Orman satarak mı yanarak mı biter?

Özgür Gürbüz-BirGün / 31 Temmuz 2025

Şarköy 2025 - Foto: O. Gurbuz
İstanbul Havalimanı’nın yapımı için ÇED raporuna göre 2,5 milyon ağaç kesildi. Kuzey Ormanları Savunması bu rakamın taş ocakları, Kuzey Marmara Otoyolu da hesaba katıldığında 13 milyonu bulduğunu söylemiş, 6 bin 500 hektar diye de belirtmişti. 2014, 2015 ve 2018’de tüm Türkiye’de yanan orman alanını miktarı her yıl için 6 bin hektarın altındaydı. İstanbul Havalimanı için kesilen ağaç sayısı o yıllarda yangınlarda kaybettiğimizden fazlaydı.

Yanan ormanlara üzülüyoruz, kahroluyoruz ancak yıktığımız ormanlarla aynı duygusal bağı kuramıyoruz. İnsanlar bu ilişkiyi kurabilseydi bugün İstanbul Havalimanı, önünde milyonların gözyaşları içinde ağıt yaktığı bir türbeye dönerdi. Yeşil bir mezarlık misali. Tam tersine, milyonlarca ağacın kesildiği bu havalimanı, yanından geçen otoyol, o yolu Anadolu’ya bağlayan üçüncü köprü birçok insana ‘icraat’ diye anlatıldı ve insanlar bu ‘icraatlara’ oy verdiler. Çağımızda ne gördüğümüz bize ne anlatıldığına bağlı.

MDF ve Yonga Levha Sanayicileri Derneği bir sunumunda mobilya ve ağaç satışıyla Türkiye’nin 6 milyar dolarlık ihracata ulaştığından bahsederek övünüyor. 2000 yılında 2 milyon metreküp olan üretim kapasitesi 7 kat artarak 15 milyona çıkmış. Üretim kapasitesi artıyorsa kesilen ağaç sayısı da artıyordur. Zaten, “Orman Genel Müdürlüğü’nün üretimini artırması mobilya ve ağaç sektörlerinin büyümesinin arkasındaki en büyük itici güçtür” diyorlar. Orman yangınlarıyla kaybın giderek arttığı ve iklim krizi nedeniyle de artmasının beklendiği bu dönemde ağaçları kesip ihraç etmek sizce de yanlış bir politika değil mi?

Prof. Dr. Doğanay Tolunay, 1984-2024 yılları arasında verilen izinlerle (maden, enerji ve turizm tesisleri gibi) 932 bin hektarlık orman alanının kaybedildiğini, 40 yıldaki izinlerin yarısının da 2021-2024 arasında verildiğini belirtmişti. Doğayı bir hiç, üstüne koyduğumuz her betonu yatırım gören anlayışı yıkmadıkça gerçekte ne kaybettiğimizi de anlayamayacağız.

Prof. Dr. Erdoğan Atmış da birkaç gün önce BirGün’deki yazısında bütçe kısıntısının orman yangınlarıyla mücadele gücünü nasıl azalttığını kalem kalem yazdı. Türkiye’nin bütçesini nerelere harcadığını hepimiz biliyoruz. Makam arabaları, ne işe yaradığı belli olmayan kurumlar, arpalıklar… Yangınla mücadele mevsimsel ve masraflı bir iş olsa da sorun kaynak sorunu değil; hepimiz bunun farkındayız. Hem gerekli önlemleri almak hem de yukarıda örneklerdeki yanlış olumlu algıyı kırmak zorundayız.

İklim değişikliğinin orman yangınlarının sayısını ve şiddetini artıracağını biliyoruz. 2050’ye kadar artış oranı yüzde 30’u bulabilir. Yılda 100 orman yangını görüyorsak 130’a çıkabilir. İklim krizi nedeniyle yanmaya daha hazır hale gelen ormanlarda yangın başlama olasılığı (ister ihmal ister kasıt) artıyor. İklim değişikliğini durdurmadan sadece uçak, arazöz veya orman işçisi alarak sorunu çözemeyiz çünkü durmaya niyeti olmayan ve devamlı hızlanan bir aracın önüne ne kadar engel koyacağımızı bilmiyoruz. Bugün yeterli olan yarın yetersiz olacak. Kömürden, petrolden ve gazdan vazgeçmezsek ormanlardan vazgeçmek zorunda kalacağız. Bu bağlantıyı görmezden gelerek sorunu çözemeyiz.

Orman yangınlarıyla mücadelede en az konuştuğumuz ama belki de en önemli konu ormanla kurduğumuz ilişki. Ormanların bu kadar risk altında olduğu bir dönemde insanı ormanı tüketmekten de vazgeçirmemiz gerekiyor. Orman manzaralı ev, ağaçların arasındaki turistik tesis, parka çevrilmiş ormanlık alan kavramları tarih olmalı. İnsan ormanda yerleşik oldukça elektrik kabloları, sigara izmaritleri, mangal külleri de ormanla tanışıyor. Madenler gibi sanayi tesislerine ormanda çalışma izni vermeyeceğimiz bir döneme girmeliyiz. Özellikle de ihracat amaçlı açılan madenler kırmızı listede olmalı. Endüstriyel hayatın bir parçası olmayı kabul etmiş de olsak gezegenin sınırları olduğu gerçeğini göz ardı ederek yaşayamayız. Kapitalizmin sınırsız tüketimi bizi yok oluşa götürüyor. Yanana üzülüp sattığımıza ve kestiğimize sevinecek bir durumumuz yok.  

İklim Kanunu kadük olacak

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Temmuz 2025

Foto: BirGün
Maden ve enerji santrallarına, zeytinlikler dahil birçok doğal alanı tahrip etme izni veren torba yasa teklifi Meclis’te kabul edilirse hükümetin öve öve bitiremediği İklim Kanunu kadük olacak.

Dün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren İklim Kanunu’nun beşinci maddesinin beşinci fıkrası aynen şöyle diyor: “Net sıfır emisyon hedefinin sağlanmasına yönelik emisyonların dengelenmesi için orman, tarım, mera ve sulak alanlarda karbon yutağı kayıplarını engellemek üzere ilgili kurum ve kuruluşlarca tedbirler alınır, yutak alanların ve korunan alanların korunarak artırılması sağlanır”. Kulağa hoş geliyor.

Gelelim Meclis’te görüşülen, ‘süper izin’ yasası diye de bilinen torba kanun teklifine. Teklifte öyle maddeler var ki İklim Kanunu’nun elle tutulur birkaç satırını da yok sayıyor. İklim krizini durdurmak için başta karbondioksit olmak üzere seragazı emisyonlarını azaltmalıyız. Azaltamadığımızı da ormanlar, meralar, tarım alanları ve sulak alanlar gibi yutak alanlarla tutarak atmosfere ulaşmasını engellemek zorundayız. Bu bilgiye İklim Kanunu’nu bir hafta önce Meclis’ten geçiren yasa yapıcılarımız da herhalde sahiptir.

Torba yasa teklifi ise İklim Kanunu’nda yazanın tam tersini yapıyor. Madencilik yapılmasına izin verilen orman alanlarından bahsediyor. Bir başka deyişle, İklim Kanunu’nda korunarak artırılması hedeflenen ormanlar (yutak alanlar) madenciliğe açılıyor. Üstelik izin ve yönetim süreci Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’ne (MAPEG) devredilecek.

Torba yasa teklifine konan geçici maddeyle Muğla’da zeytinliklerin, yani bir başka yutak alanının, kömür madenciliğine açılması da mümkün kılınıyor. Hem karbondioksiti tutan ağaçlar yok edilecek hem de kömür yakılarak atmosfere daha fazla karbondioksit bırakılacak. Zeytincilik Kanunu’nu delmeyi amaçlayan bu madde emsal kabul edilirse başka zeytinliklerde de devamı gelebilir.

Teklifte doğal ve tarihi alanlarla ilgili ilginç bir düzenleme de yer alıyor. Korunan alanlar, sit alanları, sulak alanlar gibi yine önemli yutak alanların farklı endüstriyel projelere açılmasında izin sürecini dört ayla sınırlıyor. Dört ayda başvurulara yanıt alınmazsa, izin verilmiş sayılıyor. Bu kadar önemli, korunması gereken bölgelerde yapılacak tesislere karşı detaylı bir inceleme fırsatı bile verilmiyor. İzin süreçleri oldubittiye getiriliyor. İşte size İklim Kanunu’nun içinin boş olduğunu gösteren bir örnek daha. Gerçek bu olsa da Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Toplantısı’na (COP31) Türkiye’de ev sahipliği yapmak isteyen hükümetin, İklim Kanunu çıkardık diye önümüzdeki günlerde yurt dışında bol bol reklam yapacağını da biliyoruz.

İklim Kanunu’nun somut bir hedef, fosil yakıt dediğimiz kömür, petrol ve gazdan vazgeçmeye dair bir yol haritası içermediğini, iklim kriziyle bağlantılı sosyal sorunlara hiç değinmediğini daha önce de yazmıştık. Kanun’da doğru yazılmış denebilecek birkaç satırın da başka kanunlarla boşa çıkarıldığına da tanıklık ediyoruz. İklim Kanunu’ndan geriye ne kaldı derseniz yanıtı kolay. Geriye, birkaç şirketi rahatlatacak ancak iklim krizini durduramayacak emisyon ticareti kalıyor.

İhtiyaçtan satılık nükleer santral

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Temmuz 2025

Foto: Akkuyu Nükleer
Rusya, yapımı geciken Akkuyu Nükleer Santralı’ndaki hisselerinin yüzde 49’unu yeniden satışa çıkardı. Rusya’nın hisse devriyle ilgili ilk haberleri yanlış hatırlamıyorsam 2016 yılında okumuştuk. 2018’de Cengiz Holding, Kolin ve Kalyon İnşaat’tan oluşan üçlü bir konsorsiyumun adı gündeme gelmiş ancak satış işlemi gerçekleşmemişti. Meblağ o zaman da büyüktü şimdi daha da büyük. Satış fikri ise bu defa yazımın sonunda dikkat çektiğim olasılıktan dolayı daha riskli.

Haberlerde 4800 MW büyüklüğündeki Akkuyu’nun değeri 25 milyar dolar olarak belirtiliyor, yarısına yakınını almak isteyenlerin bu durumda 12 milyar doları gözden çıkarması gerek. Rus şirketin eski açıklamalarına dayanan bu tahminlerin yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Amerikan Enerji Bilgi Dairesi’nin verileriyle, bugünkü fiyatlardan hesaplarsak, Akkuyu ölçeğinde bir nükleer santralın yapım maliyeti 37 milyar doları bulabilir. Rusya kaça satar, finansal sıkıntısı ne kadar büyük; bilmiyoruz. 

Neden sadece yüzde 49? Uluslararası anlaşma gereği çoğunluk hissenin Rusya’nın elinde kalma şartı var, o yüzden Rusya daha fazla hisse satamaz. Bu yüzden de işin stratejik boyutu değişmez. Akkuyu kapatılana kadar hep Rusya’nın elinde kalacak. Zaten Rusya çekilse, başka bir firmanın onların ürettiği reaktöre uygun yakıt üretmesi yıllar sürebilir. Bağımlılık hisse devri olsa da baki.

Akkuyu’nun ilk ünitesinin elektrik üretiminin 2026 yılına kaldığını da bu haberle birlikte Akkuyu Nükleer A.Ş.'nin Yönetim Kurulu Başkanı Anton Dedusenko’dan öğrendik. Ne gariptir ki iki ay önce AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan aksini söylemiş, yıl sonunda elektrik üretimi vadetmişti. Dedusenko ise “yıl sonuna kadar şebekeye elektrik vermeye gerekli sistemlerin hazır olacağına eminim” diyor. İşin garibi, Bloomberg.com’daki haberden 6,5 saat sonra Anadolu Ajansı’nın geçtiği haberde ise Dedusenko’nun, “her şey takvime göre ilerliyor” açıklamasıyla adeta ortalık yatıştırılmaya çalışılmış. Gecikmeden bahsedilmemiş. 

Gecikme neden önemli? Elektrik üretimi başlarsa Rusya’ya verilen alım garantisi de devreye girecek ve Akkuyu Nükleer bugünkü piyasa fiyatının iki katına elektrik satacak. Santral daha da gecikirse, hisseleri satın alan şirketlerin kasasına para girmesi de gecikecek ve işler sarpa saracak. Daha da gecikirse diyorum çünkü ilk reaktör yaklaşık 7,5 yıl önce yapılmaya başlandı ve aslında 2023 yılında devreye alınmalıydı.

Gelelim asıl soruya. Rusya işin meyvesini yemeye bu kadar yakınken neden hisse devrine gitmek istiyor? İlk neden Rusya’nın finansal krizi. Ukrayna savaşı ve ambargolar ülkenin gelirlerini azalttı, son bir yılda petrol ve gaz gelirleri yüzde 35 oranında azaldı. Bazı önemli parçaların santrala gelmesi engellendi. ABD ambargosu nedeniyle Rusya’nın Türkiye’ye para transferi de zorlaştı. Türkiye’ye gönderilen para transferleri engellenince gaz karşılığı ödeme seçenekleri bile devreye girdi.

İkinci neden ise uluslararası anlaşmayla ilgili belirsizlik. 8 Mayıs’taki “Rusya’nın süresi doldu” başlıklı yazımda detaylı bir açıklama yapmıştım, Rusya, söz verdiği sürede elektrik üretimine başlayamadığı için alım garantisi anlaşmasının yeniden masaya yatırılmasının yolu açıldı. Şeytanın avukatlığını yapıp, o olasılığı yazalım.

Yukarıda adları geçen malum üç şirkete veya daha fazlasına hisse devri yapıldıktan sonra Türkiye gecikmeyi neden göstererek alım garantisi anlaşmasını pazarlığa açıp, kilovatsaat başına verdiği 12,35 dolar sentlik fiyatı yükseltmeye kalkabilir. Böylece hem yeni hissedarlar hem de Rusya kısa zamanda daha fazla gelire kavuşabilir. Yıllardır santrala milyarlarca dolar para harcayan, finansla kriz yüzünden sıkışan ama cebine tek kuruş koyamayan Rusya rahatlar. Hükümet bu güzel kârın sadece Rus devlet şirketlerine gitmemesi için hisse devrini şart koşmuş, biraz da tanıdıklar kazansın demiş olabilir mi? Nükleer santraldan gelecek pahalı elektriğin, elektrik faturalarına zam olarak geleceğini ve halkının zaten yoksullukla sefalet arasında bir noktada olduğunu bildiği için herhalde böyle bir değişikliğe gitmez. Gitmez değil mi?

Komplo teorisi sevmem ve yazmam ama bu olasılık mümkün ve uyarmak zorundayım.

Tek gezegen tek millet hayali çöküyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Haziran 2025

Foto: UAEA
İran Meclisi’nin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla (UAEA) işbirliğini askıya alma kararı İran
Anayasayı Koruyucular Konseyi’nce de onaylanırsa, bir başka küresel rejimle daha vedalaşabiliriz. İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan çıkabilir. Bugüne kadar İran’ın iddia edilen nükleer silah programı hakkındaki tüm bilgilerimizi aslında NPT’ye taraf olmasına borçluyuz. UAEA denetçileri bu kapsamda İran’da izleme ve denetleme yapabildi ve dünyaya İran’ın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş 400 kg uranyumunun olduğunu duyurdu.

İran NPT’ye taraf olmasa, aynı İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore gibi gizli bir programla nükleer silah geliştirmeye çalışabilirdi. Başarılı olur muydu bunu bilemiyoruz ama İran NPT’den ayrılırsa bizi daha karanlık bir sürecin beklediği ortada. Saldırılar sorunu daha da büyütmüşe benziyor. Anlaşmanın 10. maddesi, ülkelerin yüksek menfaatlerini tehlikeye attığını düşündüğü olağanüstü olaylarla karşı karşıya kalması durumunda anlaşmadan çekilmesine fırsat veriyor. İran nükleer tesislere ve ülkeye düzenlenen saldırıları örnek göstererek anlaşmadan çekilebilir. 

Ortadoğu’da nükleer silah kaynaklı tehdidi ortadan kaldırmanın aslında tek bir yolu var. İsrail’in derhal NPT’ye taraf olması, nükleer silahlarını imha etmesi ve bölgedeki diğer ülkelerin de anlaşmaya taraf olarak nükleer silah yapmayacaklarını açıkça beyan etmesi. İsrail bunu yaparsa İran’ın da iddia edilen programından vazgeçeceğini düşünüyorum. Zaten, Suudi Arabistan, Mısır, Irak ve Türkiye gibi önemli aktörler NPT’ye taraf, BAE ise imzacı. İkinci adım da NATO ve ABD üslerindeki nükleer silahların bölgeden uzaklaştırılması ki buna İncirlik’te ABD’ye ait nükleer bombalarla başlanmalı. NPT temel alınırsa bu uluslararası anlaşma kalıcı bir barışın başlangıç noktası olabilir. Üçüncü adım ise silah ve enerji arasındaki ince ilişki nedeniyle nükleer santrallardan kurtulmak olmalı ama bu çok daha karışık bir süreç.

Büyütecimizi mavi gezegenin tümünü içine alacak şekilde Ortadoğu’dan uzaklaştıralım. NPT’nin işlevsizleşmesinin ötesinde bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz. Çok taraflılığın, yani uluslararası siyasetin bitişi. Birkaç hafta önce Hamburg Sürdürülebilirlik Konferansı’nda BM Kalkınma Programı (UNDP) Başkanı Achim Steiner’e bu soruyu sormuş, “En zengin ülkelerin birçoğunun, sorunları birlikte çözmek ve birbirimize yatırım yapmak için on yıllardır inşa ettiğimiz bu mimariyi destekleme konusundaki taahhütlerinden bir cümleyle nasıl geri çekildiklerini gözlemliyorum” yanıtını almıştım. Steiner ayrıca, iklim değişikliği, biyoçeşitlilik ya da pandemiden korunma gibi konularda risk ve tehditlere, dar bir şekilde odaklanan ulusal güvenlik algısına da dikkat çekmişti. “Daha endişe verici olan eğilim, çok taraflılığın işe yaramadığı, sorunları çözemediği algısı” diye de eklemişti. Almanya Finans Bakanı da aynı konferansta, “Küresel vatandaşlığın yararı için çok taraflı işbirliğini yeniden inşa etmeliyiz. İklim değişikliği, yerinden edilme ve sürülme, eşitsizlik, açlık ve yoksullukla mücadele gibi pek çok ortak menfaatimiz var. Kurallara dayalı bir uluslararası düzen, çok sayıda ülke için en iyi başarı şansına sahiptir” demişti.

Bu örnekleri vermemin nedeni, çok taraflılığın bitişiyle ilgili kaygıların artık sadece akademi içinde değil BM ve üst düzey siyasetçilerce de dile getirilmesi. 2. Dünya Savaşı sonrası BM’nin neler yapıp yapamadığı uzun bir yazı gerektirir. Çevre açısından kısa bir karşılaştırma BM’nin notu hakkında bize fikir verebilir. Ozon tabakasının incelmesini durdurmayı başaran Montreal Protokolü gibi başarı hikayeleri olduğu gibi iklim krizini durdurmada başarısız olmuş anlaşma ve protokoller sayabiliriz. Sınıfta kaldı demek zor ama ‘hepsi pek iyi’ de değil.

Kimilerine göre ise tartışma çoktan kapandı bile ve ‘bir çatı altında birleşmiş milletler fikri’ geride kaldı. Nerelisin sorusuna benim gibi “dünyalıyım” diyen insan sayısı azaldı. İran’ın olası hamlesi BM’ye olan güveni iyiden iyiye azaltacak. Çok taraflılıktan, bir gezegen ve bir millet hayalinden vazgeçtiysek yerine ne koyacağımızı da sormak zorundayız? BM’nin yerini G-7, BRICS veya NATO mu alacak? Yoksa BM’nin ötesine geçen enternasyonalizm için mücadeleye yeniden başlayacak mıyız?