Futbolun onurunu Cumhurbaşkanı Zidane mı kurtardı?

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / Temmuz 2006

Fransız taraftarlar, umutsuz başladıkları 2006 Dünya Kupası’nda kendilerini ateşleyen Zidane için Zinedine President (zinedin prezidan okunur) diye bağırıyorlardı. Yani Cumhurbaşkanı! Bizim pek alışık olmadığımız bir slogan bu, bizim memlekette iyi futbolculara daha çok “kral”, kötü oynadıklarında ise “sahtekar” denir. Bu farkı iki ülke arasındaki demokrasi kültürünün yeşil sahalara uzantısı olarak tanımlasam abartmış olur muyum? Yıllarca süren krallık döneminden kanlı bir devrimle demokrasiye geçen ülkede futbol yıldızları “cumhurbaşkanı” olurken kral nedir bilmeyen ülkemizde biz onları taçlandırıyor örneğin “gol kralı” yapıyoruz. Hiç çaktırmasalarda halen bir kralları olan İngiltere’de bile gol kralının İngilizcesi “Leading goal scorer” yani en öndeki golcü olarak geçiyor. Fransızlar ise “en iyi gol atan” demeyi tercih ediyorlar. Herhalde biz neden “gol padişahı” demediysek onlar da o nedenle gol kralı demediler. Monarşiyi yaşayan bilir anlayacağınız.

Peki, hiç bir cumhurbaşkanı kafa atar mı? Bu sorunun yanıtını vermek zor. Bomba atanını, atıp tutanını biliyoruz ama ben kafa atanını henüz görmedim. Belki de politikacılar sinirlerine hakimiyet konusunda futbolculardan daha deneyimliler. Matarazzi’nin de provakasyon konusunda çok iyi bir eğitim aldığına hiç şüphe yok. İtalyanların planları maç boyunca gayet iyi çalıştı. Fransızların yıldızları Vierra, ardından Henry İtalyanların sert futbolu sonucu sakatlanarak oyunu terk etti. İtalyanların, maçın ilk dakikalarında belli ettikleri kıyım planından kurtulan Zidane ise sinirlerine yenildi. “Anneme ve kız kardeşime küfretti” diyor Zidane, “üçüncü de dayanamadım” diye de ekliyor. Zidane’ın bir Gandhi olamadığı kesin ama FIFA’nın tüm centilmenlik hassasiyetine rağmen, rakibine kasti kafa atan bir oyuncuyu turnuvanın en iyi futbolcusu seçmesi de sanırım oldukça anlamlı. Kanımca FIFA bu seçimle üzerinde titrediği “centilmenlik” konusundan bir taviz vermedi. Lekelenen, giderek çirkinleşen futbolun onurunu kurtarmaya çalıştı. Rakibine kafa atan futbolcuya kırmızı kart gösterebilen futbolun, maç içinde edilen küfürlere, ırkçı saldırılara, hakemin görmediği tükürüklere karşı hala bir savunma mekanizması yok. Daha da kötüsü, liginin ve dünya futbolunun en büyük takımlarının şike skandalına karıştığı bir ülkenin şaibeli oyuncularının, şaibeli bir galibiyetiyle aldıkları bir Dünya Kupası var tarihe yazılan. Bu kara lekeyi ne FIFA’nın Zidane’ı turnuvanın en iyi oyuncusu seçmesi, ne de Fransız taraftarların kendisini cumhurbaşkanı ilan etmesi temizleyebilir. Futbol ciddi bir kirlenme yaşıyor ve ciddi bir kriz içinde artık. Çok uzağa bakmaya da gerek yok zaten. İsviçre maçı, yıldız futbolcuların karıştığı şike skandallarıyla Türkiye’de bu kirlenmeden pay alan ülkelerin başında geliyor.

Zidane babasının mükemmel biri olduğunu söylüyor. Şöyle dermiş babası Zidane’a: “Eğer sen herkese saygılı davranırsan herkes de sana saygı gösterir”. Zizou acaba bugün ne düşünüyor? Yaptığı açıklama Matarazzi’nin hakaretlerinin ırkçı nitelik taşıyıp taşımadığını belirtmiyor. Bir İtalyan milletvekilinin Fransız takımını komünist olmakla suçlaması, Marsilya’da Cezayirli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ve kariyerini Fransız milli takımının kaptanı olarak tamamlayan bu 34 yaşındaki delikanlıya ne düşündürüyor acaba? Çocukluğundan beri “bir başkası” değil ama “biri” olmak için çabalayan ve Zidane’ı örnek alan onlarca çocuk sizce şimdi daha mı umutlu bakıyor geleceğe? Zidane bunun farkında olmalı ki özellikle çocuklardan özür diledi. Ya Matarazzi, farkında olmadığı kesin ama umrunda mı? Avrupa ve dünyada koloni döneminden kalan alışkanlıklar ve başka ırklara yapılan ikinci sınıf insan muamelesi ne zaman tam olarak sona erecek? Ne zaman “Zinedine President”, “President Zidane” olacak?

Enerji güvenliği için önce iklim değişikliği kontrol altına alınmalı

Çevreciler 15 Temmuz’da St.Petersburg’da yapılacak olan G8 toplantısına katılacak liderlere mesaj gönderdi. Dünya Doğayı Koruma Vakfı'nın (WWF), dün tüm dünyada eşzamanlı olarak yayımladığı raporda, 'Enerji tartışmalarında çevreyi göz ardı etmek pahalıya patlar' denildi.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 12 Temmuz 2006

“G8” olarak adlandırılan dünyanın en gelişmiş ülkelerinin, 15 Temmuz’da St.Petersburg’da yapacağı toplantının bu yılki ana başlıklarından en önemlisi “enerji güvenliği” olacak.

Geçen kış yaşanan doğalgaz krizi ve artan taleple birlikte gündeme gelen enerji sıkıntısı, Rusya’nın liderliğini yaptığı G8 toplantısına damgasını vuracak. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF), dün tüm dünyada eşzamanlı olarak yayımladığı raporda, liderlere enerji tartışmalarında çevreyi gözardı etmenin pahalıya patlayacağı mesajını verdi.

WWF, geçen yıl İskoçya’nın Gleneagles kentinde yapılan toplantıda verilen sözler yerine getirilmez, enerji verimliliğinde ve yenilenebilir enerjiye geçişte gerekli adımlar atılmazsa sadece enerji güvenliği tartışması olacağı görüşünde. Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF-Türkiye) Genel Müdürü Filiz Demirayak, “İklim değişikliğinin temel nedenlerinin başında kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar geldiği göz önüne alınarak 'enerji güvenliği' ile 'iklim güvenliği' birlikte değerlendirilmeli. Dünyanın ortalama sıcaklığı 0.7 derece arttı. 2 derece geçilirse başta iklim mültecileri olmak üzere, sıtmadan susuzluğa kadar birçok çevre felaketi yaşanacak. Hükümetler 2. Dünya Savaşı sonrasında yapılan Marshall Planı’nda olduğu gibi enerji güvenliği için bir araya gelmeli" dedi. WWF-Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Atilla Aksoy ise iklim değişikliğinin küresel bir sorun olduğunu belirterek "G8 liderleri dünya enerji sorununa tek başına çözüm olamaz. Bu noktada ulusal çözümler büyük önem taşıyor" dedi.

WWF de nükleere karşı

WWF, “İklim Güvenliği Olmadan Enerji Güvenliği” olmaz başlıklı raporda nükleer enerji tartışmalarına da değindi. G8 ülkelerinin enerji bakanları tarafından martta yapılan açıklamada, nükleer enerjiyi tercih eden ülkelerin “güvenli ve risksiz” bir yol izlemeleri sözlerine atfen, buradaki anahtar kelimelerin “risksiz ve güvenli” olduğu belirtildi.

Nükleer enerji taraftarlarının, atık ve nükleer silahlanmayla ilgili risklere hâlâ yanıt veremediği, kurum ve söküm maliyetlerinin nükleer enerjiyi diğer kaynaklara oranla daha pahalı bir seçenek haline getirdiği savunulan raporda, “Bu nedenle WWF nükleer teknoloji kullanımını çözüm olarak kabul etmeyi reddediyor” denildi.

20 yıl sonra Çernobil'le yüzleşmek

Tarihin en büyük nükleer kazalarından biri olan Çernobil kazasının üzerinden 20 yıl geçti. Çernobil’de bölgeden yayılan radyasyonu kontrol altına almak için çalışmalar hala sürüyor. Kazadan sonra tahliye edilmek zorunda kalınan 400 bin insanın bıraktığı kent ve kasabalar, insan soyunun tükendiği bir gezegenin kalıntılarını andırıyor. Kaç defa Çernobil’den bahsettim veya kaç defa Çernobil’le ilgili yazı yazdım anımsamıyorum. Ama anladım ki hayatımda Çernobil gerçeğiyle sadece 1 kez ve 20 yıl sonra ilk kez yüzleşmişim. Bu yazı, onun yazısı...

Özgür Gürbüz – Express / Mayıs 2006

Tarihin en büyük nükleer ve endüstriyel kazasının ardından geçen 20 yıl bu faciayı ne daha önemsiz yaptı ne de bazı “nükleer pazarlamacıların” umduklarının aksine unutturdu. 26 Nisan 1986’da meydana gelen kazanın 20. yıldönümünde yapılacak olan Uluslararası Çernobil 20+ konferansında sunum yapmak için davetiye aldığımda aklımdan geçen tek şey gerçeği gözlerimle görmekti. Bu yüzden, AP Yeşiller Grubu, Alman Heinrich Böll Vakfı, Nükleer Bilgi ve Kaynak Servisi (NIRS) Dünya Günü Ağı (Earth Day Network), Uluslar arası Nükleer Tehlikeye Karşı Hekimler Birliği (IPPNW), Dünya Enerji Bilgi Servisi (WİSE), Ecoclub- Ukrayna ve Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi tarafından ortaklaşa düzenlenen ‘Çernobil +20= Gelecek için Anımsama Konferansı öncesinde düzenlenen bir günlük tur için Kiev’e erkenden gitmek tereddütsüz kabul edilmesi gereken bir teklifti benim için.Bizi 22 Nisan sabahı otelin önünden alan otobüsün tozu, gürültüsü ve şoförün kimsenin duyamayacağını bile bile açtığı müzik tam anlamıyla garip bir diyara yapılan yolculuğun garip ön hazırlığıydı sanki. Körüklü bir otobüste, daracık koltuklarda, ellerimizde fotoğraf makinaları ve gayger cihazlarımızla yoldaydık. Ukrayna’nın ulusal renklerine boyanmış, bizde de 1980’lerde sıkça gördüğümüz ve bilet attığımız Ikarus marka körüklü belediye otobüsünün perdeli olanıyla yaptığımız yolculuk, kirli penceresinden gördüklerim, artık Çernobil dendiğinde aklıma ilk gelenler arasında yer alıyor. Halbuki 20 yıl boyunca annemin sabah telaşla çay paketlerinin üretim tarihlerine bakması, kaçak çay araması benim için “Çernobil” olmuştu. Sonra, çay içen bakanlar, başbakan, Çernobil Çocukları, Aynur Tuncer’in Türkiye’ye getirttiği Ölümcül Miras sergisi, okulda dağıtılan ve yememem gereken fındıklar ve en son da sevgili Kazım Koyuncu. Elini sıktıktan sonra kaybettiğim ve sadece bir kez karşılaştığım ikinci yiğit adam oldu Kazım. Bir diğeri de ben nükleere karşı 170 km. geri geri yürümeden önce ilk kez elini sıktığım Metin Göktepe’ydi. Metin’i ben geri geri yürürken öldürmüşlerdi.

İkarus’la, Ukrayna’nın geniş yollarında, Kiev’in dışına doğru giderken büyük bir ülkede olduğunu farkediyorsunuz; büyük ama fakir bir ülke de. Tıpkı bizim gibi ama sanki daha gururlu. Biliyorum kızacak bazıları; fakirliğin ayıp olmadığının yıllardır anlatıldığı ama zenginlerin baştacı edildiği bu ülkede kızacak birileri bana. Zengin düşmanlığı yaptığımı sanacaklar; aksine, ben onurlu bir fakirliğe övgü diziyorum aslında. Bu, belki de başka bir yazının konusu.

Dünyayı kurtarmak için öldüler
Çernobil kazası olduktan sonra tam 800 bin insanın hayatları pahasına temizlik çalışmalarına katıldığını biliyoruz. “Tasfiyeciler” denilen bu insanlardan en az 25 bininin, Sovyet makamları tarafından ölmüş olduğu daha önce bildirilmişti. Bizim otobüse benzer otobüsler içinde, beyaz önlük ve bugün dişhekimlerinde gördüğümüz maskelerle yollandılar Çernobil Santralinin 4 numaralı reaktörüne. 26 Nisan akşamı yapılan testin kontrolden çıkması ve birkaç dakikada 4 numaralı reaktörde büyük patlamaya yol açmasıyla ortaya çıkan ölüm bulutlarına koşan bu insanlar ve itfaiyeciler bugün “Dünyayı kurtarmak için ölenler” olarak anılıyor. Çernobil kasabasında hala nöbet tutan itfaiye binası önündeki heykel biz gittiğimizde çiçeklerle doluydu. Aklıma tasfiyecilerin o çok bilinen otobüsteki fotoğrafı geldi. Kalktım ve bizim otobüsteki bilim insanları ve gazetecilerin bir fotoğrafını çektim. Fransa’dan gelen birkaç konukta benzer maskeler vardı. Gözlerde endişeden çok bir merak. Şoför sanki acele ediyor gibiydi, bindiğim en hızlı giden İkarus buydu. Sarı lacivert otobüsümüz Kiev’den çıktıktan biraz sonra küçük bir köyde durdu. Yol kenarındaki iki marketten birinden öğle yemeğimizi almamız gerekiyordu. Yol boyunca elimden düşürmediğim su şişemi burada aldım. Ukrayna’da kaldığımız süre boyunca, içindeki ağır metaller yüzünden musluk suyu içmememiz öğütlenmişti. Otobüs daha sonra bir kez daha durdu. Çernobil’e 30 km. kala ilk kontrol noktası vardı ve bu noktanın ötesine değil yabancılar, Ukrayna vatandaşları da izinsiz geçemiyor. İkinci kontrol noktasını aşmak ise daha zor ve bu da santrale 10 km. kala. İzinlerimiz önceden alındığı ve liste ellerinde olduğu için pasaportlarımıza bakarak kontrol yapıldı. Bu noktadan sonra bize bir rehber verildi. Anayolun dışına çıkan tüm yan yolların kapatıldığı, toprağa ayak basmamamız söylenen alana gelmiştik. Farklı rakamlar duymuş olsam da hala 4 bin kilometrekarelik bir alanın kontrol halinde olduğu söyleniyor. Sadece temizlik çalışmalarında çalışanlar ve orada yaşamayı tercih etmiş olan 380 kişi bu alanda kalıyor. Bir de izinsiz, eski evlerine geri dönenlerin varlığından sözediliyor. Sayıları bilinmeyen bu insanlar kazadan hemen sonra bölgeden tahliye edilmiş ancak işsizlik, yeni yerleşim yerlerindeki sorunlar ve özellikle yaşlıların kendi topraklarına dönme isteği onları birkaç yıl sonra yeniden bu terkedilmiş topraklara getirmiş. Resmi kayıtlarda var olan 380 kişinin en genci bugün 49 yaşında.


Temizlik çalışmalarında hala 7 bin kişi çalışıyor
Bu ilk kontrol noktasından sonraki durağımız Çernobil kasabası oluyor. Burada, BM desteğiyle ve uluslararası yardımlarla kurulan Çernobil Uluslararası Bilgi Merkezi’ne gidiyoruz. Merkezde ufak bir kafetarya var. Bize çalışmaları anlatan Sergey Çernov, 7 bine yakın kişinin hala temizlik çalışmalarında görev aldığını söylüyor. Vardiyalar halinde çalışan bu insanların bir bölümü bölgeye pazartesileri getiriliyor ve Çarşamba akşamı ayrılıyor, diğer bir grup ise perşembeleri geliyor ve cumartesi bölgeden ayrılıyor. Hiçbir vardiyanın iki haftadan fazla bölgede çalışmasına izin verilmiyor. İki hafta çalışıp iki hafta tatil yapan bu insanların neden burada çalışmayı tercih ettiklerini sorduğumuzda, “ücretler ve işsizlik” diyor Sergey. Burada çalışanlara 4-5 kat daha fazla maaş veriliyor ve ülkede iş bulmak zaten oldukça zor. Sinop ve Akkuyu’da halka vaat edilen iş de bu olsa gerek diye düşünüyorum. Çünkü bir reaktörde çoğunluğu eğitimli teknik personel olmak üzere 300-400 kadar kişi çalışıyor. Bizim nükleerci bilim insanları ve politikacılar ise binlerce kişiye iş imkanından bahsediyor. Anlaşılan kafalarına değil nükleer santral yapmayı kaza yaptırtmayı da koymuşlar. Yıllarca sürecek bir iş sahası size, ne Çin korkusu ne AB baskısı. Bir tek radyasyon tehlikesi var ama bu da politikacıların ya da at gözlüğü takmış bazı nükleercilerin umrunda değil tabi. Turgut Özal dememiş miydi; “Biraz radyasyon yararlıdır” diye.


400 yıl daha var normale dönmek için
Bilgi merkezinden edindiğimiz izlenime göre, bölgede yapılan çalışmaların başında su yoluyla etrafa yayılan radyasyonun önlenmesi geliyor. Çalışmaların yüzde 80’i bu yönde. Bölgeden geçen su kaynakları Pripyat nehri ve oradan Dinyeper’e karışarak Karadeniz’e kadar ulaşıyor ve herhangi bir kirlilik büyük bir bölgeyi etkileyebiliyor. Ne zaman etkisi tam olarak azalacak diye soruyoruz Sergey’e. Alaycı bir gülümsemeyle, “300-400 yıl kadar” diyor. Bölge içerisinde sürekli radyasyon kontrolü yapılıyor. Çalışan işçilerin bir bölümü yolların açık tutulmasıyla bir bölümü ise ormanlarla ilgileniyor. Santrale 30 km. kala başlayan yasak bölgedeki havada radyasyon düzeyi tehlike sınırlarının altında ancak ormanlar değil. Burada çıkacak yangınlar, toprakta ve bitkilerde bulunan radyasyonun havaya karışmasına neden olabilir. Bu nedenle ne bu topraklara deymek ne de birşey yemek akıl kârı değil. Özellikle Beyaz Rusya’da tiroit kanserine yakalan birçok çocuğun hala ormanlardan vahşi mantar topladığı biliniyor. Hükümetler, burada yaşayanları ve bu gerçekleri bilseler de görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Zaten, Ukrayna’nın da,Beyaz Rusya’nın da aslında herkese yeni iş olanakları sağlayacak, kontrolleri yapacak maddi kaynakları yok.


Çernobil'i örten lahit çökebilir
Kazadan sonra binlerce araç ve insanla üzeri örtülen 4 numaralı reaktörün de acilen yeni bir “lahit”e ihtiyacı var. Lahite benzetilen bu koruma duvarı ilk yapıldığında 20-30 yıl dayanacağı hesaplanıyordu. Aradan 20 yıl geçti ve planlanan modern lahit hala hayata geçirilemedi. Rekatörün içinde hala bir ikinci felaket yaratmaya yetecek kadar radyasyon var. Beton bloklar çökmeden daha iyi bir lahitin kurulması gerek ve bunun için Ukrayna’nın dış desteğe ihtiyacı var. Asıl ilginç olan ise bu lahiti yapmayı üstlenen Areva gibi büyük nükleer firmaların daha önceki hesaplarına göre yeterli parayı almalarına rağmen işi hala bitirememiş olması. Nükleer lobi burada, bir kez daha, işlerin yolunda gitmediği durumlar karşısında aslında ne kadar az bilgi ve teknik yeteneğe sahip olduğunu itiraf etmiş oluyor.

Pripyat...
Çernobil santralinin 4 numaralı reaktörünü görmeden önce akıllara durgunluk veren Pripyat kentine gidiyoruz. Burası, oldukça modern bir kent görünümünde, santralde çalışanlar için kurulmuş. Orak-çekiç sembollerinin olduğu binalardan birinin terasına çıkabilirseniz oradan santrali görmek mümkün. 15 dakika uzaklıkta, kazadan önce 45 bin insanın yaşadığı kentin meydanında iniyoruz. 20 dakikalık bir serbest zaman veriliyor. Koşar adımlarla, nereye gittiğimi bilmeden ayrılıyorum meydandan. Biraz sonra ana yoldan ayrılıp, bir süpermarkete benzeyen binanın önünde buluyorum kendimi. Tavandan asılı tabelalar var ama altları tam bir harabe. İnsanlar burayı hızla terk etmişler. Heryer çok karışık ve eşyalar birbirine girmiş. Ya terk ederken ya da daha sonra birileri oldukça hızlı bir şekilde değerli eşyaları aramış gibi gözüküyor. Bu binanın hemen arkasına dolandığımda okula benzer bir bina görüyorum. İçgüdülerim ve yıllardır süren öğrenciliğimden olsa gerek tahminim doğru çıkıyor. Teknik liseye benzer bir yerdeyim ve burada da durum farklı değil. Yerlerde ayakkabılardan, bir sürü metal eşyaya kadar herşey var. Sıralar, masalar devrilmiş. Girişteki koridorun hemen sonunda seramik atölyesine benzer bir sınıf var. Masanın etrafına dizilmiş öğretmenlerini dinleyen çocukları hayal etmek hiç güç değil. Binalar bakımsız ama hala ayaktalar. Nükleer felaketten önce çok güzel bir hayatın var olduğunu hissediyorsunuz. En çok da Pripyat’ın dönme dolaplı, çarpışan otolu lunaparkı size bunu veriyor. Öyle ki, 20 yıldır birçok fotoğraf karesine sahne olan dönme dolabın önünde poz veren insanlar var. Ben de nasibimi alıyorum bu garip kültürel deneyimden. Arkamdan Amerika’dan gelen Scott’un sesini duyuyorum. Elindeki gayger cihazı, altından kanalizasyonun geçtiğini sandığımız bir kapağın üzerinde daha yüksek sinyaller veriyor. Radyasyon oranları, toprağa, suya yaklaştığınızda artıyor. Son dakikalarımı müsamere salonu olduğunu düşündüğüm yerde alıyorum. Sahnenin arkasından, eski Sovyet liderlerinin resimlerinin olduğu bir odadan giriyoruz. Oldukça karanlık ama resimlerin üzerine ışık vuruyor. Kimbilir nerede okumuştum; Çernobil santrali’ne 5 değil 12 reaktör kurulması planlandığını söyleyen bir yetkili buranın nasıl gelişmişlik ve gelecek vaad ettiğini Pripyatlılara anlatan bir konuşma yapıyordu. Onun resmi de burada var mı diye düşünüyorum? Bu gelişmişlik içinde yerini mutlaka almalı!


Radyasyonda eşik değer olmaz
Kazanın olduğu 4 numaralı reaktörün etrafı büyük bir duvar ve tel örgülerle çevrili. Bugün, gerekli izinleriniz varsa santralin 300-400 metre ötesine yaklaşmak mümkün ancak burada kalış süreniz çok daha az. Bize verilen süre sadece 7 dakikaydı. 7 dakika içinde bize söylenen yaklaşık 7-8 günde alacağımız oranda doz aldığımız. Radyasyonda eşik değer diye birşey olmadığını bildiğimizden alınan her dozun fazla olduğunu da biliyoruz. Çernobil süresince ve sonrasında Türkiye’de yaşadıklarımız bize bunu öğretti. Türkiye’nin üzerine düşen toplam dozu tüm Türkiye nüfusuna bölerek, “bakın ortalama doz seviyemiz normal” diyenlerin bu “uyanıklıkları” bize işlemiyor artık. Önemli olanın ortalama değil, Karadeniz ve Edirne gibi bölgelerde yüksek dozlara mağdur kalanların ne kadar radyasyona ve ne süreyle maruz kaldıkları. Türkiye üzerine düşen radyasyon her bölgeye eşit dağılmadı ki ortalamasını alalım. Bu sözde bilim insanlarınca yapılan çarpma/bölme işlemleri basit bir matematik hatası değil tabi, düpedüz bir politik saptırmaca. Çernobil 20+ Konferansında açıklanan ve bağımsız bilim adamları tarafından hazırlanan “Çernobil Hakkındaki Öteki Rapor”da (TORCH), kazanın tüm dünyada 30 ile 60 bin ölümcül kanser vakasına yol açacağı belirtiliyor. Rapor aynı zamanda, BM Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından 2005 Eylül’ünde yayımlanan Çernobil Raporu’nu da sert bir dille eleştiriyor. TORCH Raporu’nda, Belarus, Rusya ve Ukrayna’da yaşayanların üçte 1’inin kazadan sonraki ilk yıl içinde, 70 yılda alacakları toplam doza eşdeğer radyasyona maruz kaldıkları açıklandı. Rapora göre üç ülkede yaşayanların kalan üçte 1’i de bu dozu 9 yılda aldı. Geriye kalan diğer üçte 1 ise 70 yılda alacakları toplam dozu 59 yılda alacak. 6 Haziran 1986’da zamanın Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil’le ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum” demişti. Kendisine ve bugün Sinop’a, Mersin’e nükleer santral kurmak isteyen herkese bu raporu dikkatlice okumasını salık veriyorum. Keşke, hükümet yetkililerimiz gezi programlarına Papua Yeni Gine, Trinidad Tobago’dan sonra Çernobil’i de ekleseler ve ondan nükleer santral kurma hayallerini bir daha gözden geçirseler.

"Halk bilerek yanlış bilgilendirildi"
Nükleer enerji konusunda Çernobil sonrası başlayan ve hala devam eden bilgi gizleme, saptırma, yanıltma, araştırmaları engelleme gibi çalışmalar yalnız Türkiye’de olmadı. Kazanın ardından temizlik çalışmalarına katılan ve konferansın açılışında konuşan Prof. Dr. Dimitri Hrodzinski, “Yalnızca orada olanlar o günü anlayabilir. İlk günlerde reaktörün yüzeyinin güneş gibi giderek ısındığını ve sızan radyoaktif bulutları görebiliyorduk” diyor ve ekliyor: “Kazandan sonra radyasyon miktarının hesaplanmasında birçok şey yanlış yapıldı ve toplam doz eksik tahmin edildi. Halk bilinçli olarak yanlış bilgilendirildi. Moskova’da radyasyonun pozitif etkilerini anlatan kitap bile yayımlandı. Burada açıklanacak veriler Ukrayna Hükümeti tarafından düzenlenen resmi konferansın yalanlarını ortaya çıkaracak”. Aslında yıllardır tüm dünyada bu yalanlar hergün ortaya çıkarılıyor ama nükleer lobi diğer taraftan yeni propaganda malzemeleriyle ortaya çıkıveriyor; bugün “nükleer rönesans” masalında olduğu gibi. Sinop’ta 29 Nisan’da yapılan ve binlerce insanın Uğur Mumcu Meydanı’nın doldurduğu miting, bu masalı dinlemeyenlerin sayısının 20 yıl sonrasında azalamadığı, arttığını gösteriyor. AKP hükümeti önce Karadeniz’de artan kanser vakalarını umursamayarak sonra da Karadeniz’e nükleer santral kurmaya çalışarak Karadeniz’i gözden çıkardığını gösterdi. Karadenizlinin de AKP’yi gözden çıkarma zamanı geldi de geçiyor bile. Çernobil’deki radyasyon uyarı levhalarıyla çevrili bu alandan çıkarken hem araçların hem de tek tek tüm insanların vücutlarındaki radyasyon seviyesi ölçülüyor. Yüksek dozda radyasyon varsa, ölçüm yapan aletin sağ tarafındaki kapı açılmıyor ve siz alan içinde kalıyorsunuz. Yeşil ışık yandığında ise kapı açılıyor. Çernobil’le yüzleşmemin ardından yanan yeşil ışık, bana bu güne kadar doğru yolda olduğumu ve yaşamdan yana politikaları savunmaya devam etmem gerektiğini gösteren bir “geç”, “devam et” işaretiydi. Kontrol noktasındaki diğer ışık ise bugün yeniden kendine pazar arayan nükleer endüstriye yakılması gereken tek rengi taşıyor: Kırmızı!

Yeni çevre yasası Türkiye'yi kurtarır mı?

Özgür Gürbüz – Analiz / 28 Nisan 2006

İskenderun'da batan atık dolu gemi, Dilovası'nda Türkiye ortalamasını üçe katlayan kanser vakaları ve Tuzla'da bulunan variller, 11 yıldır bekleyen Çevre Kanunu'nu Meclis gündemine getirdi. İlk bölümü salı günü yasalaşan kanun hayata geçtiğinde, Tuzla benzeri bir olayda 3 milyon YTL'ye kadar ceza kesilebilecek. Bazı suçlar hapis cezasıyla bile cezalandırılabilecek. 2004 yılında Çevre Kanunu'na muhalefet ettikleri gerekçesiyle Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından kesilen cezaların toplamının 6 milyon 305 bin YTL olduğu göz önüne alındığında bu yasanın caydırıcı olmayacağını söylemek zor. Ama bu yasa Türkiye'nin atık sorununa kökten bir çözüm getirecek mi, bu tartışılır.

Cezaların yükseltilmesi, "açgözlü sanayicilerin" gözlerini korkutacak ama fabrikalarından çıkacak atık sayısını azaltmayacak. Burada iki çözüm yolu var. Ya, daha az atık üreteceksiniz ve çıkan atık miktarını arıtım-geri dönüşümle azaltacaksınız ya da bertarafı için uygun teknolojilere sahip olacaksınız, ki bunun yanıtının İZAYDAŞ olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusu. Bu yasa, Türkiye'nin kalıcı ve kesin çizgilerle belirlenmiş bir atık politikası olmadıkça sanayici ile resmi makamları birbirine düşürme tehlikesine sahip. Nitekim, Sektörel Dernekler Federasyonu yaptığı açıklamada bu yatırımların rekabet güçlerini azaltacağını öne sürerek yasanın kendilerine danışılmadan çıkarıldığını söylüyor. Çevre kuruluşlarından ve CHP'den de itirazlar var. Temel sorun gidilecek yönün belirgin olmaması. Türkiye'nin çıkan tüm atıklarıyla baş edecek atık işleme geri dönüşüm kapasitesi yok. O zaman amaç daha az atık çıkarmak olmalı. Örneğin, yasayla beraber kullan-at teknolojisinden depozitolu cam şişe ve teneke kutulara geçiş gibi az atık çıkarmaya yönelik önlemler alınsa daha tutarlı bir politika izlenmiş olurdu. Atığını verecek yer bulamayan kuruluşa ceza kesmekle bu iş çözülecek mi; göreceğiz. Ayrıca bu cezaları kesebilecek bir alışkanlık ya da yetkin kadro olduğu da tartışılır. 2004 yılında Ardahan, Aksaray, Amasya, Artvin, Batman, Bayburt, Bingöl, Bitlis, Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Hakkâri, Karabük, Kars, Kastamonu, Niğde ve Van'a hiç ceza kesilmemiş örneğin. Sizce bu illerde hiç çevre suçu işlenmedi mi?