Beşiktaş'ın eksiği ne?

Özgür Gürbüz-BFSŞ/26 Ağustos 2012

Finansal sorunlar nedeniyle basketbol ve hentboldaki sportif başarıların konuşulmadığı bir yılı arkada bırakan Beşiktaş, futbolla birlikte hareketlenmeye başlayan yeni spor sezonuna adeta tüm branşlarda çoktan havlu atmış gibi başladı. Bu havanın yaratılmasında en büyük pay kuşkusuz kulübü çok zor bir duruma düşüren Yıldırım Demirören ve dönemin yöneticilerinin. Demirören sonrası sürecin de iyi yönetilmediği ortada. Bir analize ihtiyaç var ama bu yazı onu yapmayacak. Bu yazı sadece dün akşam oynanan Beşiktaş Galatasaray maçına ve Beşiktaş’ın eksikliklerine odaklanacak.
 
Ligde iki maçı geride bırakan futbol takımının hangi mevkilerde oyuncuya ihtiyaç olduğu dünkü maçtan sonra daha iyi görülmeye başladı. Beşiktaş’ın artık kangrenleşen kaleci sorununa bir çözüm şart. Allan McGregor bu açığı kapatır diye her Beşiktaşlı gibi ben de umuyorum ama bu durumda bile bir yedek kaleciye ihtiyaç var. Rüştü’yü çok arıyoruz ve bu yönetim de çok arayacak. Keşke Fikret Orman daha fazla gecikmeden Rüştü’den özür dilese ve kendisini oyuncu-kaleci antrenör olarak Beşiktaş’a geri çağırsa. Çok geç olmadan.
 
Defans hattında sorun yok
Beşiktaş’ın yıllardır sağ beki yok. Hilbert gerçekten iyi bir iş çıkarıyor ama onun asıl yeri orta saha, hatta sağ açık. Stuttgart’ın Bundesliga’yı şampiyon bitirdiği 2007 yılında Hilbert’in atılan 61 golün 7’sine imza attığını unutmamak lazım. Hilbert’i orta sahaya çıkaracak bir sağ bek önemli bir katkı olur ama kasada para yoksa bu transfer bekleyebilir ne de olsa önde Holosko var. Royston Drenthe haberi doğruysa ve bu oyuncu beklenen performansı ortaya koyabilirse Beşiktaş’ın sol kanadı için iyi şeyler söyleyebiliriz. İsmail savunma özelliklerini geliştirmek zorunda ama Uğur Boral ve Drenthe ile bu kanat için idare edecek bir formülün bulunacağını düşünüyorum. Orta sahanın solunda oynayabilecek Olcay ve Veli’yi de unutmamak lazım. Defansın ortası içinse bir şey yazmıyorum. Toraman, Escude, Sivok ve Adem Gülüm’den iyi bir ikili çıkacağını düşünüyorum.
 
Orta sahada geçtiğimiz yıldan kalan sorun devam ediyor. Bir de buna Ernst’in yokluğunda top kapıp o topları olumlu kullanacak oyuncu eksiği eklendi. Fernandes baskı altındayken oyun kuracak bir başka orta saha oyuncusuna ihtiyaç var. İbrahim Toraman’ı orta sahada kesici göreviyle oynatmak bence doğru değil. Onun yeri defansın ortası, tabi şu sinirli hareketlerine, hakeme bağırıp çağırmalara bir son verirse. Veli ve Necip’in de kazandıkları topları çok iyi kullanamadıkları ortada. İş Fernandes’in üzerine kalırsa Beşiktaş zorlanır, Fernandes de isyan eder. Muhammed Demirci ve Oğuzhan hakkında bir şey söylemek için çok erken. Ya onlar bu rolü üstlenecek ya da Beşiktaş Fernandes ayarında olmasa da ayağında top tutabilen bir oyuncuyu transfer edecek. Galatasaray maçında Beşiktaş’ın topa sahip olma istatistiği yüzde 42’ydi.
 
Batuhan çözüm olabilir mi?
Mustafa Pektemek’in sakatlığı hem herkesi üzdü hem de hücum hattına bir transferi gündeme getirdi. Almeida iyi bir hücum oyuncusu ama onun da sık sık sakatlandığı unutulmamalı. Hem hava toplarında hem son vuruşlarda iyi bir ikinci adam gerekiyor. Bobo gibi biri yani. İlk 11’de olmasa bile kulübede böyle birine ihtiyaç var.
 
Beşiktaş’ın bu yıl başarılı olması için takım içinde düzen kurması, herkesin üzerine düşeni yapması gerekiyor. Yukarıda yazdığımız transferler yapılırsa Beşiktaş “kesin şampiyon olur” diyemeyiz ancak takım oyunu oynamak için gereken, “her mevkinin o mevkinin oyuncusuyla doldurulması” şartı en azından yerine getirilmiş olur. Gordon Milne’in başarısının ardında da bu vardı. Yaratıcı oyuncu azdı ama oynadığı yerin sahibi oyuncu vardı.

Ayancık'ın aile albümü görücüye çıkıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Ağustos 2012

Eski günleri anlatmak için hatıraları ipe dizseler herhalde geçmişi yine en iyi fotoğraflar anlatır. Fotoğraf sadece size o anı göstermez, fotoğraftaki çiçeğe bakarsınız kokusu burnunuza gelir. Kulakları kasketinden dışarıya fırlamış adama bakarsınız, gözünden içeri girdiniz mi aklı sizinkini karıştırır. Biraz sabırlı olacaksınız, biraz da bakmasını bilecekseniz.

Tarabalar adlı fotoğraf sergisinden

Dijital çağda fotoğraf dediğimiz “çat kapı” gelen yakın arkadaş gibi bir şey. Bu fotoğrafı değersiz yapmıyor haliyle ama o şaraba benzeyen özelliğini de aratıyor. Sabah çekip, öğlen bilgisayarınızdan gönderdiğiniz fotoğraf hızla istediğiniz yere ulaşıyor ama biraz yeni havası var. Fotoğraf aynı aşk gibi, beklemedikçe, içinize çekmek, görmek için hasret çekmeyince duygudan da biraz yoksun oluyor. Kısacası, fotoğrafın beklemişi, başka zamandan gelip çıkmışı benim için daha makbul. Şimdi sizi haber edeceğim fotoğraf sergisi de bir başka zamanın, hatta söylemeye dilim varmıyor ama galiba “bir başka dünyanın insanlarının” fotoğraflarından oluşuyor. Serginin adı “Tarabalar”. Taraba tahtadan yapılmış çit demekmiş, Anadolu’da “daraba” diyen sanırım daha çok. Bu bir Ayancık sergisi; Sinop-Ayancık. Ayancık’ın doğal güzelliğini, denizini bilirdim ama bu kadar ilginç bir tarihi olduğunu 27 Ağustos’ta Ayancık’ta açılacak bu sergi sayesinde öğrendim.

Tarabalar adlı fotoğraf sergisinden
Sergide 1000’e yakın fotoblok olacak. Sergi Ayancıklıların fotoğraflarından oluşuyor. Yıllar önce piknikte dostlarla çekilmiş bir fotoğraf, delikanlıların fotoğraf stüdyosundaki pozları, Lokomotif üstünde bir adam, plajda hayatın keyfini çıkaran bir başkası veya Zingal Orman İşletmeleri’nde çalışan işçilerin bir görüntüsü. Fotoğrafların hepsi Ayancıklı ailelerin kendi arşivlerinden derlenmiş. Kiminin amcası orada kiminin sevdalısı. Fikir, fotoğraf sanatçısı Volkan Atılgan’ın. Ayancık’ta ailelerin ellerindeki eski fotoğrafları sosyal medyada sergileyeyim diye yola koyulmuş ama ilgiden ve fotoğrafların zenginliğinden daha sonra ortaya kocaman bir sergi çıkmış. 40’a yakın aileden 7 bin 500 fotoğraf toplamış Volkan Atılgan. Kendisi sergiyi sosyal-ekonomik ve politik bir dönüşüm belgeseli şeklinde tanımlıyor. “Salt fotoğraf sergisi demek bu yapıyı küçümsemek olur” diyor. Haksız da değil. Gördüğüm bir fotoğrafta pikniğe giden fötr şapkalı, iç yelekli ellerinde 2-3 farklı enstrüman tutan beyefendiler gördüm. Baktığım belki de bundan 60-70 yıl öncesinin fotoğrafı. İnsan şaşırıyor ve merak ediyor. Bu Ayancık nasıl bir yermiş?

Atılgan bu sorunun yanıtını şöyle veriyor: “Ayancık çok özel bir yerleşim birimi. İlk özel çok uluslu yatırımı alan bir kasaba. Orman hammaddesi üreten işleyen ve ihraç eden bir yer. Çok uluslu Zingal firması nedeniyle Belçikalıların, Rusların, İsviçrelilerin, Macarların ve Türklerin bir arada yaşadığı bir yer. Bu şirket sanat, tarih, kadın hakları, müzik, spor gibi birçok konuda Ayancıklıları çok etkilemiş. İlçedekiler Fransızca öğrenmeye gayret etmişler örneğin”. Atılgan sadece fotoğrafçılıkla da uğraşmıyor, Ayancık’ta bir musiki cemiyeti kurmuş, fotoğrafla ilgilenenler için de bir dernek. “Bir fotografta altı farklı enstürüman var, bırakın kırda toplanmayı, şarkı söylemeyi, o donanımda insan gücü şimdi yok” diyor. Neden serginin adı ‘tarabalar’ oldu diyorum ona da şu yanıtı veriyor: “Taraba, özel yaşamları birbirinden ayıran bir çit, birçok fotoğraf taraba önünde çekilmişti” diye yanıtlıyor.

Tarabalar adlı fotoğraf sergisinden
Zingal’ın bölgeye gelişi 2 Temmuz 1928. 1926-28 yılları arasında Türkiye Tekel Kibrit Fabrikaları tarafından işletilen bu orman işletmesi 1928’de 50 yıllığına Belçikalı Zingal şirketine verilmiş. Fotoğraflarda da görülen ve yük taşımakta kullanılan demiryollarının büyük bir kısmı o şirket tarafından kurulmuş. Buradan gelen orman ürünleri kurulduğu tarihte dünyanın ikinci, Türkiye’nin en büyük kereste fabrikasına, Ayancık Kereste Fabrikası’na gönderiliyormuş. Burası da Belçika-Alman-Rus-Polonya ve İsviçre ortaklığı. Bütün bunlar Ayancık’taki çok kültürlü fotoğrafların nereden geldiğine bir parça da olsa ışık tutuyor olmalı. Öte yandan bu fotoğraflar, Anadolu’nun renkliliğini nasıl kaybettiğini de gösteriyor. Şimdi bütün kasabalar kentler birbirine benzemiyor mu? Giydiklerimiz, konuştuklarımız aynı değil mi? Siz sıkılmadınız mı birbirinize benzemekten, kapalı kapılar ardında yalnız hayatlar yaşamaktan. Tarabaları aşma vakti geldi, fotoğraflara bakınca öyle hissediyor insan.

Zingal’i Volkan Bey’den duyup biraz araştırınca o dönem şirketin Yönetim Kurulu Üyesi olan Yunus Nadi’nin (Abalıoğlu) ismine de rastlıyorsunuz. Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi, hem Osmanlı İmparatorluğu hem cumhuriyet döneminde vekillik yapmıştı. 5 Temmuz 1931 tarihli Meclis kayıtlarında, Zingal ormanlarını kendi adına alıp işletmekle ilgili iddialara yanıt verdiğini de görüyorsunuz. Meclis’teki tartışmanın basın özgürlüğüyle ilgili olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Görüşme tutanaklarının başında, gerekçe kısmında aynen şöyle başlayan bir cümle var: “Bazı gazetelerimizin takip ettikleri muhataralı istikamet vatandaşların ve vatanın siyasî izan ve medenî vicdanı üzerinde sarih bir fikir şekaveti icra ederek masum ruhları tamamen zehirliyecek mahiyetler almağa başladı. Hale hiç bir faydası olmadığı gibi âtiye de bir çok vehamet ve zarar hazırlıyan bu felâketli cereyan karşısında Hükümet ne düşünüyor?”

Görünen o ki, o günden bugüne Sinop ve Ayancık çok değişmiş, kesilen saçların modeli, çalınan enstrümanlar, giyilen kıyafetler hepsi değişmiş. Değişmeyen tek şey ise basın özgürlüğü konusunda o bitmeyen kavga. 
Tarabalar adlı fotoğraf sergisinden
Benim fotoğraflardan anladığım şu: Ayancıklılar bizlere aile albümlerini açarak, “başka bir hayat mümkündü yine mümkün” diyorlar. Sinop’ta olanlar 27 Ağustos’taki sergiyi kaçırmasınlar, ardından da Ayşe Tütüncü ve Sıla Gerbaga dinletisi var. Başka hayatlar ve başka şarkılar görmek, duymak garanti; harekete geçip o evinizin önündeki tarabanın üzerinden atlamak ise size kalmış.

Beş halka yirmi beş

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ağustos 2012

İçkim, kumarım, sigaram, iddiam ya da lüks takıntım yok ama 'spor tutkum var. Güreşten basketbola her daldaki müsabakaları izlerim. “Ok buldu mu atılır, yerde raket görülse öpüp başa konulur” cinsinden. Beşiktaş'ın maçına gidilir, devre arasında politika, çevre meseleleri konuşulur. Öyle bir şey bizimkisi. Bu nedenle şartları zorladık, kendimizi Londra'ya attık. Bulduğumuz bir voleybol maçı biletine, maç sonrası adlarını herhalde hiç öğrenemeyeceğim tatlı bir İngiliz çiftin hediye ettiği bir başkasını da ekleyerek, topu filede görmeyi başardık. Elimizde barış bayrağı, sokak sokak dolandık.

Memlekete dönünce gördük ki Londra'da atletler madalya için ter dökerken bizimkiler 2020 olimpiyatlarını İstanbul alır mı almaz mı onun tartışmasını yapmaya başlamış. Bence alıp almamasını değil, altından kalkabilir miyiz onu tartışmalı. Parayı verirseniz her tesis yapılır ancak başarılı bir olimpiyat düzenlemek için üç şeye ihtiyaç var: İyi bir organizasyon, çok sayıda spor sever ve haliyle ev sahibi ülkenin sportif başarısı. Londra'da bunlar vardı. Kentin dört bir yanına dağılmış gönüllüler, Hyde Park gibi önemli yeşil alanlara kurulmuş dev ekranlar ve metro ağı boyunca müsabaka salonlarını gösteren işaretler sayesinde Londra'nın olimpiyatlar için kurulmuş bir şehir olduğunu bile düşünebilirdiniz. Kentin tüm turistik alanlarında olimpiyatların izleri görülüyordu. Her köşe başında karşınıza çıkan ve yaşları 20 ile 70 arasında değişen gönüllüler size yardımcı oluyordu. Binlerce kişi iki hafta boyunca ücret almadan çalıştı. İngiltere ekonomik krize rağmen olimpiyatları ülke gündeminin en üst sırasına taşımayı başardı. Futbolun beşiğinde en az gözüme çarpan olimpik sporlardan biri futbol oldu. Bizde ise medya olimpiyat süresince bile futbolla yatıp futbolla kalktı. Bir de, “nerede bu olimpiyat madalyaları” diye kızıyorlar.

BİZİM BİLETLER KİME GİTTİ?
Spora ilgi tamamdı. Bilet bulmadaki zorlukları ve sponsor firmalara verilen biletlerin kullanılmaması nedeniyle ilk günlerde görülen boş koltukları saymazsak İngiltere yukarıda belirttiğimiz üç konuda da sınıfı geçti. Halk tepki gösterince biletler geri çağrıldı ve satışa sunuldu. Bizde Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi'ne tahsis edilen biletlerin kimlere verildiğini bilen var mı? Neden böyle bir liste Komite'nin internet sayfasında yok? Türkiyeli seyircilere ait biletleri kimler aldı?

İngiltere, Çin ve ABD'nin ardından en çok altın madalya alan ülke oldu. Aynı 2008 Olimpiyatları'nı düzenleyen Çin'in yaptığı gibi, kendi evlerindeki oyunlara iyi hazırlandılar ve madalya sayısını bir önceki olimpiyatlara göre artırmayı başardılar. Resmi adıyla söylersek Büyük Britanya Krallığı ve Kuzey İrlanda, 2004 Atina Olimpiyat Oyunları'nda dokuzu altın toplamda 30 madalya almıştı. Bu tarihte 2012 olimpiyat oyunlarının Londra'da yapılacağı belli oldu ve hazırlıklar başladı. Londra'dan bir önceki yaz oyunları Pekin'deydi ve Birleşik Krallık'ın altın madalya sayısı orada 19'a çıktı. Ben bu yazıyı yazarken 25'i altın, 52 madalyayı ceplerine koymuşlardı. Olimpiyatlarda başarılı olmak için yıllar öncesinden sporcu yetiştirmeye başlamalısınız.

Ev sahibi ülkelerin madalya gelişimi
Çin Halk Cumhuriyeti
Sidney 2000
Atina 2004
Pekin 2008
28 A-16 G-14 B
32 A-17 G-14 B
51 A-21 G-28 B

Birleşik Krallık
Atina 2004
Pekin 2008
Londra 2012*
9 A-9 G-12 B
19 A-13 G-15 B
25 A-13 G-14 B

Avustralya
Barselona 1992
Atlanta 1996
Sidney 2000
7 A-9 G-11 B
9 A-9 G-23 B
16 A-25 G-17 B
*9 Ağustos 2012 itibariyle
A: Altın, G: Gümüş, B: Bronz

KADINLAR ÖN PLANDAYDI
Türkiye'nin bu yılki olimpiyatlara çok sayıda sporcuyla katılması iyiye işaret. Daha önce varlık gösteremediğimiz hatta yarışmadığımız birçok spor dalında yer aldık. Badminton'da Neslihan Yiğit bu dalda olimpiyatlara katılan ilk sporcumuz oldu. Yüksek atlamada Burcu Ayhan olimpiyatlarda finale kaldı. 100 metre engellide Nevin Yanıt olimpiyat beşincisi oldu. Artistik jimnastikte Göksu Uçtaş bu dalda yarışan ilk Türkiyeli sporcu oldu. Yol bisikletinde üç atlet vardı. Takım sporlarında kadın voleybol ve basketbol takımları ilk kez olimpiyatlara katılmayı başardı. Tüm bunlar Türkiye'de sporun geliştiğini gösteriyor ancak olimpiyatlara laf olsun diye ev sahipliği yapmak istemiyorsanız daha fazlası gerekir. Çoğunluğu Sünni Müslüman olan Türkiye'den bu kadar çok başarılı kadın sporcu çıkmasının nedeninin de tehdit altındaki laiklikte olduğu unutulmamalı. Anlayana sivrisinek saz misali, not düşelim.

512 TL OLİMPİYAT DESTEĞİ
Sporcu yetiştirmek ve ilgiyi artırmak için her şeyden önce spor medyasını baştan aşağı yenilemeli. “Minderde yere yapıştık”, “havuzda boğulduk” başlıklarını atmaktan çekinmeyen ve sporu futboldan ibaret sanan medyamızın Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası'nı ıskalayan futbolcular için hâlâ sayfalar ayırdığını hatırlayalım. Bu yıl Beşiktaş'a transfer olan 19 yaşındaki Oğuzhan Özyakup'un yıllık ücreti 400 bin avro. Çıktığı her maç başına da 7 bin 500 avro ek ücret alacak. Peki umut vaat eden atletlere ne veriyoruz? Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç'ın 2012 yılı bütçe konuşmasından aktarıyorum. 14 Nisan 2009 tarihinde çıkan “2012 Olimpiyat Oyunlarına Hazırlanmak Amacıyla Yetiştirilecek Sporcuların Tespiti, Harçlıklarının Belirlenmesi, İaşe, İbate ve Yol Giderlerinin Karşılanmasına Dair Yönetmelik”le, Olimpiyat oyunlarına hazırlamak amacıyla yetiştirilecek sporculara, 16 yaşını doldurmamış kişiler için tespit edilen asgari ücretin net karşılığı 512 TL tutarında olimpiyat harçlığı ödenmesi... 512 liraya bırakın her ay bir ayakkabı almayı, antrenmana gidecek yol parasını karşılayamazsınız. Atletin şansı yaver gitse ve kendisine düzenli maaş ödeyecek bir kulüp bulsa bile futbolcuların kazanacağı paraları alması mucizelere bağlı. Bütün bunlar ortadayken, atletleri başarısızlıkla suçlamak veya onlardan daha fazlasını beklemek ya nankörlükle ya da spordan anlamamakla açıklanabilir. 

Bilet bulamayanlar soluğu Hyde Park'taki dev ekranların karşısında aldı
Organizasyon yeteneğimiz de zayıf. Bu yıl İstanbul'da yapılan Dünya Atletizm Şampiyonası'nda yaşananları görmeliydiniz. Başbakan Tayyip Erdoğan açılışa geldi diye arama noktalarında izleyicilerin kalemleri bile toplatıldı. Atletizm kalem kağıtsız izlenir mi? Dereceleri not almak, yazmak gerekir. Daha sonra polisler başbakan yuhalanmasın veya saldırılmasın diye izleyicilerin önüne dizildi, ortalık gerildi. Herhalde başbakanı kimse alkışlamaz diye okullardan çocuklar getirildi. Erdoğan konuşmasını bitirince de salondaki öğrenciler geri götürüldü. Öğretmenlerine, “Buraya kadar gelmişler, bari atletizm izleseler” dedim ama emir böyle türünden, boynu bükük yanıtlar aldım. Böyle mi sporcu yetiştireceksiniz, seyirci atletizmi böyle mi öğrenecek? Bakırköy'deki kapalı salonun yollarını son anda bitirenler müteahhitlere iş sağlamak için olimpiyat rüyası kurmasınlar. Önce sporcu yetiştirmeli, sporun diğer dallarını sevmeli ve öğrenmeliyiz ki olimpiyatlara ev sahipliğini hak edelim. Yaz oyunları sporu geliştirmek için bir fırsat olsun. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç'ın kendisi söylüyor, gelişmiş ülkelerde spor yapma oranı toplam nüfusun yarısına yakınken bizde sadece yüzde iki. Olimpiyat halkası ile eski lunaparklarda sigara paketine atılan halkaları birbirine karıştırmayalım.

Neden terlediğinizi bilmezseniz terlemeye devam edersiniz

Sadece Amasra değil, adeta tüm Karadeniz feda edilmiş. Sahil yoluyla başlayan seri cinayetler, Sinop'ta termik santral ve nükleer, Zonguldak'ta termik, Samsun'da doğalgaz, Doğu Karadeniz'de ise hidroelektrik santrallerle devam ediyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Temmuz 2012

Türkiye sıcak hava dalgasının etkisi altında, deyim yerindeyse kavruluyor. Herkes, her yerde şıpır şıpır terliyor. Terleyen sadece Türkiye değil. Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) Grönland'daki buz tabakasının beklenmeyen bir biçimde eridiğini tespit etti. Bazı bilim insanları bunun bir sürpriz olmadığını, Mayıs ayında Grönland'ın en güneyindeki meteoroloji istasyonunda sıcaklığın 24,8 dereceye kadar çıktığını söylüyor. Grönland'da sıcaklıklar 1961-90 yıllarında görülen sıcaklıkların ortalamasının 2 ila 4 derece üzerinde seyrediyor. Bilimsel açıklamaları beklemek gerek elbet ama bilim insanlarının büyük bir çoğunluğu küresel iklim değişikliğini ya da halk dilindeki söylenişiyle küresel ısınmayı işaret etmekten çekinmiyor.

Grönland'daki buzulların beklenmedik bir hızla erimesi deniz seviyesinin yükselmesiyle ilgili tahminlerin daha önce gerçekleşmesini sağlayabilir. İngiltere Enerji ve İklim Bakanlığı tarafından İngiltere Meteoroloji Ofisi’ne hazırlattırılan raporun Türkiye kısmında, deniz seviyesindeki yükselmenin Akdeniz’de 428 bin, Ege’de 208 bin, Marmara’da 842 bin ve Karadeniz’de 201 bin kişiyi etkileyeceği yazılı. Bu raporun Türkiye ile ilgili bölümünden çıkardığımız çarpıcı sonuçları 7 Aralık 2011 tarihinde BirGün'e yazmıştık. Grönland'da olup bitenden sonra bu 2 milyona yakın kişinin endişelenmek için daha fazla nedeni var.

Bugün yaşadığımız sıcaklar istisna değil; 1960'lardan günümüze Türkiye'de bir ısınma eğilimi var. Bir senaryoya göre bu yüzyılın sonuna kadar sıcaklık artışı kuzey bölgelerinde 2,5-3, merkez ve güney/güneydoğu bölgelerinde 3-3,5 ve Türkiye’nin doğusunda ise 4 dereceyi bulacak. 2100’de Türkiye’de su sıkıntısı çeken nüfusunun oranı yüzde 45 olabilir. Bütün bu felaket senaryolarından klimanızın düğmesine basarak kurtulamazsınız. Klima kullanmaya başlarsanız felaketin oluşumuna daha fazla ortak olursunuz. Türkiye'nin elektrik tüketiminde geçtiğimiz hafta rekor kırdığını ve bunda en büyük payın soğutma amaçlı klima kullanımının yaygınlaşması olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kurulan her HES, nükleer ve termik santralle düğmesine dokunarak sizi geçici bir süre rahatlatan klimalar arasında net bir ilişki var. Klima kullanımından kaçınmak, kaçamıyorsanız da derecesini 25'lerde tutmak hem çevre hem de elektrik faturalarınız için büyük bir kazanç olacak.

FRANSA'DA 15 BİN KİŞİ ÖLMÜŞTÜ
Küresel ısınmanın şakası yok. 2006 yılında Fransa'da görülen benzer bir sıcak hava dalgasının çoğunluğu yaşlı 15 bine yakın kişinin hayatına mal olduğunu unutmayın. Klima kullanmayarak, toplu ulaşımı tercih ederek, özetlersek enerji tasarrufu yaparak bu yıl yaşadığımız sıcak hava dalgasının tekrarlanmaması için önemli birkaç adım atabilirsiniz. Siz bunları yaparken hükumetlerin de benzer bir duyarlılık göstermesi şart. Küresel ısınmanın ateşini daha çok kömür, petrol ve doğalgaz yakarak körükleyen devletlere dur demenin zamanı geldi. Karadeniz'de termik santrallere karşı mücadele eden Amasra ve Gerzeliler işte tam da bunu yapıyor. Bartın-Amasra'da Hattat Holding'e ait Hema Endüstri A.Ş ilk etapta 1320 megavat (MW) gücünde bir kömür santrali kurmak istiyor. Holding yetkililerinin demeçlerinden asıl hedefin 4 bin megavatı bulmak olduğu anlaşılıyor. Türkiye'nin toplam kurulu gücünün 13'te birine eş gücün Amasra'ya kurulması planlanıyor. Tüm elektrik santrallerin 13'te biri gücünde dev bir kömür santralinden bahsediyoruz. Sinop-Gerze'de ise Anadolu Grubu 1000 MW'lık bir başka kömür santralini yeşillikler içerisine yerleştirmenin sinsi planlarını yapıyor. Her iki proje de henüz ÇED raporu (Çevre Etki Değerlendirmesi) alamadı. ÇED raporu almakta aslında bir şey yok. 1993-2011 yılları arasında Çevre Bakanlığı'na yapılan 38 bin 706 başvurudan sadece 32'si olumlu sonuç almamış. Bence bu 32 proje sahibini tebrik etmek lazım. Nasıl becer(e)mişler merak ettim. Amasra ve Gerze'de santral inşaatlarını durduranın ÇED raporlarından çok halkın baskısı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

AMASRA EKO-TURİZMİ TERCİH EDİYOR
1999'da 150 MW gücünde bir termik santralin Amasra'ya yapılacağı haberinin duyulmasıyla direniş başlıyor. Termik santral planları mücadeleyle birlikte küçüleceğine büyüyor. Santralin kurulu gücü 2007'de 600 MW'a 2012'de ise 4000 MW'a kadar çıkıyor. Halk ikna olmuş değil. “Enerji üssü olacaksınız” diyen şirkete “biz turizm ve doğal güzelliklerin üssü olacağız” yanıtı veriliyor. Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) 2023 Turizm Stratejisi, Bolu, Zonguldak, Bartın, Kastamonu ve Sinop illerini içine alan bölgeyi ekolojik turizmin geliştirileceği bölge olarak belirlemiş. Taş kömürünün eko-turizmin ilgisini ne kadar çekeceği tartışılır. Eko-turizm denen şeyin, yeşili seven adamların birbirine taş kömürü fırlatması olmadığı umarım biliniyordur.

Amasralı termiğe hayır dedikçe santralin çevreci olacağına dair nutuklar da artmış. Santralin teknolojisi bir 'akışkan yatak' olmuş, bir 'süper kritik'. Gerze'de de teknolojiye övgü dizilen benzer masallar söyleniliyor. Dünyanın en ileri teknolojisinden bahsediliyor ama kömürün yakılmasıyla ortaya çıkan ve küresel ısınmaya yol açan karbondioksiti yok edecek bir teknolojinin henüz bulunmadığını kimse söyleyemiyor. Gerze'de durum o kadar vahim ki, Adalet ve Kalkınma Partisi üyeleri şirketin düzenlediği gezilere katılıyor, yurt dışında kömür santralleri görmeye götürülüyor. Döndüklerinde kömüre methiyeler düzen politikacılar haline geliveriyorlar. Ne gariptir ki hiçbiri bugün bizi terleten, bunaltan küresel ısınmadan bahsetmiyor. Termik santral görmeye gittikleri Almanya'nın olmayan güneşinde elektrik üreterek dünya rekorları kırdığından habersiz mi bu politikacılar?

EN BÜYÜK SUÇLU ENERJİ
Bilim çok net. Kömür, fosil yakıtlar içinde küresel ısınmaya yol açan bir numaralı yakıt. Bir kilovatsaat elektrik üretmek için kömür yakarsanız atmosfere yaklaşık 900 gram karbondioksit bırakıyorsunuz. Doğalgaz da kömüre göre yarı yarıya düşüyor. Aynı elektriği rüzgardan elde etseniz bu sadece 11-30 gram arası (rüzgarın emisyonu daha çok türbinlerin üretimi sırasında harcanan enerjiden kaynaklanıyor. İşletmede emisyon miktarı çok az) karbondioksit emisyonuna neden oluyor. Türkiye'nin 2010 yılı toplam karbondioksit emisyonlarının yüzde 85'inin enerji kaynaklı olduğunu da not düşelim.

Amasra'nın, Gerze'nin doğal güzellikleri, denizi, balıkçılığı aynı küresel ısınmanın varlığı gibi hiç konuşulmuyor. Sadece Amasra değil, adeta tüm Karadeniz feda edilmiş. Sahil yoluyla başlayan seri cinayetler, Sinop'ta termik santral ve nükleer, Zonguldak'ta termik, Samsun'da doğalgaz, Doğu Karadeniz'de ise hidroelektrik santrallerle devam ediyor. Aslında ülkenin her tarafında yeni kömür santrallerinin kurulması planlanıyor. Aliağa, Adana, Mersin, Hatay, Çanakkale ve liste uzayıp gidiyor. Uzayan listeyi kısaltmak zorundayız. Enerji ihtiyacımızı azaltarak bize dayatılan tüketim modellerini reddetmeliyiz. Bunları sıcak hava dalgalarında ölmesini istemediğiniz anne ve babalarımız, dede ve ninelerimiz için yapmalıyız. Afrika'da susuzluktan can verecek, o hiç tanımadığınız çocuklar, Bangladeş'te veya Çin'de sel sularında sürüklenecek akranlarımıza yardım eli uzatmak adına hayata geçirmeliyiz. Kâr hırsıyla kurulan, bilimden, planlamadan uzak ev ve şehirlerde yaşayan Samsun'daki bebekler için yapmalıyız. Onları bu yöneticilerin kurtarmayacağı açık. Tersine, onları küresel ısınmadan habersiz yöneticilerden kurtarmak için bugün klimanızı yarın da termik santralleri durdurmamız gerekiyor. Bu sıcaklar bizim kalbimizi durdurmadan.