Enerji yoksulluğu kapıda

Özgür Gürbüz-BirGün / 29 Şubat 2024

Foto: Riccardo Annandale / Unsplash
Seçimlerden sonra enerji faturalarının kabaracağına neredeyse herkes kesin gözüyle bakıyor. Enerji verimliliği konusunda Türkiye’nin önde gelen uzmanlarından Arif Künar, “Seçimden sonra enerjide devlet sübvansiyonlarının kaldırılması halinde nüfusun yarısının enerji yoksulu olduğu bir ülkeyi konuşmaya başlayacağız” diyor. Kaynak bulmakta zorlanan hükümetin, elektrik ve gaz fiyatlarında sübvansiyonları azaltacağı bunun da faturaları ikiye katlayacağı enerji sektöründeki sıkça konuşuluyor.

Aylık veya yıllık hane gelirinin yüzde 25’inden fazlasını elektrik, gaz ve su faturalarına harcıyorsanız siz de enerji yoksulu sınıfına girmiş kabul ediliyorsunuz.
Ekonomideki kötü gidişat ve enerji fiyatlarındaki yükseliş, Türkiye’de de enerji yoksulu sınıfına giren insan sayısının hızla arttığını ve büyük bir krize dönüşmek üzere olduğunu gösteriyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2019 yılında 1 milyon 141 bin haneye elektrik tüketim desteğinde bulunmuştu. Bakanlık, bu yıl destek verilecek hane sayısının 4 milyon 53 bine çıkarılacağını açıkladı. Beş yılda dört kat artan destekler felaketin habercisi. Seçim sonrasına ötelendiği düşünülen elektrik ve gaz zamları, desteğe muhtaç hane sayısını çift haneli rakamlara taşıyabilir.

İstanbul İklim Buluşmaları başlığı altında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası ve Ülke Politikaları Vakfı’nın düzenlediği etkinlikte konuşan Arif Künar, Ankara’nın Güvenevler ve Andiçen mahallelerinde yapılan bir araştırmadan da örnekler verdi. Güvenevler’de enerji yoksulu sınıfına giren nüfusun oranı yüzde 66’ya, Andiçen’de ise yüzde 95’e varıyor. İki mahallede de ısınmaya bağlı hastalık yaşayanların oranı yüzde 15’in üstünde. Fatura borcu bulunan hanelerin oranı Güvenevler’de yüzde 17, Andiçen’de ise yüzde 23.

Beklenen zamlar yapılırsa enerji yoksulluğu artacak ve asgari ücrete mahkûm edilmiş birçok hanenin yaşamını derinden etkileyecek. Soruna kalıcı çözümler bulmak ve askıda fatura, elektrik faturası desteği gibi kısa süreli iyileştirmelerin ötesine geçmek gerek. Bina yalıtımı, elektrikli aletlerin verimlileriyle değiştirilmesi, enerji kooperatifleri gibi uzun vadeli çözüm önerilerini destekleyen kamu politikalarına ihtiyaç var. Bu sadece ailelere daha uzun vadeli bir rahatlatma sağlamaz, ülke ekonomisine ve doğal varlıkların akıllıca kullanılmasına da katkı sağlar. Yalıtımsız bir evin gaz faturasını ödemek, dibi delik bir kovaya su doldurmaya benziyor.

Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Orhan Aytaç da aynı sempozyumda bir konuşma yaptı. Türkiye’de enerjide ithal kaynak oranının yüzde 67 olduğunu belirtti. Neredeyse tamamı ithal edilen gaz, hane halkının tükettiği bir numaralı enerji kaynağı. Onu elektrik ve kömür izliyor ki, elektriğin büyük bir bölümü de ithal gaz ve kömürden üretiliyor. 70 milyar dolarlık enerji ithalatı yapan Türkiye, jeotermalle ısıtacağı konutlara gaz hattı döşemekle övünüyor. Binalarda daha iyi bir yalıtımı zorunlu kılalım, çatılara, cephelere güneş paneli konulması isteğe bırakılmasın, kentlerde yeni binalar sıfır enerji standartlarına yakın yapılsın, otomobile ucuz kredi verenler yalıtıma, yenilenebilir enerjiye de uygun kredi versin dediğinizde ise hükümetten bu çağrılarınıza yanıt alamıyoruz.

Enerji yoksulluğu kapımıza geldi dayandı, yardımlarla döndürülemeyecek bir noktaya doğru ilerliyor. Hükümet oralı değil, enerji verimliliği ve tasarrufu konusunu nedendir bilinmez hiç sevmiyorlar. Tek amaçları daha çok santral kurup, daha fazla boru hattı döşeyip, daha fazla gaz ithal edip enerji tüketimini artırmak. Bu işten kazanç sağlayan şirketler de bunu istiyor zaten, hükümet yurttaşın derdine derman olmaktan çok çok şirketlerin kazancına destek olmayı misyon edinmiş. Belediyeler ise elini taşın altına koymaktan çekiniyor, kadro ve yetki sorunları da gözlerini korkutuyor. Müteahhitler hiç oralı değil, üzerlerinde bir baskı da hissetmiyorlar. Yurttaşlar bu konuda bir talepte bulunabileceklerini bilmiyor, yurtdışındaki ‘balık tutmayı öğreten’ örnek uygulamalardan haberdar değil. Sivil toplumun, yurttaşların ve muhalefetteki partilerin bir an önce enerji yoksulluğu konusunu gündemlerine alması ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesi için baskı yapması lazım. Yoksa, bindik bir alamete gidiyoz kıyamete…

Madenin değil bu düzenin felaketi

Özgür Gürbüz-BirGün / 21 Şubat 2024

Siyanür içerikli yığının altında kalan işçilere 10 gündür ulaşılamıyor. Türkiye, 10 gündür Erzincan’daki altın madeninde yaşanan felaketi izliyor. “İzliyor” kelimesi durumu herhalde en iyi anlatan kelime.

Erzincan, İliç’teki madeni işleten Anagold Madencilik’in yüzde 80 hissesine sahip SSR Mining firmasına kazadan hemen sonra üç soru sordum. Israr edince şirketin yatırımcı ilişkilerinden sorumlu Başkan Yardımcısı Alex Hunchak’tan yanıt geldi. Şu anda sadece arama ve kurtarma çalışmalarına ve kayıp madencilerin yerini bulmaya odaklandıklarını söyledi ve diğer sorularıma yanıt vermedi.

Merak ettiğim konu, işçilerin altında kaldığı yığın liçindeki siyanür gibi toksik maddelerin içeriği ile miktarı konusunda bir fikirleri olup olmadığı ve bir buçuk yıl içinde meydana gelen iki büyük maden kazasından sonra madeni kapatmayı düşünüp düşünmedikleriydi. Madenin kapatılması için şirketin kararını beklememek gerek elbette ancak hükümetin tavrı bize bu konuda hiç umut vermiyor. Başımızda halkın çıkarlarını düşünen bir hükümet olsaydı, ilk kazadan sonra madenin kapısına kilit vurulur ve bugün tanık olduğumuz felaket önlenirdi. Hepimiz herhalde bu durumun farkındayız.

***

ALMAN “AJANLARI” HAKLI ÇIKTI
Çevrecilerin, sivil toplum kuruluşları ve altın madenine karşı mücadele eden yöredeki insanların, Bergama’dan bu yana yaptığı uyarılara kulak asmayanlar yüzünden bugün bedel ödüyoruz. Madenlere, “siyanür doğaya bulaşabilir, atık havuzları sızdırabilir” diye karşı çıkanlara ‘Alman ajanı’ diye iftira atan “milliyetçi” ve “ulusalcı” iftiracılar acaba bugün neredeler? Umarım şirketlerin çıkarları için tasarlanan bu kirli oyunlara bir daha kimse alet olmaz. Altının bir ihtiyaç olmadığını fark ederek, mücadele sırasında alyanslarını bozdurup altını hayatlarından çıkaran dostlara, Bergamalılara da bu vesileyle bir kez daha selam olsun.

Gelelim günümüze. TMMOB Maden Mühendisleri Odası, kazanın nedenleri ve bizi bekleyen tehlikeye dair önemli saptamalarda bulundu. Özetle aktarayım. 2014 ve 2021 yıllarında hazırlanan ÇED kapasite artışı projeleri ile madendeki yığın liç tesisi için de kapasite artışı talebinde bulunulmuş. Her iki talep de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca uygun görülmüş. Projenin başlangıcında planlanan yığın liç alanı kapasitesi 34 milyonken, 2021 yılındaki son kapasite artışı ile 85,3 milyon tona yükseltilmiş. Böylece yığın liç alanının yüksekliği 250 metreyi aşmış. Maden Mühendisleri Odası, ikinci ve üçüncü liç alanı yapmak yerine, maliyetten kaçınmak için devasa tek bir alan oluşturulduğunu ve bu alanın kontrolden çıktığını belirtiyor.

Oda, 10 milyon metreküplük siyanür ve ağır metal içeren yığının, yeraltı sularına ve Fırat Nehri’ne karışma riskiyle ilgili de uyarılarda bulunuyor. Bölgenin yeraltı suyu haritasının çıkarılması, etki alanından, kontrol kuyularından, Sabırlı Deresi ve Fırat Nehri’nden düzenli örnek alınması ve sonuçların kamuoyu ile paylaşılması gerektiğinin altını çiziyor. Yığın liçi artık geçirgen toprağın üzerinde. Yağmurla, karla içindeki toksik maddelerin yeraltı sularına, oradan Fırat’a geçmesini önleyecek bir koruyucu yok. Ciddi bir riskle karşı karşıyayız.

Bu felaket bize siyanür kullanılan madenlerin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermekle kalmadı, sanayi tesisleri kurulmadan önce izlenen prosedürlerin de formaliteden ibaret olduğunu gösterdi. Kaçak bir madenden bahsetmiyoruz. ÇED raporu ve tüm izinleri alınmış bir tesisten, dava süreçlerinde ‘bilirkişi’ heyetlerinin onayından geçmiş bir işletmeden bahsediyoruz. Risklerin hepsinin ele alınmadığı ortada. Kâğıt üstünde verilen onayların denetlenmediği ortada. Halbuki ÇED süreci raporu alınca bitmez. Son aşaması proje sonrası izleme ve değerlendirmedir. Raporda yazılanların kontrol edilmesini de içeren, işletmenin beşikten mezara tüm faaliyet sürecini kapsayan bir süreçtir.

Bilirkişilerin ne kadar yeterli olduğu, siyasi iradeden bağımsız karar verip veremedikleri de artık tartışılmalı. Yanlış karar veren, uzman olmadığı anlaşılan bilirkişilerin bir daha bu süreçlerde yer almaması sağlanmalı. İliç’teki maden felaketini büyük bir kaza diye nitelemek yanlış olur. Sistemin başından sonuna kadar her aşamada işlemediğini gösteren, büyük bir çöküşün işaretidir İliç.

Altın bir ihtiyaç mı?

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Şubat 2024

2023 yılı dünya altın talebi 4448 ton. Altın talebinin yarısına yakını (yüzde 48,73) mücevherat sektörü
kaynaklı. Merkez bankaları altın talebinin yüzde 23,32’sinden, yatırım amaçlı altın kullanımı ise yüzde 21,24’ünden sorumlu. 2023 yılında küresel altın talebinin sadece yüzde 6,71’i teknoloji alanında kullanıldı; 300 tondan azı. Dünya Altın Konseyi verileri, altının bir spekülasyon aracı ve mücevher olarak kullanıldığını net bir şekilde ortaya koyuyor.

Teknoloji alanında gereken altının tamamının insanlık için gerçekten gerekli alanlarda kullanıldığını varsaysak bile sadece 300 tondan ya da yıllık altın talebinin yüzde 6,71’inden bahsediyoruz. Yaşadığımız endüstriyel hayata devam etmekte ısrarcıysak bize her yıl gereken altın bu kadar. 2023 yılında geri dönüştürülen altın miktarı ise tam 1237,3 ton. Teknoloji alanında kullanılan altın miktarının dört katından fazla. Özetle söylersek, dünya altın madenlerinin hepsini kapatsa ve artık altın çıkarmamaya karar verse, teknoloji alanında altın sıkıntısı diye bir şey olmaz. Hurda altınlar, geri dönüştürülenler yeter de artar bile.

İçinde her yıl azalan bir paya sahip olan diş hekimliğinin de olduğu teknoloji sektörünün altın ihtiyacı yıllardır bu oranda (son 10 yılda yüzde 8 civarı) seyrediyor. Hem elektronik hem de diş hekimliğinde altın talebi düşmeye de devam ediyor. 2023’te yüzde 7’inin altına düşmesi bu eğilimin bir sonucu. Dünya Altın Konseyi, insanların şu ana kadar 187 bin 200 ton altın çıkardığını söylüyor. Mevcut altın rezervlerinin hepsini, teknoloji alanında kullansak 624 yıllık ihtiyacı karşılıyor. Sadece mücevhere dönüştürülmüş altını teknoloji alanında kullansak 324 yıl altına ihtiyaç duymayabilirsiniz. Teknoloji alanında kullanılan altının da bir süre sonra geri kazanılıp tekrar kullanılacağını düşünürseniz, altın madenciliğinden bugün vazgeçmek istesek, bu kararın önünde teknik bir engel olmadığını görürüz.

Gıda üretiminin yapıldığı topraklar ve diğer ekonomik aktivitelerin gerçekleştiği ekosistemleri kirletme pahasına yürütülen altın madenciliğine ihtiyaç duyanların şirketler olduğu ortada. Çoğu zaman bu şirketler, Türkiye’nin altın ithalatı verilerini göstererek, madenleri meşrulaştırmaya çalışıyor. Elbette bu doğru değil. Yukarıda da görüldüğü gibi altın ithalatının temelini oluşturan gerçek bir ihtiyaç değil, bedeli yaşamla ödenen bir lüks.

Erzincan’daki Anagold madeninde göçük altında kalanları düşünürken, “güzel görünmek” veya “yatırım” amacıyla aldığımız altınları da düşünmemiz gerek. Altın madenciliği gibi elmas ve pırlanta madencilikleri de doğaya büyük zarar verir. Pırlanta yüzükle yapılan evlilik teklifleri, gelin ve damada takılan altınlar aslında bu korkunç sektörlerin ayakta kalmasını sağlayan, şirketlerin ellerini ovuşturarak izlediği ritüeller. Altın madenciliği kadar, bu gereksiz ritüellerin terk edilmesi de doğaya ve bu ekonomik tuzaklara düşürülen insana nefes aldıracak.

Bir hediye çekiyle verebileceğiniz hediyeyi, altına ya da başka bir değerli madene dönüştürmeden önce lütfen bu uğurda can veren insanları ve yok edilen yaşamı gözlerinizin önüne getirin. Bir altın alyans için 20 ton maden atığı ortaya çıktığını unutmayın. Bileğinize sevgilinizin doladığı bir ip, kalpten verilmiş bir söz sizi dünyanın en güzel insanı yapar. Dünyanın en büyük elması, pırlantası değil. Unutmayalım.  

Sürdürülebilirlikte vasatlar ligindeyiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Şubat 2024

Doğa severlerin isyanları Türkiye’deki çevre sorunlarının ne kadar büyüdüğünün bir göstergesi. Arıların sayılarının azalması, aşırı hava olaylarının sayısı ve sıklığının artması, hava kirliliğinin daha fazla sağlık sorununa yol açması iş dünyası ve siyasetçilerin durumu kavrayabilmesi için yeterli olamayabiliyor. Ekonomik ve sosyal veriler de içeren başka göstergelere ihtiyaç duyuyorlar. Olabilir.

O zaman o dilden de Türkiye’nin vasatlar liginde olduğunu anlatalım. BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın hedeflerine ulaşma konusunda Türkiye’nin geldiği nokta bize tercüman olsun. Radikal bir çevre koruma fikrine hizmet etmeseler de Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na ulaşılması durumunda birkaç adım öteye gidebileceğimizi söyleyebiliriz. Devletlerin birçoğu BM’nin 17 amacına ulaşmayı kısa ve orta vadeli planlarına eklemiş durumda. Türkiye’de merkezi hükümetten yerel yönetimlere kadar birçok kurum stratejisini bu amaçları temel alarak yazıyor.

17 amacın ortak noktası aşırı yoksulluğu sonlandırmak, iklim kriziyle birlikte adaletsizlik ve eşitsizlikle mücadele etmek. 2030 yılına kadar belirlenen hedeflere ulaşmak zor görünse de ülkelerin performanslarını değerlendiren raporlar bize hangi ülkenin hem doğayı hem de ekonomiyi koruma yolunda bir şeyler yaptığını gösteriyor.

TÜRKİYE 72. SIRADA
BM için raporlama yapan Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı’nın hazırladığı son değerlendirme Türkiye’nin 166 ülke arasında 72. sırada yer aldığını ortaya koyuyor. Orta sıralara da hasret kaldık, her raporda diplerdeyiz deyip pek sevinmemek gerek çünkü ülkeyi yönetenlerin çok övündüğü ekonomik büyüklüğe göre baktığımızda oldukça gerilerdeyiz. 17 amacın ikisinde daha kötüye gidiyoruz. Bunlar seragazı emisyonlarını artıran fosil yakıt kullanımı ve çimento üretimi ile sağlık ve eğitime harcanan bütçenin kısılması. İyileşmenin görüldüğü alanlar ise, “elektriğe erişim” gibi bizim gibi ülkeler için çoktan halledilmesi gereken konular. Türkiye’de hükümetin amaçlara ilişkin yaptığı son gönüllü değerlendirme 2019’da yapılmış. Üzerinden uzun zaman geçmiş. Belki de her yerde dillendirilen bu 17 amaç çoktan rafa kaldırıldı; bilemiyoruz.

Detaylarda kaybolmadan dünyadaki yerimizden de bahsedelim. Bizden daha büyük ekonomik sorunlarla uğraşan Arjantin 51. sırada. Ambargolarla boğuşan Küba 46, Arnavutluk 54, Vietnam 55. sırada. Komşularımızla da kıyaslayalım. Yunanistan 28, Gürcistan 42, Bulgaristan 44, Azerbaycan 53, Ermenistan 56, İran 86, Irak 105 ve Suriye 130. ülke olmuş. Kosta Rika’dan Tayland’a birçok ülkenin gerisindeyiz. Hatırlatayım. Bu sadece çevresel bir gösterge değil, yoksulluktan eşitsizliğe, temiz sudan adalete kadar birçok konuda dünyanın ilerlemesine ne kadar uzak veya yakın olduğunuzu gösteren bir değerlendirme.

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2019 yılında hazırladığı değerlendirme raporu, gelinen durumu şöyle özetliyordu: “Gösterge bazında ilerlemeye bakıldığında, Türkiye’nin birçok hedefte ilerleme kaydettiği, bazı hedeflerin tamamen aşıldığı, bazı hedeflere ise kısmen ulaşıldığı görülmektedir”. Cumhurbaşkanlığı orta sıralarda kalmayı kabulleniyorsa sorun yok, beşten büyük olacaksak elbette ortada büyük bir sorun var. İlk 20 hatta ilk 50’de bile değiliz. Ben sonuçtan memnun değilim çünkü Türkiye daha iyisini yapabilir. Kendisine ilerlemeyi amaç edinen demokratik bir cumhuriyet yerine “vasatlar imparatorluğu”nu seçenler ise herhalde bu dereceden memnundur.

Nasıl unutmayız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Şubat 2024

Foto: Fatih Pınar
50 binden fazla canımızı kaybettiğimiz bir depremi unutmak mümkün mü? Elbette hayır. Ne aileleri unutur ne dostları. Ne de uzaklardan yürek acısını paylaşanlar. O zaman neden her deprem, her afet ve her katliam sonrası “unutma, unutturma” diye haykırıyoruz?

Biz aslında bir depremi felakete dönüştüren koşulları ve dönüştürenleri unutmamaktan bahsediyoruz. Kahramanmaraş’ta zemin kattaki pastanenin kestiği kolon nedeniyle 36 kişiye mezar olan Ezgi Apartmanı’nı unutamayız. Kolonu keseni de göz yumanı da…

Yapı denetimi ticari bir faaliyete dönüştüren, bu yüzden de bugün yerle bir olan 40 bin binanın sorumlusu bu çarpık yapılaşma sistemini icat edenleri de unutamayız. Dere çakılı ve kum kullanılan İsias Oteli’ni yapanları da.

Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çeviren, yeşil alanıyla, nüfus planlamasıyla, sosyal alanlarıyla birlikte planlanması gereken bir dönüşüme sırtını çeviren siyasetçileri de unutamayız.

Asbestli inşaat ve yıkıntı atıklarını ayrıştırmadan, verimli arazilere ve yerleşim yerlerinin yakınlarına kontrolsüz bir şekilde yığanları da unutamayız.

Seçim kazanmak, rant sağlamak amacıyla imar barışı ve affı çıkarıp, kentsel plan ve güvenlik kurallarını ihlal ederek, binlerce insanın hayatını riske atanları da unutamayız.

86 milyon nüfusun yüzde 37’sini beş kente tıkıştıran, rantı artırdığı için dikey betonlaşmayı teşvik eden, fay hatlarını ciddiye almadan yapılaşmaya izin veren yerel yöneticileri de merkezi idareyi de unutamayız.

Büyük bir deprem bekleyen 16 milyonluk İstanbul’u daha da büyütmeye çalışan, Kanal İstanbul gibi projelerle deprem sonrası karşılaşılacak afetin boyutlarını artırmayı planlayan çılgınları da unutamayız. Bu suçları işleyenler koltuklarından edilmeden, adalet karşısına çıkarılmadan acılar hafifler mi?

İhmalleri, hataları, çıkarları için insanların hayatlarını önemsemeyenleri ve yapılması gerekenleri yapmayanları unutursak, 6 Şubat’ta, 17 Ağustos’ta kaybettiklerimizi de unutmuş sayılırız. Hataylılar dün yaptıkları protestolarla, ihmalleri olduğunu düşündükleri siyasi parti temsilcilerini unutmadıklarını, iktidar ya da muhalefet ayırt etmeden gösterdiler. Biz uzaktakilerin de aynı tepkiyi vermesi gerekir ki yitirdiklerimizin fotoğraflarına, dostlarımızın yüzüne bakabilelim. Deprem öncesi bizi yönetenlere tüm hatalarına rağmen oy vermeye devam edersek hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlamamız ve herkese anlatmamız gerekiyor. Çoğu insan bu ilişkiyi kuramıyor, onlara kızarak, küserek pes edemeyiz.

Geçmişteki hataları tekrarlayanlar kadar kentlerimizi geleceğe hazırlanmayanlar da suçlu. Yeniden inşa edilen kentlerde beton kalitesi dışında ne değişiyor? Yeşil alanları, bisiklet yolları ve yaya alanlarıyla yeni kentler mi planlanıyor yoksa yıkılan binanın yerine yenisi mi dikiliyor. TOKİ’nin ya da inşaat şirketlerinin yaptığı yeni apartmanların kaçında üst düzey yalıtım, çatısında güneş paneli koyup elektrik üretmeye olanak tanıyacak bir planlama var?

Birbirlerini gölgelemeyen binalar mı yapılıyor yoksa güneyi kuzeyi bilmeyen mimarların çizdiği pencereli beton bloklar mı? Geleceğin akıllı evleri mi inşa ediliyor yoksa 60-80 yıl ayakta kalması dışında bir beklentimizin olmayan klimaya bağımlı hücreler mi? Deprem sonrası elektriksiz kalan kentlerimizi mikro şebekelerle, güneş enerjisi gibi şebekeden bağımsız seçenekler ve elektrik depolama tesisleriyle donattık mı? Geri dönüşümden yeraltına alınmış altyapıya, atık sularını arıtacak tesislerden elektrik şarj istasyonlarına kadar her şeyi planlanmış, dört dörtlük kentler kurarsak, depremde yitirdiklerimize en saygın özürlerimizi göndermiş, onların anısını Türkiye’nin en modern yerleşim yerlerini kurarak yaşatmış olmaz mıyız?

Hatırlamak böyle bir şey, unutmak ise bildiğimizi okumak.