COP 14 izlenimleri...

Polonya'nın Poznan kentinde iki haftadır süren BM, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 14. Taraflar toplantısı (COP 14) sona erdi. Polonya'nın Poznan kentinde yer alan toplantıyı ve on dördüncüsü yapılan iklim toplantılarını Türkiye'den izleyen tek gazeteci olarak elimden geldiğince gelişmeleri özetlemeye çalıştım. Polonya'dan da kısa bir bilgilendirme iletisini ilgili gruplara göndermiştim. Aşağıda, hiçbir yerde yayımlanmamış toplantı sonrası düşüncelerimi bulabilirsiniz. 13 Aralık 2008 tarihinde Yaşam Radyo'da, Ekotopya programında yaptığımız 40 dakikalık sohbetin yazıya dökülmüş hali bir anlamda...

Özgür Gürbüz / 14 Aralik 2008

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni temsilen, delegasyonun başında bulunan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Sayın Hasan Zuhuri Sarıkaya'nın da 12 Aralık Cuma günü genel kurulda yaptığı konuşmada belirttiği gibi; Türkiye, Kyoto sonrası süreçte yer almak istediğini açıkça söylüyor. Bu nedenle, süreç hakkında daha ciddi bilgilenmemiz gerektiği, sivil toplum örgütlerinden, siyasi partilerin tümüne kadar herkesin konuya ciddiyetle eğilmesi gerektiğini düşünüyorum.

2007 yılında gerçekleşen Bali'deki 13. toplantıda alınan kararlar uyarınca, Poznan'da, ağırlıklı olarak, gelecek yıl Kopenhag'ta gerçekleşecek olan COP 15'te son halini alması beklenen yeni anlaşma üzerinde tarafların birbirlerini sınamalarına tanık olduk diyebiliriz. Bildiğiniz gibi daha önceki toplantılarda Kyoto'ya taraf olmayı reddeden Bush yönetiminin engellemeleri yüzünden bir türlü yol alınamıyordu. Obama henüz görevi devralmadığı için ABD heyeti yine Bush'a yakın bürokratlardan oluşuyordu. Ancak bu defa görüşmeleri engellemek yerine adeta hiç karışmadan izlemeyi tercih ettiler. Kulislerde bu durumun Obama'nın verdiği direktifler yüzünden olduğu söyleniyor. Bildiğiniz gibi Obama, seçimlerden önce, ABD'nin iklim değişikliğini durdurma konusunda, hem uluslararası işbirliği yapacağı hem de ülke içerisinde ciddi çaba sarf edeceği sözünü vermişti. Hatta, bilim insanlarının mutlaka yapılması gerek dediği, küresel ısınmaya yol açan seragazlarını 2050 yılına kadar 1990 seviyesinin yüzde 80 altına çekilmesi önerisini de desteklediğini belirtmişti. Obama, tüm bu hedeflere ulaşmak için, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların getireceği yeni istihdam ekonomik kazanca güvendiğini de yine birkaç defa açıklamıştı. “Yeşil yakalılar” dediğimiz bu iş olanaklarını yaratmak için tam 150 milyar dolar ayrılacağını da yine seçim öncesi bizzat kendinden duymuştuk. Reklam gibi olacak ama bu konuyla ilgili bir yazıyı bu haftaki Aktüel dergisinde kısaca kaleme almaya çalıştım. Önümüzdeki perşembe (18 Aralık 2008) çıkacak sayıda ise Poznan izlenimlerini bulabilirsiniz.

Obama'nın bu sözlerini tutup tutmayacağını henüz bilmesek de, bu beklenti bir anlamda Poznan'daki görüşmeleri dondurmaya yetti. Şimdi herkes ABD'nin nasıl bir yol izleyeceğini bekliyor. (Toplantıda delegasyonun, perşembe günü yapılan yuvarlak masa toplantısında 2050'ye kadar yüzde 50 indirimden bahsettiğini de belirtelim). Görünen o ki, ABD bundan sonraki süreçte bu derece aktif olursa, biraz da ABD'yi bahane ederek muhalefet eden ülkelerin direnci kırılabilir ve Kopenhag'tan dünyayı rahatlacak bir karar çıkabilir. ABD'nin yokluğunda muhalefeti devralan Rusya, Japonya, Kanada ve Avustralya'nın tavrı değişebilir. Cuma günü, Brüksel'den geçen, ve toplantı sırasında birçok kişinin “geçmeyecek” endişesi taşıdığı yeni enerji paketi de bunun bir örneği sayılabilir. Paketin geçmesinin genelde iyi olduğunu söyleyenler de var, Avrupa Parlamentosu Yeşil Milletvekili Rebecca Harms gibi içinin boşaltıldığından şikayet edenler de... Paket, bildiğiniz gibi AB ülkelerinin 2020 yılına kadar enerjisinin (elektrik değil) yüzde 20'sini yenilenebilir kaynaklardan sağlamasını ve yine aynı yıla kadar AB'de seragazı emisyonlarını yüzde 20 azaltmasını öngörüyor.

Toplantıda konuşma yapan gelişmekte olan ülkeler ise özellikle adaptasyon fonları ve teknoloji transferi konusu üzerinde durdu. Poznan'dan çıkan 20 maddelik sonuç bildirgesi henüz içerik hakkında alınmş kritik kararlar içermiyor. İlgilenenler için COP 14 sonuçları http://unfccc.int/meetings/cop_14/items/4481.php
sayfasında bulunabilir. Meksika'nın önerdiği “Yeşil fon” projesi de çok sayıda ülkeden destek görüyor. Gelişmekte olan ülkeler, yükümlülük altına girmeden önce bu fonların miktarı ve türü konusunda bilgi sahibi olmak istiyor. G-77 ve Çin grubunun bu konudaki ısrarının oldukça fazla destek gördüğünü söylemek mümkün. Çin, Vietnam, Hindistan gibi ülkelerin, ulusal planlarını hazırladıklarını da belirtmekte fayda var. Türkiye'nin bu konularda çok geç kaldığını, hala Kyoto'yu imzalayıp imzalamamayı tartıştığını bilmek gerçekten üzücü. Aslında delegasyon da bunun farkında görünüyor ama Meclis'te bekleyen Kyoto ile ilgili yasa “gizli bir el” tarafından adeta engelleniyor. Halbuki, Türkiye'nin kendisine şu anda hiçbir yükümlülük getirmeyecek Kyoto Protokolü'nü biran önce imzalayıp müzakere sürecine dahil olması gerektiğini düşünüyorum. Bu işin kaçar tarafı olmadığı, kaldı ki, ortada bahsedilen geleceğin bizim geleceğimiz de olduğu sanki unutuluyor. Poznan'da çokça ve bence haklıca dile getirilen, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin Ek-1 ve Ek-2 listelerine göre değil de, yeniden belirlenecek kriterlere göre ayrımı konusu çok önemli ve Türkiye'nin bu konuda yumruğunu masaya vurması gerekiyor. Tabi, daha öncesinde masaya oturmanız; yumruğu uzaktan sallayınca masaya denk gelmiyor bir türlü...

Türkiye'nin Poznan'da yeniden Merkez Grubu (Central Group) hareketlendirmeye çalışması ve kendisine yakın durumda olan Hırvatistan ile bu grubu aktif hale getirmeye çalışması olumlu bir gelişme. Biraz zayıf da olsa, bu gruba lobi faaliyetleri için bir başlangıç gözüyle bakıyorum. Bu gruba şimdiden Bosna, Makedonya, Karadağ gibi ülkelerin katılmak istediklerini ilgili kişilerden duyduk. Bu bilgiyi de iletmeden geçmek istemiyorum.

Bir başka önemli konu ise emisyon ticareti. Tüm ülkeler bu mekanizmayı çalıştırmak için hareket halinde. AB'de biliyorsunuz halihazırda işleyen bir sistem var. Burada, AB ile ABD sistemlerinin birleştirilebileceği yönünde iş dünyasından gelen büyük bir iştahın olduğunu belirtmeliyim. Türkiye, bence hızlı bir şekilde kendi Emisyon Borsası'nı kurmalı. Öncelikle birkaç enerji yoğun sektörle işe başlanabilir; demir-çelik, çimento, kağıt ve otomotiv gibi dört sektörden oluşan borsa, ilk yıl bağlayıcı olmayan hedeflerle kendisini sınar daha sonra ise bağlayıcı hedeflerle yeşil yatırımlar için finansman yaratmaya başlar. İlerleyen yıllarda da bu sektörlere yenisi eklenebilir. Türkiye'nin sadece emisyon ticaretiyle değil, diğer tüm mekanizmalarla da kendisini tanıştıracak yeni yöntemler bulmasında yani antreman yapmaya başlamasında fayda var. Yoksa, soluğumuz kesilebilir.

Sanıyorum ana hatlarıyla özetleyebileceklerim, en azından teknik detaylara girmeden yapabilecğim özet sanırım bu kadar. İlerleyen günlerde süreçle ilgili gelişmeleri de takip edip yine sizleri bilgilendirmeyi umuyorum.

Devir, “Yeşil Yakalılar"ın Devri!

İklim değişikliğinden hormonlu domateslere, termik santrallerden ozon tabakasının delinmesine kadar hep kötü haberlerle andığımız çevre sorunları bu kez iyi haberlerle geliyor. Tüm bu çevre sorunlarını çözmek için ortaya çıkan seçenekler ekonomik krizin had safhada yaşandığı dünyaya iş, aş ve umut vadediyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 11-17 Aralık 2008

Alper Kalaycı bir makina mühendisi. Kendisi iklim değişikliğini durdurmak için bu ülkede her gün düzenli olarak mesai yapan 410 kişiden biri. Bir sivil toplum kuruluşunda çalışmıyor, bu işi gönüllü olarak da yapmıyor. Üstüne üstelik bu iş için para alıyor ve ülke ekonomisine para da kazandırıyor. Kendisi, rüzgar türbinlerine kanat üreten Türkiye'deki tek fabrikanın müdürü. Kalaycı, dünyadaki iki milyon 300 bin kişi gibi, son 20 yıla damgasını vuran enerji kaynaklı çevre sorunlarına, teknolojik çözümler üretmeye çalışıyor. Dünyada artık gezegeni kurtarmak için çalışanlara para ödeyen bir sektör var. Bu sektörde çalışan “yeşil yakalılar” da...

100 binden fazla kişi sektörden faydalanabilirTürkiye'de yenilenebilir enerji sektöründe kaç kişinin çalıştığı üzerine kesin bir rakam vermek oldukça zor. Potansiyelin yüksek olduğu ise su götürmez bir gerçek. Kalaycı, ortalama bir hesapla sadece rüzgar enerjisindeki potansiyelin 100 binleri bulabileceğini şöyle hesaplıyor: “Yılda 350 megavat (MW)kurulu güce sahip rüzgar türbinleri için kanat üretiminde 410 kişilik bir istihdam lazım. İşin projelendirme, kule imalatı, jeneratör imalatı, inşaat, montaj gibi kısımlarını da düşünürseniz 350 MW türbini üretmek ve devreye almak için en iyi ihtimalle 2 bin 500 kişilik bir ekip gerekli. Yılda 1.000 MW kurmak gibi bir hedefiniz olsa yaklaşık 7 bin 500 kişi, 3 bin MW kurmak isterseniz 20-25 bin kişi direkt olarak rüzgar enerjisi sektöründe çalışabilir. Hammadde, hizmet vs alacağınız firmaları ve bir kişinin de ortalama iki-üç kişiye baktığını düşünürseniz, 100 binden fazla kişi çok rahatlıkla sektörden faydalanabilir.” Türkiye'de şu ana kadar kurulan rüzgar çiftliklerinin 350 megavat civarında olduğu düşünülürse bu rakam çok gelebilir. Ancak, 2007 yılında İspanya'nın 3 bin 500, ABD'nin ise 5 bin 200 MW rüzgar gücü kurduğu hesaba katılırsa bu hesabın hiç de hafife alınacak bir tahmin olmadğı ortada.

Obama'dan yeşil yakalı işler için 150 milyar dolar
Bu tahminin yine de abartılı olduğunu düşünüyorsanız bir de Amerika'daki hesaplara bakmanızı öneririz. Amerika'da yenilenebilir enerji kaynakları olarak adlandırılan rüzgar, güneş, biyokütle ve jeotermal enerjiyle, enerji verimliliği, yalıtım gibi konularda çalışan sayısı 2006 sonunda 8,5 milyonu buldu. Bu “yeşil” sektörün cirosu ise 970 milyar dolar, bir başka deyişle, Wall-Mart, General Motors ve Exxon Mobil gibi dev Amerikan şirketlerin toplam cirosundan daha fazla. Yeşil iş alanlarından devletin kasasına aktaraılan vergi gelirleri ise 150 milyar dolar. Dahası da var. Amerika Güneş Enerjisi Grubu tarafından yaptırılan araştırmaya göre, temiz enerji kaynakları ve enerji verimliliğiyle ilgili sektörler ciddi destek görmeleri halinde 2030 yılında Amerika'da, fabrikadaki işçisinden muhasebecisine kadar toplam 40 milyon kişiye iş sağlama potansiyeline sahip. Beklenen destek görülmez, bugünkü teşvik mekanizmaları sürdürülürse bile bu rakam 16 milyonu geçecek. Bu işlerin hepsinin mühendis olduğunu da düşünmemek lazım. Montaj hattında çalışacak vasıfsız işçilerden, teknisyenlere ve şoförlere kadar her alanı kapsayan bir iş şansı var. Amerika'da bu potansiyeli raporlardan alıp gerçek yapmaya niyetli birileri de var. Barrack Obama, ABD'nin yeni ideri, seçim kampanyası sırasında tam 210 milyar doları inşaat ve çevre sektörüne ayıracağını söylemiş, bunun sadece 150 milyar dolarının “yeşil yakalı” istihdam yaratmak için kullanılacağını belirtmişti.

Yeşil iş olanakları denince akla ilk gelen rüzgar türbinleri ve güneş panelleri olsa da bu aslında madolyonun sadece bir yüzü. Hava kirliliğine yol açmayan, petrol yakmayan bisiklet imalatçıları ve tamircileri, organik tarımla uğraşan çiftçiler, sokaktaki kağıt toplayıcıları, su tasarrufu yapan malzeme satıcıları ve daha onlarcası sizi yeşil yakalı bir çalışan yapabilir. Amerika'nın Berkeley kenti tarafından yaptırılan araştırmaya göre bir işin “yeşil” sayılabilmesi için herşeyden önce size yaşanabilir bir ücret sağlaması gerekiyor. Ücretin dışında bazı getirilerinin bulunması ve işten yüksek oranda zevk almanız da olmazsa lmazlardan. Kısacası, sızlanarak gittiğiniz bir iş, ne kadar çevreci olursa olsun, yeşil bir iş sayılmıyor. Avrupa ve Amerika'da yeşil işler özellikle, suçlular, azınlıklar ve göçmenler için özendiriliyor ve onların bu işlerde uzmanlaşması için özel kurslar düzenleniyor. Sektörün ilerlemesi için de hükümet KDV indirimi ya da teşvikler veriyor. Bazı ülkeler de ise yeşil endüstrilerin gelişmesi zorunluluklar sayesinde oluyor. Geri dönüşüm ve yalıtım standartları, araçlara kapalı yollar (bisiklet ve toplu ulaşıma yönelttiği için), Kyoto hedefleri yeşil sektörün lehine çalışıyor. Sektörün kısa zamanda büyümesinin ardındaki gizli nedenin hükümetlerin politikaları olduğunu söylemek yanlış olmaz. Örneğin, çevre konusunda en cidi hedef ve cezalara sahip ülkelerden biri olan Almanya'da, yenilenebilir enerji sektöründe çalışan sayısı 2006'da 260 bin civarıyken bu rakamın 10 yıl sonra 500, 2030'da ise 700 bini geçmesi bekleniyor.

Türkiye, Avrupa'nın en iyi rüzgar ve güneş potansiyeline sahip ülkelerinden biri olması, yalıtımdan, geri dönüşüme daha işin başında yer alması nedeniyle yeşil yakalı işler konusunda ciddi bir potansiyele sahip. Bu sayede yaratılacak gelirin çözülmez gibi görünen çevre sorunlarının çözümünde kullanılması halinde ise Türkiye'yi güzel, yeşil günlerin beklediğini söylemek de mümkün.

***
“İşsizlikten, dış ticaret açığına kadar birçok soruna çözüm olabilir”Alper Kalaycı
AERO Rüzgar Endüstrisi A.Ş. Fabrika Müdürü

* Bu iş sizin ilk işiniz mi? Sizi bu sektöre iten nedenler neler?Rüzgar enerjisiyle ilgili ilk işimi Dokuz Eylül Üniversitesi'nde okurken buldum. Kobi ölçeğindeki bir firmada üç yıldan fazla, rüzgar ölçüm direkleri imalatı/montajı, küçük ölçekli rüzgar türbini imalatı/montajı gibi konularda çalıştım. Sektöre girmem ise aslında bir tesadüf. Yeni mezun bir mühendis olarak ilk iş hayatına atıldıktan hemen sonra, çalıştığım firma rüzgar ile ilgilenmeye başladı ve ben de herşeyi sıfırdan görme, öğrenme şansı buldum. 2001 yılından bu yana, AERO Rüzgar Endüstrisi A.Ş'nin İzmir'deki fabrikasında müdür olarak görev yapıyorum.
* Şu andaki üretim kapasiteniz ve rüzgar türbini imalatı sayesinde yarattığınız iş gücü hakkında bilgi verebilir misiniz?
Şu an yılda 350 MW gücünde türbin kanadı imal edebilece kapasiteye sahibiz. Yani neredeyse Türkiye'nin tüm rüzgar kurulu gücüne yakın. Bugün itibari ile 410 kişilik bir kadromuz var ve ben dahil toplam 14 mühendisimiz var. Genelde el emeğinin yoğun olduğu buna müteakip de çok kişinin çalıştığı bir sektör diyebiliriz. Hem istihdam krizine, hem dış ticaret açığına, hem küresel ısınmaya, hem karbon salımına, hem de enerji krizine çok güzel çözüm olabilir. Fakat yurtdışındaki örneklerdeki gibi desteklenmesi gereken bir sektör.
* Türkiye için yenilenebilir enerji kaynaklarının iş yaratma potansiyelini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün itibari ile ne yazık ki çok zayıf. Proje yapan firma sayısı çok az. Üretim de neredeyse yok denecek kadar az. Tam aksine rüzgar potansiyelimiz de çok fazla. Enercon'un daha geçen yıl Portekiz'de açılan fabrikası neredeyse 1000 kişiye istihdam sağladı ve büyümeye devam ediyorlar. Türkiye'de ise iç piyasanın belirsizliği nedeni ile büyümemiz sınırlı kalıyor ayrıca diğer üreticilerin de Türkiye'de yatırım yapma kararlarını etkiliyor.

***
Dünayada, yenilenebilir enerji sektöründe çalışan sayısı (tahmini)
Jeotermal 25.000
Küçük Hidro 39.000
Biyokütle 1.174.000
Güneş (su ısıtıcı) 624.000
Güneş (elektrik) 170.000
Rüzgar 300.000
Kaynak: Worldwatch, Aralık 2008

Doğalgaz Faturasına Kökten Çözüm: "Tutumlu Binalar"

Doğalgaz ve elektrikte üst üste gelen zamlar herkesi kara kara düşündürüyor. Havaların soğumasıyla ayyuka çıkan doğalgaz ve elektrik faturası korkusunun çözümü ise Türkiye'nin uzun zamandır ihmal ettiği bina yalıtımından ve enerjiyi verimli kullanan binalardan geçiyor.
Türkiye'deki 18 milyon konutun yüzde 92'si yalıtımsız ve bunun Türkiye'ye zararı yılda yedi milyar dolar. Buna rağmen, ODTÜ'deki örnek uygulamalar, TOKİ'nin İstanbul Kayabaşı konutlarında yalıtımlı binalardan oluşan toplu konut projesi gelecek için umut veriyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel
27 Kasım - 3 Aralık 2008

Ankara'daki Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na ait 50. Yıl Yetiştirme Yurdu'nun doğalgaz faturası 2006 yılında iki yıl öncesine göre tam 25 bin YTL azaldı. Küresel ısınmadan dolayı değil, başarılı bir yalıtım uygulamasından ötürü... Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE) ve İZODER, 2004 yılında önce kolları sıvadılar, sonra da dikkatlice seçilmiş yalıtım malzemeleriyle 1973'te yapılmış bu eski binanın duvarlarını. 2006 yılında, yurdun ısınması için harcanan doğalgaz miktarı tam yüzde 63 azaldı. Yalıtım için harcanan 93 bin YTL, devletin cebine her yıl 25 bin lira bırakmaya başladı. Bu akıllı hareket, ilk başta büyük gibi görünen 93 bin liranın yaklaşık dört yıl içerisinde geri kazanılmasını sağladı. Önümüzdeki yıldan sonra 50. Yıl Yetiştirme Yurdu, bir anlamda devlete para kazandırmaya başlayacak...

120 YTL'lik fatura 60'a iniyor
50. Yıl Yurdu, ne yazık ki Türkiye'de kötü yalıtımla inşa edilmiş tek bina değil. Türkiye'de yaklaşık 18 milyon konutun olduğu söyleniyor ve bunların yüzde 92'si yalıtımsız. Isı, Su, Ses ve Yangın Yalıtımcıları Derneği (İZODER) Genel Koordinatörü Ertuğrul Şen, bunun Türkiye'ye getirdiği mali külfetin yılda yedi milyar dolar civarında olduğunu söylüyor. Son dönemde petrol fiyatlarındaki gerilemeye rağmen, 2008 sonunda enerji ithalatının ederinin 50 milyar doları aşacağını belirten Şen, “Bu rakamın da en az yüzde 50'sini israf ediyoruz. Vatandaşın aile giderleri içerisinde yer alan en önemli faturalarından biri enerji. Bugün, hiç ödemiyorum diyen birinin ödediği rakam ayda 120-130 YTL. 120-130 metrekarelik binalar için bu rakam çok daha yukarılara, 300'e kadar çıkıyor. 100 metrekarelik eve 120 YTL fatura geliyorsa, yalıtımlı bir evde bu 60'a iniyor” diyor.
Bu rakamın daha aşağılara inmesi de mümkün. Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) tarafından Kızılay'ın Ar-Ge merkezi için tasarlanan 370 metrekarelik bina, kendi enerjisini kendi sağlayacak şekilde inşa ediliyor. Projeyi yürüten Mimarlık Araştırma Tasarım ve Proje Uygulama Merkezi (MAPTUM), daha önce de ODTÜ içinde üç katlı bir tutumlu bina inşa etmiş. Güneşten azami faydalanan, 10 cm'ye varan taş yünü bazlı yalıtımıyla üniversiteye oldukça az doğalgaz faturası çıkaran bir bina...
İnşaatı süren ikinci bina ise kendi enerjisini üretmeyi de planlıyor. Binanın kendi enerjisini üretmesindeki anahtar kelime aslında tasarruf. Güneş enerjisinden mümkün olduğunca fazla faydalanmak işin olmazsa olmazı. Örneğin binaların girişlerinin olduğu bölümlerin güneye bakması çok önemli. ODTÜ'deki diğer binaların aksine, MAPTUM tarafında yapılan bu iki bina güneye bakıyor. MAPTUM Enerji ve Çevre Danışmanı Arif Künar, şakayla karışık, ODTÜ içinde bir özeleştiri yaptıklarını söylüyor. Binada kullanılan tuğlalardan camlara kadar herşey özenle seçiliyor. Binanın güneye bakan tüm cephesi kalın bir tuğlayla örülü. Önünde de camdan bir sera var. Dışarıdan bakanlar serayı görecek. Seranın camla kaplı yüzeyi ısıyı içinde depoluyor. Duvarın üzerindeki menfezlerden (hava kanaları) istendiğinde bu sıcak hava binayı ısıtmak için içeri alınıyor. Yazın ise seradaki diğer menfezlerin de yardımıyla sıcak havanın dışarı atılması yine bu sera yoluyla yapılacak.

Isıtma ve soğutma topraktan
Binadaki bir başka özellik ise ısı pompaları. Su ya da benzeri bir sıvının depolandığı toprağın altında meterelerce yol alan borular, kışın ısıtma, yazın soğutma amaçlı kullanılacak. Benzer sistemler bugün alışveriş merkezlerinde de kullanılıyor. Künar, toprağın üç metre altında sıcaklığın 10 derecede sabit olmasından faydalanarak bu suyu pompalarla kışın ısıtma, yazın soğutma amaçlı kullanacaklarını söylüyor. Çatıya monte edilecek şeffaf fotovoltaik paneller ise hem ışığı kesmeyecek hem de elektrik üretecek. Böylece ısı pompalarının kullandığı elektrik enerjisi de buradan karşılanacak. Aydınlatma amaçlı çalışmalar ise led ampullerle desteklenecek. Bilindiği gibi Edison'un bulduğu 100 vatlık ampulün yaptığı işi 20 vatlık verimli ampuller yapabiliyor. Led'lerde ise aynı işi 2-3 vatlık bir ampulle yapmak mümkün.

Türkiye'nin bu konuda ne kadar geride kaldığı Almanya ile kaşılaştırılınca ortaya çıkıyor. Almanya'daki evlerde metrekare başına 30-70 watt enerji harcanırken, Türkiye'de bu rakam 300-350 watt'ı buluyor. “Bu korkunç bir şey” diyen Arif Künar'a göre Türkiye'nin kurtuluşu, 2009 yılında çıkması beklenen Bina-Enerji Performans Yönetmeliği'ne bağlı. Yeni binalarda uygulanması zorunlu olacak yönetmelik için uyarıda bulunan Künar, “Eski binalarda ev alınıp satılırken enerji performans şartnamesi istenecek. Ev satın alırken ya da kiralanırken evin sertifikasını isteyebileceksiniz. Yalıtım durumu, metrekare başına tüketilen enerji burada yazılmış olacak. Elektrikli aletlerde olduğu gibi evler de “A” ve “B” sınıfı şeklinde sınıflandırılacak” diyerek hem inşaat sektörünü hem de vatandaşları konuya özen göstermeye çağırıyor.

TOKİ'de “tutumlu bina” yapacak
Her ne kadar ODTÜ'de yapılan binanın deneysel amaçlar taşıdığı söylense de burada elde edilen bilgilerin uygulama alanı bulma şansı da giderek artıyor. Bunun en iyi örneği ise Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) tarafından İstanbul Kayabaşı'nda yapılacak binalarda atık suların yeniden kullanılmasından, dışarıdan mantolamaya ve fotovoltaik panellerden tasarruflu duş bataryalarına kadar birçok “lik” planlanıyor. Genelde lüks konutlarda rastlanmaya başlayan bu standartların toplu konutlarda uygulanması önemli bir adım olarak nitelendiriliyor. TOKİ'nin hesaplarına göre yatırım maliyetinde yüzde 5'lik bir artışla yüzde 50'ye varan oranlarda yakıt tasarruffu mümkün. Şimdi, elimizdeki soru şu: “100 bin liralık bir daire alıp ayda 100 YTL fatura ödemeyi mi, yoksa 105 bin YTL ödeyip ömür boyu faturalara 50 YTL ödemeyi mi tercih edersiniz?” Karar sizin!
***

“Yalıtım kredileri verilsin”
Ertuğrul Şen
İZODER Genel Koordinatörü

Vatandaşı bu konuda özendirmek gerek. Yalıtım malzemelerinden KDV kaldırılabilir, yalıtım kredileri verilebilir. Yalıtım yaptıranlar daha düşük enerji kullanacakları için kademeli enerji fiyatları kullanılabilir. Yani, az enerji harcayanların ödedikleri birim fiyatlar düşürülebilir, az kullanmak teşvik edilebilir. Batı'da kredi değil hibe bile veriliyor. Almanya'da enerji verimli bina yapmak ya da dönüştürmek için alacağınız 50 bin euroluk kredinin 8 bin 500'ünü hükümet hibe ediyor. Türkiye'de yapılabilecek ilk adım ısı yalıtımının desteklenmesi. Biz yalıtım sektörü olarak kampanyalar yapıyoruz, vatandaş bilinçleniyor ama bir noktaya geliyor tıkanıyor. Ortalama olarak metrekare başına 30-50 YTL arasında standartlara uygun bir yalıtım mümkün. 100 metrekare için dört bin YTL'lik bir yatırım gibi. Kredilendirirseniz, dört yıl boyunca yüksek faturanızı ödemiş gibi ödeyebilirsiniz ama ardından faturalar yarıya iniyor. Vatandaş bunun farkında ancak yapamıyor. Burada devletin devreye girmesi gerek. 2008 yılından sonra yeni yapılan binalarda uygulanması gereken standartlar var ancak denetim ayağında aksama var. Yeni binalarda hiç yapılmamış yalıtımlar ya da denetime denk gelmediği için eksik olan binalar bile çıkabiliyor. Türkiye genelinde yüzde 50 kaçak yapılaşma olduğu da unutulmamalı.
***
Tutumlu Binaların “Püf” Noktaları
* Binaların plan aşamasında güneş dikkate alınarak yapılması şart. Hem aydınlanma hem de ısıtma için binanın konumu kritik önem taşıyor.
* Kullanılan malzemelerin kalitesi çok önemli. Almanya'da 30 cm kalınlığa varan yalıtım örnekleri var. Türkiye'de genelde bu beş cm.
* Camlar eskisinden çok daha önemli. Sadece ısı kaybı için değil. Özel imal edilen camlarla ısıyı içeri almamak da mükün. Antalya'da yaygın kullanılan bu camlar ışığı içeri alıp ısının yüzde 80'ini kesebiliyor. Böylece klima kullanımının da büyük ölçüde önüne geçilebiliyor.
* Isı pompaları, su ısıtan ve elektrik üreten güneş panelleri, mini rüzgar türbinleri enerji tüketimini azaltan seçenekler ve her geçen gün daha ekonomik hale geliyorlar.
* Gün ışığını içeri taşıyan bacalar ve seralar gibi birçok yeni teknik ciddi tasarruf sağlıyor.
* Aydınlatmada kullanılan tasarruflu ampuller, ledler tutumlu evlerin olmazsa olmazı.

Toprak Ana Bize "Yavaş Yememizi" Söylüyor

İtalya'nın Torino kentinde, 153 ülkeden tam 6 bin 345 katılımcı “Toprak Ana” adı verilen toplantıda biraraya geldi. “Fast food”a (Hızlı yemek) karşı başlayan “Slow food”(Yavaş yemek) hareketi tarafından organize edilen toplantının katılımcıları, dondurulmuş yiyeceklere, genleri değiştirilmiş organizmalara ve tek tipleşen ülke mutfaklarına karşı unuttuğumuz yemek kültürünü, geleneksel yemekleri ve doğal tarım yöntemleriyle üretilmiş sağlıklı ürünleri savunuyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel /20-26 Kasım 2008

Dünyanın karnını artık yapay krizler ve yapay gıdalar doyuruyor; krizin temelinde de insanların sınır tanımayan hırsı yatıyor. Bu, bizim yorumumuz değil. Hindistanlı fizik doktoru ve küreselleşme karşıtı hareketin önderlerinden Dr. Vandana Shiva'nın, “Terra Madre” (Toprak Ana) adlı dev toplantının açılışında yaptığı konuşmasından çıkardığımız ana fikir. 153 ülkeden 6 bin 345 katıldığı “Toprak Ana” toplantısı 2004'ten bu yana her iki yılda bir gerçekleşiyor. Toprak Ana buluşmaları, Shiva'nın fikirlerini paylaşan ve bu fikirlerin hayata geçmesi için uğraşan onlarca çiftçi ve politikacının dayanıştığı ve bir anlamda endüstriyel üretimde ısrar edenlere açıktan bir meydan okuma toplantısı aslında. İtalya'nın Torino kentindeki bu büyük toplantı aynı zamanda, Afrika'dan Avrupa'ya, Asya'dan Latin Amerika'ya kadar birçok kıtadan gelen geleneksel çiftçilerle, yıllardır sürdürdükleri mesleklerinden vazgeçip yüzünü toprağa dönen “yeni” çiftçilerin buluşmasına sahne oluyor. Tıpkı, bize izlenimlerini anlatan ve aslında bir inşaat mühendisi olan Cem Birder gibi.

“Doğru ürünü talep etmezsek, doğru ürünü üreten kalmayacak”
Açık Radyo'da yayınlanan Toprak Ana adlı programın da yapımcısı olan Cem Birder, İtalya'daki toplantıya Türkiye'de giden 18 katlımcıdan biri. Buğday Derneği'nin eski yöneticilerinden ve İstanbul'daki ekolojik pazarın da kurucularından. Dünyanın içinde bulunduğu gıda krizinin arkasında sanayileşmiş bir gıda üretimi mekanizması ve sadece kar merkezli bir sistem olduğunu belirten Birder, “Terra Madre”de gıda güvenliği üzerine yayımlanan manifestoya dikkat çekerek çözümün yerelleşmeden geçtiğine dikkat çekiyor. Bu yılki toplantının en çok tartışılan konusunun yaşanan kriz ve bu krizin fırsata çevrilip çevrilmeyeceği olduğunu belirten Birder, “İşin özünde gıdayı tüketen insanların bir yan üreticiye dönüşmesi ve tüketicilerin bilinçlenmesi yatıyor. Biz doğru ürünü talep etmezsek doğru ürünü üreten kimse kalmayacak. Bu anlamda semt pazarları ve yerel ekonomiler çok önemli. Toplantıda da dünyanın kurtulması için yerel ekonomilerin önemine değinildi. Aksi halde büyük kentlere göç kaçınılmaz” diyor.

Unutulmak üzere olan 300'ün üzerinde yiyecek sergilendi
İtalya'daki toplantıya katılanların profili de aslında konunun bu kesimler tarafından ne kadar önemli olduğunun bir kanıtı. Dünyadaki birçok çiftçi, dev üretici firmalarının seri ve ucuz üretimleri karşısında tutunamayarak, birkaç kuşaktır üretim yaptıkları topraklarını terk etmek zorunda kalıyor. Ya da, dev firmaların genleriyle oynayıp tek tipleştirdiği tohumları alarak üretime devam etmeye zorlanıyor. Bu sayede daha çok mahsul alıyorlar ancak bu defa da tohum üreticilerine bağımlılık başlıyor. Toprak Ana toplantısına katılanların arasında gelişmekte olan ülkelerden gelen üreticiler de var. Toplantının bir bölümü, kaybolmaya yüz tutmuş geleneksel ürünlerin sergilenmesi için ayrılmış. “Salone del Gusto” adlı bu bölümde katılımcılar arasında sayıları oldukça fazla olan aşçılar maharetlerini gösteriyor, dünyanın her bir köşesinden gelen yiyecekler tanıtılıyor. Türkiye'nin, Başbakanlık'tan gönderildiği etiketlerinden anlaşılan kaseler dolusu fındıkla temsil edilmesi bizim açımızdan konunun pek anlaşılmadığına işaret etse de, yiyeceklerine sahip çıkmak isteyenlerin lezzetli bir başkaldırısı da toplantı boyunca bu salonlarda yaşanmış. 300'ü aşkın unutulmak üzere olan yiyecek sergilenmiş. Birder, Türkiye'de geleneksel üretimin korunmasına yönelik bir mevzuat olmadığına dikkat çekiyor ve “Standartizasyon ve hijyen adı altında biz çok şeyi öldürdük” diyor.

Yavaş yemek hareketinin 100 bin üyesi var
Hayatımızdan çok şeyi alıp götüren bir başka faktörün de hız olduğu yönündeki rivayetler sanırım sizlerin de kulağına gelmiştir. Toprak Ana toplantılarının düzenleyicisi her geçen gün giderek büyüyen Yavaş Yemek (Slow Food) Derneği. 1986 yılında Carlo Petrini tarafından kurulan bu dernek, 1989 yılında uluslararası bir hal almış ve şu anda 100 binin üzerinde üyesi, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya ve ABD'de şubeleri var. Adına kanıp, Yavaş Yemek Derneği'nin sadece burgercilerle mücadele eden bir kuruluş olduğunu düşünmemek lazım. İlk eylemleri Mc. Donald's a karşı gerçekleştirilmiş olsa da, Cem Birder'e göre hızlı yemek görüntüsünün arkasındaki katmanları görmeden olayı tam kavramak mümkün değil. Birder, “hızlı yemek” kültürünün ardında gıda ve tarımın yaşamsal boyutlarını unutturmaya çalışan, kar merkezli bir sisteme dönüş olduğunu söylüyor. “Mesele bir Mc Donald's meselesi olmaktan çıkıyor, diğer güçlerle karşılaşıyorsunuz. Bunlar IMF, Dünya Ticaret Örgütü olabiliyor. Tüm bu örgütler, küçük çiftçiliğin yüzyıllardır sürdürmekte olduğu değerler üzerinde tehdit oluşturuyor” diye düşünen Birder, “Ticarileşen bir sistemin sosyal ve kültürtel erozyanlarını gözardı ederseniz, sofra ve yemek kültürünün, geleneksel bilgeliğinin yok olduğu bir dünya karşınıza çıkıyor” diyor. Yavaş yemek hareketi tarımın sanayileşmesiyle başlayan bu yokoluşu önlemeye çalışıyor. Büyük gıda devlerinin, gıdanın metalaşmasına, yatırım aracına dönmesine sebep olan stratejilerinin ve gıdanın biyo-enerji anlamında kullanımı ve üretiminin karşısında duruyor. Birder, perdenin arka tarafında olup bitenin bize yansımasını, “Elinde tabağıyla karşıdan karşıya geçen insanların yaşadığı bir dünyada yemek yemek; insanların aynı bir araç gibi, günlük enerji ihtiyacını karşılamaya dayalı renksiz bir bakış açısına dönüyor” sözleriyle özetliyor.

Nineler Üniversitesi kurulacak
Bu büyük toplantıdan çıkan ilginç fikirlerden biri de, “Nineler Üniversitesi” fikri. Eğer hayata geçerse bu üniversitede ninelerimiz öğretmen, bizler de öğrenci olacağız. Bu üniversitenin amacı onların bilgilerinden faydalanmak. “Ne yazık ki bugün modern dünyanın anladığı şey herşeyin yazılıp çizilip, tariflenmesi üzerinden geçiyor. Çiftçinin okur yazar olamama gibi bir hakkı olduğu göz ardı ediliyor” diyen Birder, çiftçilerin ve ninelerimizin o yazılı olmayan deneyim ve yöntemlerinin bugün yaşanan krizlerin çözümünde anahtar rolü oynayacağına inanıyor. Kriz denince akla hep para geldiği için belirtmekte fayda var. Cem Birder'in burada bahsettiği kriz, aslında süpermarkette ucuz domates almaya çıkmamızla başlıyor. Biz, ucuz dometes istedikçe süpermarket domatesi daha ucuza üreten üreticinin peşine düşüyor. Bu kovalamacanın sonunda da kaliteli bir ürün bulma şansınız kalmıyor çünkü kalieli ürün pahalıya mal oluyor. Onu üreten kimsenin ticari olarak hayata kalma şansı tükeniyor. Kriz en kritik noktada, sağlığımızla ilgili olarak ortaya çıkıyor. Ucuz etin yahnisi pek olur hesabı, Birder, Son 10-20 yılda, seri ve ucuz üretim sonucu tükettiğimiz ürünlerin sağlığımızı bozduğuna dikkat çekiyor ve “Daha fazla kanser vakaları var ve ciddi bir sağlık sektörü oluştu. Sağlık sektörünün bu kadar büyümesi, bu alandaki buluşlardan çok, insanlığın düştüğü duruma bağlanmalı. İnsanlık gıda harcamasını ne kadar düşürürse sağlık harcamaları o kadar artar” diyor.

“Biz yoksuluz çünkü biz dürüstüz”
Toprak Anne ve Yavaş Yemek derneklerinin başkanlığını yapan aynı zamanda yavaş yeme hareketinin de kurucusu Carlo Petrini'nin toplantının açılışında yaptığı konuşmayla bu yazıyı bitirmekte fayda var. Petrini, toplantıya katılan binlerce delegeye hitaben yaptığı konuşmada, bir zamanlar Siyu'ların liderliğini de yapmış olan Şef Kırmızı Bulut'un şu sözlerini anımsatmış: “Topraklar ile bitkiler onların ritim ve nefes alışverişlerini okuyabilecek birilerini bekliyor. Ben fakir ve çıplağım ama ben Siyu'ların başıyım. Biz yoksuluz çünkü biz dürüstüz. Biz, varlıklı olmaya, zenginleşmeye çalışmıyoruz. Sadece çocuklarımızı doğru yolda eğitmek istiyoruz. Ölümden sonra yanımıza para alamayacağız. Biz sadece barış ve sevgi istiyoruz”.

***
Eko-Gastranom Hareketi
Yavaş Yemek Hareketi, her şeyden önce insanların değişik tat ve tariflerden zevk almayı öğrenmesini ve aynı zamanda o yiyecekleri üreten insanların da farkına varılmasını amaçlıyor. Doğanın ritmini dikkate alan, türlerin çeşitliliğini savunan, yerel yemekleri, gelenekleri ve soyu tükenmekte olan bitki ve hayvanları korumayı öncelikli hedef olarak belirleyen bir hareket. Yeni bir tarımsal modeli destekleyen Yavaş Yemek Hareketi, yerel toplulukların bilgisini önemsiyor, tarımda ağır teknikler yerine yavaş ve fakir çiftçilerin bile uygulayabileceği yöntemleri tercih ediyor. Çoğu zaman eko-gastronomlar (ekolojist gastranomlar) hareketi olarak da anılıyor.

***
“İnsanların hırsı tarafından yönetiliyoruz”
Dr. Vandana Shiva
Yavaş Yemek Derneği Başkan Yardımcısı

Hırsa dayalı küresel ekonomi bizi yenilgiye götürüyor ve krizden krize sürüklüyor. Toprak Ana bize yeniden yüzümüzü dünyaya dönmemizi söylüyor. Dünyanın da bir annesi var. Bütün yapmamız gereken bir kere daha annelerin dünyayı nasıl doyurduğunu anımsamak. Aileler savaş ve kıtlık zamanlarında bile asla “almayı” düşünmediler. Her zaman nasıl verileceğini düşündüler. İşte, yapmamız gereken bu paylaşımcı, sahip çıkan anlayışı yeniden hatırlamak. Bunu yapabiliriz; çnkü biz geleceğiz!
Finans krizi, gıda krizi ve iklim değişikliğini de içine almak üzere ekolojik kriz, hep aynı kökten besleniyor. Hayal ürünü olan bir finansal sistem tarafından yönetiliyoruz. Doğanın vereceği ve insanın üreteceğinden 70 kat fazla miktarda olan türetilmiş, hayal ürünü para tarafından. Firmalar tarafından yönetiliyoruz. Fakat biz Monsanto'nun genleri değiştirilmiş tohumlarından elde edilen yiyeceklerden daha güzel yiyecekler üretebiliriz. Ve geçtiğimiz yıl içinde krize yol açan Cargill'in ticari yöntemlerinden daha adil yöntemlerle yapabiliriz. İnsanların hırsı tarafından yönetiliyoruz, Gandi'nin söylediği gibi, “Dünyanın kaynakları herkesin ihtiyaçlarını karşılamaya yeter, ama bir kişinin bile hırsını karşılayamaz”.

***
Internet üzerinden temiz alışveriş
İtalya'daki toplantı dünya basını tarafından olduğu gibi İtalyan basını tarafından da yakından takip edildi. Toplantıyla ilgili İtalyan gazetelerine yansıyan bir haber ise Cem Birder tarafından kurulan www.toprakana.com.tr adlı web sayfasıyla ilgiliydi. Organik pazarların Antalya, Bursa ve İstanbul'la kısıtlı olduğu ve bu ürünlere ulaşmanın oldukça zor olduğu Türkiye'de, Birder tarafından kurulan internet sitesi üzerinden Türkiye'nin dört bir yanındaki üreticilere bu sayfa üzerinden ulaşılabiliyor, ürünler hakkında bilgi alınabiliyor ve sipariş verilebiliyor. Kargoyla özel paketle evinize ulaştırılan bu ürünler, sermaye birikimi sınırlı olan üreticiler için Türkiye'nin dört bir yanına laşma şansı yaratıyor. Fikir, benzer sorunlar yaşayan İtalya'da da ilgi görmüş ve gazetelere kadar taşınmış. Semt pazarlarına doğal, kimyasallar bulaşmamış ürünler gelene kadar bu siteyle idare edebilirsiniz.

Elektrikli Isıtıcılar Isıtıyor mu, Yakıyor mu?

Elektrikli aletlerin yarattığı elektromanyetik alan hasta ediyor...

Kullanımı son yıllarda yaygınlaşan ve yıllık satışı 1,5 milyon adedi bulan elektrikli ısıtıcıların sağlığımıza etkileri konusunda ciddi soru işaretleri var. Uzmanlara göre, bu infrared ısıtıcılardan, bebek alarmlarına ve mikrodalga fırınlara kadar evimizi çevreleyen elektromanyetik alanlar, cinsel isteksizlikten baş ağrısına, uykusuzluktan kansere kadar birçok ciddi sorunun kaynağı.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 6-12 Kasım 2008

Dizüstü bilgisayarınızı açtığınızda karşınıza kaç tane kablosuz internet ağı çıkıyor? Yatağınızın yanıbaşında ne var; cep telefonu, gece lambası ya da pille çalışan bir çalar saat? Isınmak için elektrikli ısıtıcılara mı güveniyorsunuz? Bilgisayar ekranınız size ne kadar uzak, ekranınızın arkasında kim oturuyor? Elektromanyetik dalgaların duvarların ötesine de geçtiğini biliyor musunuz? Tüm bu sorulara vereceğiniz yanıtlar hayatınızı çok yakından ilgilendiriyor. Elektrikle çalışan tüm aletler, kullanılmadıkları ancak prize takılı oldukları hallerde bile gözle görülmeyen bir elektromanyetik alan üretiyor. Bu alanın şiddeti ve ne kadar süreyle maruz kaldığınız ise ayrıca önemli.

Elektromanyetik alanların (EMA) insanlar üzerindeki etkileri çok çeşitli ve vücut yapılarına göre de değişiklik gösteriyor. En basit ve kısa süreli etkiler, baş ağrısı, göz yanması, halsizlik ve baş dönmeleri olarak belirtiliyor. Uzun sürede ortaya çıkan etkiler ise bağışıklık sistemini zayıflatmak, hücrelerarası aktiviteyi, hormon salgısını etkilemek, libido azalmasına yol açmak ve embriyonlarda anormal gelişmelere neden olmak olarak özetlenebilir. Bağışıklık sisteminin zayıflaması ve hücre yapılarının bozulmasının muhtemel bir sonucunun da kanser olduğunu belirtmekte fayda var. Türkiye’de standart ve denetim eksiğinin olması da başka bir problem. Baz istasyonları ve yerleşim yerlerinin üzerinden geçen yüksek gerilim hatları bunun en çarpıcı ve kamusal örnekleri...

Bu sayımızda kullanımı giderek yaygınlaşan elektrikli ısıtıcıları mercek altına aldık. Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Selim Şeker infraredli ısıtıcıların insan sağlığı açısından ciddi tehlikeler içerebileceğini belirtiyor. Prof. Şeker, 50 hertz frekansında çalışan aletlerin yarattığı manyetik alan standartları konusunda Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Ekim 2001’de uyarıda bulunduğunu da anımsatıyor ve “cep telefonlarının 1 watt’tan az güçleri, TV ve bilgisayarların 50 watt civarındaki güçleri için standartlar ve pek çok önlemler tavsiye edilirken böyle bir gücün yanımızda bulunmasını normal ve güvenli kabul edemiyorum” diyor. Konunun tarafları ile görüştük…

Türkiye'de yılda 1,5 milyon elektrikli ısıtıcı satılıyor
“İnfrared ile ısıtma”, kısaca, ısının ışık yoluyla taşınması olarak açıklanabilir. Güneşin dünyayı ısıtması da bu yolla olduğu için çoğu zaman “güneş gibi ısıtıyor” da deniyor. Tam da bu noktada bazı itirazlar geliyor. Güneş ışınlarının deride incelme ve kırışıklığa yol açma, katarakt ve cilt kanseri gibi ciddi sorunlara yol açtığı biliniyor.

Pazarın lider markası olan UFO Işıkla Isıtma Sistemleri Ltd. Şirketi tarafından tasarlanan infraredli ısıtıcı piyasası, yılda 1,5 milyon cihaza ulaşmış durumda ve bu rakamın 1 milyonu UFO'ya ait. Bu nedenle sorularımızı kendilerine yönelttik. UFO Yönetim Kurulu Başkan Vekili Abdullah Yeşil, piyasada çok sayıda “merdiven altı” tabir edilen firma olduğunu belirtiyor. Yeşil, infrared teknolojisini ısıtmada kullanarak yarattıkları yeni cihazlarını taklit eden 84 firma tespit ettiklerini bunun 17'sine de dava açtıklarını belirtiyor. Birçoğuna ise dava bile açamadıklarını çünkü firmaların ticari sicil kayıtlarının bile olmadığından yakınıyor. Yeşil, “Kullandığımız özel direnç teliyle 2,4 mikro/metre dalga boyunda infrared dalgalar oluşturuyoruz. 2,4 mikro/metre güneşin ısısını dünyaya getiren, ısıyı en iyi taşıyan dalga boyu aralığıdır. O yüzden de güneş gibi ısıtıyor diyoruz. Zararsızdır diye bir şey söz konusu değil, her şey zararlıdır” diyor ve “Dünyada yaşayan her insan risk altındadır. Öğle vakti gelen güneş ışınları bizim cihazlardan 10 kat daha zararlıdır. Biz, uzun dalgayı (infrared) çıkarıyoruz. Güneşin ışınlarında ise daha kısa dalgalar da (ultraviyole) geliyor” açıklamasını yapıyor. Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) tarafından hazırlanan sağlık raporunda da cihazlarının insan sağlığına zarar vermediğinin kanıtlandığını söylüyor. Erken doğan bebeklerin kuvözlerinde de benzer ısıtıcıların kullanılmasını örnek veren Yeşil, yurtdışında onlarca ülkeye ihracat yaptıklarının ve gerekli tüm standart belgelerine sahip olduklarının altını çiziyor ve 50 hertz frekansında çalışan cihazlarının kesinlikle bir sağlık sorunu yaratmadığını öne sürüyor.

Sağlık raporu hatalı mı?
Ancak, bu konuda ikna olmayanlar da var. İnfrared ile çalışan bu cihazların insan sağlığı açısından ciddi tehlikeler içerebileceğini belirten Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Selim Şeker öncelikle UFO’nun YTÜ tarafından hazırlanan raporuna itiraz ediyor. Cihazın elektromanyetik spektrum’un “infrared” bölgesinde çalıştığını belirten Şeker, bu bölgenin iyonize eden radyasyon bölgesi olduğunu (300-1000000 GHz), ölçümde kullanılan cihazın ölçme aralığının ise 5Hz-3GHz arasında kaldığını bu nedenle ölçümdeki aletin infrared bölgesinde kullanılamayacağını söylüyor. UFO’nun 50 hertz’de çalıştığı bilgisine de şöyle itiraz ediyor: “UFO 50 hertz’de çalışıyor ama verdiği ısı infrared frekanslarında. Standartlar kısa vadede ısısal etkileri nazara alır, uzun vadede neler olabilir onunla ilgili bir şey söylemez. Hastanelerde kaç dakika kullanılıyor bilmiyorum ama bu bir bilimsel kanıt değildir. Kanser yapan sigarayı doktorun içmesi kanser yapmadığının delili olur mu?” Prof. Şeker, 50 hertz frekansında çalışan aletlerin yarattığı manyetik alan standartları konusunda Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Ekim 2001’de uyarıda bulunduğunu da anımsatıyor.

Bu tartışmanın ciddi ve bağımsız bir kuruluş tarafından incelenip sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması gerektiği ortada. Aslında bu konuda bir girişim de var. Çevre Komisyonu Başkanı Haluk Özdalga, tekliften henüz haberdar olmadığını belirtse de, TBMM’nin CHP’li üyeleri, Çevre Komisyonu’na “İyonlaştırmayan Radyasyondan Korunma Kurulu” kurulması için teklif vermiş durumda. Gelişmeleri yakından takip ediyoruz.

***
Ev ve işyerlerinde elektromanyetik alan üreten cihazlar
Bebek alarmı
Bilgisayar oyun setleri
Elektrikli tıraş makinesi
Elektrikli saat
Radyolar
Elektrikli fırın ve ısıtıcılar
Elektrikli battaniyeler
Soketler
Elektrikli süpürge
Aydınlatma lambaları
Çamaşır makinesi
Bilgisayarlar
Fotokopi makineleri
Saç kurutma makinesi
Mikrodalga fırın
Televizyonlar
Dizüstü bilgisayarlar
Hi-Fi müzik setleri
Elektrikli dikiş makineleri

***
Elektrikli aletler, etkileri, korunma yöntemleri

Bilgisayar monitörü
Bilgisayar ve televizyonlar çevrelerine ultraviyole, mikrodalga, x ışınları, radyo dalgaları, kızılötesi ve düşük frekanslı elektrik ve manyetik alan kirliliği yaparlar. Bilgisayar yakınında çalışan kimselerde gözde ağrı, hassas cilde sahip olanlarda yüz ve kol derilerinde isilik oluşması, mide bulanması, baş ağrısı ve yorulma gibi şikâyetler oluşmaktadır. Göz problemlerini önlemek için bilgisayar masasının pozisyonunda değişiklik yapın. Ekran filtreleri kullanın ve yansımayı önleyecek koyu renk giysi giyin. Bilgisayar ekranlarının CE etiketi taşıyıp taşımadığını kontrol edin. Bilgisayarınızı hem kendinize hem de yakınınızdakilere en az 1 metre uzak kalacak şekilde yerleştirin. Yaratılan manyetik alanın duvardan da geçebildiği unutulmamalı.

Bebek alarmları
Beşikten en az 1 metre uzakta durmalılar. Bu üniteler radyo frekanslı enerji yayar.

Alarmlı saat ve radyolar
Elektrikle çalışan alarmlı saat ve radyolarla beyne gereksiz radyasyon yollamamak için yataktan en az 1,5 metre uzakta durmaları gerekir. Pilli olanlar, sanılanın aksine, daha fazla manyetik alan üretir.

Dizüstü bilgisayar
Genelde düşük seviyede manyetik alan üretir ancak adaptör bağlantısı yapıldığında metre başına 100 voltu bulan yüksek şiddette elektriksel alan üretir. Dizüstünü oturduğunuz yerin uzağında şarj etmeniz öneriliyor.

Bilgisayar Oyun Setleri
Bu tür oyun setleri transformatör içermesi nedeniyle yüksek şiddette denebilecek elektrik alanı yayar. Kullanılmadığı zaman fişten çekilmesi, çocukların oynarken belirli bir mesafede tutulması önerilir.

Elektrikli Fırınlar
Çalışma sırasında mikrotesla seviyesinde hayli yüksek manyetik alan üretirler. Pişirme süresi boyunca yaklaşılmamalıdır.

Elektrikli Battaniyeler
Battaniyelerin altında ve üstünde yüksek seviyede elektromanyetik alan oluşur. Yatağa girmeden mutlaka prizden çıkarılması gerekir. Bazı uzmanlar hiç kullanılmamasını tavsiye etmektedir.

AB Kyoto’ya Odaklandı, Sıra Türkiye’de

Avrupa Birliği’nin küresel ısınmayı önlemek için Kyoto Protokolü kapsamında aldığı tedbirlerin sonuçları kendini göstermeye başladı. AB-15 ülkeleri, 1990 yılına göre küresel ısınmaya yol açan seragazlarını yüzde 2,7 oranında azalttı. Tahminler, Birlik ülkelerinin Kyoto hedeflerini yakalayacağı yönünde. Türkiye ise Meclis tatili nedeniyle ertelediği Kyoto’ya imzayı, önümüzdeki günlerde Meclis Genel Kurulu’nda alınacak “evet” kararıyla atmaya hazırlanıyor. Kyoto’ya imza 2009’dan önce

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 30 Ekim - 5 Kasım 2008

-Karbondioksit var mı?
-Var, ne kadar lazım?
-İki milyon ton kadar, ama temizinden olsun...

Böyle bir diyalogu absürd bulmuş olabilirsiniz ama bulmasanız iyi olur. Çünkü benzer bir diyalog geçen günlerde Belçika ve Macaristan Çevre Bakanları arasında gerçekleşti. Belçika, Macaristan’ın Kyoto Protokolü çerçevesinde atmosfere salmaya hak kazandığı 2 milyon ton seragazını, satın aldı. Alışverişin ederi açıklanmadı. Bugün, “karbon borsası” olarak da adlandırılan “emisyon ticareti” kapsamında, 1 ton karbondioksit eşdeğeri seragazının fiyatı 20 Euro civarında. Basit bir hesapla, yukarıda söz konusu ettiğimiz kirli hava alışverişinin, aşağı yukarı 40 milyon Euro’yu bulduğunu belirtmekte yarar var.

Bilindiği gibi Kyoto Protokolü’yle, iklim değişikliğine, ya da halk arasında bilinen adıyla, küresel ısınmaya yol açan seragazlarının atmosfere salımı azaltılmaya çalışılıyor. Protokole taraf olan ülkelere, başta karbondioksit olmak üzere belli başlı seragazlarını atmosfere salma konusunda sınırlama getiriliyor. Ülkeler de belirlenen bu hedeflerde kalmak için ülke içindeki işletmelerin atmosfere salabileceği seragazı miktarlarını belirliyor. Bundan sonrası firmalara kalıyor, ya teknolojilerini değiştirerek (örneğin kömür yerine rüzgârdan elektrik üreterek) ya da tasarrufa giderek belirlenen sınırlar içerisinde kalmaya çalışıyorlar. Verilen eşik değerin altında kalırlarsa ne âlâ! “Arttırdıkları” miktarı borsada beliren fiyat üzerinden, sınırların üzerinde kalan diğer firmalara satarak para kazanma şansları var. Böylece yaptıkları yatırımı da finanse etmiş oluyorlar. Verilen sınırların üstünde kalan işletmelerse, daha yüksek olan cezaları ödememek için borsada “temiz karbon hissesi” olarak tabir edebileceğimiz hisseleri satın almak zorunda kalıyor. Protokol, Belçika-Macaristan arasında olduğu gibi ülkeler arası ticarete de izin veriyor.

AB seragazlarını yüzde 3 azalttı
Karışık gibi görünen “karbon borsasının” karışık olmayan tek sonucu, AB ülkelerinin Kyoto hedeflerini yakalamaları için kritik öneme sahip olması. Kyoto Protokolü’ne topyekûn taraf olan ve seragazı salımlarını, 2012 yılına kadar 1990 değerlerinin yüzde 8 aşağısına çekme sözü veren Avrupa Birliği’ndeki gelişmiş 15 ülke, 2006 sonuna kadar ancak yüzde 2,7 oranında indirim sağlamış durumda. Ancak, Avrupa Çevre Ajansı tarafından yapılan bilimsel tahminler, yukarıda bahsettiğimiz Kyoto mekanizmalarının kullanılması ve planlanan ek tedbirlerin de alınmasıyla bu oranın 2010 yılında yüzde 11,3’ü bulabileceğini belirtiyor. Kısacası, AB’nin karbon ticareti gibi mekanizmalar olmadan hedefine ulaşması zor ama planlanan ek tedbirlerle birlikte bu mekanizmaların kullanılması hedefin ötesinde bir sonuca ulaşılmasını sağlıyor. Hem de sanılanın aksine ekonomilerini daraltmadan bunu yapabilmişler. Örneğin, 1990 yılına göre yüzde 12,5 indirim yükümlülüğü olan İngiltere, şimdiden yüzde 18 indirim sağlamış durumda. İngiltere’nin son 10 yıllık Gayri Safi Hasıla büyüme oranı ise salım miktarının aksine “artı” değere sahip ve ortalama yüzde 3 civarında.

İtalya ve İspanya’nın karnesi kötü
Tüm ülkeler İngiltere kadar iyi durumda değil tabii. İspanya, 1990 yılı miktarının yüzde 25 üzerine çıkma hakkı verilmesine rağmen yüzde 50 artış sağlamış durumda. İtalya’nın durumu da hiç farklı değil. 1990 yılına göre seragazı miktarını yüzde 6,5 azaltmak zorunda olan İtalya şu anda atmosfere saldığı miktarı yüzde 10 arttırmış durumda. Bu ülkelerin kötü performansını İngiltere ve Almanya gibi ülkeler karşılıyor ama 2020 için AB’nin aldığı yüzde 20’lik hedefe ulaşmak isteniyorsa, İtalya, İspanya, Danimarka ve Yunanistan gibi ülkelerin de performanslarını arttırmaları gerekiyor.

***
Kyoto'ya imza 2009'dan önce
Kyoto’ya dahil olma hazırlığında olan Türkiye’nin 2012’ye kadar yükümlülük almayacağı biliniyor. 2012 sonrası Türkiye’ye nasıl bir hedef konulacağı ise bu Aralık ayında Poznan’da ve gelecek yıl Danimarka’da yapılacak görüşmelerde şekillenecek. Türkiye, seragazı salım miktarlarındaki artışta dünya birinciliğini koruyor. 1990 yılına göre artış oranı yüzde 95’i geçmiş durumda. Avrupa Çevre Ajansı, Türkiye tarafından yapılan tahminlere göre bu hızın yavaşlayacağını ve 2010 yılında artış oranının yüzde 98’e ulaşacağını öngörüyor. Bu olmazsa, Türkiye’nin kendisine hedef belirlerken yapacağı pazarlıkta zorlanacağını tahmin etmek zor değil. TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Nazmi Haluk Özdalga, Türkiye’nin Protokol’e taraf olmasını sağlayacak yasanın Meclis gündeminin ilk sıralarında olduğunu ve önümüzdeki haftalarda görüşüleceğini belirtiyor. Özdalga, “İnşallah Meclis’te bulunan tüm partilerin desteğiyle onaylanmış olacak” diyerek bir başka beklentisini de dile getiriyor ve imzanın 2009’a kalmayacağını düşünüyor.

***
Ne hedeflediler, ne yaptılar? (yüzde olarak)



TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu İddiaları Yeni Aktüel'e Değerlendirdi: “DELİ SAÇMASI!”

Kulislerde TAEK Başkanı'nın istifasının Cumhurbaşkanı'na ulaştığı ve "Nükleer Yarışma"nın iptal edileceği konuşuluyor...

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu bugünlerde hareketli günler geçiriyor. Nükleer santral yapımına tek firmanın talip olması, kurum başkanı Okay Çakıroğlu’nun istifa ettiği söylentileri dikkatleri TAEK’e çekti. Ardından Enerji Bakanlığı müfettişleri Çakıroğlu hakkında, oldukça ilginç iddiaların yer aldığı bir soruşturma başlattı. Çakıroğlu, “saçma” olarak nitelediği iddiaların kendisini yıpratmak için ortaya atıldığını söylüyor ama emekliye ayrılma isteğini de gizlemiyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 23-29 Ekim 2008

“Demir kafesle kapatılan katta kaç kişi çalışmaktadır ve bu bölümün adı nedir? Kurum teşkilat şemasında bu bölüm görülmemektedir. Bu bölüm nereye gitti?” Bu soru, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı hakkında, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından yürütülen soruşturmadaki 9 numaralı soru. 15 numaralı soru ise şöyle: “Nükleer santral ihalesi ile ilgili hangi Amerikan firması ile gizli görüşmeler yapılıyor?”. Bunlar gibi tam 19 soru var; bazıları ciddi yolsuzluk iddiaları, bazıları ise “ilginç” dedikoduları andırıyor. 19 sorunun ardında ise “bu hususlara ilaveten” diye başlayan bir başka cümlede, TAEK ile Montgomery Watson Harza Engineering and Consultancy Ltd. (MWH) veya Türkiye şubesi arasında herhangi bir iş ilişkisinin olup olmadığı soruluyor. MWH, Okay Çakıroğlu’nun bir zamanlar başkan yardımcılığını yaptığı dev bir danışmanlık-mühendislik firması. Tüm dünyada 7000’in üzerinde çalışanı ve 170’in üzerinde ofisi var...

İddialarla ilgili görüşünü aldığımız Çakıroğlu, “Bir şey yemediğim için karnım ağrımaz benim” diyor ve “deli saçması” olarak nitelediği iddiaların, göreve geldiği günden beri kendisini yıpratmak isteyenlerce sürekli ortaya atıldığını söylüyor. “Beş senedir pek çok soruşturma geçiriyorum. Yıllardır benim hakkımda iddialar oluyor, bu iddiaların soruşturulmasını ben istiyorum. Bunların da soruşturulması talebi benden gitti” diyen Çakıroğlu, MWH firmasının Türkiye ve Amerika’daki hisselerinin hepsini göreve başlamadan önce devrettiğinin ve ilişkisini kestiğinin altını çiziyor. Ticaret Sicili Gazetesi’nin 9 Mart 2004 tarihli sayısında, Çakıroğlu’nun, 8 milyar 400 milyon TL değerindeki hisselerini 25 Şubat’ta Harza International Development’a yani şirkete devretme kararı yayımlanmış. Çakıroğlu’nun TAEK’e başkan olduğu tarih ise dört ay sonra, Resmi Gazete’nin 1 Temmuz 2004 tarihli sayısında duyurulmuş. Çakıroğlu, MWH firmasının Türkiye’de nükleerle ilgili bir aktivitesi olmadığını, yurtdışında da nükleer dışı işlerle uğraşan bir çevre firması olduğunu belirtiyor. Firma, nükleer atıklarla ilgili de çalışmalar yapıyor ancak Çakıroğlu bu konunun çevre kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor.

18 Haziran 2007 yılında 105 sayılı inceleme emriyle sözlü olarak Çakıroğlu’na iletilen, 2 Haziran 2008 tarihinde de yazıya dökülen soruşturma aslında TAEK’teki son gelişme. Öncesinde, Mersin’de yapılması düşünülen nükleer santral için 24 Eylül’de gerçekleştirilen ihale var. Sadece Rus firmasının talip olması nedeniyle birçok kişi ihaleyi başarısız olarak niteledi. Yarışmadan birkaç hafta sonra fısıltı gazetelerinde TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu’nun istifa ettiği haberi dolaşmaya başladı. Haber, TRT’nin web sayfasına kadar ulaştı ama bakanlık tarafından doğrulanmadı. Daha sonra Çakıroğlu’nun emekliye ayrılmayı talep ettiği ama bunun, kendisini “çok yakın arkadaşı” olarak tanımlayan Enerji Bakanı Hilmi Gürel tarafından kabul edilmediği haberi geldi. Nükleer tepkimenin son halkası ise Çakıroğlu hakkında açılan soruşturma oldu. “Beni yıpratıp kaçırmak istiyorlar. Şimdi de bayram yapıyorlardır” diye konuşan Çakıroğlu, “Emeklilik iddialarını bunlarla bağdaştırıp hakkımda şaibeler yaratılıyor. Bir kurumu bırakıp gitmek, görevi aksatmak doğru olmaz. Sayın Bakanım böyle bir talebimin olduğunu biliyor, ilk fırsatta da (emekli) olacağım herhalde. Ben de yorulabiliyorum, gençlerin önünü açmak lazım” sözleriyle de emeklilik konusunda kararlı olduğunun altını çiziyor. Kulislerde bu talebin Cumhurbaşkanı’na ulaştığı konuşuluyor. Kulislerde konuşulan bir başka konu ise nükleer ihalenin, tek teklif veren Rus Atomstroyexport-Ciner konsorsiyumunun teknik olarak yeterli bulunmaması nedeniyle iptal edileceği. TAEK’in konsorsiyuma dahil olan firmalardan ek bilgi talep ettiği ve ay sonuna kadar görüşünü bildireceği ise yetkililerden alınan bilgi.

***
TAEK Başkanı Çakıroğlu’na yöneltilen iddialardan bazıları ve Çakıroğlu’nun yanıtları:

İddia: Nükleer santral ihalesi ile ilgili hangi Amerikan firması ile gizli görüşmeler yapılıyor?
O.Ç.: Gizli olur mu, hepsinin kaydı var, zaptı var. Sadece Amerikan değil, Ruslarla da, Japonlarla da görüştük. Benim bu konuda bir talimatım var. Firmalarla kimse teke tek görüşemez. Her toplantıda mutlaka iki yardımcım ve ilgili daire başkanım vardır. İlgili firmaları bilgilendirmek ödevlerimden biri. Tek teklifi veren Ruslarla da görüştüm, niye onu yazmıyorlar? Biz nükleer güvenlik açısından denetleyen kurumuz. Fiyatla ilgili değiliz. Gizli toplantı yapma şansımız olmaz. Biz firmalardan dört yıldır brifing alıyoruz.

İddia: Yakıt çevrimini tamamladık ne demektir? TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu bunu izah edebilecek mi?
O.Ç.: Bu kitaplarda bile var. Teftiş konusu olabilecek bir şey değil. Komik geliyor.

İddia: Demir kafesle kapatılan katta kaç kişi çalışmaktadır ve bu bölümün adı nedir? Kurum teşkilat şemasında bu bölüm görülmemektedir. Bu bölüm nereye gitti?
O.Ç.: Bazı güvenlik kuralları vardır. Giriş çıkışların kontrol edildiği yerler bunlar. Bazı haberleşme evraklarının bu tip koruma odaları olmazsa size verilmez. Benim icadım değil. Bazı insanlar bunu hayatlarında görmedikleri, sahici işler yapmadıkları için, bunu yadırgayabilirler. Bunu yaptığımız için kurumumuza bazı bilgiler ulaşabiliyor.

Tanka Karşı Taş, Kuşatmaya Karşı Uzun Metraj!

1987 Aralık ayında başlayan İlk İntifada, “Cenin Sineması”nın da bir anlamda sonu oldu. Filistin’in birçok kentinde olduğu gibi Cenin’deki sinema salonu da kapılarını büyülü dünyanın meraklılarına kapamak zorunda kaldı. Ta ki annesi Alman, babası Türk olan yönetmen Marcus Atilla Vetter, İsrail ve Filistinli dostlarıyla beraber bu eski sinemanın perdesine yeniden hayat vermek için kollarını sıvayana dek. Bu işte en büyük yardımcısıysa İsrailli askerlerin öldürdüğü oğlunun organlarını, altı İsrailli çocuğa bağışlayarak hayatlarını kurtaran Filistinli İsmail Hatib…

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 9-15 Ekim 2008
Fotoğraflar: Marcus Vetter


İsmail Hatib’in 11 yaşındaki oğlu Ahmed, 2005 yılında İsrail ordusu tarafından öldürüldü. Tesellisi mümkün olmayan acısına rağmen, birçoğumuzun gösteremeyeceği cesareti göstererek oğlunun organlarını İsrailli çocuklara bağışladı. Öldürülen oğluna karşılık tam altı İsrailli çocuğun hayatını kurtardı. Aradan bir yıl geçti ama geçen zaman elbette acısını hafifletmedi. 2006 yılında, Cenin Mülteci Kampı’ndaki çocuklar için bir kültür merkezi açmaya karar verdi. Belki de onlara, bir mülteci kampındaki hayattan başka, “diğer hayat” hatta hayatlar olduğunu anlatmaya, ispatlamaya çalışıyordu. İtalya’nın Cuneo kenti, İsmail Hatib’in sesini duydu. Gelen yardımlar sayesinde açılan Cuneo Kültür Merkezi’nde çocuk ve gençlere yönelik birçok kurs açıldı. İsmail Hatib’in sesini duyan bir başkası da, organ bağışıyla ilgili öyküsünü belgesel haline getirmek için oraya giden Alman yönetmen Marcus Atilla Vetter oldu. İsmail’in bu dramatik öyküsünü filmleştirdiği sırada Cuneo Merkezi’nde çocuklara yönelik bir de sinema kursu düzenledi. Çocukların ilgisi, katılımı müthişti ama çekilen filmleri gösterecek yer yoktu! Vetter Almanya’ya döndü ama bir süre sonra, “Cenin’in Kalbi” adlı belgeselin kabataslak hâlini İsmail ve dostlarına göstermek için yeniden Cenin’e gitti. İşte ilk kez o zaman, kasabanın merkezindeki dev binayı fark etti. Binanın 1987 yılında başlayan İlk İntifada’dan beri kapalı olan Cenin Sineması olduğunu öğrendiğinde Vetter’in ağzından “Neden orayı yeniden açmıyoruz” sözleri döküldü. Belgeseli çekilirken kendisini sinemanın büyüsüne kaptırmaya başlayan İsmail’in yanıtı kısa ve net oldu: “Hadi, orayı yeniden açalım!”

Batı Şeria’da 2,5 milyon insana bir sinema düşüyor
Bu çılgın fikir, İsmail, Marcus ve onların İsrailli, Filistinli dostlarınca da desteklenince, iş ciddi bir projeye dönüştü. 2008 ve 2009 yıllarında restorasyonu bitirip, 2009 yılında sinemanın açılışını yapmaya karar verdiler. 2010 yılında da sinemanın işletmesini Ceninlilere bırakacak bir plan yapıp işe koyuldular. İlk adım, gerekli finansal desteği sağlamak olarak belirlendi. Çünkü sinema, 1987’den beri sadece politik grupların toplantı yaptığı bir yer hâlinde. Duvarlarında film afişleri değil, politik toplantılardan geride kalan komünizme ait simgeler, Che Guevara resimleri var. Binanın asıl işlevini görmesini sağlayacak hemen hemen her şeyin yenilenmesi gerekiyor. 35 mm’lik projektörler çalışmıyor, perde yırtılmış ve koltukların birçoğu da kullanılamaz halde.

Alman hükümeti, şimdiden 100 bin Euroluk yardım sözü vermiş. İnternet üzerinden yapılan bireysel yardımlar da hızla çoğalıyor. Sinemanın sahiplerinin katkısıysa, beş yıl boyunca kira almamak olacak. Filistin’de elektrik kesintisi günlük yaşamın bir parçası olduğu için sinemanın elektriğini sağlamak üzere yine 100 bin Euroluk bir güneş enerjisi sistemini kurmayı da Alman M.A.N. firması üstlenmiş. Böylece filmler elektrik kesintisine kurban gitmeyecek. Goethe Enstitüsü, One World Cinema Foundation (Tek Dünya Sinema Vakfı) gibi kuruluşlar da yardım sözü vermiş. Türkiye’den de yardım istemişler ancak henüz olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmemiş. Konuyu sorduğumuz Kültür Bakanlığı’nın Ankara’daki yetkilileri kendilerine henüz böyle bir talep gelmediğini belirtiyor.

Projeye çok olumlu bakan Filistinli otoriteler aslında başka sinemalar da açmak istiyor. Şu anda Batı Şeria’da sadece bir sinema var ve o da Ramallah’ta; yani 100 km. ötede. Batı Şeria’da yaşayan 2,5 milyon kişiye bir sinema düşüyor. Oysa Filistin’de yaşayanların ne yol ücretini karşılayacak paraları ne de sinemadan eve kazasız belasız geri dönme garantisi var. Restorasyon tamamlanıp da film gösterimleri başladığında parasızlık yüzünden sinemaya gidilememesini engellemek için bilet fiyatlarının mümkün olduğunca düşük tutulması kararlaştırılmış durumda şimdiden; giriş ücreti sadece 1 Euro olacak. Sinemanın eski hâli 200’ü balkonda olmak üzere 400 koltuk kapasiteliyken şimdi amaç günde ortalama 300 sinemasevere hizmet vermek ve burayı ileride bir kültür merkezi, sanatçıların çalışmalarını sergileyebilecekleri bir mekân haline getirmek.

Her filme açık değil
Cenin sinemasını dünyadaki diğer sinemalardan farklı kılan sadece Filistin topraklarında olması değil. Altı tane olması düşünülen beyazperdelere her film yansıtılmayacak. Savaş temalı, vurdulu kırdılı filmlerin pek şansı yok. Bu tür sahneler içeren filmler bir tek koşulla gösterilecek; barışa hizmet etmek koşuluyla. Vetter’in düşüncesi, bu sinemada ağırlıklı olarak belgesellerin gösterime girmesi. “O kadar çok güzel belgesel var ki” diyor, “kimsenin haberi yok. Televizyon giderek daha da kötü oluyor ama belgeseller 10-20 yıl öncesine göre çok ama çok daha iyi. Arap ve Avrupa menşeli belgeseller ve tabii ki çocuk filmleri olacak.” Vetter, Cenin’de gösterilmeyi hak etmek için filmlerde aranacak kriteri şöyle özetliyor: “Tüm dünyadan filmler göstereceğiz ama bir tek şartla: Filmler harika olmak zorunda”. “Benim Babam Türk” adlı belgesel filminin Ekvator’da gösterilirken müthiş bir ilgi görmesinden çok etkilenen Vetter, “Dünyanın en iyi filmi değildi ama insanlar dünyanın bir başka köşesindeki insanların öykülerini merak ediyor” diyor ve ekliyor: “ Cenin’deki insanlar kendilerini o kadar yalnız hissediyor ki, dışarıdaki hayattan bir kesit bile onlara yalnız olmadıklarını anlatmak için çok önemli”.

“Hayalim sinemayı dolu görmek”
Marcus Atilla Vetter için “Cenin Sineması” projesi sadece Filistinlileri daha mutlu edecek bir girişim değil; Avrupalı ve İsraillilere de mesaj verecek bir proje. İsrail ve Avrupa’da birçok kişinin Cenin hakkında yanlış fikirlere sahip olduğunu söyleyen Vetter, “Cenin sineması barışa yardım edecek. Birçok İsrailli, sadece kendilerinin sanat ve sinemayla ilgilenebileceklerini düşünüyor. Filistin’deki insanlarla film yapmak, dünyaca ünlü sinemacıları oraya getirmek, onları tekrar düşündürecek. İsraillilere, Filistin’deki her çocuğun sandıkları gibi terörist olmadığını gösterecek” diye ifade ediyor düşüncelerini. En büyük rüyasının sinemayı dolu görmek olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Benim rüyam sinemayı dolu görmek. Dolu görmek ama popüler filmler, kötü Mısır filmleri gösterdiğimiz için değil; dünyanın her tarafından harika filmler gösterdiğimiz için, insanlar gerçekten sinemaya gelip mutlu oldukları için”. Konu hayallerden açılmışken Vetter’e, “İsrail ve Filistinlilerin bu sinemada beraber film izlediklerini, İsrail filmlerinin de gösterildiğini hiç hayal ettiniz mi?” diyoruz. Zamana ihtiyaç var elbette ama “Tabii ki mümkün” yanıtını veriyor. Neden olmasın?
***
Cenin Sineması Projesi Yöneticisi Marcus Atilla Vetter
“Burası bir terörist kasabası değil”

Marcus Vetter, 2007 yazında İsmail Hatib’in hikâyesini filmleştirmek için İsrail’e gittiğinde kendisiyle birlikte Cenin’e gidecek bir film ekibi ya da bir gazeteci bulamamış. “Birçok İsraillinin Cenin’e gitmekten çok korktuklarını o zaman anladım” diyen Vetter, daha sonra Filistinli politikacıları savunduğu için 1990 yılında Alternatif Nobel ödülü almış olan Avukat Felicia Langer’a ulaşmış. Langer, Vetter’i, Cenin’deki Özgürlük Tiyatrosu’nun (The Freedom Theater) yöneticisi Juliano Mer Hamis’le buluşturmuş. Hayatını Filistin’de alternatif bir eğitim sistemi oluşturmaya adamış bir İsrailli olan Hamis Vetter’e Cenin’de yol göstermiş. O tarihten sonra beş kez daha Cenin’e giden Vetter, “Her ziyaretimde buranın Batı’da sanıldığı gibi bir terörist kasabası olmadığına daha da emin oldum” diyor.

Babasını İlk Kez 38 yaşında gördü
“Ona motosiklet aldım çünkü kullanmayı öğretirken sarılabilecektim”

Her şey Marcus Vetter’in annesinin 1960’lı yıllarda Almanya’da aşçılık yapan Cahit Çubuk’a âşık olmasıyla başlar. Kadın Marcus’a hamile kaldığında, Çubuk’un Türkiye’de evli ve iki kızı olduğunu öğrenir. Cahit Çubuk, 7 yaşındaki kızı Nazmiye’nin kendisine devamlı mektuplar yazdığını ve Türkiye’ye çağırdığını söyler ve kısa bir ziyaret için Bolu’ya döner. Marcus’un annesi bunun kısa bir ziyaret olmadığını daha sonra anlar. Ailesi tarafından dışlanan kadın, hayatını kazanmak için zor koşullarda çalışır ve Marcus Atilla Vetter’i 1967 baharında dünyaya getirir. Hep bir erkek çocuk sahibi olmak isteyen Cahit Çubuk haberi alınca oğlunu görmek ister. Onları Türkiye’ye, nikâhlı olduğu eşi ve diğer çocuklarıyla birlikte yaşamaya çağırır. Marcus’un annesi bu teklifi reddeder. Beş parasız olmasına rağmen otostopla Almanya’ya gitmeyi başaran Cahit Çubuk, iltica talep eder. Talebi kabul edilmeyince oğlunu göremeden yeniden Çunuk köyüne dönmek zorunda kalır. İlerleyen yıllarda iki kız çocuğu daha olan Cahit Çubuk, oğlunu artık hiç göremeyeceğini düşünürken 2005 yılında Vetter’i köyünde, karşısında bulur. Oğlu tanınmış bir film yönetmenidir artık ve doğumundan 38 yıl sonra gerçekleşen bu ilk karşılaşmayı filme çeker. Belgeselinin adını “Benim Babam Türk” koyan Vetter, bir söyleşide 72 yaşındaki babasına neden motosiklet aldığı sorulunca şu yanıtı verir: “Ona motosiklet kullanmayı öğretirken sarılabilecektim çünkü”. Cenin Sineması projesinin yöneticisi Marcus Vetter babasıyla ve dört kız kardeşiyle hâlâ görüştüğünü ve yıllarca tek bir fotoğrafıyla idare ettiği babasını çoktan affettiğini söylüyor.

Gökkafes mi olacak, Park Otel mi?

İstanbul Kadıköy’de bir beş yıldızlı otel krizi daha yaşanıyor. Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan imar değişikliğiyle 12 kata izin alan Taşyapı İnşaat hızla inşaatı sürdürüyor. Kadıköy Belediyesi şu anda yapabilecekleri bir şey olmadığını söylüyor. Mimarlar Odası belediyeyi, belediye Oda’yı suçluyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 9-15 Ekim 2008

Önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1/5000’lik planlarda değişikliğe gidiyor. Kadıköy’de inşaatı süren “Corner Otel”in (Köşe Oteli) bulunduğu arsa bu değişiklikten payını alıyor. Sağındaki solundaki parseller konut alanı olmasına rağmen otelin bulunduğu arsa “Turizm ve Ticaret Alanı” olarak değiştiriliyor. Emsal değeri Kadıköy’ün genel değerinin iki katından fazla yükseltiliyor. Böylece, 6 değil 12 katlı bir binanın yolu açılıyor. Yani çevredeki binalar en fazla 18 metreye yükselebilirken, “Corner Otel” 50 metreye kadar çıkabiliyor. Mimarlar Odası, bu emsal değerinin, İstanbul İmar Yönetmeliği’nde belirlenen emsal değerini de aştığına dikkat çekiyor.

Süreç bundan sonra daha da ilginç bir hâl alıyor. İmar değişikliğini içeren 1/5000’lik plan Büyükşehir Belediye Meclisi’nden CHP’li üyelerin itirazlarına rağmen geçiyor. Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, CHP’li üyelerin itirazlarıyla 18 kata izin veren planın 12’ye düşürüldüğünü söylüyor. 1/5000’lik plan Kadıköy İlçe Meclisi’ne geldiğinde ise karşı çıkanlar AKP’li üyeler, destekleyenler CHP’liler oluyor. Otele karşı çıkanlar CHP’nin bu desteği sonucu ilçe meclisinden çıkan kararla planları en az bir yıl geciktirme şansının kaybedildiğini ve belediyenin bir duruş sergilemediğini öne sürüyor. Öztürk ise, 18 kattan 12’ye indirilen planların kendilerini yanılttığını, 12 katın böyle bir kütle yaratacağını düşünemediklerini söylüyor. Oda’ya da sitemde bulunuyor, dava açmış olsalardı ve yürütmeyi durdurma kararı çıkmış olsaydı biz 1/500’lük planı yapmazdık diyor. Mimarlar Odası Anadolu Yakası Şube Başkanı Arif Atılgan, odanın 1/5000’lik planlara 60 günlük askı süresince itiraz edemediğini, bir gün gecikmeyle dava açamadıklarını kabul ediyor ama kararın İlçe Meclisi’nden CHP’nin oylarıyla geçtiğini anımsatıyor. Mimarlar Odası, şu anda Kadıköy Belediyesi tarafından yapılan 1/500’lük planları dava etmiş ve bilirkişi heyetinin belirlenmesini bekliyor. Yürütmeyi durdurma kararı alamamış olmaları inşaatın devam etmesine yol açıyor. 80’in üzerinde işçinin çalıştığı otel hızla yükseliyor.

Kadıköylüler de boş durmuyor. “Dev Otele Hayır” adlı bir platform kuran mahalleliler, 18 Ekim günü otelin önüne siyah çelenk bırakacak. Bir de dava hazırlığı içerisindeler. Olaydan daha geç haberdar oldukları için 1/5000’lik plana hâlâ itiraz edebilecekler. 5000’lik plan iptal edilirse hukuki süreç yön değiştirebilir. Otelin, Taksim’de Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı zamanında yıkılan Park Otel gibi sonlanması da mümkün. Davalar lehte çıkmazsa bir başka Gökkafes daha dikilmiş olacak. “İnsanların cebi dolacak diye İstanbul talan ediliyor” diyen Platform Basın Sözcüsü Aslıhan Deniz, inşaatın çabuk bitirmek için çok hızlı ilerlediğini öne sürüyor. İnşaatın Proje Müdürü Kürşat Tomruk ise hızlı bir inşaat olduğunu doğruluyor ama bunun otelin açılıp biran önce kâra geçmesi için normal olduğunu söylüyor…

***
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk ile otel hakkındaki iddiaları konuştuk.

-Moda’daki otel inşaatı yargıya taşındı. Mimarlar Odası da süreci yargıya taşıdı...
-Odanın açmış olduğu dava 1/500’e açıldı. 1/500’ün önemi yok ki. Oraya inşaat hakkı veren plan Büyükşehir’in yapmış olduğu 1/5000’lik plan. 1/5000’e zamanında dava açmamışlar, gününü kaçırdık diyorlar. Asıl olay 1/5000. Bu kesinleştikten sonra ilçe belediyesi 1/1000 ya da 500’lük planları yapmak zorunda.
-Sizin 1/5000’lik plana Kadıköy Belediye Meclisi olarak itiraz etme şansınız yok muydu?
- Şu anda yok. Bu, 18 kat gelmiş, bizim Büyükşehir’deki arkadaşların itirazları sayesinde 12 kata düşürülmüş. Plan değişikliği Büyükşehir’de yapılıyor. Bizim meclisimizde kat indirme, onu eksiltme gibi bir yetkimiz yok.
-Peki, 1/5000’lik planı kabul etmemeye yetkiniz var mı?
- Hayır, öyle bir şey yok. Sadece 1/5000’lik plana karşı dava açma hakkımız vardı.
- Dava açtınız mı?
- Hayır. Biz orada kotların aynı seviyede olduğunu düşündük. Bir de 18’den 6 kat indirilince... Oda da dava açmamış. Oda dava açmış olsa ve mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı gelseydi biz 1/500’lük planları yapmazdık.
- Kadıköy Belediye Başkanı olarak Corner Otel’le ilgili görüşünüz nedir?
- Ben onun genel görünüşünü görünce kentli olarak rahatsız oldum. O ayrı bir şey. Orada o şekilde bir binanın gözükmesi pek hoş bir şey değil. Ama hukuki olarak yapabileceğim bir şey yok.
- Bilirkişi raporları olumsuz olursa bir Park Otel vakası olur mu?
- Park Otel’de 1/5000’e dava açıldı. 1/5000 iptal edilmediği sürece 1/500’ün iptali bir şey doğurmaz. Ancak 1/500 iptal edilirse ona dayanarak 1/5000 için dava açmak gerekir. O zaman da mahkeme süre bakımından incelerse bilemem. Çünkü 60 gün içerisinde 1/5000 için dava açmak gerekirdi.
- O şans kalmadı mı?
- O şans kalsaydı bırakın belediye adına, Selami Öztürk olarak dava açmayı düşünürdüm.
- Mimarlar Odası geç kaldı diyorsunuz. Siz neden dava açmadınız?
- 18’den 12 kata çekilince, biz orada 12 katın böyle bir kütle yaratacağını düşünmedik. Ancak birileri bize bunu anlatacak, göreceğim ondan sonra. Bize yürütmeyi durdurma kararı gelirse inşaatı durdururuz. 1/5000 iptal edilirse inşaat komple yıkılır.
- Bunu da yapar mısınız?
- Tabii. Zaten bu keyfe tabi değil. Yıkım kararı vermek 1/5000 iptal edilirse zorunluluk. Sonuçta çok güzel bir şey yapıyorlar diye bir iddiamız yok.

Avrupa'nın Tüm Muhalifleri İstanbul Yolcusu

2010’da İstanbul’da toplanacak olan Avrupa Sosyal Forumu, iki yılda bir işçileri, feministleri, anarşistleri, eşcinselleri, politikacıları, öğretmenleri, sanatçıları, yeşilleri ve daha nicelerini biraraya getiriyor. Hedef belli; neo-liberal politikaların hüküm sürmediği, cinsiyetçiliğin ortadan kalktığı, doğanın korunduğu, emperyalizm karşıtı “Bir Başka Dünya” yaratmak. Bu büyük rüyayı taşıyanların son buluşması İsveç’in Malmö kentindeydi. Eylemcileri yakından takip ettik, onlarla yattık, onlarla kalktık ve son gün on binlerle birlikte yürüdük...

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 2-8 Ekim 2008

Yaklaşık 15 dereceye varan, güneşli ama sıcak olmayan bir havada, İsveç’in en büyük parkına (Pildamsparken) doğru 15 bin kişiyle beraber yürüyoruz. Avrupa Sosyal Forumu’nun son günü. Yürüyüşe ilginin toplantılardan daha fazla olduğunu belirtmekte fayda var. Diğer günler sadece bisiklete binerken, koşarken görmeye alıştığımız İsveçlilerin birçoğu ise evlerinden ve yol kenarlarından bu büyük “sosyal trenin” geçişini izledi. Vagonlarında anarşistlerden eşcinsellere, işçilerden mühendislere, politikacılardan ırk ayrımına karşı çıkanlara kadar onlarca insanı taşıyan bu büyük trenin son durağının adı “Bir Başka Dünya”. Oraya nasıl gidileceği henüz çok belirli olmasa da… Avrupa’da beşincisi düzenlenen bu büyük buluşmaya katılan 10 bin civarında katılımcının ortak dileği de zaten bu adrese nasıl ulaşılacağını bulmak. 17-21 Eylül arasındaki beş gün boyunca yapılan 250 toplantıda işte bu sorunun yanıtı arandı.

“George Bush, terorista!”
Yürüyüşte atılan sloganlar aslında bu 250 toplantının sonuçlarını özetler gibiydi. Çokuluslu şirketler hemen hemen her grubun hedefindeydi. Sendikalar, firmalar kadar Avrupa Birliği’ni de hedef aldılar. AB’de alınan kararlar bugün Avrupa’da yaşayan her sınıfın çalışma ve örgütlenme haklarını direkt olarak etkiliyor ve sokaktaki insanlar bunun farkında. Türkiye her ne kadar AB üyesi olmasa da, ortak ekonomik programlar, tarım sektörüne verilen sübvansiyonlar, enerji ve güvenlik konularında alınan kararlardan Avrupalı komşuları kadar etkileniyor. 300’e yakın kişiyle toplantıya katılan Türkiyeli heyetleri giderek artan bir dayanışma içerisinde, Avrupalı dostlarıyla ortak mücadele ederken gördük. Bu yüzden olsa gerek, kulağımıza alışık olduğumuz nidalar da gelmedi değil. Amerika’yı Irak’tan çıkmaya çağıran sloganlar, George Bush, Berlusconi ile Gordon Brown’a atfedilen terörist söylemi, parasız eğitim gibi. AB’ye girişimiz kâğıt üstünde ve ülke bazında gerçekleşmemiş olsa da, sokakta bir birliktelik söz konusu. İngilizce slogan atan bizim buralı gruplar, bunun çok güzel bir örneği belki de...

Katılan grupların renkliliği, minik bandolar eşliğinde yapılan yürüyüşler, çoğu zaman bir miting değil karnaval alanında olduğunuzu düşündürüyor. Anarşist grupları görünce biraz daha farklı düşünüyorsunuz haliyle. İçlerinde, kar maskeleriyle yüzlerini kapatmış, her an kapitalizmin simgelerinden biri saydıkları bankalar ya da hazır yemek lokantalarına saldıracak görüntüsü veren anarşistler mitingin belki de en kalabalık grubunu oluşturuyorlardı. Hareketli disko hizmeti veren küçük bir kamyonetin arkasında yürüyen grubun taşıdığı iki pankart açık ve kısa mesajlar veriyordu: “Kapitalizmi ez!” ve “Uzlaşmayı yok et!”. Bir gün önce İsveç polisiyle yaşadıkları sokak çatışmaları bu konuda kararlı olduklarını da gösteriyor. İsveç sokaklarında çırılçıplak kalmaya kadar varan direnişlerini, ilkesel olarak benimsemeseniz bile, bunu 5 dereceye düşen sıcaklıkta yaptıkları için en azından bir şapka çıkarmak yerinde olur. İstanbul’daki toplantıda anarşistlerin neler yapacağı ve benzeri bir gösterinin sonuçları ise sizin hayal gücünüze kalmış.

Ortadoğu barışı Türkiye’den geçiyor
Sosyal Forum’a damgasını vuran konuların başında “savaş”ın geldiğini söylemek yanlış olmaz. Özellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler tüm dünya gibi Avrupa’yı da tedirgin ediyor. Filistin ve Irak’ta yaşananların ağırlıklı olarak konuşulduğu toplantıların en ilgi çeken birisi de ÖDP Milletvekili Ufuk Uras, DTP Milletvekili Sabahat Tuncel, İtalya’nın radikal işçi konfederasyonu Cobas’tan Pierro Berocchi ve Yunanistan savaş karşıtı hareketinden Sotiris Kontogiannis’in katıldığı “Emperyalizm ve Ortadoğu” başlıklı paneldi. Sabahat Tuncel, forumun açılış konuşmalarından birini de yapmıştı. Çikolata fabrikasında yapılan paneli Mor ve Ötesi grubundan Kerem Kabadayı yönetti. Uras, biraz da özeleştiri yaparak bölge üzerindeki çatışmaları daha iyi anlamak gerektiğinden bahsetti. Tuncel’in ağırlık verdiği konu Türkiye’deki Kürtler ve Türkler arasındaki gerilimdi; Türkiye’deki sorunun çözümünün tüm Ortadoğu’ya barış getirebileceğinden bahsetti. Berocchi ise NATO’yu hedef aldı. Aslına bakılırsa, tüm forum boyunca NATO karşıtı bir hareketin yükselişte olduğu gözlemleniyordu. 4 Nisan 2009 tarihinde 60. kuruluş yıldönümünü kutlamaya hazırlanan NATO’ya karşı Strasbourg’ta ciddi bir eylem hazırlığı var. Sadece eski Doğu Bloku’na yakın sol partiler değil, savaş karşıtları ve NATO’nun silahlarında uranyum kullanmasına son vermesini isteyen çevreciler de orada olacağa benziyor.

Finans ve iklim krizleri değişim için fırsat
Yürüyüşte atılan sloganlar ya da taşınan pankartlar, yüzlerce seminerde tartışılan fikirlerin bir yansımasıydı aslında. Pankartların ortak dileği de, Hindistanlı tanınmış eylemci Vandana Shiva’nın Halk Parkı’nda (Folkets Park) yaptığı açılışta dediği gibi, “dünyanın zenginliklerinin daha adil olarak paylaşmak”. Shiva, 2002 yılında Floransa’dan yola çıkan Sosyal Forum’un eski canlılığında olmadığını kabul ediyor ama bunun geçici olduğuna inanıyor. Shiva’ya göre, sosyal değişikliğe olan ihtiyaç, finansal ve iklim değişikliği krizleriyle her geçen gün artıyor. Shiva, iklim değişikliğinin aynı zamanda dünya çapında yaşanacak bir sosyal değişim için fırsat yarattığını da inanıyor. Kendisinin organik ürünler yetiştirdiği bir çiftliği var ve tarım üzerindeki çalışmaları pratik ve teoriye dayanıyor. Bu nedenle, İsveçlilere seslendiği şu sözlerine kulak vermek gerek: “Kahveniz için hâlâ Guatemala’ya ihtiyacınız var ama bu İsveç’te patates yetişebilecekken yetiştirmemeyi haklı çıkarmaz”. Shiva’nın bahsettiği adil ticaret konusu başta ekolojistler ve çiftçiler olmak üzere katılımcıların çoğunun dilindeydi. Bugün, birçok ülke yetiştirebileceği ürünleri daha ucuza bulduğu için dünyanın öteki ucundan getirmeyi tercih ediyor. Sonuç olarak yoksul ülkelerde işçilerin ucuza çalıştırılmasından zenginler kazançlı çıkıyor. Ürünler onlarca kilometre uzağa taşınırken, yakılan petrol ve çevreye verilen zarar da cabası tabii. Toplantılar boyunca birçok yerde organik ürünler, “adil ticaret sonucu” üretilmiş yiyecekler ve vejetaryen yemeklerin olması da bu kaygıların sonucuydu sanırım. “Başka Bir Dünya”nın yemek sistemi, yerelde üretilmiş, genleriyle oynanmamış ve daha az etli olacağa benziyor.

Kapanışı Nazım Hikmet yaptı
“Başka Bir Dünya”nın evleri nasıl olacak derseniz, daha az enerji harcayan, kendi elektriğini temiz enerji kaynaklarından kendi üreten evler olacak diye yanıt verebiliriz. Bu öngörü, pratikten çok seminerlerde edindiğimiz bilgilerden kaynaklanıyor çünkü forum boyunca biz de birçok katılımcı gibi, uyku tulumumuzla bizlere ayrılan spor salonu, okul gibi yerlerde kaldık. Bu arada zorunlu olarak spor da yaptığımızı belirtmeliyim, çünkü Malmö’nün her bir yanına dağılmış toplantı salonlarına zamanında yetişmek için hayli koşuşturmak gerekiyordu. Organizasyonun en çok şikâyet alan yönü de bu dağınıklıktı. Birçok katılımcı bir forum alanından diğerine yetişmeye çalışırken sunumları kaçırdı. Sosyal Forum’un açılış konuşmalarına Vandana Shiva damgasını vurmuştu. Kapanışta ise Nazım Hikmet vardı. 2010 toplantısı İstanbul’da olacağı için kapanış konuşmasını Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı Süleyman Çelebi yaptı. “Başka Bir Dünya”ya nasıl gidilir sorusunun yanıtını da Nazım’ın şiiriyle verdi: “Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine”…

***
Sosyal Forum’da neler tartışıldı?
1. Sosyal haklar, refah ve herkes için kamu hizmeti.
2. Sürdürülebilir dünya, çevresel ve iklimsel adalet.
3. Demokratik, açık, eşitlikçi, şeffaf, polis devletinden uzak, özgürlükçü ve azınlık haklarına önem veren bir Avrupa.
4. Eşitlik ve haklar için mücadele, farklılıkların kabulü ve ataerkil toplum yapısına karşı mücadele.
5. Adil, barışçıl ve dayanışma içinde işgallere, saldırı ve savaşlara karşı bir Avrupa.
6. İşçilere iyi iş imkânlarının sağlanması, itibarlarının verilmesi ve sömürünün durdurulması.
7. Ekonomik ve sosyal adalet için alternatiflerin oluşturulması.
8. Kitlesel medyanın, kültürün, bilginin ve eğitimin demokratikleştirilmesi.
9. Mülteci ve göçmenlerin kabulü ve her türlü ırkçılığa karşı savaş.
10. Sosyal hareketlerin, devlet ve küresel adalet hareketinin geleceği.

Hangi kararlar alındı?
1. AB’nin sosyal ve emek politikalarıyla ilgili olarak, çalışma saatlerine, göçmen emeği politikalarına karşı ortak bir Avrupa kampanyası örgütlenecek.
2. 4 Nisan’da Strasburg’da yapılacak NATO’nun 60. yıl kutlamaları sırasında, NATO’nun dağıtılmasını talep etmek için büyük bir gösteri yapılacak.
3. Aralık ayında Poznan’da yapılacak iklim değişikliği toplantıları sırasında tüm dünyada gösteriler yapılacak.
4. Temmuz 2009’da Sardinya’da yapılacak G8 toplantısına karşı tüm barış ve demokrasi yanlısı hareketlere çağrı yapılacak.

***
“Umutla ve heyecanla İstanbul’u bekliyoruz”

Yıldız Önen
Küresel Bak Aktivisti

Malmö’de toplantının yapılması kabul edilirken zaten diğerlerinden daha farklı olacağı biliniyordu. Bundan önceki toplantılar hep hareketin güçlü olduğu büyük kentlerde yapıldı. İskandinav ülkesinde yapılması biraz da onları harekete katmak, oradaki insanlara ulaşmak içindi. Katılım daha azdı ama ilgili insanlar geldi. Doğru soruların sorulduğu verimli tartışmaların yapıldığı bir toplantı oldu. Üniversitelerdeki öğretim görevlilerinin, forumdaki toplantılardan örnekler vererek öğrencilerine tavsiye ettiklerini duyduk. Olumsuz tarafları ise çeviriyle ilgili yaşanan teknik ve mali sorunlar, gönüllü sayısının azlığı ve toplantı yerlerinin birbirine uzaklığıydı. İstanbul’da yapılacak toplantı Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşirse böyle bir sorun olmayacak. Katılımın da yüksek olacağını düşünüyoruz. Türkiye’deki emek ve meslek örgütleri zaten uzun zamandır işin içindeler. Şu anda Türkiye Sosyal Forumu içersinde 45 kurum var ve bu sayı yükselecek. Buradaki insanlar dertlerini anlatmak istiyor, Avrupalılar da dinlemek. Ayrıca, İstanbul toplantısına Doğu Avrupa’dan, Ukrayna ve Rusya’dan da büyük katılım olacağını düşünüyoruz. İtalya ve Yunanistan’dan gelen ekipler Malmö’de, İstanbul için 500-1000 kişilik ekiplerle katılım sözü verdi. Umutla ve heyecanla İstanbul’daki Avrupa Sosyal Forumu’nu bekliyoruz.

Yaklaşanı Yakıyor!

Arızasız nükleer santraller de yakın çevrelerinde yaşayan çocukları kanser yapıyor...

Almanya’daki nükleer santrallerin 5 km. çevresinde yaşayan çocuklarda, erken çocukluk kanserlerinde ve lösemide büyük oranda artış olduğunu ortaya çıkaran Fizik Doktoru Alfred Körblein, İstanbul’daydı. Körblein’ın verdiği rakamlar daha sonra yürütülen çalışmalarla da doğrulanmış, nükleer santrallerin sadece kaza olursa tehlikeli olacağı görüşü bu araştırmayla ciddi bir yara almıştı. Çünkü normal çalışma sırasında da nükleer santrallerden doğaya radyoaktif madde salımı gerçekleşiyor ve literatürde bu, “rutin radyasyon” olarak adlandırılıyor…

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 25 Eylül - 1 Ekim2008

İstanbul’un önemli bir konuğu vardı geçen hafta. 1998’de, Almanya’daki nükleer santrallerin 5 km. çevresinde yaşayan çocuklarda, erken çocukluk kanserlerinde yüzde 54’lük, lösemide ise yüzde 76’lık artış olduğunu bulduğunda ona inanmak istememişlerdi. Fizik doktoru olmasına rağmen, “çevreci” olarak bilinen Münih Çevre Sorunları Enstitüsü’nde çalıştığından dolayı verdiği rakamları görmezden gelmişlerdi. Almanya’da Yeşiller Partisi koalisyon ortağı olup da çevre bakanlığı koltuğunu alınca iş değişmiş, 2000 yılında, Almanya’nın nükleer santrallerini 2021 yılına kadar kapatma kararını almasından sonra madalyonun öteki yüzünü konuşmak daha da kolay bir hale gelmiş ve kapatma kararının hemen ardından, Radyasyondan Korunma İçin Alman Federal Ofisi, Dr. Alfred Körblein’ın daha önce duyurduğu ancak kaale alınmayan sonuçlarını kontrol etmek üzere 16 nükleer santralin çevresinde yeni bir çalışma başlatmıştı Tabii bu çalışmanın başlatılması için halkın verdiği 10 binden fazla imzayı da unutmamak lazım. 2007 sonunda açıklanan bu çalışma sonuçları, Dr. Körblein’ı haklı çıkardı: Nükleer santrale 5 kilometre çapında bir mesafede yaşayan, beş yaşın altındaki çocukların kansere yakalanma olasılığı beklenenden 1,6 kat; lösemiye yakalanma olasılığı ise nükleerden uzak duran çocuklara oranla 2,2 kat artıyordu! Nükleer santrallerin sadece kaza olursa tehlikeli olacağı görüşü bu araştırmayla ciddi bir yara aldı.

Alman devletinin kanserli 1592, lösemili 593 vaka üzerinde beş yıl süren çalışmalarında, çocukların diğer etkenler tarafından hasta olup olmadığı da araştırıldı ancak nükleer santral dışında hiçbir kanser yapıcı faktörün sonuçlar üzerinde etkili olmadığı ortaya çıktı. Aynı durum lösemili çocuklar için de geçerliydi. Lösemi sayısındaki artışa neden olan tek faktörün radyasyona maruz kalmak olduğu kanıtlandı. İstanbul Tabip Odası, Çevre İçin Hekimler Derneği ve Nükleer Savaşı Önlemek için Hekimler Birliği tarafından Türkiye’ye davet edilen Körblein’a İstanbul’daki sunumundan sonra şu soruyu sorduk: “Her yıl binlerce Alman turistin de geldiği Akdeniz’de kurulması düşünülen Akkuyu nükleer santralinin yanında denize girer misiniz, denizden çıkan balığı yer misiniz?”. Körblein’ın yanıtı netti: “Ben yaşlı bir insanım, kanser konusunda çok fazla endişelenmem. Eğer küçük çocuklarım olsaydı, Türkiye’de ya da Almanya’da, çocuklarıma nükleer santralin yakınına gitmelerini öğütlemezdim. Elimizdeki bilgiler ışığında, torunlarımın nükleer reaktörün 5 km. yakınında yaşamalarını da istemezdim”. Körblein’in bu korkusunun kaynağı sadece kendisinin yaptığı çalışma değil. Almanya’da 1983’ten beri küçük çocuklar üzerinde nükleer santral kaynaklı radyasyonun etkilerini inceleyen araştırmalar yapılıyor. 1984’te, İngiltere’deki Sellafield nükleer santrali yakınındaki Seascale köyünde çocukluk çağı lösemisine normalden 10 kat yüksek oranda rastlanmıştı. Körblein’a göre nükleer santral ve çocuklar üzerine yapılan araştırmaları tetikleyen de bu 1984 yılındaki çalışma oldu.

Resmi rakamlar her şeyi anlatmıyor
Halk tarafından çok bilinmese de, normal çalışma sırasında nükleer santrallerden doğaya radyoaktif madde salımı yeni bir şey değil. Literatürde “rutin radyasyon” olarak adlandırılıyor ve santrallerden doğaya salınan radyoaktivite, birçok ülkelerde kayıt altında tutuluyor. Dr. Alfred Körblein’dan, Almanya’daki santrallerin bu rakamları her üç ayda bir halka açıkladığını öğreniyoruz. İşin püf noktasını da... Uzun bir zaman dilimine bakıldığında doğaya salınan radyoaktivitenin yasalarla belirlenen sınırların altında kaldığını belirten Körblein, bizi kısa süre içerisinde doğaya verilen yüksek dozlar konusunda uyarıyor. Örneğin, santraller yeniden çalıştırılırken (bakımdan ya da yeni yakıt yükleme işleminden sonra) yüksek miktarlarda radyoaktif izotopu doğaya salıyorlar. “Ancak bu üç aylık veri içinde görülmüyor” diyen Alman fizikçi, böyle bir anda reaktörün yakınında olmanın oldukça riskli olduğuna işaret ediyor. İddiasını da şu sözlerle pekiştiriyor: “Nükleer santral yakınında yaşayan kişiler yıl boyunca dalgalanan miktarlarda radyasyon dozlarına maruz kalırlar, sabit bir düşük doza değil. Doğrusal olmayan bir doz-yanıt eğrisinde etki ortalama doza değil, tepe noktasında olan doza bağlı olarak ortaya çıkabilir. Nükleer santraller rutin olarak doğaya radyasyon bırakırlar hatta Almanya’da bunun ne kadar olduğu, düzenli olarak yayınlanır. Bu bulduğumuz lösemi etkisi, resmi açıklamalar doğru olsaydı 1000 kat daha az olmalıydı”.

Nükleer reaktörden sadece havaya değil, soğutma suyuyla denize de yine “rutin” olarak radyasyon bırakıldığını belirten Körblein, “Sellafield’teki yeniden işleme reaktörü plutonyum ve stronsiyum gibi radyoaktif izotopları İrlanda Denizi’ne bıraktı. Dalga ve rüzgârlarla bir süre sonra radyoaktif maddeler kıyıya geri döndü. Kumsalda oynayan çocuklar radyasyona maruz kaldı. Daha sonra bu, başta balıklar aracılığıyla besin zincirine de eklendi. Nüfusun bir bölümü radyoaktiviteye maruz kaldı” açıklamasıyla balıklarla ilgili bir önceki soruma da yanıt vermiş oluyor.

Sinop ve Mersin’de kanser kayıt merkezleri yok
Körblein’ı dinlerken alışık olmadığımız kurum adlarıyla da karşı karşıya geldik. Radyasyondan Korunma İçin Alman Federal Ofisi, Alman Çocukluk Çağı Kanserleri Kayıt Dairesi gibi. Çevre İçin Hekimler Derneği Başkanı Dr. Seval Alkoy’a 24 Eylül’de nükleer ihaleye çıkacak olan Türkiye’de benzer kurumların olup olmadığını sorduk. “Türkiye’de radyasyon denince akla Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) geliyor” diyen Dr Seval Alkoy, “TAEK’in Çernobil kazası sonucu sergilediği tutum bu konuda güvenilirliği konusunda bir soru işareti oluşturmuştur. Kanser kayıtlarının tutulduğu en eski merkez İzmir’de ve o da zannediyorum 12 yıllık. Türkiye’nin şu an için kanser kayıtlarının güvenilir olduğunu söylemek mümkün değil. Zaten Çernobil sonrası Karadeniz’de kazaya bağlı kanser vakaları artmış mıdır, artmamış mıdır sorusuna bilimsel bir yanıt verilememesinin de nedeni budur” diyerek “Nükleer Türkiye”nin bu kavrama ne kadar hazır olduğunu sorguluyor. Yaptığımız araştırma sonucu bahsedilen “kanser kayıt merkezleri”nin sayısının 20 olduğunu tespit ettik. Büyük kentler dışında Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa gibi illerde de bu merkezlerden açılmış. Türkiye’de nükleer santral kurulması düşünülen iki ilde, Sinop ve Mersin’deyse bu merkezlerden yok. Bu, nükleer santrallerin bu illere kurulması halinde kanser oranlarında artış olup olmadığını bilemeyeceğimiz anlamına geliyor; çünkü bu illerde kanser olanlarla ilgili kayıtlar henüz (!) tutulmuyor.

***
“Nükleer ihale iptal edilsin”
Prof. Dr. Gençay Gürsoy Türk Tabipleri Birliği Başkanı
Türkiye enerji politikalarını ağırlıklı olarak geleneksel enerji kaynaklarına dayandırarak ülkenin enerji gereksinimini karşılamaya yönelmiş bulunmakta. Bunun anlamı gelecekte ekonomik maliyetleri büyütmek, asla geri ödenemeyecek çevresel riskleri ve çevrenin geri dönüşümsüz yıkımını arttırmaktır. Bunun yanında kömür ve nükleer enerji gibi en tehlikeli merkezi enerji kaynaklarına alım garantisi verilerek yatırımı özendirilmektedir. Nükleer santraller çevresinde yapılan araştırmalarda; santrallerin yılda 1 milyon kişide 600-1000 ölüme neden olduğu, bunların yüzde 80 gibi büyük çoğunluğunun çalışan işçiler olduğu ve çocukluk dönemi kanserlerinde artış olduğu saptanmıştır. Bu veriler ışığında öncelikle 24 Eylül’de yapılacağı açıklanan ihalenin iptal edilmesini istiyoruz. Türkiye çok zengin yenilenebilir enerji potansiyeline sahip ve enerji verimliliği açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden biri.”