Çernobil'i unutmamızı neden istiyorlar?

Özgür Gürbüz-Birgün/29 Nisan 2012

26 Nisan 2012 Taksim. Foto: O. Gurbuz
ABD'deki Üç Mil Adası santralindeki nükleer kazadan sonra bir daha böyle bir kaza olmayacağını söylemişlerdi; yıl 1979. Yedi yıl sonra sonuçları başka bir endüstriyel kazayla kıyaslanamayacak derecede büyük, dünya tarihinde görülmemiş bir başka nükleer santral kazası yaşandı. Bundan tam 26 yıl, üç gün önce; 26 Nisan 1986'da Çernobil nükleer santralindeki dört numaralı reaktör patladı. Nükleeri savunanlar ‘patlama’ kelimesini sevmiyorlar ama işin doğrusu bu. Reaktör kontrolden çıktı ve büyük bir patlama sonrasında doğaya çok ciddi miktarda radyasyon sızdı. Sayılarının 600 ile 800 bin arasında olduğu belirtilen tasfiyeciler (temizlik işçileri) günlerce yangını ve sızıntıyı kontrol altına almaya çalıştılar. Binlerce işçi hâlâ Çernobil'de çalışıyor. 400 bin kişi evlerini bir daha geri dönmemek üzere terk etti. Ölü sayısının neden olacağı kanser vakaları nedeniyle 1 milyonu bulacağını iddia eden araştırmalar bile var. Nükleer endüstri bu kazadan sonra da aynı masalı anlattı. Bunun bir daha tekrarlanmayacağını, insan hatasından kaynaklandığını söyleyip durdu. Hatta daha da ileri giderek, kazadan ölenlerin sadece 37 itfaiyeci olduğunu uzun süre iddia ettiler. Çernobil kazası ister istemez yeni santral siparişlerinin azalmasına, birçok ülkede nükleer enerji karşıtı politikaların kuvvetlenmesine neden oldu. Nükleer santral pazarlayıcıları bir süre ortadan kaybolmaya karar verdiler. Kazayı unutturmanın bir yolu nükleer enerji özendirmelerine ve lobi faaliyetlerine ara vermekti.

DOĞALGAZ VE RÜZGAR NÜKLEERİ ZORLUYOR
2011 yılında ise Japonya'daki büyük depremden sonra Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki dört reaktörde aynı anda kaza oldu. Kullanılmış yakıtların geçici bir süre bekletildiği atık havuzunda da soğutma suyunun azalması nedeniyle ciddi sorunlar yaşandı. Nükleer endüstrinin bu kazadan sonra artık uyduracak bahanesi kalmadı ancak Çernobil sonrası yaptıklarını yapıp bir başka kış uykusuna yatma şansları da yok. Hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmek zorundalar fakat kimse sandıkları kadar aptal değil. Nükleer endüstrinin ya da lobinin bu acelesi ve çaresizliğinin nedeni var. Enerji pazarında artık eskisinden çok daha fazla oyuncu yer alıyor. Nükleerin en büyük rakibi yenilenebilir enerji kaynakları ucuz ve sorunsuz elektrik üretebiliyor. Bunu yaparken halkın tepkisiyle karşılaşmıyor, istihdam yaratıyor ve gelişme yönündeki ülkeler için teknoloji transferine daha fazla fırsat sağlıyor. Yenilenebilir enerjilerin yerli kaynak olmaları ve petrol fiyatlarından etkilenmemeleri de bir başka avantaj. Doğalgaz da nükleere karşı avantajlı. Yenilenebilir enerji kaynakları gibi çevreci bir üretim yöntemi değil ancak nükleeri birçok alanda alt edebilecek özelliklere sahip. Güvenlik ve nükleer atık gibi sorunları yok. Yapımı hızlı ve sorunsuz, fiyat ve sürekli elektrik üretebilme konularında da nükleerle çok rahat rekabet edebiliyorlar. Birçok ülkede fosil ve nükleer yakıtlardan temiz enerjilere geçişte doğalgazın köprü görevini üstlenmesi planlanıyor. Doğalgazın önünde iki ciddi engel var; dışa bağımlılık ve varsa, ülkelerin ciddi iklim politikaları. Türkiye’de bu iki konuda da edilen laf çok ama icraat yok. O yüzden doğalgaz santrallerinin sayısı giderek artıyor ve artmaya da devam edecek. Bakanlık doğalgazdan yakınıyormuş gibi gözüküyor ama bir yandan da yeni santrallere lisans dağıtıyor. Şu anda Türkiye’de 14 bin megavatın üstünde lisans almış doğalgaz santrali var. Yeni başvurularla bu rakam 19 bine yaklaşıyor. Mevcut kurulun gücün üçte birinden biraz fazla! Rüzgarda bu rakam 8 bin 500, güneşte ise 'sıfır'.

NÜKLEER ENDÜSTRİ NEDEN TÜRKİYE'DE ISRARCI?
26 Nisan 2012 Taksim. Foto: O. Gurbuz
Enerji talebinin hızla arttığı dünyamızda, nükleer santrallere ayrılacak milyarlarca doların diğer enerji kaynaklarına özellikle de yenilenebilir kaynaklara (rüzgar, güneş ve hidrojen gibi) gitmesi nükleer endüstriyi bir daha geri dönemeyeceği bir bataklığa gönderebilir. Bütün kavga da bu zaten. Nükleer enerjinin Çernobil sonrası gözden düşmesi genç mühendisleri başka konularda çalışmaya itti. Şu anda ABD’deki nükleer santrallerde çalışanların üçte biri dört yıl sonra emekliliğe hak kazanacak. Almanya’da yıllardır nükleer enerji alanında çalışan Siemens firması bu bölümünü kapattı. Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede nükleer mühendislik bölümlerinin sayısı azaldı. Sadece bu da değil. 2011 yılında Avrupa’da yeni kurulan santrallerin yüzde 47’si güneş fotovoltaik, yüzde 22’si doğalgaz ve yüzde 21’i de rüzgardı. Nükleerin payı ise yüzde 1’de kaldı. Nükleer enerji ayakta kalabilmek istiyorsa yeni santraller inşa etmek ve yeni çalışanlar yetiştirmek zorunda. O nedenle Çernobil sonrasında olduğu gibi 10-15 yılı boş geçirme şansları yok. Fukuşima’yı unutturmak, Batı’daki nükleer karşıtlığın Doğu’ya yayılmasını önlemek zorundalar. Türkiye'de hükümetin nükleer enerji konusundaki ısrarcı tavrını, endüstrinin hırsından ayrı düşünmek işte bu yüzden mümkün değil. Türkiye pazarı sadece buradaki siparişler açısından değil, Türkiye’yi yakından izleyen diğer gelişme yönündeki ülkelere yön gösterme açısından da önemli. İran’da Almanya’nın yarım bıraktığı reaktörü tamamlayan Ruslar, bunun Ortadoğu’da bir nükleer yarışa neden olacağını eminim hesaplamışlardı. Nükleer santral sahibi olmanın, kısmen yanlış bir algı da olsa, nükleer silah ve güce sahip olma anlamına geldiğini düşünenler Ortadoğu’da çok. Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin son yıllarda nükleer santral kurmayı dillendirmesi bu planın işlediğini gösteriyor.

Nükleer endüstri ateşle oynama pahasına kendisine yeni bir pazar açmak için ilk adımı attı. Şimdi, Türkiye pazarına girerek ikinci adımı atmak istiyor. Temiz enerji cenneti bu ülkeyi de ele geçirirlerse yeni pazarların önü açılacak, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişimine sekte vurulacak. Enerji verimliliği gibi bir kavram hiç gündeme gelmeyecek. Böylece kendi kalemize gol atmış olacağız. Halk elektrik zamlarından yakınacak ama kendi elektriğini üretemediği için dev nükleer firmalarla göbek bağını bir türlü kesemeyecek. Şirketlerin oyuncağı olacak. Tüm bunlar hükümetin umurunda değil. Kamuoyu araştırmaları halkın büyük bir bölümünün nükleere karşı olduğunu gösteriyor ama hükümet artık kendisine oy verenleri bile dinlemiyor. Hal böyle olunca tek seçenek deneyerek öğrenmek. Daha önceki santral kurma girişimleri gibi bu nükleer macera da AKP hükümetine ciddi bir ders vereceğe benziyor. Olan halkın sağlığına ve parasına olmasa dert değil ama... Uyarması bizden!

***
Gerzeliler ilçelerine yapılması istenen termik santralin 30 Nisan sabahı gerçekleşecek ÇED toplantısına katılmak için günlerdir yollarda. Sinop'tan Ankara'daki İller Bankası'na kadar yürüyecekler. Ankaralı doğa dostlarına duyurulur.

Çernobil'in 26. yıldönümünde nükleer karşıtları eylemde

Çernobil'in 26. yıldönümünde Türkiye'deki nükleer karşıtları hemen hemen her kentte etkinlikler düzenliyor ve Türkiye'nin nükleer santral kurma planlarına karşı çıkıyor. Bu etkinliklerin birçoğunu sizler için derlemeye çalıştım.

İstanbul

Karadeniz İsyandadır Platformu 26 Nisan'da Taksim tramvay durağından Tünel'e kadar yürüyor. Saat 19:00'da başlayacak yürüyüşe İstanbul Nükleer Karşıtı Platform da destek veriyor.

TMMOB Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nde 'Çernobil Unutulmayacak' filmi saat 20:00'de gösteriliyor. Ardından Özgür Gürbüz ile “Nükleer yalanlar” başlıklı bir söyleşi yapılacak.

28 Nisan günü Göztepe Özgürlük Parkı'nda nükleer karşıtı konser düzenleniyor. Gökkuşağı Şenliği adındaki bu etkinlikte Moğollar, Marsis, Serap Yağız ve Taner Öngür, Teneke Trampet, Karagüneş, Kül, Meluses, Nejat Yavaşoğulları sahne alacak. Konser saat 14:00'de başlıyor.

Kentin birçok noktasında yaklaşık bir haftadır imza masaları açılıyor.

Mersin

Çernobil'in 26. yılında nükleer enerjiye dur demek için alanlardayız mesajıyla etkinlikler düzenleyen Mersin Nükleer Karşıtı Platform ise 26 Nisan saat 12:30'da Mersin Büyükşehir Belediyesi önünde basın açıklaması yapıyor.

Sinop

26 Nisan 2012 tarihinde 'Çernobil Unutulmayacak' filmi saat 20:00'de Sinop Eğitim Araçları Merkezi'nde gösteriliyor.

'Çernobil'den Fukuşima'ya Nükleer Tehlike-Çevre ve Sağlık' başlıklı panel 28 Nisan'da Melia Kasım Hotel'de saat 13:30'da başlıyor.

Panelistler:
Cengiz Göltaş-EMO Yön. Kur. Başkanı,
Özgür Gürbüz-Gazeteci/Enerji Analisti,
Prof. Dr. Fatma Evyapan-Pamukkale Üni. Göğ. Hast. Ana Bil. Dalı,
Dr. Derman Boztok-Halk Sağ.Uzmanı/NÜSED.

Ankara

İmza Standı: 24- 26 Nisan / Yüksel Caddesi

AFSAD 'İklimler' Fotoraf Sergisi
24- 26 Nisan / Yüksel Caddesi

26 Nisan Yüksel Caddesi 'ndeki diğer etkinlikler:

Çernobil Fotoğraf Sergisi: (Özgür Gürbüz ve İbrahim Günel'in fotoğraflarıyla)
Baraka Sanat Atölyeleri: Stencil, Pankart Boyama, Kil Atölyesi
ASSA ( Ankara Sokak Sanatları Atölyesi): Canlı Heykel, Pandomim
Özgür Tiyatro: Sokak Tiyatrosu

Etkinlikler 26 Nisan saat:18:30'da Yüksel Caddesi'nde yapılacak basın açıklaması ve horon gösterisiyle sona erecek.

Film Gösterimi: 'Çernobil Unutulmayacak'
26 Nisan, 19:30 EMO Konferans Salonu, Ihlamur Sokak No: 10

Antalya

'Çernobil'i Unutma Nükleere Bulaşma' başlıklı söyleşi saat 17:00'de Bahçe Kafe'de.

Katılımcılar:
Şükrü Erbaş
Hasan Kıyafet
Zekiye Yüksel
Betül Tarıman

Antalya Nükleer Karşıtı Platform saat 18:15'de ise Attalos Heykeli önünde basın açıklaması yapıyor.

İzmir

İzmir Nükleer Karşıtı Platform 26 Nisan 2012 tarihinde Dominik Caddesi'nde saat 12:30'da bir basın açıklaması yapacak.

Saat 19:30'da ise Gündoğdu Meydanı'nda Çernobil felaketinde hayatını yitirenler anısına denize karanfil bırakılacak.

Tüm gün boyunca Dominik Caddesi'nde (Alsancak, Gazi İlkokulu arkası) imza masası açılıyor.

Adana

Adana Nükleer Karşıtı Platform bir basın açıklaması yapacak.

Yer: Çukurova Gazeteciler Cemiyeti Adana (Atatürk Caddesi Civarı)
Tarih: 26 Nisan 2012 Perşembe
Saat: 12:30

Sahadaki şiddet ve ırkçılık sürpriz mi?

Özgür Gürbüz-Birgün/22 Nisan 2012
Granada-Real Sociedad maçından bir görüntü. Foto: E. Aslan

Fenerbahçeli Emre Belezoğlu, Trabzonspor’la oynadıkları maçta rakibi Didier Zokora’ya hakaret ettiği gerekçesiyle iki maç ceza aldı. Trabzonspor ise Emre’nin sözlerinin ırkçı söylem olduğunu iddia ediyor ve yargıya başvuruyor. Video görüntülerinde her şey açık diyor. Söylendiği iddia edilen kelimeleri yazmak bile zor. İşin doğrusu eninde sonunda ortaya çıkar. Kararı alan yedi üyeden üçünün Emre’nin sözlerini ırkçı söylem şeklinde yorumladıklarını da anımsatalım.

İki gün sonra, Beşiktaş-Galatasaray maçında yaşananlar da bu olayın üzerine tuz-biber ekti. Galatasaray’da oynayan zenci futbolcu Ebuoe, bazı Beşiktaşlı taraftarların ırkçı hakaretlerine maruz kaldı. Maçtaydım, Ebuoe’ye ‘maymun’ diye bağırıldığını kulaklarımla duydum. Arkama dönüp o kişileri bulmayı denedim ama bir türlü yakalayamadım. Bu ırkçı hakaretin az sayıda kişi tarafından tekrarlanmış olması suçu hafifletmez. O taraftarları susturamayan herkes benim gibi suça ortak oldu. Maçta neredeyse 90 dakika boyunca edilen küfürler ise bir başka dertti. Sahadaki futbolcu ve hakemlere saldıranlar ise bence potansiyel katil kabul edilmeli. “Pardon, saatiniz kaç?” diye sormak için sahaya inmedikleri ortada. 

DİLDE AYRIMCILIK VE ÖTEKİLEŞTİRME
Sporda ırkçılık ve şiddet tabi ki bu hafta ortaya çıkmadı. Beşiktaşlı Les Ferdinand’a tüküren futbolcuları hatırlayın. Toplumun ötekileştirmeyi, ırkçılığı nasıl kanıksadığını da unutmayalım. Zencilere ‘gündüz feneri’ diyerek espri yaptığını düşünenlerin çoğunlukta olduğu bir yerdeyiz. Bu ülke Ermeni kelimesini hakaret niyetine kullananlarla dolu. İstanbul’dan Bitlis’e gidenlere ‘taşındı’, Bitlis’ten İstanbul’a yerleşenlere ise ‘göçtü’ deniyor. Dilde ayrımcılığın başka örnekleri de var. Çingenelere Romen, Yahudilere Musevi diyoruz; azınlıkların gerçek kimliklerini söyleyemeyerek, farklı ırk ve dine mensup olmanın hakaret kabul edilmesinin yolunu açıyoruz.

Futbolda, basketbolda ırkçılığın ve şiddetin görünür hale gelmesi kimseyi yanıltmasın, sokağın spor salonunu ziyaret etmesinden başka bir şey değil yaşanan. Futbolda bugün yaşananlara şaşırmak için Türkiye’de ırkçılığın ve şiddetin olağanlaşmadığını söylemek gerekir; söyleyebilir misiniz?

15 BİN KOLTUĞA BEŞ MAÇ CEZA
Durum tespiti yapmak bir işe yaramıyor, çözüm de üretmek gerekli. Sporda şiddet ve ırkçılığın önüne geçmek için kısa vadede yapılacaklar arasında cezaları ağırlaştırmak bir seçenek. Maçta olay çıkaranlar, sahaya inenler, oyunculara tükürenler veya sahaya yabancı madde atanlar için cezalar arttırılabilir. İngiltere’de kameralar saha içinde ve dışında bu kişileri tespit ediyor, onları uzun süre hatta ömür boyu spor karşılaşmalarından men edilebiliyor. Hiç unutmuyorum, 2007 yılındaki Galatasaray-Fenerbahçe maçında tribünlerdeki koltukların neredeyse tamamı (bazı gazetelerde 15 bin koltuk deniyor) sahaya atılmıştı. Hakem, oyuncular hayati tehlike altında olmasına rağmen maçı bile iptal etmedi. Sahanın kenarları koltukla doldu. Galatasaraylı seyircilerden çok azı bu eylemden dolayı ceza aldı. Bu olay holiganlarından yakındığımız İngiltere’de olsa Galatasaray’ın küme düşürülmesi veya bir sezon seyircisiz oynaması bile gündeme gelebilirdi. Galatasaray’a beş maç seyircisiz oynama cezası verildi. 2009 yılında Bursa ile Diyarbakırspor arasında oynana maçta Bursa taraftarı, “PKK dışarı”, “Apo’nun …leri” diye bağırdı. Bursaspor’a sadece 100 bin lira para cezası verildi. Bu komik cezalar bile başlı başına ırkçılığa, şiddete verilmiş bir ödül değil mi? Cezaların yetersizliği işin bir boyutu.

Ülkede ırkçılık ve şiddetle mücadelede ceza sışında eğitimin rolü de çok önemli. Bu ülkede insanlar, ‘bankada, postanede sıraya nasıl girilir onu bilmeden’ liseyi bitiriyor. Matematik, fizik kadar bu konuların da okullarda anlatılması lazım. Oturmuş haftalardır dini eğitimi tartışıyoruz. Dini eğitimin şu anda yüzleştiğimiz onlarca soruna çözüm getirmeyeceği ortada. Beşiktaş’ın son maçında sahaya sandalye atanların, tüm maç ağza alınmayacak küfürleri edenlerin maçta birkaç kez de ‘tekbir’ getirdiklerini hatırlatalım. Dinin bireylerin ahlaklarına etkisi artık çok sınırlı. Deniz Feneri meselesinden sokakta küfür eden, kavga eden dindar insanlara kadar bu konuda bin tane örnek var. Dindar olduğunu iddia eden politikacıların nutuklarında bile ayrımcılık, ötekileştirme içeren unsurlara rastlanıyor. Güzel ahlaklı insanın değil, zengin olanın iyi kabul edildiği bir düzen bu.  

Granada-Real Sociedad maçında bir çocuk. Foto: E. Aslan
TÜM KÖTÜLÜKLERİN KAYNAĞI
Bundan birkaç hafta önce İspanya’da Granada-Real Sociedad futbol maçını, Zagreb’de ise Cibona Zagreb-Cedevita basketbol maçını izledim. İki maçta da kadın ve çocuk seyircilerin sayısı gözle görülür derecede fazlaydı. İki maçta da bira satışı serbestti (demek ki içki tüm kötülüklerin kaynağı değilmiş). Taraftarlar her iki maçta da yan yana oturuyordu. Zagreb maçında sonuç üçüncü uzatmadan sonra belli oldu. Hayatımda izlediğim en çekişmeli basketbol maçlarından biriydi ama taraftarlar arasında en ufak bir itişme bile yaşanmadı. Granada maçı bol gollü ve gerilimliydi. Ev sahibi 4-1 kazandı, Sociedad’dan bir oyuncu kırmızı kart gördü ve teknik direktörü de hakeme itirazı nedeniyle oyundan atıldı. Bir de tartışmalı penaltı pozisyonu vardı. Maç bitti, iki takımın taraftarları yan yana stadı terk etti. Hakemin kafasına sandalye, bıçak veya su bidonu atılmadı. Bir stat dolusu insan içki içiyor ve en ufak kavga bile çıkmıyorsa, trafikte, statta ve evde alkolsüz olmalarına rağmen dakika başı birbirine saldıran insanların ülkesinde bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Şiddeti ve ırkçılığı normalleştiren her söylemi ortadan kaldırmalıyız.

HAKEMLER BASKI ALTINDA
Son sözüm de hakem sorunuyla ilgili. Türkiye’de hakemlerin bu kadar kötü olmasının ardında medyanın da rolü büyük. Televizyonlarda her önüne gelen, maçtan sonra hakemler veya futbolcular hakkında ileri geri konuşuyor. Hakem maça, ‘Acaba 20 milyon insan maçtan sonra benim hakkımda neler duyacak’ korkusuyla çıkıyor. Bu durumda sağlıklı karar vermesi zor. İngiltere’de maç özetleri normal kanallarda 3-4 dakika sürer. Bizde bütün gece devam ediyor. Önerim maç sonrası programlarının özet görüntülerle sınırlandırılması. Eleştirmeyi ve eleştirinin hakaret ve ithamlardan arındırılmasını öğrenene kadar bu uygulama devam etmeli. 

Tüm bu önlemlerin alınmasını engelleyen tek şey sporun kapitalizme teslim edilmiş olması. Bahislerden, TV gelirlerinden vazgeçemeyen spor endüstrisi, gelir kaybına uğramamak için oyunun ne olursa olsun devam etmesini istiyor. Bu nedenle sahada futbolcuların ölmesine, ırkçı ve şiddet dolu saldırıların sıklaşmasına göz yumuluyor. Maçı kaybetmek üzereyiz, uzatmaları oynuyoruz kimse oralı değil.

Bilim insanlarını rahat bırakın!

Özgür Gürbüz-Birgün/15 Nisan 2012

Prof. Dr. İnci Gökmen Kaynak: Evrensel Gazetesi
Yıl 1987. Çernobil kazasının üzerinden sekiz ay geçmişti. ODTÜ'deki üç doçentin hazırladığı, çaylarda yüksek seviyede radyasyona rastlandığını gösteren analizlerin olduğu rapor basına sızdı. Çayda radyasyon olduğunun anlaşılması ülke gündemine bomba gibi düştü. Dönemin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, ODTÜ Rektör’ü Prof. Dr. Mehmet Gönlübol’a sert bir mektup yazarak araştırmayı eleştirdi. ODTÜ'nün bu ölçümleri yapabilecek olanaklara sahip olmadığını öne süren Özemre, “Hatalı deney sonuçlarının gazete aracılığıyla kamuoyuna duyurulmasında bilimsellikten öte başka amaçların gerçekleştirilmek istendiği anlaşılmaktadır” diyordu. Gönlübol da araştırmayı yapan İnci Gökmen, Olcay Birgül ve Aykut Kence’ye başka işlerle uğraşmalarını salık verdi. Onlar da kendilerini çaya, kahveye verdiler. Üniversitedeki baskı ortamından uzaklaşmak için de, çay ve kahveyi civardaki gazetelerin kantinlerinde içtiler. Oradaki sohbetlerin sonucu mu bilinmez, çayda 36 bin 800 bekarele kadar varan radyasyon olduğu bilgisi tüm baskılara rağmen daha da yayıldı.

Aslında bu çalışma TAEK için hazırlanmıştı. Haber Hürriyet’e sızınca bu üç bilim insanından bu çalışmayı yalanlamaları istendi. İstanbul’daki Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne çağrıldılar, 22 saat süren ve yaklaşık 20 kişinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Onlardan insan sağlığı üzerinde ciddi bir tehdit olmadığını söylemeleri istendi ama kabul etmediler. YÖK’ün ve 12 Eylül idaresinin baskılarına rağmen geri atmayan bu üç insanın onurlu davranışı olmasa belki bugün Çernobil nedeniyle daha fazla kişi kanserden ölecekti. Birçok aile bu haberlerden sonra çay tüketimini azaltmıştı. Hükümet bilim insanlarına sahip çıkıp, onların öneri ve önlemlerini halktan saklamak yerine duyursa kaybımız belki daha da az olacaktı.

BİRAZ RADYASYON İYİDİR
Özemre, açıklamanın hamile kadınlarda panik yaratabileceğini öne sürüyordu. Çünkü ODTÜ’lü üç bilim insanının hazırladığı raporda, hamile kadınlar ve çocukların çay tüketimlerini azaltmaları önerilmiş, çayın demlenmeden önce sıcak suyla yıkanmasının da radyoaktiviteyi yarı yarıya azaltacağına dikkat çekilmişti. Piyasaya sürülen radyoaktif çayların da toplatılıp imha edilmesi gerektiği belirtilmişti. Oysa hükümetin derdi başkaydı. Kazadan sonra krizi kontrol etmek için kurulan Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi'nin açıklama yapmaya yetkili tek kişisi, “Biraz radyasyon iyidir”, “Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir” diyen dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral’dı. Aral’ın başkanlığını yaptığı komitenin amacı, ölçüm sonuçlarını iç ve dış kamuoyuna duyurmak, özellikle de ihracatımız ve ülkemize yönelik dış turizm üzerinde olumsuz sonuçlara yol açabilecek tesir ve izlenimleri bertaraf etmek olarak belirtilmişti. Ticaretin ölmesindense insanların ölmesi tercih ediliyordu sanki...

KANSER VAR DEMEK YASAK
Yıl 2011. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ve arkadaşları, Dilovası Belediyesi’nde yaptıkları bilimsel bir araştırmada anne sütünde ve bebek kakalarında ağır metallere rastladı. Hamzaoğlu’nun 2005 yılında yaptığı bir başka araştırmada da ilçedeki ölümlerin yüzde 32,3'ünün kanser nedeniyle olduğu sonucuna varılmış, ardından TBMM’de araştırma komisyonu kurulmuş ama bir sonuca varılamamıştı. İkinci araştırmanın ise daha somut sonuçları oldu. Araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı iddiasıyla Hamzaoğlu savcılığa şikâyet edildi. Kocaeli Üniversitesi soruşturma başlattı. Soruşturma sürüyor, bilirkişi istenmiş. Hamzaoğlu, “Bizim uğraştığımız alanlar sermaye için ek maliyet alanları, bu maliyeti gerçekleştirmek istemiyor doğayı tahrip ediyor, insanların sağlığını bozuyorlar. Bu tahribatı yapmadan üretim yapmak da mümkün ama kâr marjını düşürmek istemiyorlar” diyor.

Yıl 2012, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun son açıklamalarında bu defa da hedefte HES mücadelelerinde yer alan akademisyenler vardı. Bakan Eroğlu’nun açıklaması şöyle: “Dışarıdan bazı gruplar var, sürekli seyyar gruplar. Bunlar tamamen bu enerji şirketleri tarafından yönlendirilmiş olan gruplar. Bunlar, biz tespit ettik bir grup halinde gidiyorlar, propaganda yapıyorlar. Hatta bir tanesinin ismini de ben aldım, üniversiteden bir öğretim üyesi yalan yanlış şeyler söylemiş. Hiç bilimle bağdaşmayan, son derece cahilane şeyler söylemiş”. Sayın Eroğlu alınmasın ama bence bu çıkış yanlış ve tehlikeli. Bir bilim insanı yanlış bilgi veriyorsa bunların yanlışlığı yine verilerle kanıtlanmalı. Yanlış olduğu iddia edilen bilimsel veriler doğru verilerle çürütülebilir, ithamlarla değil. Televizyonlar ne için var, çıkın belgeleriyle tartışın konuyu. 25 yıl önce çayda radyasyon yoktur diyenlerin doğruları söylemediği bilimsel araştırmalarla kanıtlandı. Yapılması gereken budur, bilimi, bilim insanını baskı altına almak değil.

ASLİ GÖREVİMİZ TOPLUMU UYARMAK
Bakın 25 yıl önce çayda radyasyon olduğunu ortaya çıkaran ekipten Prof. Dr. İnci Gökmen, bilimin zapt-u rapt altına alınmasıyla ilgili neler söylüyor: “Üniversitelerin asli görevleri arasında toplumu uyarmak var. Üniversiteler susarsa memleketin zararına bir şey yapmış olursunuz. Hepimizin üzerinde baskı var, üniversitelerin susması bana ağır geliyor. Kanunla olmuyor, görülmeyen bir el var üzerimizde. Biz araştırmayı yaparız, makaleyi hazırlarız ama gazetelerde çıkmasını da pek istemeyiz diyemezsiniz. Toplumun sağlığını ilgilendiren konularda bunun ötesinde bir şey yapmak, duyurulması için çalışmak lazım. Öğrenci yetiştirmek ve araştırma yapmak yetmez, topluma karşı bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerime sorgulayıcı insanlar olun, merak edin, emin olduktan sonra karar verin diyorum. Bilim değişir, ben de hata yaparım, bunun da farkında olmak, halkı çocuk yerine koymamak lazım. Bakın analiz sonucu budur, şudur diyebilirsiniz ama elinize bir bardak su alıp içerek halkı bilgilendirmiş olamazsınız. Bilimsel verilere, bilimin ışığına ve bağımsız bilim insanlarına ihtiyaç var.”

Hepimizin sağlığı ve geleceği için bilim insanlarını rahat bırakın!

***
22 Nisan günü Amasra’da Termiksiz Yaşam Şenliği var. Saat 12’de başlıyor.