Nasıl unutmayız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Şubat 2024

Foto: Fatih Pınar
50 binden fazla canımızı kaybettiğimiz bir depremi unutmak mümkün mü? Elbette hayır. Ne aileleri unutur ne dostları. Ne de uzaklardan yürek acısını paylaşanlar. O zaman neden her deprem, her afet ve her katliam sonrası “unutma, unutturma” diye haykırıyoruz?

Biz aslında bir depremi felakete dönüştüren koşulları ve dönüştürenleri unutmamaktan bahsediyoruz. Kahramanmaraş’ta zemin kattaki pastanenin kestiği kolon nedeniyle 36 kişiye mezar olan Ezgi Apartmanı’nı unutamayız. Kolonu keseni de göz yumanı da…

Yapı denetimi ticari bir faaliyete dönüştüren, bu yüzden de bugün yerle bir olan 40 bin binanın sorumlusu bu çarpık yapılaşma sistemini icat edenleri de unutamayız. Dere çakılı ve kum kullanılan İsias Oteli’ni yapanları da.

Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çeviren, yeşil alanıyla, nüfus planlamasıyla, sosyal alanlarıyla birlikte planlanması gereken bir dönüşüme sırtını çeviren siyasetçileri de unutamayız.

Asbestli inşaat ve yıkıntı atıklarını ayrıştırmadan, verimli arazilere ve yerleşim yerlerinin yakınlarına kontrolsüz bir şekilde yığanları da unutamayız.

Seçim kazanmak, rant sağlamak amacıyla imar barışı ve affı çıkarıp, kentsel plan ve güvenlik kurallarını ihlal ederek, binlerce insanın hayatını riske atanları da unutamayız.

86 milyon nüfusun yüzde 37’sini beş kente tıkıştıran, rantı artırdığı için dikey betonlaşmayı teşvik eden, fay hatlarını ciddiye almadan yapılaşmaya izin veren yerel yöneticileri de merkezi idareyi de unutamayız.

Büyük bir deprem bekleyen 16 milyonluk İstanbul’u daha da büyütmeye çalışan, Kanal İstanbul gibi projelerle deprem sonrası karşılaşılacak afetin boyutlarını artırmayı planlayan çılgınları da unutamayız. Bu suçları işleyenler koltuklarından edilmeden, adalet karşısına çıkarılmadan acılar hafifler mi?

İhmalleri, hataları, çıkarları için insanların hayatlarını önemsemeyenleri ve yapılması gerekenleri yapmayanları unutursak, 6 Şubat’ta, 17 Ağustos’ta kaybettiklerimizi de unutmuş sayılırız. Hataylılar dün yaptıkları protestolarla, ihmalleri olduğunu düşündükleri siyasi parti temsilcilerini unutmadıklarını, iktidar ya da muhalefet ayırt etmeden gösterdiler. Biz uzaktakilerin de aynı tepkiyi vermesi gerekir ki yitirdiklerimizin fotoğraflarına, dostlarımızın yüzüne bakabilelim. Deprem öncesi bizi yönetenlere tüm hatalarına rağmen oy vermeye devam edersek hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlamamız ve herkese anlatmamız gerekiyor. Çoğu insan bu ilişkiyi kuramıyor, onlara kızarak, küserek pes edemeyiz.

Geçmişteki hataları tekrarlayanlar kadar kentlerimizi geleceğe hazırlanmayanlar da suçlu. Yeniden inşa edilen kentlerde beton kalitesi dışında ne değişiyor? Yeşil alanları, bisiklet yolları ve yaya alanlarıyla yeni kentler mi planlanıyor yoksa yıkılan binanın yerine yenisi mi dikiliyor. TOKİ’nin ya da inşaat şirketlerinin yaptığı yeni apartmanların kaçında üst düzey yalıtım, çatısında güneş paneli koyup elektrik üretmeye olanak tanıyacak bir planlama var?

Birbirlerini gölgelemeyen binalar mı yapılıyor yoksa güneyi kuzeyi bilmeyen mimarların çizdiği pencereli beton bloklar mı? Geleceğin akıllı evleri mi inşa ediliyor yoksa 60-80 yıl ayakta kalması dışında bir beklentimizin olmayan klimaya bağımlı hücreler mi? Deprem sonrası elektriksiz kalan kentlerimizi mikro şebekelerle, güneş enerjisi gibi şebekeden bağımsız seçenekler ve elektrik depolama tesisleriyle donattık mı? Geri dönüşümden yeraltına alınmış altyapıya, atık sularını arıtacak tesislerden elektrik şarj istasyonlarına kadar her şeyi planlanmış, dört dörtlük kentler kurarsak, depremde yitirdiklerimize en saygın özürlerimizi göndermiş, onların anısını Türkiye’nin en modern yerleşim yerlerini kurarak yaşatmış olmaz mıyız?

Hatırlamak böyle bir şey, unutmak ise bildiğimizi okumak.

Muhalefetin ilacı dava siyaseti mi?

Özgür Gürbüz-BirGün / 31 Ocak 2024

Herhalde sizde benim gibi siyaset arenasında bir orada bir burada olan siyasetçilere bakıp şaşırıyorsunuz. Seçimden seçime parti değiştirenler kadar, aday gösterilmediğinde partisinden istifa edip, eski partisine demediğini bırakmayanlar da beni şaşırtıyor. Kendileri farklı bir yöntemle seçilmiş gibi, yeni tercihleri beğenmiyorlar. Bu davranışların temelinde ilkesizlik yatıyor.

Siyasetin ticarete döndüğü günümüzde, merkezdeki partilerde “dava siyaseti” yapan kalmadı. Daha çok sağ siyaset literatüründe rastladığımız bu kavram, ideal ya da ülkü demek. Arapça bir kelime. Yunanca karşılığı ‘ideal’. Sağ siyaset için kâğıt üstünde ülküden bahsetmek mümkün. Gerçekte ise kamu kaynaklarının, iktidarın ülküdaşlarına peşkeş çekilmesinden başka bir şey görmedik. Türk milliyetçiliğini savunan MHP’nin Hüdapar ile aynı koalisyonda olması dava siyasetinin sağ cenah için bittiğine dair herhalde en çarpıcı örnek. Hiç yoktu ki diyenleri de duyuyorum.

İşin merkez sol tarafı ne kadar farklı, ilkeler ve prensipler ne kadar yerli yerinde; o da tartışmalı. Oy oranları arttıkça siyasetin daha az ilkeyle yapıldığına tanıklık ediyoruz. Muhalefetin elbette hâlâ bir hatta birden çok amacı var. İktidarı tek adam yönetiminden almak, demokrasiyi güçlendirmek, Meclis’i yeniden işler kılmak gibi. İlkesiz ve idealleri (misyonu) olmayan bir hareketle bu amaçlara ulaşmak mümkün görünmüyor. Yıllardır patinaj yapılmasının nedeni de bu.

İktidar olmak için ‘dava partisi’ olmak gerekmez elbette. AKP bazen bir dava partisini anımsatsa da daha çok oportünist bir çizgide ilerledi. İktidara geldiğinde bir dava partisi değildi. Herkese gülücükler saçan, tek amacı iktidarın nimetlerini ele geçirmek olan bir partiydi. Daha sonra Gülencilerle birleşerek kendisine ‘laik orduyu’ ortadan kaldırmayı dava edindi. Liberallerin bazıları bu dava uğruna AKP’ye her istediğini verdi. Ordu etkisizleşince liberaller ve Gülencilerle vedalaşıldı. Tek adam yönetimiyle, padişahlık benzeri bir davayı güdenlere yaklaşıldı, aslında bu da ticari işlerin, kamunun ele geçirilmesini kolaylaştıran bir araçtı. Kürtlerle yollarını ayırdı. Bu da onları milliyetçilere ve onların davasına yaklaştırdı ve iktidarda kalmak için gereken oy desteğini aldı. Ümmetçilerin davasını da kapsar gibi görünmek için en son adımı tarikatları içine almak oldu. Devletin İslamlaştırılmasını isteyen tarikatlara Ayasofya’dan milli eğitime ve şeriat çağrılarına kadar verilen tavizler de bu davaya inananları AKP çatısı altında tutmaya yarıyor. Birçok davaları olduğunu da düşünebilirsiniz, ticaret dışında bir davaları olmadığını da.

Muhalefetin ise henüz sıkı sıkıya sarıldığı bir davası yok. Yaşam tarzı üzerinden kurulan birlikteliğin, daha geniş bir perspektifle, laiklik üzerinden bir davaya dönüştürülmesi mümkün. Söylemden öte, bu idealin yeniden tasvir edilmesi gerek. Yelpazenin solundaki Kürtler, emek hareketleri ve özgürlükçüler de laiklik davasından çok uzakta değiller. Bu hareketlerin, daha demokratik bir ülke idealini misyonlaştırmaları ve kitleleri tek bir amaç uğruna birleştirmeleri için laiklik bir birliktelik ideali olabilir. Demokrasinin olmadığı bir ülkede, özgürlüklerden de işçi haklarından da bahsedemeyiz. Ekonomiyi tüketim toplumunun prangalarından kurtarıp, daha az çalışarak, daha iyi paylaşarak yeşil bir dünya yaratmak da tüm dünyada hızla kabul gören ideallerden biri. Bu da bir veya birkaç partinin ideali olabilir.

Dava siyasetinin birkaç önkoşulu var. Siyasi partilerin siyasi iktidarı hedefledikleri ve üyelerinin birçoğunun da siyaseti bireysel çıkarlar için yaptıklarını görüyoruz. Dava siyaseti ise bunun tersini gerektiriyor. Partiler, yetiştirdikleri yöneticilere koltuğu bırakmayı öğretmeli; bu konu parti içi eğitimin bir parçası olmalı. Bunun birçok yolu var elbette ama bir tanesi parti içinde alınan tüm görevlere rotasyon şartı getirmek olabilir. Yönetici başarılı da olsa koltuğunu belli bir süre sonra yoldaşına bırakıp, arka planda kalmayı, ona destek olmayı öğrenebilir, partisine ve ideallerine her kademede hizmet etmenin değerini anlayabilir.

Bu kültürle yetişmiş partililer, günü geldiğinde makamlarını devretmeyi daha rahat kabullenebilir. Yıkıp dökmeden ilke ve idealleri için üye olduğu partilerde hizmet etmeye devam ederek, topluma siyaseti kişisel çıkarları için yapmadıklarını gösterebilirler. Davanın zaferi için önce kaybetmeyi ya da bırakmayı öğrenmeliyiz. Sağ ile sol siyaset arasında bir farka ihtiyaç var. Belki de bizi iktidara götürecek olan halkın iki taraf arasındaki ayrımı daha rahat yapmasını sağlayacak bu farktır.

Akkuyu Cumhuriyeti

Özgür Gürbüz-BirGün / 19 Ocak 2024

Foto: Akkuyu Nükleer Santralı
Akkuyu’da iki işçinin ölmesi, birinin menenjitten ölmesinin kesinleşmesiyle, 10 bin civarında işçinin çalıştığı söylenen santral inşaatında salgın tehlikesi de gündeme geldi. İşçilerin hayatını kaybetmesi ile duyduğumuz olayla ilgili yapılan haberler, Akkuyu Nükleer A.Ş. şirketini bir açıklama yapmaya zorladı. Şirket, iki işçisinin Mersin’de hastaneye kaldırıldığını ve hayatlarını kaybettiklerini kabul etti. İşçilerin ölümü haber yapılmasa, Tabipler Odası bilgi vermese, kimsenin salgın riskinden haberi olmayacaktı. Sağlık Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, Mersin Valiliği sessiz…

Covid zamanı da benzer bir olay yaşadık. Aldığımız duyumlara dayanarak Rusya’dan gelen çalışanların virüs taşıyabileceğini bu köşede yazmıştık. Bir gün sonra şirket açıklama yapıp, beş gün önce Rusya’dan gelen 136 kişinin karantinaya alındıktan sonra diğer işçilerle çalışmaya başladığını açıklamıştı. Doğrulatma şansınız var mı? Yok. Hükümet kontrol edebiliyor mu? Sesleri çıkmadığına göre, hayır edemiyor.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde, tüm hisseleri Rus devlet şirketlerine, yani Rusya’ya ait olan Akkuyu Nükleer Santralı konusunda tek bilgi kaynağı Rus şirketin ta kendisi. Mersin sınırları içerisinde adeta özerk bir cumhuriyet kurulmuş gibi duruyor; Akkuyu Cumhuriyeti!

Menenjit meselesi ilk olay değil, hatırlayalım. Akkuyu’daki nükleer santralla ilgili yapılarda çatlaklar olduğu öne sürülüyor, herkes açıklama için Enerji Bakanlığı’na bakıyor ama yalanlama Rus şirket tarafından yapılıyor.

Hatay’da deprem oluyor, santralda deprem kaynaklı hasar olup olmadığı merak ediliyor. Olmadığı söyleniyor. Kim açıklıyor? Bağımsız bir kuruluş mu? Denetim yapan Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri mi? Hayır. Akkuyu Nükleer A.Ş.

ZAPSU DAVA AÇTI
Santralın Yönetim Kurulu’nda yer alan ve daha sonra bu görevinden istifa eden Cüneyd Zapsu, “kamu yararını ilgilendiren konularına yönelik fiziki toplantı ve bilgi ve belgelere erişim talebinin” yerine getirilmemesi nedeniyle şirkete ihtarname gönderiyor. Daha sonra da dava açıyor. (Medyascope) Hükümetten, adında nükleer güvenlik vs. geçen kurumlardan ses yok.

Zapsu’nun dava dilekçesinde çok önemli bir ayrıntı var. Zapsu, nükleer santrala kurulması düşünülen radar konusunun güvenlik politikalarıyla ilgili olduğu için önce Türk makamlarıyla görüşülmesini istediğini, bu isteği kabul edilmediği için de muhalefet şerhi koyduğunu anlatıyor. Dava dilekçesine kadar giren bu konuda Savunma Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, Cumhurbaşkanlık tatmin edici bir açıklama yapma gereği bile duymuyor. CHP grubunun verdiği önerge de AKP ve MHP oylarıyla Meclis Genel Kurulu’nda reddediliyor.

Mersin milletvekilleri bile nükleer santral sahasına alınmıyor. Mühendis odalarına izin yok. Çevreciler zaten yanına yaklaşamıyor. Sadece saha değil, bilgi akışı da Rusya’nın eline geçmiş.

Hükümetin sorması gereken soruları gazeteciler soruyor, peşine gazeteciler düşüyor. Sorularımızı ise işin tarafı olan, nükleer santraldan büyük para kazanacak Rus şirket yanıtlıyor. Akkuyu’da bir cumhuriyet kuruldu da bizim haberimiz mi yok? Türkiye nükleer santral ve enerji konusunda tüm yetki ve sorumluluğunu Rusya’ya mı devretti? Yoksa, bu konuda yetersizliğimiz nedeniyle Rusya’ya devretmeye mecbur mu kaldık?

Santralda çalışacak, sorumluluk alacak, bu işi öğrenecek diye Rusya’da okutulan gençlerin şikayetleri de kulağımıza geliyor. Maaşlarının Rus çalışanlardan düşük olduğu, ruble üzerinden maaş aldıklarını ve Ruble’nin değer kaybıyla daha da kötü duruma düştüklerini söylüyorlar. Nükleer Düzenleme Kurumu’nun konulara hakim olmadığı, o yüzden de Rus tarafının tüm isteklerini onayladığı da konuşuluyor. Bir hükümet yetkilisi, olmadı “Akkuyu Cumhuriyeti’nin Enerji Bakanı” karşımıza çıkıp bu iddialara yanıt verirse seviniriz.

Santral açıldığında dolar üzerinden verdiğimiz yüksek elektrik alım garantisiyle Akkuyu Cumhuriyeti daha da şahlanacak. Yüksek elektrik üretim kapasitesiyle Türkiye elektrik piyasasında fiyatı belirleyen önemli bir oyuncu olacak. Radarıyla, yüzlerce Rus çalışanıyla Akdeniz’de kurtarılmış bir bölge. En az 60 yıl Rus şirketin çoğunluk hisseye sahip olacağı da imzaladığımız uluslararası anlaşmayla tescillenmiş. Onu da hatırlatalım ki başımıza örülen çorabın ne olduğu iyi bilinsin.

Türkiye enerji verimliliğinde yerinde sayıyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Ocak 2024

Foto: Riccardo Annandale / Unsplash
 
Türkiye’nin II. Enerji Verimliliği Eylem Planı üç gün önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nca yayımlandı. Enerji verimliliği, daha az enerji harcayarak aynı işi yapabilmek, aynı ürünü üretebilmek demek. Enerji tasarrufundan farklı. Verimlilik ekonomide sürdürülebilirliği garanti ettiği için daha önemli bir kavram ve davranış değişikliğinin ötesinde yapısal değişiklikler de içeriyor.

Türkiye’nin enerji verimliliği konusunda hedef koyması doğru elbette ama koyulan hedeflerle diğer plan ve hedefler arasında çelişkiler var. Planın özü şu cümleyle özetlenmiş: “Bu belge ile Türkiye’nin GSYİH başına tüketilen enerji miktarının (enerji yoğunluğunun) 2023 yılı değerine göre %15 azaltılması ve 2024-2030 döneminde toplamda 37,1 MTEP birincil enerji tasarrufu sağlanması hedeflenmektedir.”. Bu cümleyi okuyunca Türkiye daha az enerjiyle aynı işi yapacak sanıp sevinebilirsiniz. Sevinmeyin. Bu iktidar döneminde hemen sevinmemeyi hepimiz öğrendik. Asgari ücret zammı örneğinde olduğu gibi iyi haber tez zamanda yok oluyor.

Eylem Planı önümüzdeki altı yılda enerji tüketimini azaltmayı düşünüyorsa, 12. Kalkınma Planı ile başı fena halde dertte demektir. Geçen Ekim ayında yayımlanan son Kalkınma Planı’nın enerji bölümünde, 2023 yılında 165 milyon TEP’i (ton eşdeğeri petrol) bulan birincil enerji talebini, 2030 yılında 190 milyona çıkarmayı hedeflediğimiz net bir şekilde yazılmıştı. Heterodoks yöntemlere girip, kafanızı karıştırmadan, 190’dan 165’ü çıkararak enerji talebinin 25 milyon ton artacağını hesaplayabiliriz. “37,1 milyon TEP’lik tasarruf bu işin neresinde” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Rapor kötü bir Türkçe’ye kurban gitmediyse, iktidarın bir başka cin fikriyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Seragazı emisyonlarını azaltacağız dediklerinde de aslında bir artış tahmini yapıp, o tahmini artış rakamından azaltıma gitmişler, bunu da emisyonları azaltacağız diye açıklamışlardı. Aynı formülü enerji verimliliği için de uygulamışa benziyorlar. Rakamlarla anlatalım. “Enerji talebi biz hiçbir şey yapmazsak 227 milyon TEP’i bulacak diye tahmin ediyoruz, atacağımız enerji verimliliği adımlarıyla bu talep artışını 37 milyon azaltıp, 190’da sabitliyoruz” demiş olabilirler. Bu durumda enerji verimliliği uygulamaları ile enerji talebini azaltmış olur muyuz? Elbette olmayız, 165’ten 190’a çıkarmış oluruz ama tahminleri esas alırsanız, azaltım yaptık, hedefleri tutturduk diye övünerek dolaşabilirsiniz.

İşin kötüsü, Eylem Planı’nda enerji talebinin nasıl seyredeceğine, verimlilik olmadan talebin nereye ulaşacağına dair bir veri de yok. Tahmin yürütmek zorundasınız. Sonuçta şu gerçekle karşı karşıyayız. Enerji Verimliliği Eylem Planı ile Kalkınma Planı’nın tutarlılığını gösteren bir ortak çalışma yok. Belli ki enerjiyle ilgili bu planlar yapılırken ilgili kurumlar bir araya gelip, ortak bir hedef belirlemiyor. İki planın birbirinden haberi yok gibi duruyor.  

TÜRKİYE YERİNDE SAYIYOR
Biz en iyisi başka bir veriden Türkiye’nin enerji yoğunluğundaki seyre bakalım. Enerjiyi verimli kullanma konusunda aslında ne durumdayız onu görmeye çalışalım. Enerji yoğunluğu, bir birim GSYH üretmek için kaç birim enerji tüketildiğini gösteren, ekonomi penceresinden enerji meselelerine bakanların çok sevdiği bir gösterge. Avrupa İstatistik Bürosu (Eurostat) verilerine göre Türkiye, 2021 yılında GSYİH’da 1000 avro değerinde bir artış elde etmek için 150 kilogram eşdeğeri petrol tüketmiş. Komşumuz Yunanistan bu katkıyı 124, İspanya 111, Almanya 100 ve Danimarka ise 58 kg eşdeğeri petrol tüketerek sağlamış. Enerjiyi bizden daha akıllı kullanmışlar veya katma değeri yüksek ürün ya da hizmet üretmişler. Kötü haber; Avrupa’daki birçok ülkenin gerisindeyiz, enerji yoğunluğunu düşürmemiz gerek. İyi haber; enerji yoğunluğunu düşürme konusunda gidilecek yolumuzun olması, enerji tüketimini de ciddi oranda azaltabileceğimizi gösteriyor.

Asıl sorun ise bu konuda çok gecikmiş olmamız. 2013 yılında Türkiye 1000 avroluk GSYİH katkısı için zaten 155 kg eşdeğeri petrol harcıyormuş. 10 yılda bir arpa boyu yol gidememişiz. Aynı zaman aralığında, Danimarka 1000 avroluk GSYİH artışı için harcadığı petrol eşdeğeri enerji miktarını 75’ten 58’e, Almanya 123’ten 100’e, Yunanistan 143’ten 124’e, Romanya 232’den 186’ya ve Portekiz 137’den 119’a düşürmüş. Türkiye ise 155’ten 150’ye! Enerjide daha çok santral kurmayı önceliklendirdiği, tasarruf ve verimliliği bir kenara bırakmayı tercih ettiği için yerimizde saymışız. Şimdi fiyatı artan ithal enerji nedeniyle yakınıyoruz. 20 yıldır bu konuyu ihmal edenlerin bir eylem planıyla değişeceğini düşünmek hata olur.