İletişimde Gerçeklik Çağı

Özgür Gürbüz-Digital Age / 15 Ekim 2020

@ozzgurbuz

Gördüğümüze, okuduğumuza ve duyduğumuza inanıp inanmamayı hiç bu kadar çok dert edinmemiştik. Sorun Türkiye’yle sınırlı değil. Medyadaki tekelleşme, şirketlerin medya sektörüne girmiş olması ve onların ticari ve siyasi ilişkilerinin artması; köklü demokrasilerde bile gelen bilgilerin sorgulanmasını artırdı.

2019 yılı sonunda yapılan bir araştırma ABD’de yaşayan yetişkinlerin yüzde 55’inden fazlasının haberleri sosyal medyadan aldığını gösteriyor[1]. Sosyal medyanın iletişim kanalları içerisindeki payı sadece haber alma konusunda değil, ticari reklamlar ve siyasi iletişimde de artıyor. Elbette bu her şey demek değil. Hedef kitleye ulaşmak kadar onu harekete geçirmek, satın aldırmak, oy attırmak veya bir haberinin paylaşılmasını da sağlamak gerekiyor. Burada “güven” gibi önemli bir faktör de rol alıyor ve çoğu zaman iletişimciler tarafından ihmal ediliyor.

Türkiye’de geleneksel medyaya güven azalıyor

IPSOS’un 2019 başında yaptığı araştırma, gazete ve dergilere “tüm kalbiyle” güvenenlerin oranının dünyada yüzde 9 civarında olduğunu söylüyor. Buna “kısmen” güvenenleri (fair amount of trust) de eklersek oran yüzde 47’ye çıkıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 43 (tam kalbiyle güvenenler yüzde 6)[2]. Türkiye’de radyo ve televizyonlarda güven oranı yüzde 46’ya, çevrimiçi haber siteleri ve platformlarda yüzde 53’e çıkıyor. Televizyon ve gazetelere güvenmeyenlerin sayısı artarken çevrimiçi kaynaklara güven artıyor.

Türkiye’yi bilenler, “gazetelerde yazılana güvenmeyenler nasıl oluyor da sosyal medyaya güveniyor” diye soruyordur. Bu sorunun yanıtını büyük medya gruplarının yayın çizgilerinde aramak gerek. İnternette kaynaklar daha çok ve geleneksel medyanın dışında birçok haber kaynağı var. Okuyucu muhtemelen haber aldığı kaynakları da değiştiriyor.

Haber kaynağını tanımak önemli

İşin bir de gerçeklik payı var. Türkiye’de yaşayanların yüzde 72’si (dünya ortalamasıyla aynı) daha önceden tanıdıkları bir kişiden gelen habere güveniyor. İnternetten tanıdığı bir kişiden gelen haberlerde ise güven oranı yüzde 46. Bu oran yüzde 27’lerde gezinen dünya ortalamasının üstünde. Tanıdığımız birinin verdiği bilgiye gazetelerden, televizyonlardan çok güveniyoruz. Çevrimiçi mecralarda da bildiğimiz bir kişiden gelen haberlere güvenme oranı kurumsal kimliklerin gerisinde ama geleneksel medyadan yüksek. Her yer böyle değil. Örneğin Almanya’da gazetelere güven, internetten tanıdığınız kişilere oranla daha yüksek.

Güven tesisinde bireylerin ve onları tanıyor olmanın önemini sıkça görüyoruz. İnsanların tanıdığı birine güvenmesinin ardında gerçeklik kavramının yattığını düşünüyorum. Sosyal medyada isimsiz bir hesaptan gelen haberle, bir arkadaştan gelen haberin sorgulanması farklı. “Bir doktor arkadaşım söyledi” diye başlayan ve özellikle WhatsApp üzerinden yayılan yalan haberlere insanların güvenmesinin ardında da bu bireylere duyulan güven var. Haber bir arkadaşın arkadaşını kaynak gösteriyor, yani tanıdık birinden geliyor ve mesajı gönderen de sizin cep telefonunuzda kayıtlı bir başka arkadaşınız. Sonuç, inanmaz dediğiniz insanlar bu haberlere inanıyor ve yayıyor.

Yalan dünyalardan kaçın

Sosyal medyada inandırıcı olmak için gerçeğe yaklaşmak, hedef kitleden biri olmak çok önemli. Herkesin elinde bir cep telefonu olduğunu ve evlerimizin, sokaklarımızın, iş hayatının fotoğraf ve videolarının sürekli paylaşıldığını unutmamamız gerek. İnsanlar gerçek hayatı biliyor ve sizin ne zaman “yalan dünya” kurduğunuzu fark ediyor. Fenomenlerin, siyasetçilerin, gazetecilerin takip edilme sayılarıyla onlara güven duyulmasını çoğu zaman birbirine karıştırıyoruz. İkisi eş zamanlı büyüyor kabul edemeyiz.

Daha çok iletişim güvenin garantisi değil

Güveni daha fazla iletişim yaparak tesis etmek de mümkün değil. Çoğu zaman sosyal medyada siyasal iletişim yapanlar bu hataya düşüyor. Gündem kaçırmamak, devamlı aktif olmanın takipçi getirisi olabilir ama güven getirisi olacağını söyleyemeyiz. Güvene karşı İletişim (Trust versus Communication) adlı çalışmada[3], iyi iletişim becerilerine sahip liderlere oranla güven duyulan liderlerin çalışanlarıyla bir araştırma yapılmış. Çalışanların iyi iletişim kuran liderlerin değil güven duyulan liderlerin olduğu organizasyonlarda bulunmaktan mutlu olduğu ortaya çıkmış. Araştırmayı yapanlardan Joseph Falkman, Forbes’taki makalesinde güven tesisinde üç önemli kıstas olduğuna dikkat çekiyor. “Olumlu iş ilişkisi”, “karşı tarafa işine yaracak yeni bilgi vermek” ve “tutarlı” olmak. Siyasal iletişimcilerin Türkiye’de en çok zorlandığı konu muhtemelen tutarlılık ve şeffaflık (bilgi paylaşımı) olacak. Rüzgâra göre siyaset yapanların güven tesisinde sorun yaşayacaklarını hatırlatmakta fayda var.

Kurgu bir videoya kıyasla bir sokak kamerası ya da cep telefonuna yakalanan bir videonun güven tesisinde şansının daha yüksek olduğunu düşünenlerdenim. Stüdyoda kurulu dört dörtlük bir mutfakta verdiğiniz yemek tarifi yerine evinizdeki dağınık mutfağınızdan gelen bir görüntü, insanların sizi “bizden biri” kabul etmesine ve “tanıdık” statüsüne almasına neden olabilir. Rol yapmadığınız sürece tabi. Bir siyasetçinin hazırlayıp servis etiği videodan çok, destekçisinin cep telefonundan gelen, bulanık bir kayıt öne çıkabilir.

Haber hayatın kendisidir

Televizyon gazeteciliği ve bugün onun yerini alan sosyal medyada da durum farklı değil. Güven kazanmanın bir yolu da gerçeğe yaklaşmak. Sokak röportajlarının etkisi, muhabir faktörü, farklı görüşlere yer vermek unuttuğumuz gerçekliğin önemli parçaları. Seçim döneminde herkesin evine konuk ettiği İlave TV’nin gücü buradan geliyor. Orada konuşan insanlar da sokaklar da tanıdık. Halkı içine kattığınız haberler aslında o haberi tanıdıklaştırıyor. Haberciliğin esasları hâlâ geçerli aslında.

İletişimde gerçeklik çağı yaşanıyor. Trafik kazaları, kedi mamasını deviren kişi, cinayetler, kavgalar, doğal felaketler ya sokak kameralarına ya da bir cep telefonuna yakalanıyor. İnsanlar gerçek görüntüleri görmeye ve ayırt etmeye başladı. Harekete geçiren iletişim diye adlandırdığım işin zor kısmı, iletişimde gerçeklik çağının kabulünden geçiyor. 



[1] Americans Are Wary of the Role Social Media Sites Play in Delivering the News, Pew Research Center, https://pewrsr.ch/31I102V, 30/08/2020.

[2] Trust in the media, IPSOS, 27 ülkede, 19.541 çevrimiçi yetişkinle Ocak-Şubat 2019 aylarında yapılan araştırma.

[3] How Trust Affects Your Ability To Communicate And How To Fix It, https://bit.ly/2G63Hmp 30/08/2020.

Doğalgaz rezervi üzerine

Özgür Gürbüz/21 Ağustos 2020

Türkiye'nin iklim krizinden çıkmak için kömür, petrol ve doğalgazdan vazgeçmesi gerektiğini biliyoruz. Bugünkü haberi iyimser bir yaklaşımla, değerlendirelim. Bulunan gazın fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçiş sürecinde kullanılacak ithal gazı ikame ettiğini varsayalım.

Bu varsayıma göre ekonomi için iyi haber. Eninde sonunda gaz kullanacaksak Karadeniz'deki gazı kullanırız. Peki, sonra ne yapacağız? Yine ithal gaza mı döneceğiz? Türkiye yılda ~50 milyar m3 gaz tüketiyor. Açıklanan 320 milyar. 6 yıllık rahatlamayla kökten çözüm olmaz.
 
Enerjide net ihracatçı olmak, cari fazla vermek böyle olmaz. Enerjide dışa bağımlılıkta en büyük kalem petrol. Otomotiv sektörünü destekleyerek, her yere duble yol ve havaalanı yaparak petrol tüketimini nasıl azaltacağız? Sorun hammadde yokluğunda değil işin tüketim tarafında.
 
Birkaç örnekle anlatalım. İstanbul'da 2 yakayı birbirine bağlayan 4 karayolu geçişine karşılık 1 demiryolu var. Toplu taşıma teşvik edilmiyor. Amaç otomobil kullanımını artırmak. Osmangazi Köprüsü'nün üstünde demiryolu yok. Olsa İstanbul, Bursa ve İzmir demiryoluyla bağlanırdı.
 
Hızlı trenler, otobüsler değil bireysel araçlar teşvik ediliyor. 4 saatlik yola uçakla gidliyor. Sonuç: Petrol tüketimi artırıyor. Türkiye'de kullanılan petrolün %92'si ithal. Rezerv bulsan ne olacak, tüketim tarafını kontrol etmen gerek. Bulduğun rezerv de bir gün tükenir.
 
Aynı şey doğalgaz için de geçerli. İthal edilen doğalgazın yarıya yakını konut ve hizmet sektöründe yani binalarda kullanılıyor. Son 15 yıldır her yere bina yapıyorsun kaç tanesi enerjiyi verimli kullanıyor? Kaçında yalıtım var? İthal doğalgazı havaya savuruyorsun.
 
İthalatı azaltmak istiyorsan binalarda yalıtımı sıkılaştır, akıllı bina yap. Binalarda %30-50 arasında tasarruf potansiyeli var. Cebin delik, 100 TL atıyorsun 30'u delikten düşüp gidiyor, bu yüzden cebe 130-140 TL atmaya çalışıyorsun. Cebini dik, en büyük rezervi bulursun.
 
Başımızın üstündeki sonsuz enerji kaynağı güneşi görmemeye devam edersek ne iklim krizinden ne de enerjide dışa bağımlılıktan kurtulabiliriz. Pansuman tedbirlerle vakit kaybetmeyin, enerjide dönüşüm şart.      

Nükleer tehlike Ortadoğu’yu sarıyor

Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan nükleer bombaların üzerinden 75 yıl geçti. Nükleer santral ve silah tehlikesi, Ortadoğu’da başlayan nükleer yarışla kapımıza kadar dayandı. İran’dan sonra BAE de nükleer santral macerasına yelken açtı.

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Ağustos 2020

Hiroşima-Japonya
75 yıl önce “atom bombası” kanlı yüzünü bir kez daha gösterdi ve Nagazaki’de 70 bin insanı öldürdü. Bağımsız araştırmalar Hiroşima’daki nükleer saldırının da 140 bin kişiyi öldürdüğünü söylüyor. ABD silahlı kuvvetlerine ait ilk tahminler bu rakamların neredeyse yarısıydı.

Aradan geçen 75 yıla ve Japonya’da yaşanan büyük trajediye rağmen dünya hâlâ nükleer silahlardan kurtulamadı. Belki de nükleer silahın yarattığı felaketi gözümüzün önüne getiremiyoruz. Beyrut’ta meydana gelen patlamanın yarattığı etkinin nükleer bombanın yanında devede kulak kalacağını söylemek belki bir işe yarar.

Nükleer silahtan elektriğe uzanan yol
Nükleer tehlikeyi atom veya hidrojen bombalarıyla sınırlamak büyük bir aymazlık olur. Dünyanın tanıklık ettiği Çernobil ve Fukuşima nükleer santrallarındaki kazalar, atom bombaları gibi yaşam için ciddi tehditler içeriyor. Nükleer silahlar ile nükleer santrallar arasındaki ilişkiyi de unutmamak gerek. ABD ve Fransa gibi birçok ülkenin elektrik üretmek gibi masum bir amacın arkasına sığınmış nükleer santral filosunun geçmişteki bir numaralı hedefinin nükleer silah üretmek olduğu biliniyor.

Nükleer silah elde etmenin bir yolu nükleer santrallardan çıkan atıklardan plütonyumu ayırmak. Diğeri ise nükleer yakıt üretmede kullanılan benzer yöntemlerle uranyumu zenginleştirmek. Doğal uranyum içindeki U-235 izotopu zenginleştirilirse bomba yapımının önü açılabilir. İran’ın yakıt zenginleştirme iddiasıyla başlattığı çabalar bu şüpheyle durdurulmuş, uluslararası baskı ve anlaşmayla sürecin önü kapatılmıştı. Devreye Rusya girdi ve İran’da kurduğu nükleer santrala yakıtını da kendi getirmeye başladı. Elbette atıkları da İran’a bırakmıyor. İran çok niyetli olmasa da plütonyum içeren nükleer atıkları Rusya’ya vermeyi kabul etti. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ve malum ülkeler süreci takip ediyor.

Akkuyu’da nükleer silaha giden yolun kontrolü Rusya’da 
Konu Rusya ve nükleer santrala gelmişken Türkiye’deki duruma da açıklık getirelim. Mersin’de kurulmaya çalışılan nükleer santral için Türkiye yakıt üretmeyecek. Zaten onu zenginleştirecek teknolojiye sahip değiliz ve uranyum yataklarımız da sınırlı. Rusya, kendi reaktörüne uygun yakıtı üretip santrala yükleyecek. Çıkan atığın içinde plütonyum olan bölümünü de aynı İran’da olduğu gibi alıp götürecek. Şeffaflık eksikliği nedeniyle resmi belgeleri görmesek de verilen demeçlerden (https://bit.ly/2DPznLC) bunu anlıyoruz. Süreç Rusya ile UAEA’nın kontrolünde olacak. Özetlersek, Rus tarafının yaptığı açıklamalara göre Türkiye’nin Akkuyu’da kurulacak nükleer santraldan silah yapımında kullanılacak maddelere erişimi olmayacak.

AKP ve MHP çaktırmadan kurulacak nükleer santralla nükleer güç olacağız masalını yayıp, seçmenlerinin aklı başında olmayanlardan destek almaya çalışsa da nükleer silah yapımı için açılmış bir yol yok. Zaten Türkiye 1980 yılında Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza atmış ve silah yapmayacağını deklare etmiş bir ülke. O yüzden de NATO, AB ve DTÖ gibi onlarca örgütü karşısına almadan, ekonomik ve siyasi yaptırımlarla yüzleşmeyi göze almadan silah yapımı işine giremez. Hevesli hayalperestlerin bizim kadar dünyayla bağı olmayan İran’ın bile baskılar sonucunda nasıl geri adım attığını görmesi iyi olur.

Nükleer silah huzur getirmedi
Kaldı ki, nükleer silah sizi güçlü kılmaz ya da tehditleri ortadan kaldırmaz. Bir kör döğüşüne sürükler. Pakistan ve Hindistan bunun güncel birer örneğidir. Nükleer silahlar iki ülkeyi de daha güvenli hale getirmedi, çatışmaları veya silahlanmayı bitirmedi. Milyarlarca lira harcanan nükleer silahlar depolarda beklerken sınırlarda konvansiyonel silahlarla yapılan çatışmalar sürüyor. Sizin silaha sahip olmanız düşmanın da silahlanmasına yol açıyor. Delilik çağında risk artıyor.

Risk demişken Ortadoğu’daki gerilemeye dikkat çekmeden bu yazıyı bitirmeyelim. İran’ın yarım kalan nükleer reaktörünü bitiren Rusya’nın bölgede ateşlediği nükleer santral yarışı, Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyete başlayan Barakah reaktörüyle bir başka evreye girdi. Herhangi bir Batı ülkesinin bitirmeyeceği İran’daki nükleer reaktörü tamamlayan ve yakıt sağlayan Rusya, bilerek ya da bilmeyerek Ortadoğu’da nükleer santrallerle başlayan yeni bir tehlikeyi de ateşlemiş oldu. İran’ın ardından Türkiye ve Mısır’a nükleer santral satma peşindeki Rusya’nın bu işten maddi anlamda kazançlı çıktığı ortada. Suudi Arabistan nükleer santral kurmak isteyen bir başka ülke. Ortadoğu’daki rekabet ve nükleer güç safsatası, nükleer santral satıcılarının ağızlarının suyunun akmasına neden oluyor.

Nükleer santrallar ise güvenlik riskini artırıyor. İran’ın nükleer santralı İsrail ve diğer düşmanları için bir hedef. Nükleer silahınız olmadan başka bir ülkeye nükleer bomba atmanın en kolay yolu onun santralını hedef almak. Terör grupları da emin olun bunun farkında ve Ortadoğu ve Türkiye’de IŞİD başta olmak üzere bu gibi grupların olmadığını söylemek mümkün değil.

*** 

Nükleer silahlar ve silahlardan kurtulma çabası

sipri.org

Dünyada 13 bin 400 adet nükleer silah olduğu tahmin ediliyor. 3 bin 720 tanesi faaliyetteki askeri birimlerin kullanımına hazır. Bunların bin 800’ü ise teyakkuz halinde bekletiliyor. Rusya (6375) ve ABD (5800) açık ara en çok silaha sahip ülkeler (tüm silahların yaklaşık yüzde 90’ı) ama onlar kadar diğer 7 ülke de tehlikeli. Birleşik Krallık (215), Fransa (290), İsrail (90), Pakistan (160), Hindistan (150), Çin (320) ve Kuzey Kore (30-40). İsrail, Pakistan, Hindistan ve Kuzey Kore dışında kalanlar, nükleer silaha sahip olduğu dünyaca kabul edilen beş ülke. Diğerlerinin ise aslında hiç nükleer silahı olmamalıydı. Yapılan anlaşmalar, koyulan kurallar nükleer silahlanmayı durduramıyor. Bu da çözümün sınırlamadan değil tamamen imhadan geçtiğinin bir kanıtı. Bende olsun ama sende olmasın demenin bugüne dek bir karşılığı olmadı.

2017 yılında BM’de imzaya açılan Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşması bu silahlardan kurtulma yolunda önemli bir adım. Antlaşmanın hayata geçmesi için BM üyesi en az 50 ülkenin onaylaması gerekiyor. Üç yılda 43 ülke bunu yaptı. 82 ülke ise imzaladı ama bunlardan 49’u onay sürecini tamamlamadı. Nükleer silah sahibi ülkeler ve Türkiye antlaşmayı imzalayanlar ve onaylayanlar arasında yok.

***
Nükleer silahlar dünyanın sonunu getirebilir

ABD ve Rusya’nın elinde 13 bin civarında nükleer silah var. Diğer ülkelerde 1200 tane daha. Tane tane saydığımız bu ölüm makinaları patlarsa, Pulitzer ödüllü yazar Richard Rhodes’un söylediği gibi söyleyelim, 66 milyon önce dünyaya çarpan ve dinozorlar dahil yaşamın yüzde 90’ını yok eden asteroidin yaptığını yapabilir. Bombayı yaratan insanın onu yok etmek için bundan daha iyi bir nedeni olabilir mi?

Rusya’daki salgın Türkiye’yi etkiler

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Mayıs 2020 

Salgının bayram sonrası bitmesini ve kısıtlamaların kaldırılmasını herkes istiyor ancak “istemek” bir aşı değil ve koronavirüsü yok etmiyor. Türkiye’de ticari kaygıların sağlığın önüne geçtiğine dair kuvvetli işaretler var. Park ve yeşil alanlara çıkmak yasaklanırken AVM’leri açmak, turizm bölgelerini hareketlendirmek serbest. Okullarda bir araya gelmek tehlikeli ama yüzlerce kişinin kaldığı otellerde tatil yapmak serbest. Bahis ve TV gelirleri açısından daha az öneme sahip voleybol ve basketbol ligleri iptal, futbol sezonuna ise devam… Ön koşulun sağlık olmadığı belli.

Sağlığın ikinci plana atılacağını düşündüren alanlardan biri de turizm. Ekonomik kriz nedeniyle turizm gelirlerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç var, bunu biliyoruz. Kasa tamtakır, döviz değerli. 2019’da Türkiye’ye 51,7 milyon turist gelmiş, 34,5 milyar dolar turizm geliri elde edilmişti. Gelen turistlerin 6 milyonu yurt dışında yaşayan Türkiyeliler. Kalan 45 milyon yabancı turistin 7 milyondan fazlası ise Rus. O nedenle Rus turist güvenli mesafe kadar önemli.

Türsab Başkanı Firuz Bağlıkaya Rus turistlerin Temmuz sonu veya Ağustos başından itibaren gelmeye başlayacaklarını belirtiyor. Çok iyimser bir beklenti olabilir zira Rusya’daki koronavirüs salgını ciddiyetini koruyor. 344 bini geçen vaka sayısıyla Brezilya’nın hemen ardından dünyada en çok vaka görülen üçüncü ülke Rusya. Nüfusa göre bakıldığında en çok hastanın görüldüğü ABD’de her 200 kişiden biri virüse yakalanmışken, Rusya’da her 400 kişiden birinin testi pozitif. Günde 8-9 bin yeni hastanın tespit edildiği bir evredeler. Son üç gündür (21-22-23 Mayıs) de vaka sayısı artışta.

Bu durumda iki ülkenin turizm sektöründen yapılan Ağustos başı turizmin normale döneceği açıklamaları hem iyimser hem de tedirgin edici. Salgının bizden daha şiddetli yaşandığı bir ülkeden gelen turistleri Türkiye nasıl karşılayacak? Gelen turistlere test yapıp, 14 gün karantinaya mı alacak yoksa “I Love Turkey” yazılı maske hediye edip hoş geldiniz mi diyecek? Rusya ne yapacak o da önemli. Ülkesine dönen turistlere 14 gün tecrit uygulayacak mı? Uygularsa kaç kişi tatile gitmek ister ya da izin süresi nedeniyle gidebilir tüm bunlar yanıtını bilmediğimiz sorular. 

Akkuyu’da bağımsız denetim gerek
Rusya ile zaten halihazırda Mersin Akkuyu’da devam eden nükleer santral inşaatı nedeniyle bir ticari ilişki var. Burada çalışan işçilerin sağlık durumu hakkında güvenilir ve yeterli bilgi akışı yok. Yöreden aldığımız duyumlar, bazı işçilerin hâlâ bölgedeki pansiyonlarda karantinada olduğunu söylüyor. Şirket sürecin başında bir işçide virüs olduğunu açıklamıştı ama kaynağını söylemedi. Meşhur “filyasyon ekipleri” Akkuyu’ya uğramadı mı acaba? Buraya Rusya’dan gelip giden heyetler var mı, karantinaya alınıyorlar mı bilmiyoruz. Binlerce işçi bölge için ciddi bir salgın tehdidi yaratabilir ama bağımsız denetim yok. Türkiye’nin en büyük şantiyelerinden biri orada ama ticari ilişkiler nedeniyle gündemde değil. Akkuyu’daki örnek, turizmde de paranın sağlığın önüne geçebileceği kaygısını doğuruyor. Rusya ile yürütülen işlerdeki gizlilik de ayrıca korkutuyor.

Rusya’dan gelecek turistler veya iş insanları için sorduğumuz soruları Türkiye’ye en çok turist gönderen diğer ülkeler için de soralım. Rusya’yı turist sayısında Almanya, İngiltere ve İran izliyor. Bu ülkelerin hepsi bizimle birlikte dünyada en çok vaka görülen 10 ülke arasında yer alıyor. Turistlerin yarısından fazlası da iki şehre gidiyor, Antalya ve İstanbul, yoğunluk kaçınılmaz. Paraya ihtiyacımız olduğu ortada ama turistler nedeniyle salgın yeniden başlarsa, ikinci dalganın faturasını karşılayacak ekonomik gücümüz var mı? Çin’in salgını önlemek için ülkesinin sınırlarını nasıl kapattığını unuttuk mu? Hastalık riskini göze alacak kadar kötü durumda mı ekonomi?