Özgür Gürbüz-BirGün/1 Şubat 2015
Türkiye’nin
çevre mücadelesi tarihine bakınca onlarca farklı direniş görürsünüz. Bunların
her biri, eylem biçimi, mücadelenin bileşenleri, yeri ve sonuçları açısından
farklılıklar içerir.
Mersin Akkuyu’da
kurulmak istenen nükleer santrale karşı 40 yıldır yürütülen mücadele bunlardan
biri. Yüksek teknolojinin iyi kabul edildiği, nükleer silahın koruyucu
sanıldığı dönemde ikisine de hayır denmesi genel yargıların tersineydi. Herkesin
teknolojiyi kutsadığı bir dönemde ‘ileri
teknoloji’ nükleere direnmek Türkiye’deki ekoloji hareketi için bir dönüm
noktası oldu. “Her teknolojik gelişim
iyidir” tabusu yıkıldı. Direnişi Taşucu Balıkçılık Kooperatifi ile İçel
Tarımsal Amaçlı Kooperatifler Birliği’nin Başkanı Arslan Eyce’nin başlatması
ise ayrıca önemli. Sadece ‘çevrecilerin’
değil, nükleer santralden en önce kendilerinin zarar göreceğini düşünen
üreticinin mücadeleye sahip çıkması kayda değerdi.
Gökova
(Kemerköy),Yatağan ve Aliağa termik santrallerine karşı farklı gruplarca ama
benzer eylemlerle sürdürülen mücadele de kritikti. Şimdi aramızda olmayan Saynur Gelendost’un ölüm orucu bireysel
eylemlerin önünü açtı. Aliağa, İzmir’i sokağa dökerek çevre sorunlarını
bulunduğu yerin dışına taşımış, merkezi politikaların da ilgi alanına sokmuştu.
90’ların termik santral mücadeleleri çevre sorunlarının geniş kitlelerce
sahiplenilmesine yol açtı.
Yatağan da ise
termik santralden zarar gören çiftçiler tazminat davaları açtı, sonuçlar benzer
davalara emsal teşkil etti. Doğaya verilen hasarın ekonomik değeri belgelendi. Yatağan’da
yaşayan ve kirli hava yüzünden sorun yaşayanların birçoğu santralden para kazanıyordu.
Santralin kapatılmasını değil, filtre takılmasını istiyordu. Yatağan da bu açıdan
diğer mücadelelerden farklıdır. Oradaki
talep Gökova ve Aliağa kadar ‘radikal’ değil daha çevrecidir. Çevrecidir
çünkü sitemi değiştirmeyi değil, sistem içinde çözüm bulmayı ister.
Bergama’da
altın madenine karşı yürütülen mücadeleyle, söz de saz da köylülerin eline geçti. Hareketin önderliğini kentli
ekolojistler, çevreci veya yeşiller değil köylüler yaptı. Son yıllarda görülen
HES karşıtı mücadeleyi, benzer maden karşıtı mücadeleleri Bergama’ya borçlu
olduğumuzu söyleyebiliriz. Yine Bergama sayesinde çevre alanında verilecek
hukuk mücadelesinin önemi de doruğa çıkmıştır.
Greenpeace’in doğrudan
eylemleri, şiddet içermeyen, sivil itaatsizlik eylemlerinin Türkiye’de
yaygınlaşmasını sağladı. Şiddetsiz, itaatsizlik eylemlerinin gücü Cumartesi
Anneleri, Duran Adam gibi onlarca örnekle tekrar tekrar ispatlandı.
Park Otel
mücadelesi de bir tabuyu yıktı. “Yapılan
yıkılmaz” söylemi tarih oldu. Medya ve lobi gücüne sahip büyük bir şirketin
inşa ettiği otelin kaçak katları, halkın baskısı ve dönemin belediye başkanı Nurettin
Sözen’in çabalarıyla yıkıldı. Bugün, Gökkafes ve Zeytinburnu’ndaki gökdelenleri
yık(a)mayan politikacıları gördükçe, bu mücadelenin önemi daha iyi anlaşılıyor.
Park Otel mücadelesi, 3. Köprü ve Gezi’ye kadar uzanan kent mücadelelerine de
ışık tuttu.
Önemli bir
çevre mücadelesi de İztuzu’da verildi. Türkiye’nin ilk Özel Çevre Koruma
Bölgesi içinde yer alan ve 1988’den bu yana korunan İztuzu Kumsalı’ndaki son
direniş de başarılı oldu. Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce, İztuzu’daki
ihaleyi iptal ettiğini ve plajda artık hiçbir ticari faaliyete izin
vermeyeceğini açıkladı. Denize girilebilecek ama şezlong ve şemsiye bile
olmayacak.
Bakan Güllüce
sözünde durursa bu eskisinden de iyi bir durumun müjdecisi olabilir. Deniz
kaplumbağalarının bir başka yuvalama alanı Çıralı’da bölgenin korunması, yöre
halkının turizme katılmasıyla olmuştu. Çıralı da denetim sorunlarına rağmen iyi
bir örnek sayılabilir çünkü o plajı sahiplenmek isteyen dev oteller değil tek
katlı köy evlerinde pansiyonculuk kazandı. İztuzu’da ise ilk kez deniz
kaplumbağalarından başka kimsenin çıkarına olmayan bir durum savunuluyor. Her
şeyin insanlar için olduğunu düşünen bir ülkede İztuzu’nun ‘Caretta caretta’lara bırakılması önemli bir dönüm
noktası olabilir.