile bu belirlemelerle bir zararın olmayacağı kabul edilemez” deniyor.
Gecikmiş adalet adalet değildir
Aynı zamanda Baz-Dur Platformu eş sözcüsü olan Kullap, karara sevinde de dava sürecinin uzun olmasından yakınıyor. “Gecikmiş adalet, adalet olmuyor. Dava süreci uzun sürüyor ve halk sağlığı tehlike altında kalıyor” diyen Kullap, yerel mahkemede baz aleyhine karar çıkar çıkmaz, ihtiyat-i tedbir kararı alınarak söz konusu istasyonun çalışmasının durdurulmasına izin verilmesini istiyor. Bu karar çıkarılmazsa mahkeme sonucuna göre, temyiz sonucunu beklemenin iki yıl kaybettirdiğine dikkat çekiyor.
Çanakkale’de Esenler Mahallesi’ndeki evinin 15 metre uzağına kurulan baz istasyonuna karşı çıkan Nazmi Sürücü ve 14 komşuları umdukları kararı Yargıtay’dan çıkardı. 2007 yılında evlerinin yanındaki apartmana kurulan baz istasyonun kaldırılması için dava açmış ancak yerel mahkeme aleyhlerine karar vermişti. Kararı temyiz eden davacılar, 16 Nisan 2008 tarihinde dosyayı incelemeye başlayan Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin, yerel mahkemenin kararının bozmasıyla tekrar umutlandı.
Yerleşim yerlerinden uzağa
Tetkik Hakimi tarafından hazırlanan rapora dayanarak alınan kararda, “Kullanılan istasyonun konumuna göre uzun sürede kişi, çevre ve bitkilere zarar verdiği, bu nitelikte bir istasyonun halen bulunduğu yerde kullanılmasının sakıncalı bulunduğu, bunun daha uygun ve yerleşim yerlerinden daha uzakta kurulması gerektiği anlaşılmaktadır” deniyor. Bu durumda gözler yeniden yerel mahkemeye çevrildi. Mahkeme, kararında ısrarcı olmazsa baz istasyonunun kaldırılması için işlemlere başlanacak. Mahkeme Yargıtay’ın kararına itiraz ederse ise ikinci bir temyiz süreci başlayacak.
Limitlerin altında bile olsa...
Nazmi Sürücü ve arkadaşlarının avukatlığını yapan Yelda Kullap, emsal değeri taşıyan kararın içerisinde baz istasyonlarından muzdarip vatandaşlar için örnek olabilecek yorumlara yer verildiğine dikkat çekiyor. Yerel mahkeme heyetince yapılan incelemede baz istasyonun yönetmelikçe belirtilen limitlere uygun hatta altındaki değerlerle çalıştığın saptansa da, temyiz kararında, “...limitlerin altında bulunduğu belirlense bile bu belirlemelerle bir zararın olmayacağı kabul edilemez” deniyor.
Gecikmiş adalet adalet değildir
Aynı zamanda Baz-Dur Platformu eş sözcüsü olan Kullap, karara sevinde de dava sürecinin uzun olmasından yakınıyor. “Gecikmiş adalet, adalet olmuyor. Dava süreci uzun sürüyor ve halk sağlığı tehlike altında kalıyor” diyen Kullap, yerel mahkemede baz aleyhine karar çıkar çıkmaz, ihtiyat-i tedbir kararı alınarak söz konusu istasyonun çalışmasının durdurulmasına izin verilmesini istiyor. Bu karar çıkarılmazsa mahkeme sonucuna göre, temyiz sonucunu beklemenin iki yıl kaybettirdiğine dikkat çekiyor.
Fransız âşıklar Rize’ye geliyor
Bu yıl dördüncüsü yapılacak olan Rize’deki Yeşil Yayla Festivali’ne Fransa’nın türkü söylemekte ısrar eden âşıkları da konuk olacak.
Özgür Gürbüz-Habertürk İnternet / 29 Temmuz 2009
Yeterince şarap ve peynir stoğuyla başbaşa bırakılan aşık bir Fransız ne yapar dersiniz? Tahmin etmesi zor ama o da bizim âşıklarımız gibi yanık bir türkü söylemeye başlar. İnanmıyorsanız görmek için 6-13 Ağustos arasında Rize’de gerçekleşecek 4.Yeşil Yayla Festivali’ne gitmeniz yeterli. Fransa’nın Britanya bölgesinden gelen, beşi 60’ını aşmış tam 19 bağrı yanık delikanlı, romantik türkülerini gaydalar eşliğinde söyleyecek. Türkiye’nin dört bir yanından festivale gelenler de kendilerine eşlik edecek.
Kemençe ve piyano yanyana
Gallo-Roman hatta Galyalı diyebileceğimiz konuk Fransızlar, yıllar sonra göçler yüzünden unutulmuş geleneklerini ve türkülerinin peşlerine düşmüş bir grup aslında. Onların bu türkü sevdası, derlemeci yapıları, Karadeniz’in dostlarının benzer sevdalarıyla örtüşünce anlamlı bir birliktelik ortaya çıkmış. Amaç, eski geleneklerin, türkülerin unutulmaması ve farklı dillerde de olsa, doğa için, aşk için kısaca yaşam için titreyen gırtlaktaki tellerin sayısının artması. Bu arada eller de boş durmayacak gibi gözüküyor. Birol Topaloğlu tulumu, Dikkaya Köyü’nün yukarısında bulunan Handağı Zenimosi düzlüğünde, Richard Laniepce’nin gaydası ile buluşacak. Karadeniz Kadın Sahnesi’nde Ayşe Tütüncü’nün piyano, İlknur Yakupoğlu’nun kemençesiyle katılacağı konser ilginç tınılara yer vereceğe benzer.
Bu yıl ana tema bitkiler
Yeşil yayla Festivali’nin en büyük özelliklerinden biri de konser alanlarının özenle seçilmesi ve tek bir noktaya sabitlenmemesi. Müzik dinlerken arkasındaki tarihi yapıyı ya da doğal güzelliği atlamanız zor. Organizasyonu üstlenen Gola ve Biryaşam dernekleri bu konuya özel bir hassasiyet gösteriyor. Her festivalin bir teması oluyor, etkinlik mekanlarının temayla uyumlu olmasına çalışılıyor. Bu yıl sıra bitkilerde. Festival boyunca bitkilerle ilgili bilgiler alabilecek Dr. Şaduman Karaca eşliğinde yürüyüşe çıkıp bitkileri de tanıyabileceksiniz. Kısaca özetlemek gerekirse, Yeşil Yayla sadece bir müzik festivali değil. 6 Ağustos’ta Rize-Fındıklı’da başlayan festivalin son 4 günü Hopa ve Artvin’deki Kafkas filmlerine ayrılmış. Bitkilerle başlayan yayladaki yolculuk, Fransızca, Türkçe ve Lazca türküler eşliğinde kente iniyor ve orada beyaz perdeyle buluşuyor sizin anlayacağınız...
***
İletişim için:
www.yaylafest.org
www.golader.org
www.biryasam.com.tr
Özgür Gürbüz-Habertürk İnternet / 29 Temmuz 2009
Yeterince şarap ve peynir stoğuyla başbaşa bırakılan aşık bir Fransız ne yapar dersiniz? Tahmin etmesi zor ama o da bizim âşıklarımız gibi yanık bir türkü söylemeye başlar. İnanmıyorsanız görmek için 6-13 Ağustos arasında Rize’de gerçekleşecek 4.Yeşil Yayla Festivali’ne gitmeniz yeterli. Fransa’nın Britanya bölgesinden gelen, beşi 60’ını aşmış tam 19 bağrı yanık delikanlı, romantik türkülerini gaydalar eşliğinde söyleyecek. Türkiye’nin dört bir yanından festivale gelenler de kendilerine eşlik edecek.
Kemençe ve piyano yanyana
Gallo-Roman hatta Galyalı diyebileceğimiz konuk Fransızlar, yıllar sonra göçler yüzünden unutulmuş geleneklerini ve türkülerinin peşlerine düşmüş bir grup aslında. Onların bu türkü sevdası, derlemeci yapıları, Karadeniz’in dostlarının benzer sevdalarıyla örtüşünce anlamlı bir birliktelik ortaya çıkmış. Amaç, eski geleneklerin, türkülerin unutulmaması ve farklı dillerde de olsa, doğa için, aşk için kısaca yaşam için titreyen gırtlaktaki tellerin sayısının artması. Bu arada eller de boş durmayacak gibi gözüküyor. Birol Topaloğlu tulumu, Dikkaya Köyü’nün yukarısında bulunan Handağı Zenimosi düzlüğünde, Richard Laniepce’nin gaydası ile buluşacak. Karadeniz Kadın Sahnesi’nde Ayşe Tütüncü’nün piyano, İlknur Yakupoğlu’nun kemençesiyle katılacağı konser ilginç tınılara yer vereceğe benzer.
Bu yıl ana tema bitkiler
Yeşil yayla Festivali’nin en büyük özelliklerinden biri de konser alanlarının özenle seçilmesi ve tek bir noktaya sabitlenmemesi. Müzik dinlerken arkasındaki tarihi yapıyı ya da doğal güzelliği atlamanız zor. Organizasyonu üstlenen Gola ve Biryaşam dernekleri bu konuya özel bir hassasiyet gösteriyor. Her festivalin bir teması oluyor, etkinlik mekanlarının temayla uyumlu olmasına çalışılıyor. Bu yıl sıra bitkilerde. Festival boyunca bitkilerle ilgili bilgiler alabilecek Dr. Şaduman Karaca eşliğinde yürüyüşe çıkıp bitkileri de tanıyabileceksiniz. Kısaca özetlemek gerekirse, Yeşil Yayla sadece bir müzik festivali değil. 6 Ağustos’ta Rize-Fındıklı’da başlayan festivalin son 4 günü Hopa ve Artvin’deki Kafkas filmlerine ayrılmış. Bitkilerle başlayan yayladaki yolculuk, Fransızca, Türkçe ve Lazca türküler eşliğinde kente iniyor ve orada beyaz perdeyle buluşuyor sizin anlayacağınız...
***
İletişim için:
www.yaylafest.org
www.golader.org
www.biryasam.com.tr
Ya trafiğe açık olsaydı!
Burası İstanbul'un parlayan yıldızı talimhane. Otellerin ve restoranların bulunduğu alan trafiğe kapalı. Açıkolsaydı herhalde daha az araç olurdu. Yasak tanımayıp park edenler, girip çıkmayan dev otobüsler ve taksiler yüzünden keşmekeş yaşanıyor.
Özgür Gürbüz-Habertürk İstanbul / 26 Temmuz 2009
Bundan beş yıl önce hayata geçirildiğinde, Talimhane’yi restoran ve otelleriyle çok özel bir turistik bölge yapmayı amaçlayan plan sınıfta kaldı. Günümüz parasıyla 15 milyon TL harcanan, tüm altyapı çalışmaları tamamlanan alana araç girişinin kontrol noktalarından belirlenen saatlerde yapılması planlanmıştı. Sadece sabah 06:00 ile 10:00 saatleri arasında taşıtlara açık olan alan gün boyunca birçok sivil aracın dolaştığı bir yer haline geldi. Belediye yetkililerinden aldığımız bilgiye göre, belirtilen saatler dışında Talimhane’ye giriş ancak belirli araçlara veriliyor ve kısa süre içerisinde çıkış yapmaları isteniyor. Pratikte ise bu kurallar denetimsizlik yüzünden pek uygulanmıyor.
İstiklal de böyle olmasın
Otellerin yanında gün boyu park eden araçlara rastlamak mümkün. Yaya yollarının da bölgedeki otel ve restoranların çiçek, saksı gibi engellemeleriyle kapanması nedeniyle Talimhane, araçlara değil yayalara kapalı bir hal almış durumda. Sorun bu kadarla da bitmiyor. Abdülhak Hamit caddesi’ne verilen trafik akışı da yaya yollarının bu caddeye açıldığı yerlerde park eden araçlar sayesinde sık sık sekteye uğruyor. Taksiler, özellikle yabancı turistleri yakalamak için bu caddenin hemen her yerine park ediyor.
Cadde boyunca park yasağının ihlal edildiğini de belirtmekte fayda var. Araç trafiğine kapanan Talimhane’ye bakanlar, dün araç trafiğine kapatılma kararı alan İstiklal Caddesi’nin de bu duruma düşmesinden korkuyor.
Özgür Gürbüz-Habertürk İstanbul / 26 Temmuz 2009
Bundan beş yıl önce hayata geçirildiğinde, Talimhane’yi restoran ve otelleriyle çok özel bir turistik bölge yapmayı amaçlayan plan sınıfta kaldı. Günümüz parasıyla 15 milyon TL harcanan, tüm altyapı çalışmaları tamamlanan alana araç girişinin kontrol noktalarından belirlenen saatlerde yapılması planlanmıştı. Sadece sabah 06:00 ile 10:00 saatleri arasında taşıtlara açık olan alan gün boyunca birçok sivil aracın dolaştığı bir yer haline geldi. Belediye yetkililerinden aldığımız bilgiye göre, belirtilen saatler dışında Talimhane’ye giriş ancak belirli araçlara veriliyor ve kısa süre içerisinde çıkış yapmaları isteniyor. Pratikte ise bu kurallar denetimsizlik yüzünden pek uygulanmıyor.
İstiklal de böyle olmasın
Otellerin yanında gün boyu park eden araçlara rastlamak mümkün. Yaya yollarının da bölgedeki otel ve restoranların çiçek, saksı gibi engellemeleriyle kapanması nedeniyle Talimhane, araçlara değil yayalara kapalı bir hal almış durumda. Sorun bu kadarla da bitmiyor. Abdülhak Hamit caddesi’ne verilen trafik akışı da yaya yollarının bu caddeye açıldığı yerlerde park eden araçlar sayesinde sık sık sekteye uğruyor. Taksiler, özellikle yabancı turistleri yakalamak için bu caddenin hemen her yerine park ediyor.
Cadde boyunca park yasağının ihlal edildiğini de belirtmekte fayda var. Araç trafiğine kapanan Talimhane’ye bakanlar, dün araç trafiğine kapatılma kararı alan İstiklal Caddesi’nin de bu duruma düşmesinden korkuyor.
Palovit Vadisi’nde dozerlere tepki!
Rize il sınırları içerisindeki Palovit Vadisi’ndeki yol çalışması çevrecileri ayağa kaldırdı. Yayları birbirine bağlama projesinde mevcut patika yolların genişletilmesi için yapılan çalışmanın, bölgedeki ekolojik dengeyi bozduğuna değinen çevreciler 10 Ağustos’ta Palovit Şelalesi önünde basın açıklaması yapacaklar. Bölge, yerli ve yabancı turistlerin sıkça ziyaret ettiği, vahşi hayatın hala yaşamaya devam ettiği nadir alanlardan biri olarak biliniyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 25 Temmuz 2009 *
Türkiye’de vahşi hayatın sığınmaya çalıştığı ender coğrafyalardan biri olan Palovit Vadisi de dozerlerle tanıştı. Her yıl binlerce yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiği Palovit Şelalesi’ne giden patika yol, dozerlerle genişletilmeye çalışılıyor. Yayların birbirine bağlanma projesi kapsamında başlatıldığı öne sürülen yol çalışmasına çevreciler tepki gösteriyor. Mevcut çalışmanın, Palovit Şelalesi ötesindeki 7-8 kilometrelik alana da (Amlakit Yaylası) uzayacağından endişe eden çevreciler Türkiye çapında bir kampanya başlatarak yol çalışmalarının biran önce durdurulmasını istiyor. Çevrecilerin endişeleri çok da yersiz değil. 15 Ocak 2009 tarihinde Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından alınan 1934 sayılı kararda, Şenköy’den başlayan, Palovit’ten geçen yolun Amlakit Yaylası’na ulaşacağı yazılı. “Onarım ve yapım” şeklinde verilen izinde bölgenin 1. dereceden doğal SİT Alanı ve Milli Park olduğu ve yolun genişliğinin en fazla beş metre olabileceği de belirtilmiş.
Kampanyanın yürütücülerinden ve aynı zamanda Doğa Karadeniz Dergisi Yayın Koordinatörü olan Uğur Biryol, benzer bir girişimin önceki yıllarda da yaşandığını ancak eski Rize Valisi Kasım Esen’in çalışmaları durdurduğunu belirtiyor. Biryol, mevcut 5-6 kilometrelik yolu düzeltme adı altında başlayan çalışmaların, Palovit Şelale’sinden sonraki bölümde de devam etmesi halinde buradaki vahşi hayatın zarar göreceğini öne sürüyor. Bu bölge, bozayılardan, kırmızı benekli alabalığa kadar birçok canlıya ev sahipliği yapıyor. “Trabzon Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu ve Rize Valiliğine başvurduk ama henüz bir yanıt alamadık” diyen Biryol, “Bölge, SİT alanı ve Milli Park içerisinde. Köylüler yol için baskı yapıyor. Tüm yıl içerisinde 10-15 gün kullanacakları bir yol için köylüler bastırıyor. Yazın toplam nüfus 100’ü geçmiyor. 100 kişi için yol yapılır mı?” diye soruyor. 10 Ağustos’ta, kampanyaya öncülük eden kişi ve kuruluşlar, Şelale başında kitlesel bir basın açıklaması yapmaya da hazırlanıyorlar.
***
Palovit Vadisi
Bölgede, alüviyal akarsu ormanları (kızılağaç), geniş yapraklı ılıman ormanlar (doğu kayını), iğne yapraklı doğu ladini ormanları, yapraklı ve karışık ormanlar, geniş alpin çayırlıklar ve kayalık habitatlar, nadir şimşir ormanları gibi Doğu Karadeniz'e özgü bütün habitatları bulmak mümkün.
*Orjinal metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 25 Temmuz 2009 *
Türkiye’de vahşi hayatın sığınmaya çalıştığı ender coğrafyalardan biri olan Palovit Vadisi de dozerlerle tanıştı. Her yıl binlerce yerli ve yabancı turistin ziyaret ettiği Palovit Şelalesi’ne giden patika yol, dozerlerle genişletilmeye çalışılıyor. Yayların birbirine bağlanma projesi kapsamında başlatıldığı öne sürülen yol çalışmasına çevreciler tepki gösteriyor. Mevcut çalışmanın, Palovit Şelalesi ötesindeki 7-8 kilometrelik alana da (Amlakit Yaylası) uzayacağından endişe eden çevreciler Türkiye çapında bir kampanya başlatarak yol çalışmalarının biran önce durdurulmasını istiyor. Çevrecilerin endişeleri çok da yersiz değil. 15 Ocak 2009 tarihinde Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından alınan 1934 sayılı kararda, Şenköy’den başlayan, Palovit’ten geçen yolun Amlakit Yaylası’na ulaşacağı yazılı. “Onarım ve yapım” şeklinde verilen izinde bölgenin 1. dereceden doğal SİT Alanı ve Milli Park olduğu ve yolun genişliğinin en fazla beş metre olabileceği de belirtilmiş.
Kampanyanın yürütücülerinden ve aynı zamanda Doğa Karadeniz Dergisi Yayın Koordinatörü olan Uğur Biryol, benzer bir girişimin önceki yıllarda da yaşandığını ancak eski Rize Valisi Kasım Esen’in çalışmaları durdurduğunu belirtiyor. Biryol, mevcut 5-6 kilometrelik yolu düzeltme adı altında başlayan çalışmaların, Palovit Şelale’sinden sonraki bölümde de devam etmesi halinde buradaki vahşi hayatın zarar göreceğini öne sürüyor. Bu bölge, bozayılardan, kırmızı benekli alabalığa kadar birçok canlıya ev sahipliği yapıyor. “Trabzon Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu ve Rize Valiliğine başvurduk ama henüz bir yanıt alamadık” diyen Biryol, “Bölge, SİT alanı ve Milli Park içerisinde. Köylüler yol için baskı yapıyor. Tüm yıl içerisinde 10-15 gün kullanacakları bir yol için köylüler bastırıyor. Yazın toplam nüfus 100’ü geçmiyor. 100 kişi için yol yapılır mı?” diye soruyor. 10 Ağustos’ta, kampanyaya öncülük eden kişi ve kuruluşlar, Şelale başında kitlesel bir basın açıklaması yapmaya da hazırlanıyorlar.
***
Palovit Vadisi
Bölgede, alüviyal akarsu ormanları (kızılağaç), geniş yapraklı ılıman ormanlar (doğu kayını), iğne yapraklı doğu ladini ormanları, yapraklı ve karışık ormanlar, geniş alpin çayırlıklar ve kayalık habitatlar, nadir şimşir ormanları gibi Doğu Karadeniz'e özgü bütün habitatları bulmak mümkün.
*Orjinal metin
Yangın, Bodrum'un çöp sorununu ortaya çıkardı
Bodrum çöplüğünden başlayan ve 15 hektar ormanlık alanın yok olmasına neden olan yangın, Bodrum’un çöp sorununu ortaya çıkardı. Belediye, bertaraf tesisi için çalışmaları hızlandırdı; Tesisin Mumcular’a kurulması gündemde.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/25 Temmuz 2009 *
Önceki gece başlayan ve dün sabah saatlerinde kontrol altına alınan yangın, Bodrum’un bir başka sorununu gün yüzüne çıkardı. Bodrum Çöplüğü olarak bilinen Gökçeler Bölgesi, 1985’den beri vahşi çöp depolama alanı olarak kullanılıyor. Bodrum’da bu bölge dışında Turgutreis, Yalıkavak ve Mumcular’da da vahşi çöp depolama alanları bulunuyor. Yaz yalarında günde 170 tona varan çöp çıkan belediyenin bir tek düzenli depolama alanı ve çöp bertaraf tesisi ise bulunmuyor. Kış aylarında ise Bodrum’dan günde 60 ton civarı çöp çıkıyor.
Atık tesisi Mumcular'a
Yangının, çöp alanındaki evsel atıklardan değil ama alana bırakılan kesilmiş dallardan çıktığını belirten belediye yetkilileri, Çevre ve Orman Bakanlığı önderliğinde bir proje çalışması için çalışmalara başladıkları bir sırada yangının çıkmasının talihsizlik olduğunu söylüyor. Belediye yetkililerinden aldığımız bilgilere göre, Bodrum’un çöplerinin düzenli depolanacağı ve bertaraf edileceği tesisin Mumcular’da kurulması düşünülüyor. Bertaraf tesisinin kurulmasıyla eski çöp alanları da islah edilecek. Yeni tesis için Avrupa Birliği kaynaklı fonların da kullanılması gündemde.
Metan gazı tehlikesi yok
Yangın çıkan çöpte soğutma çalışmalarının devam ettiğini belirten yetkililer, metan gazı kaynaklı yangın tehlikesinin olmadığını ve güvenlik tedbirlerinin alındığını söyledi. Bölgede atık tesisi için Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan yetkililerin de incelemelerde bulunduğu öğrenildi. Uzmanlardan aldığımız bilgilere göre, hiç bir itiraz gelmemesi ve her şeyin yolunda gittiği bir durumda bile, atık tesisinin faaliyete geçmesinin 2 yılı bulacağı belirtiliyor.
20-30 yıl sonra eski haline gelir
Bu arada bir yazılı açıklama yapan Yeşil Bilgi Platformu, yanan yerlerin eski haline gelmesi için 20-30 yıla ihtiyaç duyulduğu, bunun da büyük bir zaman, enerji ve maddi kayıba yo açtığı belirtildi. Orman yangınlarının yüzde 94 oranında insan hatasından kaynaklandığını belirten platform, yüzde 48’inin de direkt olarak dikkatsizlikten kaynaklandığını söyleyerek kamuoyunu daha dikkatli olmaya çağırdı.
***
Mimarlar Odası'nın uyarısı
Mimarlar Odası Bodrum Temsilciliği, 23 Mart 2007 yılında, “Bodrum Yarımadası Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi 1/25000 Ölçekli Çevre Düzeni İlave ve Revizyon Planı Çalışmaları”na görüş belirtmiş. Oda’nın yazdığı yazıda çöp depolama alanı ile ilgili olarak, “Çöp toplama ve imha arıtma tesisleri ile ilgili olarak yer belirlemeden önce, yarımadadaki evsel ve diğer katı atıkların niteliği ile ilgili bir araştırma yapılmalı, elde edilecek bulgu ve bilgilerle, nasıl bir katı atık yönetim sitemi kullanılacağı belirlenmeli ve ancak bu bulgulara ulaşıldıktan sonra yer tespiti plana işlenmelidir. Hangi teknoloji ve sistemin kullanılacağı belirlenmeden plana işlenecek yerlerin amaca hizmet edememe olasılığı göz ardı edilmemelidir” uyarısı yer alıyor.
* Orjinal metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/25 Temmuz 2009 *
Önceki gece başlayan ve dün sabah saatlerinde kontrol altına alınan yangın, Bodrum’un bir başka sorununu gün yüzüne çıkardı. Bodrum Çöplüğü olarak bilinen Gökçeler Bölgesi, 1985’den beri vahşi çöp depolama alanı olarak kullanılıyor. Bodrum’da bu bölge dışında Turgutreis, Yalıkavak ve Mumcular’da da vahşi çöp depolama alanları bulunuyor. Yaz yalarında günde 170 tona varan çöp çıkan belediyenin bir tek düzenli depolama alanı ve çöp bertaraf tesisi ise bulunmuyor. Kış aylarında ise Bodrum’dan günde 60 ton civarı çöp çıkıyor.
Atık tesisi Mumcular'a
Yangının, çöp alanındaki evsel atıklardan değil ama alana bırakılan kesilmiş dallardan çıktığını belirten belediye yetkilileri, Çevre ve Orman Bakanlığı önderliğinde bir proje çalışması için çalışmalara başladıkları bir sırada yangının çıkmasının talihsizlik olduğunu söylüyor. Belediye yetkililerinden aldığımız bilgilere göre, Bodrum’un çöplerinin düzenli depolanacağı ve bertaraf edileceği tesisin Mumcular’da kurulması düşünülüyor. Bertaraf tesisinin kurulmasıyla eski çöp alanları da islah edilecek. Yeni tesis için Avrupa Birliği kaynaklı fonların da kullanılması gündemde.
Metan gazı tehlikesi yok
Yangın çıkan çöpte soğutma çalışmalarının devam ettiğini belirten yetkililer, metan gazı kaynaklı yangın tehlikesinin olmadığını ve güvenlik tedbirlerinin alındığını söyledi. Bölgede atık tesisi için Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan yetkililerin de incelemelerde bulunduğu öğrenildi. Uzmanlardan aldığımız bilgilere göre, hiç bir itiraz gelmemesi ve her şeyin yolunda gittiği bir durumda bile, atık tesisinin faaliyete geçmesinin 2 yılı bulacağı belirtiliyor.
20-30 yıl sonra eski haline gelir
Bu arada bir yazılı açıklama yapan Yeşil Bilgi Platformu, yanan yerlerin eski haline gelmesi için 20-30 yıla ihtiyaç duyulduğu, bunun da büyük bir zaman, enerji ve maddi kayıba yo açtığı belirtildi. Orman yangınlarının yüzde 94 oranında insan hatasından kaynaklandığını belirten platform, yüzde 48’inin de direkt olarak dikkatsizlikten kaynaklandığını söyleyerek kamuoyunu daha dikkatli olmaya çağırdı.
***
Mimarlar Odası'nın uyarısı
Mimarlar Odası Bodrum Temsilciliği, 23 Mart 2007 yılında, “Bodrum Yarımadası Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi 1/25000 Ölçekli Çevre Düzeni İlave ve Revizyon Planı Çalışmaları”na görüş belirtmiş. Oda’nın yazdığı yazıda çöp depolama alanı ile ilgili olarak, “Çöp toplama ve imha arıtma tesisleri ile ilgili olarak yer belirlemeden önce, yarımadadaki evsel ve diğer katı atıkların niteliği ile ilgili bir araştırma yapılmalı, elde edilecek bulgu ve bilgilerle, nasıl bir katı atık yönetim sitemi kullanılacağı belirlenmeli ve ancak bu bulgulara ulaşıldıktan sonra yer tespiti plana işlenmelidir. Hangi teknoloji ve sistemin kullanılacağı belirlenmeden plana işlenecek yerlerin amaca hizmet edememe olasılığı göz ardı edilmemelidir” uyarısı yer alıyor.
* Orjinal metin
Şebekemiz değişiyor
Su şebekesini güçlendirmek isteyen İSKİ, deprem ve terörist saldırılardan daha az etkilenecek, yerel su kaynaklarını değerlendirebilen Hollanda menşeli yeni bir su şebekesi sistemi denedi. Denenen sistemin sonuçlarıyla Çevre ve Orman Bakanlığı, İller Bankası, ASKİ ve DSİ’de ilgileniyor.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk/22 Temmuz 2009
İstanbul gibi göçün durdurulamadığı kentlerde artan nüfusa yeterli suyun sağlanması kadar, kaliteli su sağlanması da oldukça önemli bir problem. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) bu konuda bazı yabancı firmalarla görüşüyor. Hollanda kökenli Water4all ve Vitens firmalarıyla Kağıthane’deki laboratuarlarında yeni bir sitemin ilk denemeleri tamamlandı. “HOLTU” adı verilen sistemin yine aynı yerde büyük ölçekli ve tam fonksiyonlu bir örneğinin önümüzdeki aylarda kurulması da gündemde.
Birbirine bağlantılı dev bir su şebekesi yerine küçük, yerel arıtma tesisleri olarak tanımlanabilecek bu model yüzey ve yağmur sularını da kullanabiliyor. Bu küçük ölçekli arıtma tesislerinin en önemli özelliklerinden biri deprem veya terörist bir saldırı sonucunda, sistemin bütünü değil yerel arıtma tesisi etkilendiği için, tüm kentin susuz kalmasının önüne geçmesi. Habertürk’ün sorularını yanıtlayan Water 4all ve Vitens’in su uzmanı Eef Lammers, bu özelliği bir ağ içerisinde çalışan bilgisayarlardan birinin bozulmasına benzetiyor. Bozulan bilgisayar ağın çalışmasını engellemiyor, sorun arızanın olduğu yerle sınırlı kalıyor. Birbirine bağlı, tek merkezden beslenen büyük şebekelerde ise bu tip olaylar karşısında riskler daha büyük. Lammers, HOLTU sisteminin günde 600 metreküpe kadar su arıtımı yapabildiğini ve arıtılan suyun kalitesinin değişmesinin, örneğin sağanak yağmur yağması sistemde sorun yaratmadığını öne sürüyor. Testler sırasında Alibeyköy ve Terkos’un suları aralıklarla karıştırılarak siteme verilmiş fakat arıtılan suyun kalitesinde sorun yaşanmamış. Yapılan test sonuçlarının olumlu çıktığını belirten Lammers, sitemin az enerji ihtiyacı nedeniyle güneş enerjisiyle bile çalıştırılabileceğini söylüyor.
HOLTU sistemi uzaktan kumanda ile yönetilebiliyor ve başında bir operatörün beklemesine ihtiyaç duymuyor. İki ayda bir bakım yapılması gerekiyor. Arıtma işlemi sırasında kimyasal kullanılmıyor, kimyasallar sadece filtrelerin temizliğinde kullanılıyor diyen Lammers’a göre İSKİ’nin enerji ve kimyasal masrafları düşeceği için böyle bir sisteme geçmesi kendilerine ekonomik avantaj sağlayacak. Bu konuda İSKİ’den bize henüz bir geri dönüş olmadığı için onların ne düşündüğünü bilemiyoruz. Projenin bir teknoloji transferi şeklinde gerçekleşeceği, teknolojinin lisansının verileceği ve Hollanda kökenli Rabo Bankası’nın proje için 100 milyon avroluk bir krediyi hazır ettiği de aldığımız duyumlar arasında. Denenen sistemin sonuçlarıyla Çevre ve Orman Bakanlığı, İller Bankası, ASKİ ve DSİ’de ilgileniyor. Ankara’da ilgili kurumlarla yapılan yapılan görüşmeler Ağustos ayında tekrarlanacak.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk/22 Temmuz 2009
İstanbul gibi göçün durdurulamadığı kentlerde artan nüfusa yeterli suyun sağlanması kadar, kaliteli su sağlanması da oldukça önemli bir problem. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) bu konuda bazı yabancı firmalarla görüşüyor. Hollanda kökenli Water4all ve Vitens firmalarıyla Kağıthane’deki laboratuarlarında yeni bir sitemin ilk denemeleri tamamlandı. “HOLTU” adı verilen sistemin yine aynı yerde büyük ölçekli ve tam fonksiyonlu bir örneğinin önümüzdeki aylarda kurulması da gündemde.
Birbirine bağlantılı dev bir su şebekesi yerine küçük, yerel arıtma tesisleri olarak tanımlanabilecek bu model yüzey ve yağmur sularını da kullanabiliyor. Bu küçük ölçekli arıtma tesislerinin en önemli özelliklerinden biri deprem veya terörist bir saldırı sonucunda, sistemin bütünü değil yerel arıtma tesisi etkilendiği için, tüm kentin susuz kalmasının önüne geçmesi. Habertürk’ün sorularını yanıtlayan Water 4all ve Vitens’in su uzmanı Eef Lammers, bu özelliği bir ağ içerisinde çalışan bilgisayarlardan birinin bozulmasına benzetiyor. Bozulan bilgisayar ağın çalışmasını engellemiyor, sorun arızanın olduğu yerle sınırlı kalıyor. Birbirine bağlı, tek merkezden beslenen büyük şebekelerde ise bu tip olaylar karşısında riskler daha büyük. Lammers, HOLTU sisteminin günde 600 metreküpe kadar su arıtımı yapabildiğini ve arıtılan suyun kalitesinin değişmesinin, örneğin sağanak yağmur yağması sistemde sorun yaratmadığını öne sürüyor. Testler sırasında Alibeyköy ve Terkos’un suları aralıklarla karıştırılarak siteme verilmiş fakat arıtılan suyun kalitesinde sorun yaşanmamış. Yapılan test sonuçlarının olumlu çıktığını belirten Lammers, sitemin az enerji ihtiyacı nedeniyle güneş enerjisiyle bile çalıştırılabileceğini söylüyor.
HOLTU sistemi uzaktan kumanda ile yönetilebiliyor ve başında bir operatörün beklemesine ihtiyaç duymuyor. İki ayda bir bakım yapılması gerekiyor. Arıtma işlemi sırasında kimyasal kullanılmıyor, kimyasallar sadece filtrelerin temizliğinde kullanılıyor diyen Lammers’a göre İSKİ’nin enerji ve kimyasal masrafları düşeceği için böyle bir sisteme geçmesi kendilerine ekonomik avantaj sağlayacak. Bu konuda İSKİ’den bize henüz bir geri dönüş olmadığı için onların ne düşündüğünü bilemiyoruz. Projenin bir teknoloji transferi şeklinde gerçekleşeceği, teknolojinin lisansının verileceği ve Hollanda kökenli Rabo Bankası’nın proje için 100 milyon avroluk bir krediyi hazır ettiği de aldığımız duyumlar arasında. Denenen sistemin sonuçlarıyla Çevre ve Orman Bakanlığı, İller Bankası, ASKİ ve DSİ’de ilgileniyor. Ankara’da ilgili kurumlarla yapılan yapılan görüşmeler Ağustos ayında tekrarlanacak.
“Sahibinden” anakonda!
İnternet üzerinden hayvan satışı yasal sınır tanımıyor. Satılan hayvanlar arasında, Türkiye’ye ithali yasak olan bazı türler olduğu gibi evde beslenmesi düşünülemeyecek üç metrelik anakonda yılanı bile var.
Özgür Gürbüz - Habertürk İnternet /21 Temmuz 2009
Kendisi üç metre boyunda ve fiyatı sadece 15 bin lira. Yedi gün içinde evinize teslim edilebilen, filmlerden tanıdığınız anakonda yılanı şu anda bir internet sitesi üzerinden satışa sunulmuş durumda. Kim evinde besler, geceleri nasıl yanında yatar bilinmez. Tek bilinen, hayvan ticaretinin tüm kontrolsüzlüğüyle Türkiye’de devam ettiği.
Postacılar tarantula taşıdığını biliyor mu?
Satışı yasak olan, nesli tükenme tehlikesindeki hayvanlar bile internet üzerinden satılıyor. “Pandinus Imperator” da bunlardan biri. Nam-ı diğer “İmparator Akrep”. Afrika kökenli bu akrebe ulaşmanız için binlerce kilometre yol yapmanıza gerek yok. İnternet üzerinden bu akrebi evlat edinme şansınız var, APS ile evinize bile gönderiyorlar (postacılar, sanırım bu bilgiden pek hoşlanmayacak). 60 lira gibi bir para ödedikten sonra, ‘sahibinden.com’ aracılığıyla evinize gönderilen bu hayvana nasıl bakacağınızı ve bu yaptığınızın yasadışı bir işlem olduğunu bilmeniz yeterli.
Türkiye’ye girmesi yasak
İmparator Akrebi, Türkiye’nin de 1996 yılında taraf olduğu neslinin devamı tehlikeye girmiş olan yabani hayvan ve bitki türlerinin uluslararası ticaretini kontrol etmeye çalışan CITES’ın listesinde yer alıyor. CITES Yönetmeliği’nin Resmi Gazete’de yayımlanma tarihi ise 2001. Buna rağmen imparator akrebi gibi birçok tür internet ve hayvan dükkanları (pet shop) tarafından satılmaya devam ediyor. Birçok hayvan ve böcek türü, bu işten para kazanmaya çalışan insanların elinde, uygunsuz koşullarda yaşamak zorunda kalıyor. Akrep, tarantula dışında birçok evcil hayvan da bu ticaretten zarar görüyor. Kedi, köpek gibi türler ise ticari amaç için üretiliyor, “çirkin” olanları çoğu zaman ölüme terk edilirken diğer yavrular satışa sunuluyor.
Hayvanseverler harekete geçti
Bu konuda harekete geçen hayvanseverler, harekete geçmiş durumda. Bir süre önce, “sahibinden.com” adlı sitedeki hayvan satışıyla ilgili bölümün kapatılması için harekete geçen Tolga Akyıldız, kurduğu web sayfasıyla, hayvanseverleri boykota katılmaya ve söz konusu siteden canlı alımı yapmamaya çalışıyor. “Feysbuk”taki grubun üye sayısı şimdiden bin 500’ü geçmiş durumda. “İnternet üzerinden hayvan satışı Türkiye için yeni değil ancak ‘sahibinden.com’un çok büyük bir alıcı kitlesi var” diyen Akyıldız, bu sitenin paralı hayvan satışı yapan kısmını tamamen kapatıp, yerine sahipsiz hayvanların ilanlarına yer vermesi ve onlara ev bulunmasına yardımcı olmasını istiyor. Kampanyası ses getiren Akyıldız, geçtiğimiz pazartesi günü ‘sahibinden.com’ adlı sitenin yetkilileriyle bir görüşme yapmayı başardı. Görüşmenin olumlu geçtiğini belirten Akyıldız, site sahiplerine bir öneri paketi hazırlayacaklarını belirtiyor ama satışlar durana kadar kampanyaya devam edeceklerini de söylüyor.
Eleştiriler haksız
Sahibinden.com Genel Müdürü Müge Seymen ise yöneltilen eleştirileri haksız buluyor ve hayvan satışının birçok kanal üzerinden yapıldığını belirterek kendilerinin hedef gösterilmesinden rahatsız olduklarını belirtiyor. Seymen, “Kullanıcılarımızı mümkün olduğunca bilgilendiriyoruz. Hayvanlar Alemi grubunda ilan vermek isteyen kullanıcılarımıza ilan verme aşamasında; 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 5. maddesinde yer alan hayvanların bakımı ve korunması ile ilgili maddeyi ayrıca bu maddeye uymayan kişilere uygulanacak cezanın yer aldığı 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu'nun 28. maddesini iletmekteyiz” diyor.
Özgür Gürbüz - Habertürk İnternet /21 Temmuz 2009
Kendisi üç metre boyunda ve fiyatı sadece 15 bin lira. Yedi gün içinde evinize teslim edilebilen, filmlerden tanıdığınız anakonda yılanı şu anda bir internet sitesi üzerinden satışa sunulmuş durumda. Kim evinde besler, geceleri nasıl yanında yatar bilinmez. Tek bilinen, hayvan ticaretinin tüm kontrolsüzlüğüyle Türkiye’de devam ettiği.
Postacılar tarantula taşıdığını biliyor mu?
Satışı yasak olan, nesli tükenme tehlikesindeki hayvanlar bile internet üzerinden satılıyor. “Pandinus Imperator” da bunlardan biri. Nam-ı diğer “İmparator Akrep”. Afrika kökenli bu akrebe ulaşmanız için binlerce kilometre yol yapmanıza gerek yok. İnternet üzerinden bu akrebi evlat edinme şansınız var, APS ile evinize bile gönderiyorlar (postacılar, sanırım bu bilgiden pek hoşlanmayacak). 60 lira gibi bir para ödedikten sonra, ‘sahibinden.com’ aracılığıyla evinize gönderilen bu hayvana nasıl bakacağınızı ve bu yaptığınızın yasadışı bir işlem olduğunu bilmeniz yeterli.
Türkiye’ye girmesi yasak
İmparator Akrebi, Türkiye’nin de 1996 yılında taraf olduğu neslinin devamı tehlikeye girmiş olan yabani hayvan ve bitki türlerinin uluslararası ticaretini kontrol etmeye çalışan CITES’ın listesinde yer alıyor. CITES Yönetmeliği’nin Resmi Gazete’de yayımlanma tarihi ise 2001. Buna rağmen imparator akrebi gibi birçok tür internet ve hayvan dükkanları (pet shop) tarafından satılmaya devam ediyor. Birçok hayvan ve böcek türü, bu işten para kazanmaya çalışan insanların elinde, uygunsuz koşullarda yaşamak zorunda kalıyor. Akrep, tarantula dışında birçok evcil hayvan da bu ticaretten zarar görüyor. Kedi, köpek gibi türler ise ticari amaç için üretiliyor, “çirkin” olanları çoğu zaman ölüme terk edilirken diğer yavrular satışa sunuluyor.
Hayvanseverler harekete geçti
Bu konuda harekete geçen hayvanseverler, harekete geçmiş durumda. Bir süre önce, “sahibinden.com” adlı sitedeki hayvan satışıyla ilgili bölümün kapatılması için harekete geçen Tolga Akyıldız, kurduğu web sayfasıyla, hayvanseverleri boykota katılmaya ve söz konusu siteden canlı alımı yapmamaya çalışıyor. “Feysbuk”taki grubun üye sayısı şimdiden bin 500’ü geçmiş durumda. “İnternet üzerinden hayvan satışı Türkiye için yeni değil ancak ‘sahibinden.com’un çok büyük bir alıcı kitlesi var” diyen Akyıldız, bu sitenin paralı hayvan satışı yapan kısmını tamamen kapatıp, yerine sahipsiz hayvanların ilanlarına yer vermesi ve onlara ev bulunmasına yardımcı olmasını istiyor. Kampanyası ses getiren Akyıldız, geçtiğimiz pazartesi günü ‘sahibinden.com’ adlı sitenin yetkilileriyle bir görüşme yapmayı başardı. Görüşmenin olumlu geçtiğini belirten Akyıldız, site sahiplerine bir öneri paketi hazırlayacaklarını belirtiyor ama satışlar durana kadar kampanyaya devam edeceklerini de söylüyor.
Eleştiriler haksız
Sahibinden.com Genel Müdürü Müge Seymen ise yöneltilen eleştirileri haksız buluyor ve hayvan satışının birçok kanal üzerinden yapıldığını belirterek kendilerinin hedef gösterilmesinden rahatsız olduklarını belirtiyor. Seymen, “Kullanıcılarımızı mümkün olduğunca bilgilendiriyoruz. Hayvanlar Alemi grubunda ilan vermek isteyen kullanıcılarımıza ilan verme aşamasında; 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 5. maddesinde yer alan hayvanların bakımı ve korunması ile ilgili maddeyi ayrıca bu maddeye uymayan kişilere uygulanacak cezanın yer aldığı 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu'nun 28. maddesini iletmekteyiz” diyor.
Çin’deki gerginlik cemaat azalttı
Çinli yetkililer, Sincan - Uygur Özerk Bölgesi’nde geçtiğimiz günde çıkan olaylar yüzünden ölenlerin sayısının 197’ye çıktığını söyledi. Cuma namazına katılım azaldı ancak güvenlik önlemlerinin alındığı camilerde olay çıkmadı.
Özgür Gürbüz /18 Temmuz 2009
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde 5 Temmuz’da patlak veren olaylar sonrasında hayatını kaybedenlerin sayısı 197 oldu. Yön Radyo ve Çin Uluslararası Radyosu’nun ortak yayınına katılan Çin Uluslararası Radyosu Türkçe Bölümü şefi Yongmin Şia, olaylar sırasında ağır yaralanan beş kişinin daha hayatını kaybettiğini böylece son iki haftada ölenlerin sayısının 197’ye ulaştığını belirtti. Canlı yayına katılan, Sincan’daki iki büyük cami imamı, gerilimin azaldığını, cuma namazı sırasında sorun yaşanmadığını ancak katılımın geçmiş cumalara göre azaldığını söyledi.
Camilerdeki hasarlar onarılmış
Yön Radyo’nun bir saatlik canlı yayınında konuşan ve Sincan’da Ortaköprü Cami’nde imamlık yapan Nur Muhammed Hafız, olaylar sırasında camilere bir saldırı olmadığını bazı camilerde meydana gelen hasarların da kısa sürede onarıldığını söyledi. Programa katılan Han Tengri Cami Baş İmam Yardımcısı Abdülgaffur Abdülrahim ise, “Bizim camide eskisine oranla daha az insan vardı. İyilik hakkında bir konuşma yaptık. Olaysız eve döndük” dedi. Programda dinleyicilerin sorularına da yanıt veren iki imam, Çin’de nasıl imam olunduğu ve hac konularında bilgi verdi. Önce ailelerinden din eğitimi aldıklarını, daha sonra ise cemaatin tavsiye etmesi sonucu devletin kendilerini imam olarak atadığını belirten Abdülrahim, imam olunmadan önce Çin’deki Yüksek İslam Enstitüleri’nde de eğitim alındığını belirtti.
Fettullah Gülen'in okulu var mı?
Programa mesajlarla sorulan sorulardan biri de, Fettullah Gülen’in Sincan’da okulu olup olmadığı sorusuydu. Çin Uluslararası Radyosu Türkçe Bölümü şefi Yongmin Şia, Çin’de devlet okullarının yanı sıra vakıf okullarının da olduğunu ancak Gülen’e ait bölgede bir okulun bulunduğundan haberi olmadığını söyledi. Bölgedeki cami sayısı hakkında da bilgi veren Şia, 1980 yılında 9 bin olan cami sayısının bugün 25 bine ulaştığını belirtti.
***
Hacca gitmek engelleniyor mu?
Yon Radyo'daki canlı yayında dinleyicilerden gelen Hac ile ilgili soruyu yanıtlayan İmam Hafız, 2005 yılına kadar Hac’ca Kazakistan ve Özbakistan yoluyla gidildiğini, 2006 yılında bir kısıtlama yaşandığını söyledi. 2006 yılından sonra Çin Hükümeti’nin Türkiye benzeri bir düzenlemeyle Hac organizasyonları yapmaya başladığını belirten Hafız, imamların masraflarının devlet tarafından karşılandığını belirtti. Programda İmam Hafız’ın 1995 yılında Hac’ca gittiği, diğer imam Abdülgafur’un ise sıra beklediği ortaya çıktı. Abdülgafur, bu yıl olmazsa en geç gelecek yıl devlet tarafından Hac’ca gönderilmeyi umuyor.
Özgür Gürbüz /18 Temmuz 2009
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde 5 Temmuz’da patlak veren olaylar sonrasında hayatını kaybedenlerin sayısı 197 oldu. Yön Radyo ve Çin Uluslararası Radyosu’nun ortak yayınına katılan Çin Uluslararası Radyosu Türkçe Bölümü şefi Yongmin Şia, olaylar sırasında ağır yaralanan beş kişinin daha hayatını kaybettiğini böylece son iki haftada ölenlerin sayısının 197’ye ulaştığını belirtti. Canlı yayına katılan, Sincan’daki iki büyük cami imamı, gerilimin azaldığını, cuma namazı sırasında sorun yaşanmadığını ancak katılımın geçmiş cumalara göre azaldığını söyledi.
Camilerdeki hasarlar onarılmış
Yön Radyo’nun bir saatlik canlı yayınında konuşan ve Sincan’da Ortaköprü Cami’nde imamlık yapan Nur Muhammed Hafız, olaylar sırasında camilere bir saldırı olmadığını bazı camilerde meydana gelen hasarların da kısa sürede onarıldığını söyledi. Programa katılan Han Tengri Cami Baş İmam Yardımcısı Abdülgaffur Abdülrahim ise, “Bizim camide eskisine oranla daha az insan vardı. İyilik hakkında bir konuşma yaptık. Olaysız eve döndük” dedi. Programda dinleyicilerin sorularına da yanıt veren iki imam, Çin’de nasıl imam olunduğu ve hac konularında bilgi verdi. Önce ailelerinden din eğitimi aldıklarını, daha sonra ise cemaatin tavsiye etmesi sonucu devletin kendilerini imam olarak atadığını belirten Abdülrahim, imam olunmadan önce Çin’deki Yüksek İslam Enstitüleri’nde de eğitim alındığını belirtti.
Fettullah Gülen'in okulu var mı?
Programa mesajlarla sorulan sorulardan biri de, Fettullah Gülen’in Sincan’da okulu olup olmadığı sorusuydu. Çin Uluslararası Radyosu Türkçe Bölümü şefi Yongmin Şia, Çin’de devlet okullarının yanı sıra vakıf okullarının da olduğunu ancak Gülen’e ait bölgede bir okulun bulunduğundan haberi olmadığını söyledi. Bölgedeki cami sayısı hakkında da bilgi veren Şia, 1980 yılında 9 bin olan cami sayısının bugün 25 bine ulaştığını belirtti.
***
Hacca gitmek engelleniyor mu?
Yon Radyo'daki canlı yayında dinleyicilerden gelen Hac ile ilgili soruyu yanıtlayan İmam Hafız, 2005 yılına kadar Hac’ca Kazakistan ve Özbakistan yoluyla gidildiğini, 2006 yılında bir kısıtlama yaşandığını söyledi. 2006 yılından sonra Çin Hükümeti’nin Türkiye benzeri bir düzenlemeyle Hac organizasyonları yapmaya başladığını belirten Hafız, imamların masraflarının devlet tarafından karşılandığını belirtti. Programda İmam Hafız’ın 1995 yılında Hac’ca gittiği, diğer imam Abdülgafur’un ise sıra beklediği ortaya çıktı. Abdülgafur, bu yıl olmazsa en geç gelecek yıl devlet tarafından Hac’ca gönderilmeyi umuyor.
"Arjantin'in haberi var bizim yok!"
GDO'ların Türkiye'de üretiminin önünü açacak olan Ulusal Biyogüvenlik Yasası, tepki topluyor. Genetiği değişmiş bitkilerin üretimi ve tüketimine karşı çıkan oda ve sivil toplum kuruluşları, Başbakanlık'a gönderilen taslağın kendilerine gösterilmediğini ancak dünyanın en büyük ikinci üreticisi Arjantin'den 78 sayfalık görüş alındığını söylüyor.
Özgür Gürbüz / 17 Temmuz 2009
Tüm dünyada tartışmalara yol açan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar'ın (GDO) Türkiye'de ekimine izin verecek olan Ulusal Biyogüvenlik Yasası'na sivil toplum kuruluşlarından ciddi tepki var. Bitkilerin genleriyle oynayarak onların istenilen şekil ve özelliklerde üretimine olanak sağlayan teknolojilerin sağlık üzerinde onlarca zararlı etkisi olduğunu söyleyen GDO'ya Hayır Platformu yetkilileri, yasa tasarısının tüm ısrarlarına rağmen kendilerine gösterilmemesinden de şikayetçi. Başbakanlık'a gönderildiği belirtilen söz konusu yasa tasarısını, bilgilendirme hakkını da kullanarak, görmek için talep ettiklerini belirten Platform yetkilileri, "Tasarıya dünyanın ikinci en büyük GDO üreticisi Arjantin'den 78 sayfalık görüş geldi ancak ne bizden, ne de Ziraat ve Tabip odalarından görüş alındı" diyor.
"DDT'ye de iyi demişlerdi"
57 farklı kuruluştan oluşan GDO'ya Hayır Platformu adına yapılan basın açıklamasında konuşan Türk Tabipler Birliği temsilcisi Prof. Dr. Kenan Demirkol, "Tarım ilacı DDT'ler de ilk piyasaya çıktığında insanlara hiç zarar vermeyeceği söylendi hatta kaşifine Nobel ödülü verildi. Ama binlerce insan (DDT yüzünden) ölünce yasaklandı" dedi ve GDO'ların sağlık sakıncaları üzerine onlarca raporun bulunduğunu belirterek Türkiye'nin bu ürünlerden uzak durmasını istedi.
Avrupa'da vazgeçiliyor
Toplantıda söz alan Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık da, son bir yıl içerisinde daha önce GDO'ya izin veren üç Avrupa ülkesinde GDO'ların yasaklandığını vurguladı. GDO'lu tohumu yasaklayan Almanya, Fransa, Macaristan, Avusturya ve Yunanistan'ı örnek gösteren Atalık, "GDO'lu tohum üretimi dünyada 4-5 şirketin elinde. Bunlardan Amerikan şirketi olan Monsanto pazarın yüzde 90'ına sahip. Şirketler, devlet gibi değil, ülke gözetmezler" diyerek lobi faaliyetlerine dikkat çekti. Yapılan açıklamada yasanın ABD kökenli tohum şirketleri lehine çıkartılacağı da öne sürüldü.
***
"Hükümet olup iktidar olamadılar"
Prof. Dr. Kenan Demirkol -Türk Tabipler Birliği
Ülkemizde, genetiği değiştirilmiş bitkilerin ekimine izin verileceğini Hükümet Sözcüsü Sayın Cemil Çiçek'in 1 Haziran 2009 tarihli basın açıklamasından öğrendik. Sayın bakan bu açıklamada GDO'ların ithalat yoluyla zaten ülkemize girdiğini o yüzden ülkemizde üretilmesinin bir sorun oluşturmayacağını dile getirdi. Bizler, insanımızın sağlığı için son derece sakıncalı olan bu ürünlerin ithalini önlemek için tedbirler alıyoruz denmesini beklerken, zaten ülkemize bu zehirler giriyor o halde ülkemizde üretilmesinde de zarar yok gibi bir yönetim zaafı örneği gösteriliyor; yasaklayamazsan yasalaştır! Bu tavır hükümet olup iktidar olamamaktır!
Özgür Gürbüz / 17 Temmuz 2009
Tüm dünyada tartışmalara yol açan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar'ın (GDO) Türkiye'de ekimine izin verecek olan Ulusal Biyogüvenlik Yasası'na sivil toplum kuruluşlarından ciddi tepki var. Bitkilerin genleriyle oynayarak onların istenilen şekil ve özelliklerde üretimine olanak sağlayan teknolojilerin sağlık üzerinde onlarca zararlı etkisi olduğunu söyleyen GDO'ya Hayır Platformu yetkilileri, yasa tasarısının tüm ısrarlarına rağmen kendilerine gösterilmemesinden de şikayetçi. Başbakanlık'a gönderildiği belirtilen söz konusu yasa tasarısını, bilgilendirme hakkını da kullanarak, görmek için talep ettiklerini belirten Platform yetkilileri, "Tasarıya dünyanın ikinci en büyük GDO üreticisi Arjantin'den 78 sayfalık görüş geldi ancak ne bizden, ne de Ziraat ve Tabip odalarından görüş alındı" diyor.
"DDT'ye de iyi demişlerdi"
57 farklı kuruluştan oluşan GDO'ya Hayır Platformu adına yapılan basın açıklamasında konuşan Türk Tabipler Birliği temsilcisi Prof. Dr. Kenan Demirkol, "Tarım ilacı DDT'ler de ilk piyasaya çıktığında insanlara hiç zarar vermeyeceği söylendi hatta kaşifine Nobel ödülü verildi. Ama binlerce insan (DDT yüzünden) ölünce yasaklandı" dedi ve GDO'ların sağlık sakıncaları üzerine onlarca raporun bulunduğunu belirterek Türkiye'nin bu ürünlerden uzak durmasını istedi.
Avrupa'da vazgeçiliyor
Toplantıda söz alan Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık da, son bir yıl içerisinde daha önce GDO'ya izin veren üç Avrupa ülkesinde GDO'ların yasaklandığını vurguladı. GDO'lu tohumu yasaklayan Almanya, Fransa, Macaristan, Avusturya ve Yunanistan'ı örnek gösteren Atalık, "GDO'lu tohum üretimi dünyada 4-5 şirketin elinde. Bunlardan Amerikan şirketi olan Monsanto pazarın yüzde 90'ına sahip. Şirketler, devlet gibi değil, ülke gözetmezler" diyerek lobi faaliyetlerine dikkat çekti. Yapılan açıklamada yasanın ABD kökenli tohum şirketleri lehine çıkartılacağı da öne sürüldü.
***
"Hükümet olup iktidar olamadılar"
Prof. Dr. Kenan Demirkol -Türk Tabipler Birliği
Ülkemizde, genetiği değiştirilmiş bitkilerin ekimine izin verileceğini Hükümet Sözcüsü Sayın Cemil Çiçek'in 1 Haziran 2009 tarihli basın açıklamasından öğrendik. Sayın bakan bu açıklamada GDO'ların ithalat yoluyla zaten ülkemize girdiğini o yüzden ülkemizde üretilmesinin bir sorun oluşturmayacağını dile getirdi. Bizler, insanımızın sağlığı için son derece sakıncalı olan bu ürünlerin ithalini önlemek için tedbirler alıyoruz denmesini beklerken, zaten ülkemize bu zehirler giriyor o halde ülkemizde üretilmesinde de zarar yok gibi bir yönetim zaafı örneği gösteriliyor; yasaklayamazsan yasalaştır! Bu tavır hükümet olup iktidar olamamaktır!
200 bin kişiye 15 zabıta
Özellikle yaz aylarında turist akınına uğrayan İstanbulluların nefes aldığı Adalar, ciddi çevre sorunlarıyla karşı karşıya. Bütçesi personeli kış nüfusuna göre düzenlenen dokuz adanın belediye başkanı, Habertürk’e verdiği özel röportajda, merkezi hükümetten özel bir yasal değişiklik istediklerini söylüyor.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 6 Temmuz 2009
Dünyada çok az kişi dokuz ayrı kara parçasının belediye başkanlığını yapıyordur. Dr. Mustafa Farsakoğlu beşi insan yerleşimine açık İstanbul’daki dokuz adanın belediye başkanı. Adalar’ın yerleşik nüfusu 15 bin, yazın bu 80 bine kadar çıkıyor. Havaların ısınmasıyla artan günübirlik ziyaretler nüfusu 200-250 binlere kadar çıkarıyor; beraberinde çevre sorunlarını da...
Deniz kirliliğinden piknikçilerin bıraktığı pet şişelere kadar onlarca farklı çevre sorunu Adaların güzel doğasını tehdit ediyor. Buna karşın adalarda bulunan, zabıta sayısı sadece 15. Belediye Başkanı Farsakoğlu, “Her türlü denetimi zabıtayla yaparsınız. Denize atılan çöpten, sigara yasağının uygulanmasına, işletmelerin ruhsat kontrolüne kadar her şey zabıtanın işi. Bizim 4 zabıta karakolu ve Sakız Adası’nda bir zabıta noktamız var. Diğer adalara da tekneyle zabıta personeli gönderiyoruz. Bir zabıta amiri, iki zabıta komiseri ve 12 zabıta memuruyla 200-250 bin nüfuslu, birbirinden kopuk büyük bir alanda hizmet vermeye çalışıyoruz” diyerek sorunlarını dile getiriyor. Belediye ayrıca tamamen gönüllülerden oluşan “Çevre ve Temizlik” adı verilen bir birim kurmuş. 200 civarında gönüllüden oluşan birim, çevreyi kirleten işletme ve kişileri belediyeye bildiriyor, bilinçlendirme çalışmaları yapıyor.
Belediyenin tüm kadrosu 102 kişi
Sorun sadece zabıta da değil. Belediyenin sahip olduğu kadro 68 memur ve 34 işçiden oluşuyor. Belediye’ye ait iki tekne var. Bunlar aynı zamanda ambulans olarak da kullanılıyor. Bir tanesi kısa zamanda hastaların nakil ve acil durumlarına ayrılmış ambulansa dönüştürülecek ve geriye sadece bir tekne kalacak. Tüm bu olumsuz şartlara rağmen 250 binleri bulan nüfusa hizmet vermek zorunda olduklarını belirten “Bunu neyle yapacaksınız? Personelle yapacaksınız” diyen Farsakoğlu, “Yasal düzenleme lazım. Adalar Belediyesi’ni tek bir coğrafyada yerleşmiş bir belde olarak görmemek gerekiyor. O yüzden de özel bir düzenleme gerekiyor” şeklinde konuşuyor. Belediye Meclisi’nin bu yönde alacağı kararın merkez yönetim tarafından kabul edilmesi gerektiğini söylüyor.
Emlak vergisi toplanamıyor
Adalar Belediyesi’nin bir başka sorunu da gelirlerle ilgili. Adalar’ın SİT alanı olması yapılaşmaya sınırlama getiriyor. Adalar’da bulunan 8 bin civarında konutun 2 bine yakını tescilli tarihi eser. Tescilli eserlerden emlak vergisi alınamadığını, yaşlıların oturduğu yerler için de indirim uygulandığını belirten Farsakoğlu, kış nüfusuna göre İller Bankası kanalıyla aldıkları aylık paranın 40 bin, aylık personel giderlerinin ise 220 bin olduğunu söylüyor. “Belediye’nin 5 milyon gerçek geliri var ve 25 milyon borçla devraldık” diyor. Son söz olarak da vatandaşları daha duyarlı olmaya çağırıyor. İnsanlarımız geliyor yiyip, içip çöplerini doğaya bırakıyor diyen Adalar Belediye Başkanı, “Vapurlardan da çok şey atılıyor. Denizleri koruma açısından hiç titiz değiliz, zannediyoruz ki denizler kirlenmez. Marmara Denizi’nin dibi inanılmaz oranda kirlenmiş durumda” diyor.
***
Özel tekneleri, Adalar’a bağlamak paralı olacak
Adalar Belediyesi, bütçe sorununu çözmek için Adalar’ı ziyarete gelen yüzlerce tekneden “palamar” parası almaya hazırlanıyor. İlk meclis toplantısında görüşülecek olan bu konu karara bağlanırsa gelecek yıldan itibaren adalara gelen teknelerden “bağlama ücreti” adı altında para alınacak.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 6 Temmuz 2009
Dünyada çok az kişi dokuz ayrı kara parçasının belediye başkanlığını yapıyordur. Dr. Mustafa Farsakoğlu beşi insan yerleşimine açık İstanbul’daki dokuz adanın belediye başkanı. Adalar’ın yerleşik nüfusu 15 bin, yazın bu 80 bine kadar çıkıyor. Havaların ısınmasıyla artan günübirlik ziyaretler nüfusu 200-250 binlere kadar çıkarıyor; beraberinde çevre sorunlarını da...
Deniz kirliliğinden piknikçilerin bıraktığı pet şişelere kadar onlarca farklı çevre sorunu Adaların güzel doğasını tehdit ediyor. Buna karşın adalarda bulunan, zabıta sayısı sadece 15. Belediye Başkanı Farsakoğlu, “Her türlü denetimi zabıtayla yaparsınız. Denize atılan çöpten, sigara yasağının uygulanmasına, işletmelerin ruhsat kontrolüne kadar her şey zabıtanın işi. Bizim 4 zabıta karakolu ve Sakız Adası’nda bir zabıta noktamız var. Diğer adalara da tekneyle zabıta personeli gönderiyoruz. Bir zabıta amiri, iki zabıta komiseri ve 12 zabıta memuruyla 200-250 bin nüfuslu, birbirinden kopuk büyük bir alanda hizmet vermeye çalışıyoruz” diyerek sorunlarını dile getiriyor. Belediye ayrıca tamamen gönüllülerden oluşan “Çevre ve Temizlik” adı verilen bir birim kurmuş. 200 civarında gönüllüden oluşan birim, çevreyi kirleten işletme ve kişileri belediyeye bildiriyor, bilinçlendirme çalışmaları yapıyor.
Belediyenin tüm kadrosu 102 kişi
Sorun sadece zabıta da değil. Belediyenin sahip olduğu kadro 68 memur ve 34 işçiden oluşuyor. Belediye’ye ait iki tekne var. Bunlar aynı zamanda ambulans olarak da kullanılıyor. Bir tanesi kısa zamanda hastaların nakil ve acil durumlarına ayrılmış ambulansa dönüştürülecek ve geriye sadece bir tekne kalacak. Tüm bu olumsuz şartlara rağmen 250 binleri bulan nüfusa hizmet vermek zorunda olduklarını belirten “Bunu neyle yapacaksınız? Personelle yapacaksınız” diyen Farsakoğlu, “Yasal düzenleme lazım. Adalar Belediyesi’ni tek bir coğrafyada yerleşmiş bir belde olarak görmemek gerekiyor. O yüzden de özel bir düzenleme gerekiyor” şeklinde konuşuyor. Belediye Meclisi’nin bu yönde alacağı kararın merkez yönetim tarafından kabul edilmesi gerektiğini söylüyor.
Emlak vergisi toplanamıyor
Adalar Belediyesi’nin bir başka sorunu da gelirlerle ilgili. Adalar’ın SİT alanı olması yapılaşmaya sınırlama getiriyor. Adalar’da bulunan 8 bin civarında konutun 2 bine yakını tescilli tarihi eser. Tescilli eserlerden emlak vergisi alınamadığını, yaşlıların oturduğu yerler için de indirim uygulandığını belirten Farsakoğlu, kış nüfusuna göre İller Bankası kanalıyla aldıkları aylık paranın 40 bin, aylık personel giderlerinin ise 220 bin olduğunu söylüyor. “Belediye’nin 5 milyon gerçek geliri var ve 25 milyon borçla devraldık” diyor. Son söz olarak da vatandaşları daha duyarlı olmaya çağırıyor. İnsanlarımız geliyor yiyip, içip çöplerini doğaya bırakıyor diyen Adalar Belediye Başkanı, “Vapurlardan da çok şey atılıyor. Denizleri koruma açısından hiç titiz değiliz, zannediyoruz ki denizler kirlenmez. Marmara Denizi’nin dibi inanılmaz oranda kirlenmiş durumda” diyor.
***
Özel tekneleri, Adalar’a bağlamak paralı olacak
Adalar Belediyesi, bütçe sorununu çözmek için Adalar’ı ziyarete gelen yüzlerce tekneden “palamar” parası almaya hazırlanıyor. İlk meclis toplantısında görüşülecek olan bu konu karara bağlanırsa gelecek yıldan itibaren adalara gelen teknelerden “bağlama ücreti” adı altında para alınacak.
Marmara Denizi'nden çelik halat, çıpa ve gırgır ağları çıktı
Marmara Denizi'nden çelik halat, çıpa ve gırgır ağları çıktı Kontrolsüzlük, denizlerimizin üstü kadar dibini de kirletti. Denizden, çevreci olması beklenen balıkçıların attığı eski ağlar, hatta kaptan koltuğu bile çıkıyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 5 Temmuz 2009
DenizTemiz Derneği /Turmepa, Kabotaj Bayramı etkinlikleri çerçevesinde önceki gün, Tavşan Adası açıklarında deniz dibi temizliği yaptı. Sadece 50 metrekarelik alanda yapılan temizlik sırasında önce dalgıçlar tarafından deniz dibi tarandı. Balıkçılar tarafından eskidiği için gizlice denize bırakılan gırgır ağları tespit edildi ve balonlarla su yüzeyine yaklaştırılan bu ağlar vinçlerle özel teknelere çekildi. Deniz dibinde, ağların yanısıra metrelerce uzunluğunda çelik halat ve çıpa da bulundu.
DenizTemiz Derneği Genel Sekreteri Levent Ballar, deniz dibinde kaptan koltuğu bile bulduklarını söylüyor ve aslında çevreci olması gereken, ‘denizden ekmek yiyen’ balıkçıların bazılarının bile yeterli duyarlılığı göstermediğinden yakınıyor. Denizin dibine bırakılan ağlar 200 yıl yok olmuyor ve denizdeki canlıların dibe ulaşmasını engelliyor. Aynı zamanda pasif avlanmaya devam ederek deniz yaşamını da tehdit ediyor. Teknelere çıkarılan ağların arasındaki yengeçler, deniz yıldızları bu pasif avcılığa bizlerin de tanık olmasına neden oldu. Gönüllüler, ağlar tekneye alınır alınmaz bu canlıları hemen denize geri göndermek için çabalıyor.
“Asıl kirletenler aramızda yok”
İstanbul’un hemen yanı başında, Büyükada’nın sadece 2,5 km. uzağındaki Tavşan Adası’nda yapılan dalışlar aslında tüm Marmara için ipuçları veriyor. Konuştuğumuz dalgıçlar ve balıkçılar, deniz kirliliğinin sadece buraya has bir sorun olmadığını dillendiriyor. Temizlik gemilerine yaklaşan bir balıkçı, kirliliğin önüne geçecek yasal düzenlemelerin eksikliğinden bahsediyor ve düzenlemelerin zaten güçlü olan büyük balıkçıların lobi faaliyetleri sonucu istekleri doğrultusunda gerçekleştiğini öne sürüyor. Etkinliğe destek için gelen gönüllülerden biri balıkçının serzenişlerine hak verse de asıl sorunun denetim yetersizliği olduğunu söylüyor. Tartışma uzayıp gidiyor, sorun çok ama sorumlu yok sanki. Denize açılmadan önce, gönüllülere hitaben yaptığı konuşmada Adalar Kaymakamı Mevlüt Kurban eğitimsizliğe dem vuruyor. “Asıl kirletenler aramızda yok” diyen Kurban, “Kıyılarımızda şu gördüğünüz restoranların tabakları, çatalları var ama aramızda onlar yok” diye şikayet ediyor. Bu durumdan Adalar’da yaşayan halk da şikayetçi ama yıllardır “eğitim şart” dense de denizler kirlenmeye devam ediyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 5 Temmuz 2009
DenizTemiz Derneği /Turmepa, Kabotaj Bayramı etkinlikleri çerçevesinde önceki gün, Tavşan Adası açıklarında deniz dibi temizliği yaptı. Sadece 50 metrekarelik alanda yapılan temizlik sırasında önce dalgıçlar tarafından deniz dibi tarandı. Balıkçılar tarafından eskidiği için gizlice denize bırakılan gırgır ağları tespit edildi ve balonlarla su yüzeyine yaklaştırılan bu ağlar vinçlerle özel teknelere çekildi. Deniz dibinde, ağların yanısıra metrelerce uzunluğunda çelik halat ve çıpa da bulundu.
DenizTemiz Derneği Genel Sekreteri Levent Ballar, deniz dibinde kaptan koltuğu bile bulduklarını söylüyor ve aslında çevreci olması gereken, ‘denizden ekmek yiyen’ balıkçıların bazılarının bile yeterli duyarlılığı göstermediğinden yakınıyor. Denizin dibine bırakılan ağlar 200 yıl yok olmuyor ve denizdeki canlıların dibe ulaşmasını engelliyor. Aynı zamanda pasif avlanmaya devam ederek deniz yaşamını da tehdit ediyor. Teknelere çıkarılan ağların arasındaki yengeçler, deniz yıldızları bu pasif avcılığa bizlerin de tanık olmasına neden oldu. Gönüllüler, ağlar tekneye alınır alınmaz bu canlıları hemen denize geri göndermek için çabalıyor.
“Asıl kirletenler aramızda yok”
İstanbul’un hemen yanı başında, Büyükada’nın sadece 2,5 km. uzağındaki Tavşan Adası’nda yapılan dalışlar aslında tüm Marmara için ipuçları veriyor. Konuştuğumuz dalgıçlar ve balıkçılar, deniz kirliliğinin sadece buraya has bir sorun olmadığını dillendiriyor. Temizlik gemilerine yaklaşan bir balıkçı, kirliliğin önüne geçecek yasal düzenlemelerin eksikliğinden bahsediyor ve düzenlemelerin zaten güçlü olan büyük balıkçıların lobi faaliyetleri sonucu istekleri doğrultusunda gerçekleştiğini öne sürüyor. Etkinliğe destek için gelen gönüllülerden biri balıkçının serzenişlerine hak verse de asıl sorunun denetim yetersizliği olduğunu söylüyor. Tartışma uzayıp gidiyor, sorun çok ama sorumlu yok sanki. Denize açılmadan önce, gönüllülere hitaben yaptığı konuşmada Adalar Kaymakamı Mevlüt Kurban eğitimsizliğe dem vuruyor. “Asıl kirletenler aramızda yok” diyen Kurban, “Kıyılarımızda şu gördüğünüz restoranların tabakları, çatalları var ama aramızda onlar yok” diye şikayet ediyor. Bu durumdan Adalar’da yaşayan halk da şikayetçi ama yıllardır “eğitim şart” dense de denizler kirlenmeye devam ediyor.
En iyi kompozisyonu yazan Çin'e gidiyor
Ağırlıklı olarak halk müziğine yer veren Yön Radyo, radyo tarihindeki en ilginç kampanyalarından birine imza attı. Çin Uluslararası Radyosu (CRI) Türkçe Servisi ve Yön Radyo tarafından düzenlenen kompozisyon yarışmasının birinci ve ikincisi Çin’de bir hafta tatil kazanıyor.
Özgür Gürbüz / 5 Temmuz 2009
Düzenledikleri yarışmalarla dinleyicilerine kitap, konser bileti gibi ödüller vermelerine alıştığımız radyo istasyonlarından bu defa ilginç bir yarışma ve ödül haberi geldi. Ağırlıklı olarak halk müziğine yer veren ve 2004 yılında Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği tarafından “Yılın Türkü Radyosu” seçilen Yön Radyo, iki kişiyi bir haftalığına Çin’e gönderiyor. “Çin ve Ben” başlıklı kompozisyon yarışmasına katılan ve ilk ikiye girenler, Çin Uluslararası Radyosu (CRI) Türkçe Servisi ve Yön Radyo’nun konuğu olarak yedi günlük bir seyahat kazanıyor. İki günü yolda geçen seyahat, Tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına açık olan yarışmanın galipleri Çin’de iki büyük kenti ziyaret edecek. Yarışmaya katılmak için “ÇİN” yazıp 3834’e göndermek yetiyor.
Türküler İngilizce Sunuluyor
Başvuru süresi 22 Ağustos’ta bitecek olan yarışmayı düzenleyen Yön Radyo, uzun süredir saat gün ortası haberlerinde CRI Türkçe Servisi Haber Merkezi'ne bağlanarak Çin'den Türkçe haberler veriyor, her akşam da Çin Halk Cumhuriyeti Sincan-Uygur halk radyosuna bağlanarak Uygurca türküler dinletiyordu. Radyonun, haftada bir yayınlanan “Music Junction” adlı programında ise türküler İngilizce sunuluyor.
Davul-Zurna Havası Ortak
Yön Radyo Yönetim Kurulu Başkanı Yüksel Kılınç, ‘Neden Çin?’ sorumuza, “Yon Radyo turku ve haber radyosu. Dünyada ne olup bittiğini sadece Batı’dan değil, Doğu’dan da takip etmeye çalışıyoruz. Bu bağlamda Çin’in çekiciliğinin artmış olması da önemli” diyor. “Türkülerle bağlantılı birçok ülkeyle yayın işbirliğimiz oldu” diyen Kılınç, “Sincan-Uygur bölgesi kültürleri türkülerin dünyasında çok önemli yer tutuyor. Bizim türkülerin altyapısına oldukça yakın. Bizde davul zurna havası var, ismi başka olsa da onlarda da var” diyor.
Özgür Gürbüz / 5 Temmuz 2009
Düzenledikleri yarışmalarla dinleyicilerine kitap, konser bileti gibi ödüller vermelerine alıştığımız radyo istasyonlarından bu defa ilginç bir yarışma ve ödül haberi geldi. Ağırlıklı olarak halk müziğine yer veren ve 2004 yılında Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği tarafından “Yılın Türkü Radyosu” seçilen Yön Radyo, iki kişiyi bir haftalığına Çin’e gönderiyor. “Çin ve Ben” başlıklı kompozisyon yarışmasına katılan ve ilk ikiye girenler, Çin Uluslararası Radyosu (CRI) Türkçe Servisi ve Yön Radyo’nun konuğu olarak yedi günlük bir seyahat kazanıyor. İki günü yolda geçen seyahat, Tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına açık olan yarışmanın galipleri Çin’de iki büyük kenti ziyaret edecek. Yarışmaya katılmak için “ÇİN” yazıp 3834’e göndermek yetiyor.
Türküler İngilizce Sunuluyor
Başvuru süresi 22 Ağustos’ta bitecek olan yarışmayı düzenleyen Yön Radyo, uzun süredir saat gün ortası haberlerinde CRI Türkçe Servisi Haber Merkezi'ne bağlanarak Çin'den Türkçe haberler veriyor, her akşam da Çin Halk Cumhuriyeti Sincan-Uygur halk radyosuna bağlanarak Uygurca türküler dinletiyordu. Radyonun, haftada bir yayınlanan “Music Junction” adlı programında ise türküler İngilizce sunuluyor.
Davul-Zurna Havası Ortak
Yön Radyo Yönetim Kurulu Başkanı Yüksel Kılınç, ‘Neden Çin?’ sorumuza, “Yon Radyo turku ve haber radyosu. Dünyada ne olup bittiğini sadece Batı’dan değil, Doğu’dan da takip etmeye çalışıyoruz. Bu bağlamda Çin’in çekiciliğinin artmış olması da önemli” diyor. “Türkülerle bağlantılı birçok ülkeyle yayın işbirliğimiz oldu” diyen Kılınç, “Sincan-Uygur bölgesi kültürleri türkülerin dünyasında çok önemli yer tutuyor. Bizim türkülerin altyapısına oldukça yakın. Bizde davul zurna havası var, ismi başka olsa da onlarda da var” diyor.
Türkiye’den Honduras’a darbe karşıtı mesaj
Özgür Gürbüz / 3 Temmuz 2009
DİSK ve Türk-İş’e bağlı sendikalar tarafından İzmir’in Seferihisar İlçesi’nde yapılmakta olan Dünya Genç İşçi Buluşması’na katılan Latin Amerikalılardan devrik Cumhurbaşkanı Zelaya’ya destek geldi. Seferihisar’daki Tek Gıda-İş Tesisleri’nde bir açıklama yapan Latin Amerika’nın çeşitli sendika ve sosyal hareketlerinden gelen temsilciler, Honduras darbesine tamamen karşı çıktıklarını açıklayarak Cumhurbaşkanı Zelaya’nın göreve iade edilmesini istediler.
İspanyolca ve Türkçe yapılan açıklamada, “Şu anda Türkiye’de yapılmakta olan Dünya Genç İşçi buluşmasındaki kadın ve erkek işçiler ve sosyal hareket temsilcileri olarak biz Honduras Cumhurbaşkanı Jose Manuel Zelaya Rosales’e karşı ekonomiyi elinde tutan oligarşik güçlerce gerçekleştirilen faşist darbeye tamamen karşı çıktığımızı açıklıyoruz” denildi. Yapılan açıklamada darbeye karşı çıkan halka yapılan baskıların da bir an önce durdurulması ve devrik Cumhurbaşkanı Zelaya’nın görevinin iade edilmesi istendi ve dünyadaki tüm işçilerden destek talep edildi.
DİSK ve Türk-İş’e bağlı sendikalar tarafından İzmir’in Seferihisar İlçesi’nde yapılmakta olan Dünya Genç İşçi Buluşması’na katılan Latin Amerikalılardan devrik Cumhurbaşkanı Zelaya’ya destek geldi. Seferihisar’daki Tek Gıda-İş Tesisleri’nde bir açıklama yapan Latin Amerika’nın çeşitli sendika ve sosyal hareketlerinden gelen temsilciler, Honduras darbesine tamamen karşı çıktıklarını açıklayarak Cumhurbaşkanı Zelaya’nın göreve iade edilmesini istediler.
İspanyolca ve Türkçe yapılan açıklamada, “Şu anda Türkiye’de yapılmakta olan Dünya Genç İşçi buluşmasındaki kadın ve erkek işçiler ve sosyal hareket temsilcileri olarak biz Honduras Cumhurbaşkanı Jose Manuel Zelaya Rosales’e karşı ekonomiyi elinde tutan oligarşik güçlerce gerçekleştirilen faşist darbeye tamamen karşı çıktığımızı açıklıyoruz” denildi. Yapılan açıklamada darbeye karşı çıkan halka yapılan baskıların da bir an önce durdurulması ve devrik Cumhurbaşkanı Zelaya’nın görevinin iade edilmesi istendi ve dünyadaki tüm işçilerden destek talep edildi.
İstanbul 10 noktadan dinleniyor
Gürültü kirliliğiyle mücadele etmeye çalışan Çevre ve Orman Bakanlığı, 10 ayrı noktada sürekli gürültü kirliliği ölçümü yapıyor. 2008 yılında değişen yeni yönetmelik sonucu, nüfusu 250 binden yüksek yerlerin gürültü kirliliği haritası da çıkarılıyor.
Özgür Gürbüz-Gzt. Habertürk /30 Haziran 2009*
İstanbul Boğazı’nın her iki yakasında oturanlar özellikle yaz aylarında gece kulüplerinden yükselen gürültüden şikayet ediyor. Her yaz olduğu gibi, Çevre ve Orman Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait ekipler, 7 Mart 2008 tarihinde yürürlüğe giren Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi Yönetmeliği uyarınca denetlemelerini sıklaştırdı. Denizden yapılan ölçümlerin yanısıra Çevre Bakanlığı, belirlenen 10 merkezde sürekli ölçüm yapıyor. Tanınmış gece kulüplerinin yakınlarındaki bu merkezler sınır değerleri aşan işletmeleri tespit edip, cezai işlem uygulanmasını sağlıyor. 2009 yılı için belirlenen ceza miktarı 15 bin 531 TL. Suç tekrarlanırsa bu rakam önce 30, sonra 45 bine çıkıyor ve daha sonra mekana kapatma cezası veriliyor.
Arka plan gürültü seviyesi de ölçülüyor
Çevre ve Orman Bakanlığı yetkilileri, sınır değerlerin özellikle hafta sonları aşıldığını belirtiyor ve denetimlerini o tarihlerde sıklaştırıyor. Bakanlık, 7 Mart 2008 tarihli yönetmeliğe uygun olarak; konut, eğitim kurumları, otel, hastane gibi çok hassas kullanım alanları içinde veya bu alanlara yakın bir eğlence yerinden kaynaklanan arka plan gürültü seviyesinin 5 desibelden fazla olmasına izin vermiyor. Birden fazla eğlence yerinin bulunduğu alanlardan çevreye yayılan toplam gürültü seviyesinin, mevcut arka plan gürültü seviyesinin de 7-10 desibel aralığında tutulmasını istiyor. Bahçeli gazino, diskotek, lunapark, düğün salonları gibi eğlence yerlerinden gelen ses seviyesi de kaynağında 90 desibeli geçemiyor.
Gürültü haritaları çıkarılıyor
2008 yılında revize edilen Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi adlı yönetmelikle ilk planda nüfusu 250 binden fazla olan yerleşim yerlerinin gürültü haritası çıkarılıyor. Daha sonra ise nüfusu 100 bin üzeri kentlere aynı uygulama yapılacak. Gürültü haritaları için, bölgedeki araç trafiğinden, gürültü kaynağının yönüne kadar ciddi anlamda veri toplanması gerekiyor. Araç sayısı, araçların türü, gürültüye maruz kalan binalarda yaşayan insanların sayısı ve meteorolojik verilerin değerlendirilmesinden sonra bölgelerin ne kadar gürültülü olduğuna dair haritalar çıkarılacak.
*Orjinali
Özgür Gürbüz-Gzt. Habertürk /30 Haziran 2009*
İstanbul Boğazı’nın her iki yakasında oturanlar özellikle yaz aylarında gece kulüplerinden yükselen gürültüden şikayet ediyor. Her yaz olduğu gibi, Çevre ve Orman Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait ekipler, 7 Mart 2008 tarihinde yürürlüğe giren Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi Yönetmeliği uyarınca denetlemelerini sıklaştırdı. Denizden yapılan ölçümlerin yanısıra Çevre Bakanlığı, belirlenen 10 merkezde sürekli ölçüm yapıyor. Tanınmış gece kulüplerinin yakınlarındaki bu merkezler sınır değerleri aşan işletmeleri tespit edip, cezai işlem uygulanmasını sağlıyor. 2009 yılı için belirlenen ceza miktarı 15 bin 531 TL. Suç tekrarlanırsa bu rakam önce 30, sonra 45 bine çıkıyor ve daha sonra mekana kapatma cezası veriliyor.
Arka plan gürültü seviyesi de ölçülüyor
Çevre ve Orman Bakanlığı yetkilileri, sınır değerlerin özellikle hafta sonları aşıldığını belirtiyor ve denetimlerini o tarihlerde sıklaştırıyor. Bakanlık, 7 Mart 2008 tarihli yönetmeliğe uygun olarak; konut, eğitim kurumları, otel, hastane gibi çok hassas kullanım alanları içinde veya bu alanlara yakın bir eğlence yerinden kaynaklanan arka plan gürültü seviyesinin 5 desibelden fazla olmasına izin vermiyor. Birden fazla eğlence yerinin bulunduğu alanlardan çevreye yayılan toplam gürültü seviyesinin, mevcut arka plan gürültü seviyesinin de 7-10 desibel aralığında tutulmasını istiyor. Bahçeli gazino, diskotek, lunapark, düğün salonları gibi eğlence yerlerinden gelen ses seviyesi de kaynağında 90 desibeli geçemiyor.
Gürültü haritaları çıkarılıyor
2008 yılında revize edilen Çevresel Gürültünün Değerlendirilmesi ve Yönetimi adlı yönetmelikle ilk planda nüfusu 250 binden fazla olan yerleşim yerlerinin gürültü haritası çıkarılıyor. Daha sonra ise nüfusu 100 bin üzeri kentlere aynı uygulama yapılacak. Gürültü haritaları için, bölgedeki araç trafiğinden, gürültü kaynağının yönüne kadar ciddi anlamda veri toplanması gerekiyor. Araç sayısı, araçların türü, gürültüye maruz kalan binalarda yaşayan insanların sayısı ve meteorolojik verilerin değerlendirilmesinden sonra bölgelerin ne kadar gürültülü olduğuna dair haritalar çıkarılacak.
*Orjinali
Böğürtlenli güneş paneli, su borusundan rüzgar türbini
Sabancı Üniversitesi Enerji Kulübü öğrencileri, eski su borusundan rüzgar türbini yaptı. Şimdiki projeleri olan prototip güneş hücresinde ise kimyasal boya yerine böğürtlen kullanacaklar.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/29 Haziran 2009 *
Sabancı Üniversitesi Enerji Kulübü üyeleri, teoride olduğu kadar pratikte de kendilerini geliştirmeye çalışıyor. Projeleri arasında küçük bir rüzgar türbini imalatı, güneş hücresi yapımı, enerjinin verimli kullanılmasına örnek teşkil etmesi için, “Kampüste Yeşil Bina” uygulaması gibi birçok örnekler var. Rüzgar türbini tamamlanmış durumda ve yaklaşık 20 adet “Led” ampulü yakacak kadar elektrik üretiyor. Türbinin kanatlarını, hazır olan kıvrımlarından faydalanmak için, kampüste buldukları su borusundan yapmışlar. Şimdi üzerlerinde çalıştıkları güneşten elektrik üreten ev yapımı fotovoltaik hücrede ise kimyasal boya yerine böğürtlen suyu kullanılacak. Böğürtlen, içinde güneş ışığını soğuran organik bir molekül olduğu için seçilmiş. Suyu sıkılacak 1 kg. böğürtlen buzluğa atılmış kullanılmayı bekliyor. Yarısını kullanıp, yarısını pasta yapacaklar. Kulüp öğrenciler bu projeyi, “Hem yenilenebilir hem de yenebilir enerji” olarak tanımlıyor.
‘Göster Enerjini’ fotoğraf yarışması
Projeler, prototip olsa da, birçoğu daha bölümünü bile seçmemiş genç öğrenciler için teoriden pratiğe geçmek için iyi bir fırsat yaratıyor. “Amacımız da bu” diyorlar, hep bir ağızdan. Malzeme Bilimi ve Mühendisliği bölümü, 4. sınıf öğrencisi Cem Akatay, “Üniversite, bireylerin kendini yetiştirdiği ve hayata hazırladığı bir yer. Enerji de önemi giderek artan bir konu. Biz bu konuya eğilmezsek kim eğilecekti? Amacımız aynı zamanda üniversitedeki arkadaşların ilgisini konuya çekebilmek ve bilgilendirmek” diyor. Yerleşkenin orta yerine konacak olan rüzgar türbini tam da bu amaca hizmet ediyor. Ürettiği elektrik enerjisiyle ampullerini yakarak, gece gündüz diğer öğrencileri, “Göster Enerjini” adlı fotoğraf yarışmasına katılmaya çağırıyor. Türkiye’deki tüm üniversite öğrencilerine açık olan ve GEO dergisi editörlerinin jüride yer alacağı bu yarışmada amaç, enerji krizi ve yenilenebilir enerji konularını anlatan en iyi fotoğrafı çekmek.
Yurtlarda 100 bin lira tasarruf potansiyeli
Çalıştıkları projeler sadece teknik konular değil. Bir yıllık geçmişi olan kulüp, okulda enerji tüketimine dikkat çekmek için 500 kişinin katıldığı bir anket yapmışlar. Öğrencilerin yüzde 75’i kampüste yapılacak bir enerji verimliliği kampanyasına katılmaya gönüllü olduğunu söylemiş. Kalan yüzde 25’i ise bunun zaman kaybı olduğunu. Malzeme Bilimi ve Mühendisliği 4. sınıf öğrencisi Ece Gülşen, “Yaptığımız hesaba göre, 2008 yılında 2 milyon 800 bin TL elektrik faturası ödeyen üniversitenin, yılda ortalama 100 bin lira tasarruf potansiyeli olduğunu hesapladık” diyor. Bu rakam daha çok öğrencilerin yurtlarda açık bıraktığı lambalar, şarjda bırakılan cep telefonu ve dizüstü bilgisayarlardan kaynaklanıyor. Mühendislik bölümüne yeni adımını atmış Emre Özfatura buradan, “Enerji üretmeye çalışıyoruz ama harcamalarımızı da kısmaya çalışmalıyız” sonucunun çıktığını söylüyor. Enerji Kulübü, aynı zamanda Üniversitelerarası Enerji Birliği (Collegiate Energy Association) adlı oluşumun da Türkiye’deki tek üyesi. Oxford, Cambridge ve Yale gibi tanınmış üniversitelerdeki diğer öğrencilerle ortak etkinlik ve bilgi alışverişinde bulunuyorlar. Sponsor bulabilirlerse uluslararası bir sempozyum da düzenlemek istiyorlar.
*Orjinal metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/29 Haziran 2009 *
Sabancı Üniversitesi Enerji Kulübü üyeleri, teoride olduğu kadar pratikte de kendilerini geliştirmeye çalışıyor. Projeleri arasında küçük bir rüzgar türbini imalatı, güneş hücresi yapımı, enerjinin verimli kullanılmasına örnek teşkil etmesi için, “Kampüste Yeşil Bina” uygulaması gibi birçok örnekler var. Rüzgar türbini tamamlanmış durumda ve yaklaşık 20 adet “Led” ampulü yakacak kadar elektrik üretiyor. Türbinin kanatlarını, hazır olan kıvrımlarından faydalanmak için, kampüste buldukları su borusundan yapmışlar. Şimdi üzerlerinde çalıştıkları güneşten elektrik üreten ev yapımı fotovoltaik hücrede ise kimyasal boya yerine böğürtlen suyu kullanılacak. Böğürtlen, içinde güneş ışığını soğuran organik bir molekül olduğu için seçilmiş. Suyu sıkılacak 1 kg. böğürtlen buzluğa atılmış kullanılmayı bekliyor. Yarısını kullanıp, yarısını pasta yapacaklar. Kulüp öğrenciler bu projeyi, “Hem yenilenebilir hem de yenebilir enerji” olarak tanımlıyor.
‘Göster Enerjini’ fotoğraf yarışması
Projeler, prototip olsa da, birçoğu daha bölümünü bile seçmemiş genç öğrenciler için teoriden pratiğe geçmek için iyi bir fırsat yaratıyor. “Amacımız da bu” diyorlar, hep bir ağızdan. Malzeme Bilimi ve Mühendisliği bölümü, 4. sınıf öğrencisi Cem Akatay, “Üniversite, bireylerin kendini yetiştirdiği ve hayata hazırladığı bir yer. Enerji de önemi giderek artan bir konu. Biz bu konuya eğilmezsek kim eğilecekti? Amacımız aynı zamanda üniversitedeki arkadaşların ilgisini konuya çekebilmek ve bilgilendirmek” diyor. Yerleşkenin orta yerine konacak olan rüzgar türbini tam da bu amaca hizmet ediyor. Ürettiği elektrik enerjisiyle ampullerini yakarak, gece gündüz diğer öğrencileri, “Göster Enerjini” adlı fotoğraf yarışmasına katılmaya çağırıyor. Türkiye’deki tüm üniversite öğrencilerine açık olan ve GEO dergisi editörlerinin jüride yer alacağı bu yarışmada amaç, enerji krizi ve yenilenebilir enerji konularını anlatan en iyi fotoğrafı çekmek.
Yurtlarda 100 bin lira tasarruf potansiyeli
Çalıştıkları projeler sadece teknik konular değil. Bir yıllık geçmişi olan kulüp, okulda enerji tüketimine dikkat çekmek için 500 kişinin katıldığı bir anket yapmışlar. Öğrencilerin yüzde 75’i kampüste yapılacak bir enerji verimliliği kampanyasına katılmaya gönüllü olduğunu söylemiş. Kalan yüzde 25’i ise bunun zaman kaybı olduğunu. Malzeme Bilimi ve Mühendisliği 4. sınıf öğrencisi Ece Gülşen, “Yaptığımız hesaba göre, 2008 yılında 2 milyon 800 bin TL elektrik faturası ödeyen üniversitenin, yılda ortalama 100 bin lira tasarruf potansiyeli olduğunu hesapladık” diyor. Bu rakam daha çok öğrencilerin yurtlarda açık bıraktığı lambalar, şarjda bırakılan cep telefonu ve dizüstü bilgisayarlardan kaynaklanıyor. Mühendislik bölümüne yeni adımını atmış Emre Özfatura buradan, “Enerji üretmeye çalışıyoruz ama harcamalarımızı da kısmaya çalışmalıyız” sonucunun çıktığını söylüyor. Enerji Kulübü, aynı zamanda Üniversitelerarası Enerji Birliği (Collegiate Energy Association) adlı oluşumun da Türkiye’deki tek üyesi. Oxford, Cambridge ve Yale gibi tanınmış üniversitelerdeki diğer öğrencilerle ortak etkinlik ve bilgi alışverişinde bulunuyorlar. Sponsor bulabilirlerse uluslararası bir sempozyum da düzenlemek istiyorlar.
*Orjinal metin
Gay Hakemden "Sarı Kart"
Eşcinsel olduğu öğrenilince hakemlik yapılmasına izin verilmeyen Halil İbrahim Dinçdağ, hakkını sonuna kadar arayacağını ve gerekirse AİHM ve UEFA’ya başvuracağını söylüyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 26 Haziran 2009
Trabzon bölgesi hakemi olarak 14 yıl görev yaptıktan sonra eşcinsel olduğu ortaya çıkan ve hakemlik vizesi alamayan Halil İbrahim Dinçdağ, hukuk mücadelesine hazırlanıyor. İstanbul’da düzenlenen Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transseksüel Onur Haftası kapsamında, "Yeşil Sahalarda Görmek İstemediğimiz Hareketler" adlı panele katılan Dinçdağ, Futbol Federasyonu ve Tahkim Kurulu'na yaptığı başvuruların sonucuna göre gerekirse konuyu mahkemeye ve UEFA'ya taşıyacağını söylüyor. Dinçdağ, Türkiye'deki mahkemelerde sonuç alamazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de başvuracak.
UEFA’ya şikayet edecek
Trabzon bölgesinde 14 yıl il hakemliği yapan Dinçdağ, profesyonel liglerde hakemlik yapmak için başvurmuş, askerlikle ilişkisi yoktur belgesi istenince, “askerlik yapamaz” raporunu İl Hakem Kurulu’na göndermişti. Merkez Hakem Kurulu’nun, “askerlikten muaf olanlar hakemlik yapamaz” kararına eşcinselliği sağlık sorunlarıyla aynı değerlendiriyorsunuz diyerek itiraz eden 33 yaşındaki hakem, Futbol Federasyonu ile yaptıkları yazışmaların medyaya sızmasıyla kamuoyunun gündemine gelmişti. Federasyonu, özel hayatını basına sızdırmakla suçlayan ve hukuki mücadeleye hazırlanan Dinçdağ, Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu’nu da hakemlik hakkını elinden almakla suçluyor ve başvurusuna yanıt verilmezse UEFA’ya gitmeye hazırlanıyor.
Dindar Ailem sahip çıktı
Panelde konuşan Dinçdağ, medyada yer alan haberlerden sonra kimliğini açıklamak zorunda kaldığını ve o an 32 yılını mezara gömdüğünü söylüyor. Dindar ve muhafazakar bir aileden geldiğini, iki kardeşinin de ilahiyat fakültesi mezunu, bir abisinin ise imam olduğunu anlatan Dinçdağ, “Şimdi daha güçlü bir şekilde direnmeye çalışıyorum. Ailemin vereceği tepki benim için çok önemliydi. Annemin televizyon programından sonra ağlayarak, ‘Yavrum, kim ne söylerse söylesin sen bizim evladımızsın. Biz seni biliyor, tanıyoruz’ demesi beni çok mutlu etti” dedi. Amacının bir insanın cinsel tercihinden dolayı işinden olmasını engellemek olduğunu söyleyen Dinçdağ, futbol hakemi değil de başka bir meslek sahibi olsaydı bu olayın gündeme dahi gelmeyeceğini söyledi.
***
Panelde destek: "Futbol Homofobik"
Halil İbrahim Dinçdağ ile aynı panelde konuşan spor yazarı Bağış Erten, “Futbolda homofobik bir dalga var. Futbolun kullandığı dil son derece hoyrat, son derece şoven ögeler içeriyor. Dünyanın her yerinde suç olabilecek sözleri stadlarda söyleyebiliyorsunuz. Eşcinselleri bırakın kadınları bile reddebiliyor. Futbol maçodur, bunu nasıl kırabileceğimizi tartışmalıyız” dedi. Futbolun hayata dair söylediği şeyler olduğundan bahseden Erten, “İşçiler sendika kursun derseniz, size solcu derler. Futbolcular sendika kursun derseniz, herkes olsun der” diyerek günlük hayatta tabu olan bazı konuların futbol söz konusu olduğunda kabul edilir olduğunu söyledi. Dinçdağ’ın mücadelesini hayranlıkla izlediğini de sözlerine ekledi.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 26 Haziran 2009
Trabzon bölgesi hakemi olarak 14 yıl görev yaptıktan sonra eşcinsel olduğu ortaya çıkan ve hakemlik vizesi alamayan Halil İbrahim Dinçdağ, hukuk mücadelesine hazırlanıyor. İstanbul’da düzenlenen Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti, Transseksüel Onur Haftası kapsamında, "Yeşil Sahalarda Görmek İstemediğimiz Hareketler" adlı panele katılan Dinçdağ, Futbol Federasyonu ve Tahkim Kurulu'na yaptığı başvuruların sonucuna göre gerekirse konuyu mahkemeye ve UEFA'ya taşıyacağını söylüyor. Dinçdağ, Türkiye'deki mahkemelerde sonuç alamazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de başvuracak.
UEFA’ya şikayet edecek
Trabzon bölgesinde 14 yıl il hakemliği yapan Dinçdağ, profesyonel liglerde hakemlik yapmak için başvurmuş, askerlikle ilişkisi yoktur belgesi istenince, “askerlik yapamaz” raporunu İl Hakem Kurulu’na göndermişti. Merkez Hakem Kurulu’nun, “askerlikten muaf olanlar hakemlik yapamaz” kararına eşcinselliği sağlık sorunlarıyla aynı değerlendiriyorsunuz diyerek itiraz eden 33 yaşındaki hakem, Futbol Federasyonu ile yaptıkları yazışmaların medyaya sızmasıyla kamuoyunun gündemine gelmişti. Federasyonu, özel hayatını basına sızdırmakla suçlayan ve hukuki mücadeleye hazırlanan Dinçdağ, Türkiye Futbol Federasyonu Tahkim Kurulu’nu da hakemlik hakkını elinden almakla suçluyor ve başvurusuna yanıt verilmezse UEFA’ya gitmeye hazırlanıyor.
Dindar Ailem sahip çıktı
Panelde konuşan Dinçdağ, medyada yer alan haberlerden sonra kimliğini açıklamak zorunda kaldığını ve o an 32 yılını mezara gömdüğünü söylüyor. Dindar ve muhafazakar bir aileden geldiğini, iki kardeşinin de ilahiyat fakültesi mezunu, bir abisinin ise imam olduğunu anlatan Dinçdağ, “Şimdi daha güçlü bir şekilde direnmeye çalışıyorum. Ailemin vereceği tepki benim için çok önemliydi. Annemin televizyon programından sonra ağlayarak, ‘Yavrum, kim ne söylerse söylesin sen bizim evladımızsın. Biz seni biliyor, tanıyoruz’ demesi beni çok mutlu etti” dedi. Amacının bir insanın cinsel tercihinden dolayı işinden olmasını engellemek olduğunu söyleyen Dinçdağ, futbol hakemi değil de başka bir meslek sahibi olsaydı bu olayın gündeme dahi gelmeyeceğini söyledi.
***
Panelde destek: "Futbol Homofobik"
Halil İbrahim Dinçdağ ile aynı panelde konuşan spor yazarı Bağış Erten, “Futbolda homofobik bir dalga var. Futbolun kullandığı dil son derece hoyrat, son derece şoven ögeler içeriyor. Dünyanın her yerinde suç olabilecek sözleri stadlarda söyleyebiliyorsunuz. Eşcinselleri bırakın kadınları bile reddebiliyor. Futbol maçodur, bunu nasıl kırabileceğimizi tartışmalıyız” dedi. Futbolun hayata dair söylediği şeyler olduğundan bahseden Erten, “İşçiler sendika kursun derseniz, size solcu derler. Futbolcular sendika kursun derseniz, herkes olsun der” diyerek günlük hayatta tabu olan bazı konuların futbol söz konusu olduğunda kabul edilir olduğunu söyledi. Dinçdağ’ın mücadelesini hayranlıkla izlediğini de sözlerine ekledi.
Avrupa’nın meydanı “güneş”i arkasına aldı
İstanbul Merter’de kurulacak olan Meydan alışveriş merkezi ısıtma ve soğutmasını güneş enerjisiyle yapacak. Üstü açık olan meydanın yarı şeffaf çatısı yağmurlu ve soğuk havalarda kapanabilecek.
Özgür Gürbüz / 23 Haziran 2009
Artan enerji maliyetleri ve çevre kaygısı alışveriş merkezlerini de değiştiriyor. Metro Grup, tarafından Merter’de yapımı sürdürülen alışveriş merkezinin ısıtma ve soğutması güneş enerjisinden sağlanacak. “Meydan” projelerinin ikincisi olan İstanbul'un Avrupa yakasındaki Merter’deki proje, çatıda kurulan güneş panelleri, suyu güneş enerjisiyle ısıtarak kış aylarında ısınma, yazın ise ısınan suyu soğutma makinelerine göndererek mağazaların serinlemesini sağlayacak. Bu sayede 50 mağaza ve retoranın bulunduğu merkez yılda 770 bin kilovatsaate eşdeğer enerji üretecek, 308 ton karbondioksitin atmosfere bırakılmasını engelleyerek küresel ısınmaya katkısını azaltacak. Metro Grup Emlak Yönetim Şirlketi Genel Müdürü Gündüz Bayer, güneş enerjisi sayesinde yapılan tasarrufun mağaza sahiplerine yansıtılacağını ve enerji maliyetlerinde azalma sağlanacağını dikkat çekiyor.
Antalya’daki mağazalarında da güneş enerjisiyle soğutma gerçekleştirdiklerini belirten Bayer, projenin sosyal sorumluluk projesinden öte ekonomik olduğuna dikkat çekiyor ve “Güneş enerjisi ucuz olmasa yapmazdık” diyor. Meydan Merter Alışveriş Merkezi, Güngören-Bağcılar tramvay hattı ile Güven mahallesi arasında kalıyor. Alışveriş Merkezi’nin mahalleye açılan kapısının 24 saat açık olacağını ve tramvay hattına bağlantı sağlayacağını belirten yetkililer, Meydan’ın planını bölge halkının isteklerine göre hazırladıklarını söylüyor. Merter Meydanı’n önündeki geniş bir alan da yine içinde ufak bir göleti olan, kaykay pisti bulunan bir parka ev sahipliği yapacak. 6 Ağustos’ta açılması planlanan, 50 milyon avroya mal olan alışveriş merkezinde 1320 araç kapasiteli bir otopark da bulunuyor. Daha önceki Meydan projesi olan Meydan Ümraniye de ısınma ve soğutma için ısı pompalarından yararlanıyor.
***
“Mahallenin bir parçası olmasını istiyoruz”
Gündüz Bayer
Metro Grup Emlak Yönetim Şirketi Genel Müdürü
Meydan Merter, çevreyle daha çok entegre olmuş bir yer. Buranın, mahallenin bir parçası olmasını, insanların buluşabilecekleri bir mekan haline gelmesini istiyoruz. Yaptırdığımız anketlerde hep böyle bir sonuç çıkıyor. Alışveriş merkezine gelen insanlar daha ferah, gürültüsüz mekan tercih ettiklerini söylüyor. Yapay ışık sevmiyorlar. Ziyaretçiler sadece alışveriş merkezine gelmek istemiyor. Geldiklerinde bir takım başka sosyal faaliyetler bulup yanında alışveriş yapmak istiyor. Son 2-3 yılda yaşanan en büyük değişiklik bu. Bundan sonraki alışveriş merkezlerinin de böyle olması gerekiyor. Elimde bu konuda yapılmış bir çalışma yok ama bence Ümraniye’nin açık alan olması oraya gelen insan sayısını arttırdı. Bir gün geliyor sadece yemek yiyor, bir gün sinemaya gidiyorlar. Bir başka gün de alışveriş yapıyorlar. Diğer alışveriş merkezlerinde ise sadece alışveriş seçeneği var.
Özgür Gürbüz / 23 Haziran 2009
Artan enerji maliyetleri ve çevre kaygısı alışveriş merkezlerini de değiştiriyor. Metro Grup, tarafından Merter’de yapımı sürdürülen alışveriş merkezinin ısıtma ve soğutması güneş enerjisinden sağlanacak. “Meydan” projelerinin ikincisi olan İstanbul'un Avrupa yakasındaki Merter’deki proje, çatıda kurulan güneş panelleri, suyu güneş enerjisiyle ısıtarak kış aylarında ısınma, yazın ise ısınan suyu soğutma makinelerine göndererek mağazaların serinlemesini sağlayacak. Bu sayede 50 mağaza ve retoranın bulunduğu merkez yılda 770 bin kilovatsaate eşdeğer enerji üretecek, 308 ton karbondioksitin atmosfere bırakılmasını engelleyerek küresel ısınmaya katkısını azaltacak. Metro Grup Emlak Yönetim Şirlketi Genel Müdürü Gündüz Bayer, güneş enerjisi sayesinde yapılan tasarrufun mağaza sahiplerine yansıtılacağını ve enerji maliyetlerinde azalma sağlanacağını dikkat çekiyor.
Antalya’daki mağazalarında da güneş enerjisiyle soğutma gerçekleştirdiklerini belirten Bayer, projenin sosyal sorumluluk projesinden öte ekonomik olduğuna dikkat çekiyor ve “Güneş enerjisi ucuz olmasa yapmazdık” diyor. Meydan Merter Alışveriş Merkezi, Güngören-Bağcılar tramvay hattı ile Güven mahallesi arasında kalıyor. Alışveriş Merkezi’nin mahalleye açılan kapısının 24 saat açık olacağını ve tramvay hattına bağlantı sağlayacağını belirten yetkililer, Meydan’ın planını bölge halkının isteklerine göre hazırladıklarını söylüyor. Merter Meydanı’n önündeki geniş bir alan da yine içinde ufak bir göleti olan, kaykay pisti bulunan bir parka ev sahipliği yapacak. 6 Ağustos’ta açılması planlanan, 50 milyon avroya mal olan alışveriş merkezinde 1320 araç kapasiteli bir otopark da bulunuyor. Daha önceki Meydan projesi olan Meydan Ümraniye de ısınma ve soğutma için ısı pompalarından yararlanıyor.
***
“Mahallenin bir parçası olmasını istiyoruz”
Gündüz Bayer
Metro Grup Emlak Yönetim Şirketi Genel Müdürü
Meydan Merter, çevreyle daha çok entegre olmuş bir yer. Buranın, mahallenin bir parçası olmasını, insanların buluşabilecekleri bir mekan haline gelmesini istiyoruz. Yaptırdığımız anketlerde hep böyle bir sonuç çıkıyor. Alışveriş merkezine gelen insanlar daha ferah, gürültüsüz mekan tercih ettiklerini söylüyor. Yapay ışık sevmiyorlar. Ziyaretçiler sadece alışveriş merkezine gelmek istemiyor. Geldiklerinde bir takım başka sosyal faaliyetler bulup yanında alışveriş yapmak istiyor. Son 2-3 yılda yaşanan en büyük değişiklik bu. Bundan sonraki alışveriş merkezlerinin de böyle olması gerekiyor. Elimde bu konuda yapılmış bir çalışma yok ama bence Ümraniye’nin açık alan olması oraya gelen insan sayısını arttırdı. Bir gün geliyor sadece yemek yiyor, bir gün sinemaya gidiyorlar. Bir başka gün de alışveriş yapıyorlar. Diğer alışveriş merkezlerinde ise sadece alışveriş seçeneği var.
Yenilenebilir Enerji Kanunu kime takıldı?
Yenilenebilir Enerji Kanunu’nda değişiklikler yapılması için Enerji Komisyonu Başkanı Soner Aksoy tarafından verilen teklif apar topar geri çekildi. Kulislerde, 2004 yılında ilk kez gündeme gelen Yenilenebilir Enerji Kanunu’nun bir yıl gecikmesine neden olan Ali Babacan’ın bu değişiklik teklifini de engellediği konuşuluyor. Aksoy ise kızgınlığını, “Hayret ediyorum” diyerek dile getiriyor.
Özgür Gürbüz / 19 Haziran 2009*
Yaklaşık 6 aydır üzerinde çalışılan ve 18 Haziran 2009 tarihinde TBMM’nin gündeminde 3. sırada yer alan Yenilenebilir Enerji kaynaklarıyla ilgili kanun aniden geri çekildi. TBMM, Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Başkanı, Adalet ve Kalkınma Partisi Kütahya Milletvekili Soner Aksoy tarafından bizzat hazırlanan kanun teklifi, rüzgar, güneş, jeotermal ve biyokütle gibi enerji kaynaklarına uzun dönemli alım garantileri getiriyordu. Kulislerde, kanun teklifinin bizzat Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından engellendiği konuşuluyor. Teklifte bazı enerji kaynaklarına yüksek fiyat verildiği için Babacan’ın itiraz ettiği ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile konuşarak kanunun Meclis gündemine gelmesini engellediği söyleniyor. 2004 yılında ilk kez Türkiye’nin gündemine gelen Yenilenebilir Enerji ile ilgili kanuna da, o dönem Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapan Ali Babacan itiraz etmiş, kanun yaklaşık 1 yıl gecikmeyle daha zayıf olarak çıkmıştı. Babacan’ın işadamlarıyla yaptığı bir konuşmada kendilerine, “Amerika'da Shell ve BP gibi şirketlerin ve Amerikan Enerji Ajansı'nın başkanları ile görüştüm; yenilenebilir enerji gereksizdir, dediler” sözleri de uzun süre konuşulmuştu.
"Hayret ediyorum"
2005 yılında yasalaşan kanunla ilgili değişiklik önerisi veren Enerji Komisyonu Başkanı Soner Aksoy, kanunun neden geri çekildiğini bilmediğini ancak hayretler içerisinde olduğunu söylüyor. Aksoy, “Hayret ediyorum. Hiçbir bilgim yok. Neden geri çekildiğini bilmiyorum. ABD’de, Çin’de herkes yenilenebilir enerjinin peşinde koşuyor” açıklamasını yapıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantilerinin yüksek olmadığını söyleyen Aksoy, aylardır üzerinde çalıştıklarını, fizibilite çalışmalarını bizzat kendisinin de içerisinde bulunduğu bir grup tarafından yapıldığını belirtiyor. Değişiklik teklifine, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yanısıra muhalefet partilerinin de sıcak baktığı biliniyordu. Bazı eleştirileri olmakla birlikte, CHP ve MHP milletvekillerinin de Genel Kurul’da kanun değişikliğine evet oyu vermeye hazırlandıkları biliniyordu.
***
Değişiklik neler getiriyordu?
Söz konusu değişiklik tasarısı yasalaşsaydı, güneş, rüzgar, biyokütle ve jeotermal gibi yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına 10 ila 20 yıl arasında alım garantisi getirecekti. 2005 yılında kanunlaşan metinde fazla destek göremeyen güneş, biyokütle, dalga, jeotermal ve denizde kurulacak rüzgar santrallerinin bu değişiklikten en çok yararlanacak kaynaklar olması bekleniyordu. Değişiklik teklifinde, güneş panellerinden üretilecek elektrik için ilk 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 25 avro cent, ikinci 10 yılda da 20 avro cent ödenmesi planlanıyordu.
Verilen alım garantileri ve süreleri şöyle:
Enerji Türü - İlk 10 yıl için alım garantisi / İkinci 10 yıl için (Avro cent/kWs) Hidroelektrik 7 -
Karada rüzgar 8 -
Denizde rüzgar 12 -
Jeotermal 9 -
Güneş (fotovoltaik) 25 20
Güneş (yoğunlaştırılmış) 20 18
Biyokütle (çöp gazı dahil) 14 8
Dalga, akıntı, gel-git 16 -
*Bu haber 19 Haziran'da kaleme alındı, yayımlanmayınca e-gunluge 22 Haziran'da eklendi.
Özgür Gürbüz / 19 Haziran 2009*
Yaklaşık 6 aydır üzerinde çalışılan ve 18 Haziran 2009 tarihinde TBMM’nin gündeminde 3. sırada yer alan Yenilenebilir Enerji kaynaklarıyla ilgili kanun aniden geri çekildi. TBMM, Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu Başkanı, Adalet ve Kalkınma Partisi Kütahya Milletvekili Soner Aksoy tarafından bizzat hazırlanan kanun teklifi, rüzgar, güneş, jeotermal ve biyokütle gibi enerji kaynaklarına uzun dönemli alım garantileri getiriyordu. Kulislerde, kanun teklifinin bizzat Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan tarafından engellendiği konuşuluyor. Teklifte bazı enerji kaynaklarına yüksek fiyat verildiği için Babacan’ın itiraz ettiği ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile konuşarak kanunun Meclis gündemine gelmesini engellediği söyleniyor. 2004 yılında ilk kez Türkiye’nin gündemine gelen Yenilenebilir Enerji ile ilgili kanuna da, o dönem Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapan Ali Babacan itiraz etmiş, kanun yaklaşık 1 yıl gecikmeyle daha zayıf olarak çıkmıştı. Babacan’ın işadamlarıyla yaptığı bir konuşmada kendilerine, “Amerika'da Shell ve BP gibi şirketlerin ve Amerikan Enerji Ajansı'nın başkanları ile görüştüm; yenilenebilir enerji gereksizdir, dediler” sözleri de uzun süre konuşulmuştu.
"Hayret ediyorum"
2005 yılında yasalaşan kanunla ilgili değişiklik önerisi veren Enerji Komisyonu Başkanı Soner Aksoy, kanunun neden geri çekildiğini bilmediğini ancak hayretler içerisinde olduğunu söylüyor. Aksoy, “Hayret ediyorum. Hiçbir bilgim yok. Neden geri çekildiğini bilmiyorum. ABD’de, Çin’de herkes yenilenebilir enerjinin peşinde koşuyor” açıklamasını yapıyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantilerinin yüksek olmadığını söyleyen Aksoy, aylardır üzerinde çalıştıklarını, fizibilite çalışmalarını bizzat kendisinin de içerisinde bulunduğu bir grup tarafından yapıldığını belirtiyor. Değişiklik teklifine, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yanısıra muhalefet partilerinin de sıcak baktığı biliniyordu. Bazı eleştirileri olmakla birlikte, CHP ve MHP milletvekillerinin de Genel Kurul’da kanun değişikliğine evet oyu vermeye hazırlandıkları biliniyordu.
***
Değişiklik neler getiriyordu?
Söz konusu değişiklik tasarısı yasalaşsaydı, güneş, rüzgar, biyokütle ve jeotermal gibi yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarına 10 ila 20 yıl arasında alım garantisi getirecekti. 2005 yılında kanunlaşan metinde fazla destek göremeyen güneş, biyokütle, dalga, jeotermal ve denizde kurulacak rüzgar santrallerinin bu değişiklikten en çok yararlanacak kaynaklar olması bekleniyordu. Değişiklik teklifinde, güneş panellerinden üretilecek elektrik için ilk 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 25 avro cent, ikinci 10 yılda da 20 avro cent ödenmesi planlanıyordu.
Verilen alım garantileri ve süreleri şöyle:
Enerji Türü - İlk 10 yıl için alım garantisi / İkinci 10 yıl için (Avro cent/kWs) Hidroelektrik 7 -
Karada rüzgar 8 -
Denizde rüzgar 12 -
Jeotermal 9 -
Güneş (fotovoltaik) 25 20
Güneş (yoğunlaştırılmış) 20 18
Biyokütle (çöp gazı dahil) 14 8
Dalga, akıntı, gel-git 16 -
*Bu haber 19 Haziran'da kaleme alındı, yayımlanmayınca e-gunluge 22 Haziran'da eklendi.
“İsrail’de kuşlar, radarla tespit ediliyor”
Diyarbakır’a inmek istediği sırada kanadına çarpan bir kuş sonucu kumanda sistemi arızalanan ve ancak dördüncü denemesinde piste inebilen uçak, havaalanlarında kuşlara karşı ne gibi önlemler alındığı sorusunu da gündeme getirdi.
Özgür Gürbüz- Gazete Habertürk / 22 Haziran 2009
İstanbul’dan Diyarbakır’a giden Onur Air Havayolları’na ait Boeing 737-400 tipi uçağı, 14 Haziran akşamı kanadına kuş çarpması sonucu tehlike atlatmış ve piste dördüncü denemesinde inebilmişti. Yaşanan kaza, kuşlarla ilgili güvenlik tedbirlerinin yeterli olup olmadığı sorusunu akıllara getirdi. Kuş Araştırmaları Derneği (KAD) Tür Koruma ve İzleme Programı Sorumlusu İlker Özbahar, birçok kuşa ev sahipliği yapan Anadolu’da benzer bir olayın tekrar görülebileceğine değiniyor ve göç yolları üzerinde kalan havaalanlarında özel radarların kullanılması gerektiğini söylüyor. Ülkenin tamamı ana kuş göç yolları üzerinde yer alan İsrail’de kullanılan radarların beraber uçan 10-11 kuşu bile algılayabildiğini söyleyen Özbahar, İstanbul ve Hatay için özellikle bu radarların kullanılmasını öneriyor.
Hatay Riskli
Dernek olarak Hatay Havaalanı yapılırken çok uğraştıklarını, 10 yıllık süreç içerisinde halkla da karşı karşıya kaldıklarını belirten Özbahar, “İstanbul ve Artvin üzerinden gelen iki ana kuş göç yolu Hatay’da birleşiyor. Havaalanı bu güzergahta kurulu. Motorlarla kuşlar karşı karşıya” diyor. Özbahar, havaalanlarından kuşları kaçırmak için kullanılan ses, yırtcı kuş barındırma gibi yöntemlerinde işe yaramadığına dikkat çekiyor.
Askeri uçuşlara Flamingo ayarı
Kuşlar üzerine araştırmaları olan bir başka dernek olan Doğa Derneği’nin Tür Sorumlusu Ferdi Akarsu da, Hatay başta olmak üzere İstanbul Atatürk, Isparta verotanın biraz dışında kalsa da Adana havaalanlarını riskli görüyor. Özellikle göç dönemlerinde düzenli kuş gözlemi yapılması gerektiğini belirten Akarsu, gerekirse uçuş saatlerinin bu döenmlerde yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Çiğli Askeri Üssü’nde yapılan çalışmalarda, flamingoların hassas oldukları üreme dönemlerinde askeri uçuşların bölgeden kaydırıldığını belirten Akarsu, “Bu konuda ulusal bir politika geliştirilmeli. Deprem gibi olduktan sonra değil, olmadan harekete geçilmeli” diyor. Kuşların, 10 bin yıldır aynı rotayı kullanarak göç ettiği düşünülürse, uzmanların uçak seferleri ve rotalarıyla ilgili önerilerine kulak asmakta fayda var.
Özgür Gürbüz- Gazete Habertürk / 22 Haziran 2009
İstanbul’dan Diyarbakır’a giden Onur Air Havayolları’na ait Boeing 737-400 tipi uçağı, 14 Haziran akşamı kanadına kuş çarpması sonucu tehlike atlatmış ve piste dördüncü denemesinde inebilmişti. Yaşanan kaza, kuşlarla ilgili güvenlik tedbirlerinin yeterli olup olmadığı sorusunu akıllara getirdi. Kuş Araştırmaları Derneği (KAD) Tür Koruma ve İzleme Programı Sorumlusu İlker Özbahar, birçok kuşa ev sahipliği yapan Anadolu’da benzer bir olayın tekrar görülebileceğine değiniyor ve göç yolları üzerinde kalan havaalanlarında özel radarların kullanılması gerektiğini söylüyor. Ülkenin tamamı ana kuş göç yolları üzerinde yer alan İsrail’de kullanılan radarların beraber uçan 10-11 kuşu bile algılayabildiğini söyleyen Özbahar, İstanbul ve Hatay için özellikle bu radarların kullanılmasını öneriyor.
Hatay Riskli
Dernek olarak Hatay Havaalanı yapılırken çok uğraştıklarını, 10 yıllık süreç içerisinde halkla da karşı karşıya kaldıklarını belirten Özbahar, “İstanbul ve Artvin üzerinden gelen iki ana kuş göç yolu Hatay’da birleşiyor. Havaalanı bu güzergahta kurulu. Motorlarla kuşlar karşı karşıya” diyor. Özbahar, havaalanlarından kuşları kaçırmak için kullanılan ses, yırtcı kuş barındırma gibi yöntemlerinde işe yaramadığına dikkat çekiyor.
Askeri uçuşlara Flamingo ayarı
Kuşlar üzerine araştırmaları olan bir başka dernek olan Doğa Derneği’nin Tür Sorumlusu Ferdi Akarsu da, Hatay başta olmak üzere İstanbul Atatürk, Isparta verotanın biraz dışında kalsa da Adana havaalanlarını riskli görüyor. Özellikle göç dönemlerinde düzenli kuş gözlemi yapılması gerektiğini belirten Akarsu, gerekirse uçuş saatlerinin bu döenmlerde yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Çiğli Askeri Üssü’nde yapılan çalışmalarda, flamingoların hassas oldukları üreme dönemlerinde askeri uçuşların bölgeden kaydırıldığını belirten Akarsu, “Bu konuda ulusal bir politika geliştirilmeli. Deprem gibi olduktan sonra değil, olmadan harekete geçilmeli” diyor. Kuşların, 10 bin yıldır aynı rotayı kullanarak göç ettiği düşünülürse, uzmanların uçak seferleri ve rotalarıyla ilgili önerilerine kulak asmakta fayda var.
Çevre Oskar’ı Bangladeş’li avukatın oldu
Çevre Oskar’ı Bangladeş’li avukatın oldu Bangladeş’te, sağlıksız koşullar ve denetimden yoksun yapılan gemi sökümüne karşı mücadele eden Avukat Rizwana Hasan, “Çevre Oskarı” olarak da adlandırılan Goldman Çevre Ödülü’ne layık görüldü.
Özgür Gürbüz
Dünyadaki eski gemilerin yarısı Bangladeş’te sökülüyor. Aralarında 14 yaşında işçilerin de olduğu tam 20 bin kişi her gün asbestosdan arseniğe kadar birçok toksik maddeyle karşı karşıya kalıyor. Çoğunun ne bu iş için uygun kıyafetleri ne de bir sağlık güvencesi var. 24 yaşında hukuk alanındaki yüksek lisansını bitirir bitirmez Bangladeş Çevreci Avukatlar Birliği’ne (BELA) kaydolan Rizwana Hasan, kısa sürede çevre sorunları denince akla gelen ilk isim oldu. Rizwana Hasan şimdi 40 yaşında ve ülke çapında 6 ofisi ve 60 çalışanı olan BELA’nın bir numaralı yöneticisi.
Zehirli Gemiler Sınırdışı
Hasan’a Asya bölgesinde Goldman Çevre Ödülü’nün kazandıran mücadelesi ise dünyadaki eski gemilerin yaklaşık üçte birinin söküldüğü Bangladeş’te, tehlikeli gemi sökümüne karşı sürdürdüğü uzun soluklu mücadele oldu. Hasan, gemi söküm işinde çalışan işçilerin koşullarının ve tersanelerden kaynaklı çevre sorunlarının önlenmesi için 2003 yılında hukuki bir mücadele başlattı. Bangladeş’e Uluslararası Basel Konvansiyonu’nda belirtildiği üzere, asbestos gibi toksik atıklarından arındırıldığını belirten sertifikası olmayan gemilerin girişinin yasaklanmasını istedi. 2006 Ocak ayında, bu kriterlere uymayan, “SS Norway” ve “Alfaship” adlı gemilerin girişinin engellenmesini istedi. Çevre Bakanlığı bu talebi kabul etti ve Rizwana Hasan önemli bir başarıya imza attı. Mart 2009’da ise Bangladeş Yüksek Mahkemesi, Rizwana’nın şikayetlerini dikkate alarak 36 gemi sökümü tersanesini koşullar iyileştirilmezse kapatacağı mesajını verdi. Bu karar, Bangladeş’in tarihinde tersanelerde çalışan işçiler lehine alınmış en ciddi karar olarak yorumlanıyor.
Sahilde Söküme Yasak İsteniyor
Uluslararası Gemi Sökümü STK Platformu sözcüsü Erdem Vardar, platformun yönetim kurulunda bulunan Hasan'ın çalışmalarının ödüllendirilmesinin, gemilerin çevreye duyarlı ve insan sağlığını gözetir şekilde sökülmesi için yaptığımız çalışmalarda kendilerine güç katacağını söylüyor. Vardar, “Rizwana Hasan, Bangladeş'te gemilerin sahillerde parçalanmasını ve ülkeye temizlenmeden girişini yasaklatmayı başardı. Dünyadaki gemilerin neredeyse tamamının sahillerde ilkel şekilde parçalanması ve bu şekilde çevrenin en tehlikeli maddelerle kirletilmesi ve işçilerin yok pahasına ölmesi kabul edilemez bir durum” diyor. Platform, “Uluslararası Denizcilik Örgütü’nden Mayıs ayında, Hong Kong'ta yapacağı toplantıda tüm dünyada gemilerin sahillerde parçalanmasını yasaklamasını umuyor.
***
Sökülen gemi sayısında artış var 2009'un ilk üç ayında dünyada 272 gemi söküme yollandı. 2007 yılının tümünde bu rakam sadece 288’di. Ekonomik kriz nedeniyle azalan ticaret hacmi, eski gemilerin boş bekletilmek yerine sökülmeye gönderilmesine neden oluyor.
***
2009'da gemilerin yüzde 51'i Hindistan'da, yüzde 29'u Bangladeş'te söküldü. Bu ülkeleri sırasıyla Pakistan, Çin ve yüzde 2’yle Türkiye izledi.
***
Bangladeş'te sadece 2009 yılında 7 işçi, iş kazalarında yaşamını yitirdi. Bu ölümler Bangladeş'te de, Tuzla tersanelerindeki ölümlere duyulan kamuoyu tepkisine benzer bir tepkiyle karşılanıyor.
2009 Goldman Çevre Ödülleri’ni kazana diğer çevreciler
Marc Ona Essangui – Gabon Kongo yağmur ormanlarında orman katliamlarını engellediği ve madenlere karşı mücadele ettiği için. Olga Speranskaya – Rusya Eski Sovyetler Birliği ülkelerinde kalan toksik atıkları bulma ve yoketme konusundaki çabalarından ötürü. Yuyun Ismawati – Endenozya Fakir kent halkına sürdürülebilir atık yönetimini çözümleri ürettiği için. Maria Gunnoe – Amerika Appalachia’daki yüzey madenlerine karşı verdiği mücadele nedeniyle. Wanze Eduards ve Hugo Jabini – Surinam Yerli kabilelerin geleneksel topraklarını koruma haklarını kazanmaları için çalıştılar.
Özgür Gürbüz
Dünyadaki eski gemilerin yarısı Bangladeş’te sökülüyor. Aralarında 14 yaşında işçilerin de olduğu tam 20 bin kişi her gün asbestosdan arseniğe kadar birçok toksik maddeyle karşı karşıya kalıyor. Çoğunun ne bu iş için uygun kıyafetleri ne de bir sağlık güvencesi var. 24 yaşında hukuk alanındaki yüksek lisansını bitirir bitirmez Bangladeş Çevreci Avukatlar Birliği’ne (BELA) kaydolan Rizwana Hasan, kısa sürede çevre sorunları denince akla gelen ilk isim oldu. Rizwana Hasan şimdi 40 yaşında ve ülke çapında 6 ofisi ve 60 çalışanı olan BELA’nın bir numaralı yöneticisi.
Zehirli Gemiler Sınırdışı
Hasan’a Asya bölgesinde Goldman Çevre Ödülü’nün kazandıran mücadelesi ise dünyadaki eski gemilerin yaklaşık üçte birinin söküldüğü Bangladeş’te, tehlikeli gemi sökümüne karşı sürdürdüğü uzun soluklu mücadele oldu. Hasan, gemi söküm işinde çalışan işçilerin koşullarının ve tersanelerden kaynaklı çevre sorunlarının önlenmesi için 2003 yılında hukuki bir mücadele başlattı. Bangladeş’e Uluslararası Basel Konvansiyonu’nda belirtildiği üzere, asbestos gibi toksik atıklarından arındırıldığını belirten sertifikası olmayan gemilerin girişinin yasaklanmasını istedi. 2006 Ocak ayında, bu kriterlere uymayan, “SS Norway” ve “Alfaship” adlı gemilerin girişinin engellenmesini istedi. Çevre Bakanlığı bu talebi kabul etti ve Rizwana Hasan önemli bir başarıya imza attı. Mart 2009’da ise Bangladeş Yüksek Mahkemesi, Rizwana’nın şikayetlerini dikkate alarak 36 gemi sökümü tersanesini koşullar iyileştirilmezse kapatacağı mesajını verdi. Bu karar, Bangladeş’in tarihinde tersanelerde çalışan işçiler lehine alınmış en ciddi karar olarak yorumlanıyor.
Sahilde Söküme Yasak İsteniyor
Uluslararası Gemi Sökümü STK Platformu sözcüsü Erdem Vardar, platformun yönetim kurulunda bulunan Hasan'ın çalışmalarının ödüllendirilmesinin, gemilerin çevreye duyarlı ve insan sağlığını gözetir şekilde sökülmesi için yaptığımız çalışmalarda kendilerine güç katacağını söylüyor. Vardar, “Rizwana Hasan, Bangladeş'te gemilerin sahillerde parçalanmasını ve ülkeye temizlenmeden girişini yasaklatmayı başardı. Dünyadaki gemilerin neredeyse tamamının sahillerde ilkel şekilde parçalanması ve bu şekilde çevrenin en tehlikeli maddelerle kirletilmesi ve işçilerin yok pahasına ölmesi kabul edilemez bir durum” diyor. Platform, “Uluslararası Denizcilik Örgütü’nden Mayıs ayında, Hong Kong'ta yapacağı toplantıda tüm dünyada gemilerin sahillerde parçalanmasını yasaklamasını umuyor.
***
Sökülen gemi sayısında artış var 2009'un ilk üç ayında dünyada 272 gemi söküme yollandı. 2007 yılının tümünde bu rakam sadece 288’di. Ekonomik kriz nedeniyle azalan ticaret hacmi, eski gemilerin boş bekletilmek yerine sökülmeye gönderilmesine neden oluyor.
***
2009'da gemilerin yüzde 51'i Hindistan'da, yüzde 29'u Bangladeş'te söküldü. Bu ülkeleri sırasıyla Pakistan, Çin ve yüzde 2’yle Türkiye izledi.
***
Bangladeş'te sadece 2009 yılında 7 işçi, iş kazalarında yaşamını yitirdi. Bu ölümler Bangladeş'te de, Tuzla tersanelerindeki ölümlere duyulan kamuoyu tepkisine benzer bir tepkiyle karşılanıyor.
2009 Goldman Çevre Ödülleri’ni kazana diğer çevreciler
Marc Ona Essangui – Gabon Kongo yağmur ormanlarında orman katliamlarını engellediği ve madenlere karşı mücadele ettiği için. Olga Speranskaya – Rusya Eski Sovyetler Birliği ülkelerinde kalan toksik atıkları bulma ve yoketme konusundaki çabalarından ötürü. Yuyun Ismawati – Endenozya Fakir kent halkına sürdürülebilir atık yönetimini çözümleri ürettiği için. Maria Gunnoe – Amerika Appalachia’daki yüzey madenlerine karşı verdiği mücadele nedeniyle. Wanze Eduards ve Hugo Jabini – Surinam Yerli kabilelerin geleneksel topraklarını koruma haklarını kazanmaları için çalıştılar.
Atık yağları denize döken mavi bayraklı oteller var
2001 yılından bu yana atık yağları toplayarak biyodizel üreten Mustafa Ezici, Meclis’te bekleyen yenilenebilir enerjiyle ilgili yasa kabul edilirse atık yağlardan elektrik üretmeye de hazırlanıyor. Biyodizelcilerin en büyük sorunu ise denetim yetersizliği yüzünden atık yağları toplayamamak.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 19 Haziran 2009
Türkiye’de yılda 1,5 milyon ton bitkisel yağ tüketiliyor. Her yıl 350 bin ton atık yağ çıkıyor. Yasal düzenlemelere rağmen 350 bin ton atığın sadece 6 bin 300 tonu geri toplanabiliyor. Geri kalan 340 bin tonun üzerindeki kullanılmış yağlar, lavabolardan kanalizasyona ve dolayısıyla denize dökülüyor. Türkiye çapında dokuz firma, atık yağları toplamak için bakanlıktan lisans almış ve yatırım yapmış durumda ancak çevre bilincinin zayıf olması ve denetim eksikliği yatırımcıları kara kara düşündürüyor. Sektörün öncülerinden Ezici Biyodizel’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Ezici, 14 milyon TL’lik yatırım yaptığını ancak 60 araç ve 90 kişiden oluşan filoya rağmen ayda toplayabildikleri atık miktarının 350 tonda kaldığından yakınıyor. Ayda 5 bin ton atık toplayabilecek kapasiteye sahip olduklarını söyleyen Ezici, “Denizler kirlendiğinde milyonlar harcasanız da temizleyemezsiniz. Antalya’da mavi bayraklı oteller gece atık yağları denize bırakıyor. Sadece İstanbul’da bizle anlaşması olan 6 bin 600 işletme var ama 1800’ünden yağ toplayamıyoruz. Yasal düzenleme var ama denetimler yetersiz kalıyor” diyor.
250 yataklı otelden 50 kilogram yağ
Antalya’da 250 yataklı iki otelin birinden haftada 1 ton diğerinden 50 kilogram atık yağ topladıklarını anlatan Ezici, aradaki farkın denize gittiğine ve bunun da büyük çevre sorunları yarattığına dikkat çekiyor. Atık yağ toplayan firmalar, topladıkları yağ için ücret almıyor ancak denetim olmayınca herkes yağları lavaboya dökmeyi tercih ediyor. Mustafa Ezici, “Türkiye’de 17,5 milyon hane var. Buralardaki yağlar da toplanmıyor. Halbuki, 444 28 45 numaralı “Alo Atık” hattını kurduk. Özellikle İstanbul’da evinde 5 litre atık yağ biriktirenlerin kapısına kadar gelip alıyoruz ama bu rakam günde 10 evi geçmiyor” diye yakınıyor.
Atık yağdan elektrik
TBMM’de gündemde olan Yenilenebilir Enerji Kanunu geçerse atık yağları yakarak elektrik elde edecek bir tesis de kurmaya hazırlanan Ezici, 3,8 megavat kurulu gücündeki santral sayesinde 20 bin kişinin elektriğini karşılamayı, çıkan buharla da Dilovası Organize Sanayi’deki işyerlerinin ısıtmasını sağlamayı planlıyor. Tüm bu planların gerçekleşmesi, denetimlerin arttırılmasına ve insanların çevre için evlerinde kullandıkları yağları bir şişede toplamasına bağlı.
***
Yıllara göre Türkiye’de toplanan atık yağ miktarı (Ton)
YIL Miktar
2005 1858
2006 1700
2007 2852
2008 6300
Çevre için biraz fedakarlık yapın!
Evinizde kullandığınız yağları herhangi bir şişede toplamanız ve 5 litre olunca “Alo Atık” hattı, 444 28 45’i aramanız yeterli.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 19 Haziran 2009
Türkiye’de yılda 1,5 milyon ton bitkisel yağ tüketiliyor. Her yıl 350 bin ton atık yağ çıkıyor. Yasal düzenlemelere rağmen 350 bin ton atığın sadece 6 bin 300 tonu geri toplanabiliyor. Geri kalan 340 bin tonun üzerindeki kullanılmış yağlar, lavabolardan kanalizasyona ve dolayısıyla denize dökülüyor. Türkiye çapında dokuz firma, atık yağları toplamak için bakanlıktan lisans almış ve yatırım yapmış durumda ancak çevre bilincinin zayıf olması ve denetim eksikliği yatırımcıları kara kara düşündürüyor. Sektörün öncülerinden Ezici Biyodizel’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Ezici, 14 milyon TL’lik yatırım yaptığını ancak 60 araç ve 90 kişiden oluşan filoya rağmen ayda toplayabildikleri atık miktarının 350 tonda kaldığından yakınıyor. Ayda 5 bin ton atık toplayabilecek kapasiteye sahip olduklarını söyleyen Ezici, “Denizler kirlendiğinde milyonlar harcasanız da temizleyemezsiniz. Antalya’da mavi bayraklı oteller gece atık yağları denize bırakıyor. Sadece İstanbul’da bizle anlaşması olan 6 bin 600 işletme var ama 1800’ünden yağ toplayamıyoruz. Yasal düzenleme var ama denetimler yetersiz kalıyor” diyor.
250 yataklı otelden 50 kilogram yağ
Antalya’da 250 yataklı iki otelin birinden haftada 1 ton diğerinden 50 kilogram atık yağ topladıklarını anlatan Ezici, aradaki farkın denize gittiğine ve bunun da büyük çevre sorunları yarattığına dikkat çekiyor. Atık yağ toplayan firmalar, topladıkları yağ için ücret almıyor ancak denetim olmayınca herkes yağları lavaboya dökmeyi tercih ediyor. Mustafa Ezici, “Türkiye’de 17,5 milyon hane var. Buralardaki yağlar da toplanmıyor. Halbuki, 444 28 45 numaralı “Alo Atık” hattını kurduk. Özellikle İstanbul’da evinde 5 litre atık yağ biriktirenlerin kapısına kadar gelip alıyoruz ama bu rakam günde 10 evi geçmiyor” diye yakınıyor.
Atık yağdan elektrik
TBMM’de gündemde olan Yenilenebilir Enerji Kanunu geçerse atık yağları yakarak elektrik elde edecek bir tesis de kurmaya hazırlanan Ezici, 3,8 megavat kurulu gücündeki santral sayesinde 20 bin kişinin elektriğini karşılamayı, çıkan buharla da Dilovası Organize Sanayi’deki işyerlerinin ısıtmasını sağlamayı planlıyor. Tüm bu planların gerçekleşmesi, denetimlerin arttırılmasına ve insanların çevre için evlerinde kullandıkları yağları bir şişede toplamasına bağlı.
***
Yıllara göre Türkiye’de toplanan atık yağ miktarı (Ton)
YIL Miktar
2005 1858
2006 1700
2007 2852
2008 6300
Çevre için biraz fedakarlık yapın!
Evinizde kullandığınız yağları herhangi bir şişede toplamanız ve 5 litre olunca “Alo Atık” hattı, 444 28 45’i aramanız yeterli.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)