Thor kendini ağaca zincirlerse

Hayal dünyasının özgürlüğüne sığınmaya çalıştığımız şu günlerde, bir Norveç dizisi Ragnarok’ta Thor, çekiciyle çevreye zarar veren insanüstü güçlere sahip bir aileyi durdurmaya çalışıyor. Ortaya, mitoloji ve günümüzün sorunlarının harika bir birleşimi çıkıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/19 Eylül 2021

Thor’un çekicinden bugüne kadar nasibini almayan kalmadı desek yeridir. Evrendeki birçok canlıdan Kaptan Amerika’nın kalkanına kadar onun kudretli gücüne tanıklık etmeyen adeta yok. Norveç’in gözden ırak bir kasabasında ise Thor’un çekici “Mjolnir” ile yüzleşme sırası, ülkenin en zengin şirketlerinden birinin sahibi Jutul ailesine geliyor. Norveç’in endüstri devi Jutullar, bu gözden ırak kasabada, gözden ırak olmanın keyfini doğaya ve insanlara acı çektirerek çıkarıyor. Kimyasallar kasabanın sularını kirletecek şekilde, yasaları hiçe sayarak doğaya bırakılıyor. Paranın gücü onları kasabanın adeta hakimi yapmış. Filmdeki tek çevre sorunu toksik atıkların doğaya bırakılması değil. İklim krizi de dizi boyunca izlemeye doyamadığımız, bizlere nefes aldıran etkileyici dağ manzarasının bulutlara yakın kısmında gizlenmiş. Dağlardaki buzullar iklim krizi nedeniyle eriyor ve kasabada bunu fark eden ya da umursayan çok az kişi var.

Mitolojiden esinlenerek zekice kurgulanmış

“Doğaya acı çektiren” dediğimiz Jutullar aslında İskandinav Mitolojisi’nin devleri ya da uzun boylu yaratıkları. Norveç’te “jötül” kelimesi, biraz eski olsa da “dev” anlamına geliyor. Mitolojide bazen oldukça garip, tuhaf bazen de olabilidiğince güzel şeklinde tanımlanan bu devleri bizim dünyamızda zaman zaman zengin bir aile ve iş insanı kılığında, zaman zaman da tüm vahşilikleriyle görüyoruz. Bu benzetme bile dizinin zekice planlandığının başlı başına bir göstergesi.

Aynı zeka, Thor ve Loki karakterlerinde de kendini gösteriyor. Annesine bağlı, kendine güvenmeyen, psikolojik sorunlara sahip Magne (Thor), aynı zamanda dürüstlük ve doğruluk konularında olumlu özelliklere sahip. Thor ile cinsel kimliğini anlamaya, aynı zamanda kasabadaki gençler arasında kendine yer edinmeye çalışan Loki (Laurits) arasındaki ilişki her ailede yaşanabilecek bir dramı anlatıyor. Evin yükünü tek başına çeken annenin bu kadar karmaşık sorunlara ayıracak vakti ne yazık ki yok. Loki de Thor da sorunlarını çözmek için aile dışından destek almak zorunda. Thor ile Loki arasındaki çelişki, ayrı babadan dünyaya geldikleri için tek varlıkları annelerine karşı duydukları karmaşık hisler, günümüz dünyasının ve Kuzey Avrupa aile yapısının içinde başarılı bir şekilde anlatılıyor. Söylenecek daha fazla söz var elbette ama izlemek isteyenler için her şeyi de anlatmayalım.

Modern yalnızlıkların ilacı dayanışma

Netflix’teki Ragnarok dizisini, aile ve toplum içindeki ilişkilerin Norveç’e kıyasla Türkiye’de daha “sıcak” ve o nedenle de bir o kadar “yakıcı” olduğunu düşünerek izleyebilirsiniz. Bu biraz da sizin, aileniz ve toplumla kurduğunuz ilişkilere bakarak yapabileceğiniz öznel bir gözlem olur. Dizide Jutul ailesine çevreye verdikleri zarar nedeniyle karşı çıkma cesaretini gösteren Isolde ve onun uzun süren yalnızlığı ise sanırım evrensel bir kabule sahip. Isolde, balıkların ölümünden yola çıkarak, suyun kirlendiğini ve kirleteni bulur. Youtube üzerinden sesini duyurmak isteyen ekolojist Isolde’nin en büyük çelişkisi ise aşık olduğu kadının da Jutull ailesinden olması. Isolde Thor’un kasabaya ısınmasını sağlasa da bir tanrının yalnızlığına son veremeyecek kadar insandır.

İşi tanrılara mı bırakmalı?

Mitolojideki iyi ile kötünün savaşını, günümüz koşullarında ve olabildiğince sadeleştirerek günlük hayatımıza uyarlama fikri nedeniyle hem dizinin yazarlarını hem de yönetmenlerini tebrik etmek gerek. Doğaüstü güçlerin hayattaki yansımaları oldukça düşündürücü. Doğaüstü güçlere sahip bu canlıların mücadelesinde “normal insanın” zayıflığı, kayıtsızlığı ya da çaresizliği ise çevre sorunlarının neden daha etkin bir şekilde çözülemediğinin bir işareti sanki. “Doğaya zarar veren ve korumaya çalışan insanların sıradışı olması ve önderlik özellikleri, mücadelenin kitleselleşmesi engelleniyor mu” sorusu iyi bir tartışma konusu elbette. Gezi direnişi örneğinde olduğu gibi, başarının bir lider yerine herkesin lider olduğu zaman geleceğine inananlar olduğu gibi Greta’nın ardından gitmeyi tercih edenler de var. Thor’un şimşeklerinin gürültüsü haliyle herkesin dikkatini çekiyor ama dizide de olduğu gibi Jutul Ailesi’nin geri adım attığı anların çoğunda kasabanın birlik içinde harekete geçtiğini görüyoruz. Norveç’in dağ kasabasından bize düşünmek üzere bırakılan konulardan biri bu olsa gerek.

Devler sonsuza kadar gizlenemez

Filmde devlerin (jötul ya da giant) ekonomik güçleriyle medya ve siyaseti nasıl manipule etmeye çalıştıklarına da tanıklık ediyoruz. İyilerin, bu oyunlara alet olması, kötülerin içinde de bir iyiliğin bulunması artık kanıksadığımız gerçekler. Günümüz Türkiye’sinde de onlarca dev ile mücadele ettiğimizi biliyoruz. Siyasete ve medyaya uzanan uzun elleriyle, tehlikeye dikkat çeken Isolde ile kendileri arasında kalan kitleyi ikna etmeye ya da daha açık bir deyişle, kandırmaya çalışıyorlar. Doğadaki yıkım evlerinin önüne, musluktan içilen suyun kirlenmesine, evdeki insanların hastalanmasına uzanınca parlak takım elbiseler, lüks arabalar ve kudretli güç arkasına saklanmış yakışıklı ve güzel insanların bir anda dünyanın en karanlık ve çirkin yaratıklarına dönüştüğünü görüyoruz. Bu bazen bir telefon konuşmasında halka küfrederken ortaya çıkıyor bazen açık kalan bir mikrofondan duyuluyor. Bazen ayrı düşmüş bir suç örgütü liderinden bazen de vicdan ile yapılan muhasebeden çıkan bir itiraftan öğreniyoruz. Thor’un bile kafasını karıştıran, onun ailesini bile etkileyen bu devlerin toplumun genelince kınanması ve cezalandırılması kolay bir süreç değil.

Mitolojideki kıyamet iklim krizi mi?

Ragnarok, İskandinav mitolojisinde kıyamet gününü anlatıyor. Kıyamet günü, tanrı ve insanların kötüyle savaşı… Bu savaştan galip çıkan yok aslında, kötülerin iyilerle beraber neredeyse tüm yaşamı yok ettiği ve yeni  bir düzenin kurulduğu bir kıyamet senaryosu bu. Dizide iklim krizi sorununun birçok meseleyi açığa çıkartan veya başka sorunları da tetikleyen bir ana unsur olduğunu düşünürsek, Ragnarok’un kendisinin iklim krizi olduğunu da söyleyebiliriz. İklim krizini durduramazsak, ona neden olan devler ya da jötullar da dahil olmak üzere tanrı ve insanların da yok olduğu, yerine kalanların bambaşka bir düzen kurduğu bir başka gelecekten bahsediyoruz. Thor’un tanrısal güçlerinin bile durduramayacağı fırtınalar bizi bekliyor. Kötü ve iyinin hayal gücünden öte bir felaket Ragnarok. Durdurmak için herkesin elindeki çekici fırlatma, hepimizin Thor olma zamanı geldi.

***

Üçüncü sezon geliyor mu?

Ragnarok dizisini yaratan Emilie Lebech Kaae (hikaye) ve Adam Price’a yönetmenler: Mogens Hagedorn, Jannik Johansen ve Mads Kamp Thulstrup eşlik etmiş. Altışar bölümden 2 sezonu yayınlanan dizide Magne’yi David Stakston, Laurits’I Jonas Strand Gravli, Fjor’u Herman Tommeraas ve Saxa’yı Theresa Frostad Eggesbo oynuyor. 2020’de gösterimine başlanan ve 2021’de son bölümü yayınlanan dizinin 3. sezonu için henüz tarih verilmedi ancak IMDB’de aldığı 7,5 puan ve son aylarda devamının çekileceğine dair yayılan söylentiler yakında tarihin açıklanacağı umudunu güçlendiriyor.

Varsayalım iklim krizi yok

Türkiye ısınmanın en kuvvetli yaşandığı bölgede yer alıyor. Bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/8 Ağustos 2021

İnsanların, fosil yakıt dediğimiz kömür, petrol ve doğalgaz kullanımıyla birlikte son 150 yılda
yürüttükleri “modern toplum” faaliyetleri iklimi krize soktu. Küresel ısınmaya neden olan seragazı emisyonlarından karbondioksiti hapsetme özelliğine sahip ormanlar tarım, hayvancılık ve yerleşim için talan edilirken, kentleşme, endüstriyel faaliyetler, ulaşım ve fosil yakıtlara bağlı enerji tüketimi atmosferdeki seragazı emisyonlarını tarihte hiç görülmediği kadar artırdı. Dünya 1,2 derece ısındı.

Dünyanın ısınmasıyla değişen iklimler aşırı hava olaylarının sıklığı ve şiddetini artırıyor. Yağışlar sertleşiyor, sıcak hava dalgaları uzuyor, hortumlar şiddetleniyor, orman yangınlarının sayısı artıyor. Bildiğimiz her şeyi unutma çağındayız. Felaketler eski felaketleri aratıyor. Kısaca yaşananı ve yaşayacaklarımızı böyle özetleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz yaz aylarından bir örnek vereyim. Ortalama yüzey sıcaklığındaki 1,2 dereceyi bulan artış 1,5 dereceyi geçerse, dünya nüfusunun yüzde 14’ü en geç beş yılda bir şu anda yaşadığımız benzeri sıcak hava dalgalarından birine maruz kalacak. İki dereceyi geçerse dünya nüfusunun yüzde 37’si aynı kaderi paylaşacak.

Türkiye kritik bölgede


Türkiye de ısınmanın en kuvvetli yalandığı bölgede yer alıyor. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 1,5 dereceyi bulduğunda Türkiye’de bu artış 2 dereceyi bulacak. Her sıcaklık artışını en çok hisseden bölgelerden birinde yaşıyoruz. Yazın bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün. Yaşanan benzer sıcak hava dalgalarının geçmişte, başta kronik rahatsızlığı olanlar ve yaşlıların hayatını alıp götürdüğünü biliyoruz. Kuraklıkların, su sorunun artacağını görebiliyoruz. 1,5 derecelik artışta bile, gıda tedariğinde kritik role sahip arı gibi birçok böceğin yüzde 6’sının yaşam alanlarını yarı yarıya daraltıyoruz. 2 derecede böceklerin yüzde 18’i bundan etkileniyor. Gıda üretiminin dar bir alana sıkışması hem gıda üretimini hem de insanların gıdaya erişimini zora sokacak.

Türkiye’de de orman yangınlarının sık sık bu şiddette tekrarlanacağını bilimin verileri ışığında tahmin edebiliyorduk. Bugün Türkiye’yi saran yangınlar tesadüf değil. Bu afetlere hazırlıksız olmamız iklim krizini bahane haline getirmez, onun olmadığı anlamına gelmez. Aksine, iklim krizinin bizi daha fazla etkileyeceği anlamına gelir. Sellerde, orman yangınında yaşanan da bu. Altyapı eksikliğini tartışabiliriz çünkü bu iklim krizinin sonuçlarını artırır ama yanlış sözcükler kullanarak, halka “iklim krizi yok” anlamına gelecek sözler söylersek bilimi inkar etmiş oluruz. Son günlerde bu konuda çok fazla hata yapıldığını gördüğüm için not düşmek istedim.

Krizden çıkış mümkün

Felaket listesi uzun ama artık zaman kendimizi korkutma zamanı değil. Bu krizden çıkmak için harekete geçme zamanı. Belki inanmayacaksınız ama hâlâ şansımız var. 2050 yılına kadar her alanda karbonsuzlaşarak 2 derecenin hatta 1,5 derecenin altında kalmak mümkün ama değişmek gerekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2050 için önerdiği ve adım adım yapılacakları gösteren bir net sıfır emisyonu var. Bu senaryo hâlâ soruna teknolojik çözümler bulmaya ve mevcut hayat tarzını korumaya çalışıyor. Yapılması gereken tam anlamıyla bu değil ama iklim krizini durdurduğumuz bir dünyayı hayal etmek adına gelin bu senaryoyu gözümüzde canlandıralım.

Yıl 2020. Tüm dünyada yeni petrol, kömür ve gaz sahalarının açılması durdurulmuş. Elektrikli otomobil satışı küresel satışın yüzde 5’ine ulaşmış. Yıl 2025. Gelişmiş ekonomilerde yapılan her yeni ev net sıfır emisyon standardında. Fosil yakıt tüketse de çatısındaki panelle, ısı pompasıyla saldığı emisyon miktarı kadar salınmasını da önlüyor. Bu tarihten itibaren binalar için fosil yakıtlı kazan satışı yasak, yani kombi almak mümkün değil. Yalıtım artacak, elektrikli ısınma öne çıkacak. Aynı yıl küresel elektrik üretiminin yüzde 20’si güneş ve rüzgardan sağlanacak.

Binalar emisyonsuz olacak

2025 yılında televizyonlar son kömür santralının inşaatının bittiğini yayınlayacak. 2030’da tüm dünyada yapılan yeni evler net sıfır emisyon standartına sahip olacak. Faturalara ne kadar zam geldi telaşı da aslında azalacak. Aynı yıl dünyada satılan otomobillerin yüzde 60’ı elektrikli olacak. Ağır sanayide geniş çaplı temiz teknoloji uygulamaları başlayacak, hidrojen enerjisi 850 gigavat kapasiteye ulaşacak (Türkiye’nin elektrik kurulu gücünün yaklaşık 9 katı). 2035’e geldik. Küresel fosil yakıt kullanımı 2020 seviyesinin yarısına düşecek, içten yanmalı motora sahip otomobil satışı olmayacak, muhtemelen trafik kaynaklı hava kirliliği de azalmaya başlayacak bu yıl. Kamyon ve benzeri araçların yarısı da elektrikli olacak ve soğutma sistemi benzeri ekipmanların sadece en yüksek verimlilikte olanları satılacak. Dandik klima dönemi bitiyor, yalıtımın binalarda artmasıyla klima ihtiyacı da azalacak.

Hidrojen ve elektrifikasyon çağı

2040 olduğunda her yerde hidrojen enerjisi görmek kimseyi şaşırtmayacak. Yeni eski demeden, mevcut binaların yarısı net sıfı emisyon standartına sahip yalıtıma kavuşacak. Petrol talebi 2020 seviyesinin yarısına düşecek. Son kömür santralı kapatılacak. Dünyada elektrik üretimi net sıfır emisyon seviyesine ulaşacak. 2045’te ısı pompaları binalardaki ısı ihtiyacının yarısını karşılar hale gelecek. 2050’de ise oturduğumuz binaların yüzde 85’i sıfır karbona hazır hale gelecek (muhtemelen TOKİ binaları hariç), elektriğin büyük bölümü rüzgar, güneş ve hidrojenden elde edilecek ve ağır sanayi üretiminin yüzde 90’ı düşük emisyonlu tesislerden oluşacak. Her yerde elektrik şarj istasyonları, dev akü sahaları görülecek. 10 milyara yakın insanın elektriğe erişimi olacak. Ulaşımda elektrikli araçlar, aydınlatmada LED ampul dışında bir şey görmeyeceksiniz. Trenlerin büyük bölümü de elektrikli olacak. Uçaklarda biyoyakıt kullanımı yüzde 45’lere ulaşacak. Atmosfere bırakılan az miktardaki karbon da tutularak hapsedilecek. Bu da bizi net sıfır emisyona götürecek.

Siyaset teknolojiyi yönlendirmek zorunda


Uluslararası Enerji Ajansı’nın bu senaryosunun, özellikle zengin kuzey ülkelerinde yaşayan ve refahından vazgeçmek istemeyen insanları rahatsız etmeyeceği ortada. Teknoloji açısından tüm bu gelişmelerin yapılabilir olduğunu görmek de bir yere kadar anlamlı. Ancak, dünyanın kaynak sorunu, bu kaynakların adil bir şekilde dağılımı, teknolojiye erişimdeki eşitsizlikler veya senaryo içerisine boca edilen bolca nükleer santralın yaratacağı sorunlar böylesine teknik bir senaryoda görülemez. Biz buradan yola çıkarak başka bir dünya yaratma kabiliyetine sahip olduğumuzu görmeliyiz. Elektrikli araçların kullanıldığı ancak ağırlığın özel araçlara değil toplu taşımaya verildiği bir senaryo bize çok daha fazla elektrik tasarrufu yapma şansı verir. Çalışma günlerinin sayısını dörde çekmek hem sosyal refahı artırır hem de küresel enerji ve kaynak tüketimini azaltır. Lüksün sınırlandırılması, üretimin gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendirilmesi de aynı amaca katkı sağlar. Siyaset bu alanlarda devreye girer ve başarılı olursa hem iklim krizini durdurur hem de yukarıdaki senaryoyu daha çevreci bir hale getirmiş olur. Dünyayı bu krizden kurtarmak mümkün ama sorunu yaratanlardan ve kaynağı kapitalizmden uzak, bir başka dünya yaratma umuduyla yola çıkan, teknolojiyi de gerçek refahı yaratmak için kullanan bir siyasi harekete hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.

II. Bölüm: Varsayalım İklim Krizi yok


Hazır zihnimizi açmışken işe bir de iklim krizini inkar eden, yok sayan veya anlayamayanların tarafından bakalım. Varsayalım iklim krizi yok. İklim krizi çevrecilerin palavrası olsun. Sellerin şiddetlenmesi, kuraklığın uzaması, ormanların günlerce ve ülkenin her yerinde yanmasına da kader diyelim. Hayatımızı hiç değiştirmeyelim. Ne bulursak tüketelim. Petrol, kömür ve doğalgazı bitene kadar yakalım. Uçak bulduk mu atlayalım, otomobil bulduk mu gaza basalım. Otobüsle, bisikletle uğraşmayalım. Karbon ayak izi de başka bir palavra zaten. Alabilen kalmadı herhalde ama bulduğumuz sürece et yemeye devam edelim. Hayvancılık nedeniyle atmosfere daha fazla seragazı emisyonu bırakılıyormuş diyorlar; takmayalım. İklim krizi yok diyelim, keyfimize bakalım.

1,7 Dünya varmış gibi yaşıyoruz

Tüm bunların dünyaya bir faydası olacak mı? Hayır çünkü dünyanın insanların bu bitip tükenmez isteklerini karşılayacak gücü yok. Sudan gıdaya, demirden ağaca bildiğimiz tüm doğal varlıkların bir sınırı var. Gezegenin kendini yenileme kapasitesi sınırlı. Bu kapasitenin üzerinde tükettiğimiz için her yıl temiz su miktarı, ormanlar, temiz hava azalıyor. Bu yıl dünyanın bize bir yıl içinde sunabileceği bu varlıkları 29 Temmuz’da tükettik. Mavi gezegenden bir değil 1,7 tane varmış gibi yaşıyoruz. Geri kalan beş ay boyunca tüketeceklerimiz aslında bir önceki yıla ait rezervler. Gün gelecek gezegenin rezervleri boşalacak, borç alacak su, hava veya gıda kalmayacak. Yok saydığımız, görmezden geldiğimiz iklim krizi aslında bizi başka felaketlerden, çevre sorunlarından da korumaya çalışıyor. Belki de bir başka ve daha kanlı bir paylaşım savaşından.

Enerji ithalatından şikayetçiyiz ama fosil yakıtlardan vazgeçmiyoruz

Gelin dünyanın kalanını karıştırmayalım. Gezegende sadece Türkiye varmış gibi yapalım. Yok saydığımız, her felaketten sonra ilk kez duyuyormuş gibi yaptığımız iklim krizinden çıkmak için yapmamız gerekeni hatırlayalım. Petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek. Yine iklim krizinin olmadığını varsayalım. Hani şu yüzde 99’u ithal edilen doğalgazdan vazgeçmek. Yüzde 90’dan fazlası yine ithal edilen, tankerlerle taşınırken yüreğimizi kaldıran petrolden vazgeçmek. Yarısına yakını ithal edilen, yakıldığında hava kirliliğinden asit yağmurlarına kadar çeşitli çevre sorunlarına yol açan, hasta ettiği kişiler nedeniyle yılda 53 milyarı bulan sağlık harcamasına ve 5 bin erken ölüme yol açan kömürden vazgeçmek. Aklı başında biri bana bu üç beladan neden vazgeçemediğimizi söyleyebilir mi? İklim krizini yok saysak bile, hem ithalata ödediğimiz milyar dolarlık fatura hem de yarattıkları sağlık ve çevre sorunlarıyla hayatımızı kabusa çeviren kömür, doğalgaz ve petrolü neden bırakamıyoruz?

Nükleer ve kömür güneşten pahalı

Mesele elektrik üretmekse rüzgar, güneş doğalgazdan da, kömürden de daha ucuza elektrik üretiyor. Türkiye’deki son güneş enerjisi ihalelerinde, en düşük teklif kilovatsaat başına 2 dolar sente kadar geriledi. Kömür ve doğalgazda bu fiyatlara erişmek mümkün değil, nükleerde Akkuyu için verilenin fiyatın ise güneşten altı kat pahalı, 12,35 dolar sent olduğunu zaten biliyoruz. Elektriğe daha az para ödemek mi istemiyoruz, o yüzden mi iklim krizi yok diyoruz?

Daha az tüketerek de aynı işi yapmak mümkün. Almanya’nın ekonomisi büyümeye devam ediyor ama daha az enerji harcıyor. Ülkedeki birincil enerji tüketimi 1990 ila 2019 arasında yüzde 15 azaldı. Aynı dönemde ekonomi yüzde 53 büyüdü. Üretim yöntemlerini daha verimli kılmak mı bizi rahatsız ediyor, o yüzden mi iklim krizi başka ülkelerin sorunuymuş gibi davranıyoruz?

Çevreciler bizi kandırmışsa ne kaybederiz?

Diyelim ki biz iklim krizi olmamasına rağmen hataya düştük, fonlanmış çevreci ajanlar bizi kandırdı ve harekete geçtik. Yukarıdaki tedbirleri alarak kömürden, petrolden kaçtık. Hava kirliliği azalsın, ithal enerjiye ödediğimiz, zaman zaman 50 milyar dolarları bulan fatura azaldı. Madenlerde ölüm tehlikesiyle çalışan işçilere güneş paneli, rüzgar türbini fabrikalarında istihdam sağladık. Sınırlı kaynaklarla yaşadığımızı kabul ettik, herkesin otomobili olmadı ama binebileceği trenleri, otobüsleri oldu. Üretim süreçlerini ihtiyaca göre düzenledik, çalışma saatlerini düşürdük, haftada dört gün çalışmaya yılda bir ay tatil yapmaya başladık. Evlerimiz üst düzey yalıtım standartlarıyla inşa ettik, enerjimiz klimalara harcanmadı, faturalar düştü. Enerji kooperatifleri kurduk, çatılarımızdaki güneş panellerle üreten de tüketen de biz olduk. Aracı şirketlerle al ya da öde anlaşmaları yapmadık. Rusya’nın nükleer firmalarına değil yerli panel, türbin üreten firmalara destek verdik. Tarım, sanayi, kentleşme politikalarımızı hep iklim krizi varmış gibi belirledik. Yani, insanı boğan, yeşile hasret kentler yerine yeşili bol, toplu ulaşımı sağlam, alt yapısı afetlere dayanıklı kentler kurduk. Organik tarımla, doğal gübreyle hem seragazı emisyonlarını azalttık hem de sağlıklı ürün yetiştirdik. Sanayide geri dönüşüm ve yeniden kullanımı hammaddelerin verimli kullanılmasıyla birlikte öne çıkardık, fabrikaları yenilenebilir enerjiyle, hidrojenle çalıştırdık. Arıtma tesislerini ihmal etmedik, Ergene’yi Gediz’i yüzülür hale getirdik. Denizlerimiz müsilajsız, derelerimiz zehirsiz oldu. Ve tüm bunları biz iklim krizini durdurmak için yaptıktan sonra biri bize geldi ve “Ey eblehler, iklim krizi yok, yemiş sizi çevreciler” dedi. Kandırıldık diye üzülür müsünüz yoksa sevinir misiniz?

Değişimden kim korkuyor, kim istemiyor?
Türkiye bir petrol ülkesi mi ki korkuyoruz? Bize otomobil, kömür, doğalgaz, petrol satanlar; yalıtımsız binaları, verimsiz fabrikaları, zehirleyen tarlaları pazarlayanlar korksun iklim krizinin getireceği değişimden, biz niye korkuyoruz? Yoksa bizi yönetenler mi korkuyor bu değişimden? Beşi bir yerde şirketleri mi rahatsız, ormanları maden sahasına çevirecek olanlar mı, otoyol ve havalimanı ihalelerinde Deli Dumrul kesilenler mi? Yoksa biz, bizi yönetenlerle aynı gemide değil miyiz?

Yeni hükümetin enerji politikası nasıl olmalı

Öyle ya da böyle iktidarın değişeceği herkes tarafından kabul edilir bir hale geldi. En azından iktidar dahi bunu kabul etti. AKP’nin gidişinin ardından yönetime talip olanların 19 yıldır yapılan hataları düzeltmek ve yeni bir enerji politikasını hayata geçirmesi şart. Peki, yeni enerji politikası nasıl olmalı? 

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/11 Temmuz 2021

Her sabah posta kutuma düşen epostaların hatırı sayılı bir bölümü başka ülkelerden gelen enerji haberlerinden oluşuyor. Yunanistan’da 600 bin evin çatılarının elektrik üreten güneş fotovoltaik panellerle kaplanacağı haberini okuyup arşive atıyorum. Portekiz’in yılın ilk çeyreğinde elektrik üretiminin yüzde 80’inin yenilenebilir enerjiden sağladığı haberini ilgili arkadaşların olduğu gruba gönderiyorum. Özel sektör ve girişimcilik örnekleriyle karşımıza çıkan ABD’de bile elektrik üretiminin yüzde 5’inin kooperatifler aracılığıyla yapıldığını öğrenince tahminen sizin gibi ben de şaşırıyorum. Enerji dönüşümü artık çevrecilerin, yeşillerin, sosyalistlerin bir sloganı değil. Enerji dönüşümü, yeni dünyanın ekonomik ve sosyal hayatını şekillendiren ana lokomotiflerden biri.

ENERJİ DÖNÜŞÜMÜ BİR İHTİYAÇ

Türkiye’nin acilen bir iktidar değişikliğine ihtiyaç duyduğunu biliyoruz. İktidar değişimi kadar enerjide dönüşüm de bir ihtiyaç. Düşünce özgürlüğünden yolsuzlukların önlenmesine, adalet ve hukuk sisteminin yeniden işler hale getirilmesinden eğitime kadar onlarca alanda kanayan yaralara sahip bir ülkede yaşıyoruz. Medeniyetlerin binalarla, yapılarla, para harcayarak kurulmadığını, öncelikle iyi fikirler üzerinde inşa edildiğini unuttuk. Bu yüzden de iktidar değişikliğinin fikri altyapısını bugün daha fazla konuşmaya ihtiyacımız var. Her alan, her sektör için tartışmalar sürdürmek ve iktidar değişikliği sonrası ayağa kalkacak Türkiye’nin izleyeceği yol haritasını belirlemek zorundayız. Yanlışları göstererek doğrunun sadece bir kısmını hayata geçirebiliriz. Doğruları kalıcı kılmak ise onları inşa etmekle mümkündür.

Türkiye’nin enerji sektörü son 19 yılda dünyadaki değişime ayak uyduramadı. Elektrik üretiminde kömür ve doğalgaz gibi dışa bağımlı, iklim krizine yol açan kaynaklarla bağlar koparılamadı. Yerli ve kirli kömüre destek vereceğiz derken, çevrenin göz ardı edilmesi ithal kömüre göz kırptı. İthal kömürün payı hiç olmadığı kadar arttı. Hidroelektrik ve jeotermal enerji santralları gibi yenilenebilir kaynaklar da teşvik modelleri ve rantın öne çıkması nedeniyle çevre tahribatını artırdı. Güneş ve rüzgâr enerjisi kaynakları ise halkın katılımına izin vermeyen modellerle sadece şirketlerin kâr edeceği iş alanlarına dönüştürüldü. Almanya, Danimarka gibi ülkelerde enerji kooperatifleri öne çıkarken Türkiye’de nükleer ve kömüre verilen destek çatısına güneş paneli koymak isteyenlere verilmedi. Almanya’da kurulu yenilenebilir enerji santrallarının yüzde 40’ının bireylerin ve kooperatiflerin elinde olduğu pek bilinmez. Biyogaz santrallarının yüzde 73’ü ise çiftçilerin elindedir.

PETROL VE OTOMOBİL BAĞIMLILIĞI ARTIRILDI

Ulaşım, rant ve kısa vadede oy alma potansiyelleri nedeniyle havayolu ve karayoluna bağımlı hale getirildi. Petrol ve otomobile, dolayısıyla da bu kirli teknolojileri pazarlayan endüstrilere bağımlı hale gelindi. Ülkenin ulaşım politikalarını bile bu iki güç belirler hale geldi. Marmaray bitmeden, üçüncü köprü ve Avrasya Tüneli gibi otomobil ulaşımını garanti eden iki projenin devreye girmesi sağlanarak, Türkiye’nin otomobil ve petrole bağımlılığı garanti altına alındı. Hızlı tren ağı ülkenin üç büyük şehrini bile birbirine bağlayamazken, neredeyse her ile bölünmüş yol ve havaalanı yapılarak petrol tüketimi ile otomobil satışının geleceği konusunda lobilere göz kırpıldı. Osmangazi Köprüsü’nden geçecek bir demiryolu hattı, İstanbul’u Bursa, Balıkesir ve İzmir’e rahatlıkla bağlayacak bir demiryolu projesine ön ayak olacaktı. Proje değiştirildi ve demiryolu planları iptal edildi.

Özetle söylersek, Türkiye’de enerjide dönüşümü sağlayacak planlı bir yol haritası ortaya konmadı, biraz ondan biraz bundan diyerek ihale ve şirketlere para aktarma amaçlı tercihler yapıldı. Bu da ekonomideki köklü değişimi, istihdam politikalarını ve ülkenin doğasının korunmasına neden olacak bir dönüşüm sürecine evrilmedi. Kaynaklar israf edildi.

KARARLI VE KORKUSUZ OLUNMALI


Yeni iktidarın enerji alanında işleri yoluna koymak için yapacağı ilk iş cesur olmak. Akkuyu’da yapımı süren nükleer santral inşaatını durdurmaktan, kömürden çıkış için tarih belirlemeye kadar tereddüt etmeden atılması gereken adımlar var. Planlama ve ölçülebilir hedef koymak işin en başı. Bugüne kadar AKP hükümeti birçok hedef belirledi. Örneğin 2023 için güneş kurulu gücünün 3 bin, daha sonra 5 bin megavat olması hedeflenmiş, bu iki hedef de 2023’e gelmeden geçilince, Enerji Bakanlığı 2019-2023 yıllarını kapsayan Stratejik Plan’da 2023 için güneş kurulu gücünün 10 bin megavat olarak belirlemişti. Rakamlar bir hedefmiş gibi görünebilir ama aslında hedefsizliğin bir göstergesi. Hedef belirlemeden önce şu sorunun yanıtının verilmesi gerekir. Neden 2023’te 10 bin megavat, neden 20 bin değil? İklim için mi, enerji talebi artacak onu karşılamak için mi, güneş daha ucuz olduğu için mi bu hedefi koyduk? Kimse bu soruların yanıtını bilmiyor.

Rüzgâr ve hidroelektrik için de benzer hedefler havada uçuşuyor. Sadece yenilenebilir için rakamlar ortaya atılsa ve Türkiye’nin iklim krizine yol açan sera gazı emisyonlarını azaltmak için bir taahhüdü olsa bu rakamlara biraz daha iyimser yaklaşabiliriz ama biliyoruz ki iklim krizi Türkiye’nin umurunda bile değil. Paris Anlaşması’nı dünyada onaylamayan altı ülkeden biri Türkiye. Kaldı ki nükleer santral kurma, yerli kömür potansiyelini 4 bin MW artırma gibi hedefleri de var. Bir ülke hem doğaya zarar veren hem de onu korumaya çalışan enerji kaynaklarının her ikisini birden neden aynı anda artırmak istesin ki? Amaçsızlık dediğimiz tam da bu. Özetle söylersek, Türkiye’nin öncelikle kendisine bir iklim hedefi belirlemesi daha sonra o hedefe ulaşmak için hangi kaynaklara başvuracağını belirlemesi gerekir. AKP ise yıllardır eldeki tüm enerji kaynaklarından daha fazla kurmaya çalışıyor. Bu da hem elektrik piyasasını çıkmaza sokuyor (elma ile armutları aynı sepete koyup fiyatlamaya çalışıyorsunuz) hem de atıl bir kapasite oluşturuyor.

Bu yazının amacı bir parti ya da hükümet programı yazmak değil elbette. Amaç, yapılması gereken değişimler hakkında size fikir vermek ve bir tartışma başlatmak. İş başına gelen yeni hükümetin ilk aylarda yapmasını beklediğim birkaç icraatı sıralayarak işe yazıyı sonlandıralım, tartışmayı başlatalım.

Türkiye’de yeni santral yapımı dondurulmalı, gerçekçi talep tahminleri ve enerji verimliliği potansiyeliyle tasarruf edilecek enerji miktarı belirlendikten sonra, ileriki yıllarda ortaya çıkabilecek ihtiyaç ve enerji dönüşümü için gereken yenilenebilir enerji yatırımları kamu eliyle planlanmalı.

Akkuyu’daki nükleer santral projesi bir kazaya neden olmadan ve binlerce yıl başımıza bela olacak nükleer atıkları üretmeden iptal edilmeli. Türkiye nükleer santral yapmamayı devlet politikası kabul etmeli ve tüm projeler sonlandırılmalı.

Paris İklim Anlaşması imzalanarak Türkiye kendine bir iklim hedefi koymalı. Bu doğrultuda kömürden çıkış için tarih belirlemeli, adil bir geçiş için işçilerin diğer sektörlerde istihdamını içeren bir yol haritası hazırlamalı.

Ulaşımda yeni havalimanı ve otoyol yapılmamalı. Türkiye’nin büyük şehirlerini birbirine bağlayacak orta hızlı bir demiryolu şebekesi acilen kurulmalı.

Enerjide yeni yatırımların ölçeği küçültülmeli, büyük santrallar yerine yerel talebi karşılayacak küçük ve yenilenebilir enerji santrallarının kurulmasına öncelik verilmeli.

Türkiye’de yeni yenilenebilir enerji santralların mülkiyetinin kooperatiflerin ve bireylerin elinde olması için mevzuatlardaki engeller kaldırılmalı. Bu yapılırsa, birçok çevre sorunu doğmadan önlenir çünkü kimse kendi yaşadığı yere zarar verecek bir projeye girişmez.

Kentlerde toplu ulaşımın geliştirilmesi için çok sayıda çalışanı olan büyük şirketlerden özel bir vergi alınmalı ve metro, tramvay gibi yatırımlar bu vergiyle finans edilmeli. Bisiklet yolları artırılmalı ve bisikletle işe, okula gidiş maddi teşviklerle desteklenmeli.

Bireylerin çatılarına güneş paneli kurmaları için uygun kredi koşulları sağlanmalı.

Belediyeler yeni binalarda su ısıtan ve elektrik üreten panellerin kurulmasını zorunlu hale getiren düzenleme ve teşvik yöntemlerini hayata geçirmeli. Binalar enerji üretimine uygun tasarlanmalı.

Tüm Türkiye’de yalıtım standartları özellikle yeni binalarda artırılarak kışın doğalgaz, yazın klima kaynaklı elektrik tüketimi azaltılmalı.

100 milyar dolar nerede

G7 Zirvesi’nde az gelişmiş ülkelerin iklim kriziyle mücadele etmelerine yardım etmek amacıyla ayrılacak 100 milyar dolar tekrar gündeme geldi. İklim krizinin etkisini her geçen gün daha fazla hisseden ülkeler söz verilen 100 milyar doların peşinde.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/20 Haziran 2021

Bir varmış bir yokmuş. Gezegenlerden birinde ekonomisi “büyük” yedi ülke yaşarmış. Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD’den oluşan bu yedi ülkeye G7 denirmiş. Yaşadıkları gezegendeki insanların 10’da biri bu yedi ülkede yaşar, küresel gayri safi hasılanın 10’da dördü bu yedi ülkede toplanırmış.

G7 ülkeleri birkaç gün önce yanlarına Avrupa Birliği temsilcilerini, Avustralya, Güney Kore ve Hindistan gibi dostlarını da alarak Birleşik Krallık’ta toplanmış. G7 toplantısının amacı, bir süredir gezegeni kasıp kavuran salgınından çıkışı ve yaraların nasıl sarılacağını konuşmak, öte yandan da giderek büyüyen iklim krizini konuşmakmış. G7 ülkeleri, iklim krizini durdurmak için yoksul ülkelere her yıl 100 milyar doları bulan finansal destekte bulunacağını açıkladı. Daha doğrusu, ilk kez Kopenhag’da, 2009 yılında verilen bu taahhüdü, güçlendirerek 2025’e kadar sürdüreceklerini söylediler. Siz masal yazının başında başladı sandınız ama asıl tam burada başlıyor.

Söz çok icraat yok

2009’dan beri, iklimi değiştiren seragazı emisyonlarından daha fazla sorumlu olan zengin ülkelerin, iklim krizinden büyük zarar görecek ama sorumluluğu çok daha az olan yoksul ülkelere destek olmasını ve “iklim adaletine” bir parça da olsa katkıda bulunmasını bekliyoruz. Bekliyoruz ama o 100 milyar dolara bir türlü ulaşılamıyor. Yol yaptık, salgında harcadık diyen yok ama rakamlar da pek net değil. İlk günden beri, 100 milyar doların özel ya da kamu kaynaklarından sağlanacağı söyleniyor. Oranı ise belli değil. Ne kadarı hibe ne kadarı kredi olacak o da belli değil. G7’nin gönlünden ne koparsa, nasıl koparsa diyebiliriz.

Paris Anlaşması malumunuz dünyadaki 191 ülkeyi dünyanın yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutma amacıyla bir araya getirmiş yegâne anlaşma. 197 imzacı ülkeden 191’i anlaşmaya taraf oldu. Eksiğiyle gediğiyle 1,5 derece; olmadı 2 derece hedefini kabul etti. Paris Anlaşması’nın bir hedefi de G7’de gündeme gelen yoksul ülkelere verilecek destekti. Rakam yine yılda 100 milyar dolar, başlangıç tarihi ise 2020 idi. 2021’de G7 Zirvesi’nde yine 100 milyar doları konuşuyorsak belli ki ters giden bir şeyler var. Geciktikçe iklim krizinin verdiği hasar büyüyor, hasar büyüdükçe maddi destek ihtiyacı artıyor. Çünkü bu para hem krizi durdurmak hem de hasarı azaltmak için harcanacak. Can kayıplarını da azaltacak.

Kanada ve Almanya taahhütlerini artırdı

Şu ana kadar verilen taahhütlerin toplamının 100 milyar doların altında kaldığı konusunda bir tereddüt yok. Bu yüzden G7 Zirvesi’nde bazı ülkeler taahhüt ettikleri rakamları artırdı. Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nı oluşturan üçüncü en büyük kalemi madenler, petrol ve gaz olan Kanada taahhüdünü iki katına çıkararak 4,4 milyar dolar yaptı. Almanya ise katkısını 2 milyar avrodan 6 milyar avroya yükseltti. 100’e yaklaştık diye düşünebilirsiniz ama toplama işlemi o kadar basit değil.

İşe yarar finans OECD’nin hesabının yarısı

İklim finansı için şu ana kadar ne kadar taahhüt edildiği karışık bir konu. OECD’ye göre 2018 yılında bu rakam 78,9 milyar dolara ulaşmıştı. Küresel yoksullukla mücadele eden sivil toplum kuruluşlarından Oxfam ise OECD ile aynı fikirde değil. Raporlanan iklim finansmanının sadece yüzde 20’sinin hibe, kalanın ise kredi ya da benzeri finansal enstrümanlardan oluştuğuna dikkat çekiyor. İklim finansmanı kapsamındaki 80 milyar dolar civarındaki finansal desteğin yüzde 40’ını “imtiyassız krediler” oluşturuyor diyor. Bu kredi türünü IMF’den tanıyoruz ve faiz işletildiğini biliyoruz. Oxfam faiz giderlerini, kredilerin geri ödemelerini hesaplayınca iklim finansmanının net finansal değerinin aslında söylenenin yarısı olduğuna dikkat çekiyor. Sorun rakamla da bitmiyor. İtiraz edilen bir noktada finansal destek verilen bazı projelerin iklim bağının abartılmış olmasından dolayı, ikili finansal anlaşmaların sadece üçte birinin gerçekten amaca uygun kabul edilebileceğini belirtiyor.

Finansmanın nereye harcanmalı tartışması

İşin diğer bir boyutu da finansal desteğin nerede kullanıldığı. Bilim insanları bize 1,5 dereceyi geçmeyin diyor. Biz halihazırda 1,2 derecelik sıcaklık artışına ulaştık. Önümüzdeki 8-9 yıl içinde seragazı emisyonlarını ciddi oranda azaltmazsak bir sonraki hedef 2 derece olacak. Bu durumda iklim krizinin yavaşlatmak için kömür, petrol ve doğalgaz kullanımını azaltmanın yanı sıra, verdiği hasarı onarmaya, aşırı hava olaylarından korunmak için önlem almaya da kalacağız. Birçok yerde yükselen deniz seviyesinden korunmak için setler inşa etmek gerekecek örneğin. Söz konusu, taahhüt edilmiş iklim finansmanının ise sadece yüzde 25’i “uyum” adı verdiğimiz bu çalışmalara ayrılmış. Kalan payın büyük bir bölümü seragazı azaltımı amacı taşıyan projeleri finanse ediyor. İklim konusunda çalışan ve bu dağılımdan memnun olmayanlar da var.

Türkiye de fonlardan yararlanmak istiyor

Bahsettiğimiz finansal destekse, desteğin kime ulaştığı da oldukça önemli. Yine Oxfam’ın raporundan öğreniyoruz ki, iklim finansmanının yüzde 20,5’i az gelişmiş ülkelere, yüzde 3’ü ise gelişen küçük ada devletlerine ayrılmış. Türkiye’nin de bu fonlardan yararlanmak istediğini de hatırlatmakta fayda var. Okyanusta ayağını basacak toprağı kalmayan ada devletiyle Türkiye gibi hacmen büyük bir ekonomiye sahip ülkeleri aynı kapsamda değerlendirmek mümkün değil elbette. Paris Anlaşması’na imza atarken verdiği niyet beyanında seragazı emisyonlarını azaltma hedefi belirlemese de finansal desteğe ihtiyacı olduğunu iddia eden Türkiye’nin, anlaşmaya taraf olmadığını da hatırlatalım. Türkiye, anlaşmanın dışında kalan altı ülkeden (Libya, Irak, İran, Eritre, Yemen ve Türkiye) biri. Geçen hafta Libya’nın da anlaşmayı onaylayacağına dair sinyaller geldi[1]. Bu sınırlı kaynaklardan Türkiye gibi G20 ülkeleri faydalanmalı mı başlı başına bir tartışma konusu, kaldı ki Türkiye başka birçok iklim fonundan ciddi miktarlarda destek alıyor.

Şeffaflık uyarısı

İklim finansmanının özel finans kuruluşlarından karşılanan miktarıyla ilgili verilerinin şeffafça paylaşılmaması da yine sıkça dile getirilen bir konu. Mesele sadece 100 milyar dolara ulaşılıp ulaşılmaması değil. 100 milyar dolarlık iklim finansmanının izini sürmek de oldukça zor.

İklim adaleti, sorunun çözümünde en çok tartışılan konulardan biri. Uluslararası müzakerelerde yıllardır ülkelerin sorumluluğu birbirlerinin üzerine attıklarını görüyoruz. ABD Çin’i son yıllarda küresel emisyonlardan daha fazla sorumlu olmakla, Çin ise ABD’yi tarihsel ve kişi başına düşen emisyonlarının fazla olmasıyla suçluyor. Müzakereleri takip edenler, süreci yavaşlatan ve zaman zaman tıkayan bu tartışmalara alıştı. Orta noktayı bulmak da oldukça zor, bu yüzden Paris Anlaşması gibi kırmızı çizgileri olmayan bir anlaşmaya bile herkes şükreder hale geldi.

Tüm bu zorlu müzakere süreci içerisinde, az gelişmiş ve yoksul ülkelere zengin ülkelerin finansal destek sağlaması konusunda sınırlı bir alanda da olsa anlaşılması oldukça sevindiriciydi. Buna rağmen 100 milyar dolarlık hedefe aradan geçen 11 yıla rağmen hâlâ ulaşılamaması tüm müzakere sürecini etkiliyor. G7 ülkelerinin konuyu gündeme getirmekten öte sonuca bağlamaları gerek. Zirve’de pekiştirdikleri, en geç 2050’ye kadar net sıfır seragazı emisyon hedefi sözünü de yine bahsettikleri gibi daha erken bir zamanda gerçekleştirmeleri de önemli; atlamamalıyız her şey başka ülkelere yapılacak yardımlara bağlı değil. Gerçek şu ki, gezegenin ve güney ülkelerinin daha fazla tahammülü kalmadı. Kaldı ki, zengin ülkelerden beklenti sadece maddi destek vermeleri değil, daha az tüketen bir toplum kurmaları. Kapitalizmi kömür yerine güneşle finanse etmenin uzun vadede başka çevre sorunlarına yol açacağını görmek zorundalar. G7 kesenin ağzını açmakta zorlana dursun, işin zor kısmını konuşmaya henüz başlayamadık bile.


[1] Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylaması için 48 sivil toplum örgütü bir imza kampanyası düzenliyor. https://www.change.org/parisionayla

Covid-19 ve Çernobil

Özgür Gürbüz-BirGün/ 8 Mayıs 2021

Çernobil nükleer kazasının üzerinden 35 yıl geçti. Türkiye, Çernobil felaketiyle mücadelede sınıfta
kalmıştı şimdi ise başka bir sınavdan geçiyor. Covid-19 salgını boyunca Erdoğan hükümetince yapılan hatalar, 35 yıl önce Çernobil faciasını eline yüzüne bulaştıran Özal hükümetinin icraatlarını andırıyor. Bu iki felaketin karşılaştırması, 35 yıldır yerimizde saydığımızı gösteriyor.

26 Nisan 1986 günü Çernobil’in 4 numaralı reaktöründe meydana gelen kazanın ilk yönetim hatası, bu büyük felaketi dünyadan ve Sovyetler Birliği’nde yaşayanlardan saklanmaya çalışılmasıydı. Sovyet yönetimi, kimi iddialara göre birliğin çöküşüne de götürecek o büyük hatayı yaptı ve kazayı gizlemeye çalıştı. Bölgede yaşayanların tahliyesi kazadan 36 saat sonra başladı. Radyasyon İsveç’te ölçüldü ama Sovyetler kendisine yöneltilen soruları, “kazanın kontrol altında olduğunu” söyleyerek geçiştiriyordu. Halbuki uydu görüntüleri durumun öyle olmadığını gösteriyordu; elbette değildi. 1 Mayıs’ta Kiev’deki kutlamalar iptal edilmedi. Halk bayramı radyasyon bulutlarının altında kutladığının farkında değildi. Gorbaçov’un halka Çernobil’den bahsettiği ilk gün 14 Mayıs 1986’ydı.

Vaka sayıları ve radyasyon gizlendi

Türkiye’de ilk covid vakası 11 Mart 2020’de açıklandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca o tarihten itibaren günlük vaka sayılarını açıklamaya başladı. Basının sorularının yanıtlanması ve düzenli toplantılar, şeffaf bir yönetim varmış izlenimi yaratmıştı. Ne var ki, doktorlar, hasta yakınları ve mezarlıklardan gelen bilgiler açıklanan vaka sayılarının doğruluğu konusunda şüphe uyandırmaya başladı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) açıklanan sayıların doğru olmadığını söylüyordu. İktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı TTB’yi “bölücülüğün ve terörizmin saklandığı karanlık oluşum” diye suçladı ve kapatılmasını istedi. TTB haklı çıktı. Baskılar sonucunda Koca, 25 Kasım 2020 tarihinde, ilk vakadan sekiz ay sonra gerçek vaka sayısını açıkladı. Daha önceleri sadece semptom gösterenlerin sayısını verdiklerini itiraf etti.

Vaka sayısının saklanması sadece Çernobil’i gizlemeye çalışan Sovyetler’i değil, Türkiye’nin Çernobil’den etkilendiğinini gizlemeye çalışan, 1983 ila 1987 arasında Türkiye’yi yöneten Turgut Özal hükümetlerini de hatırlattı. 2 Mayıs’tan itibaren Türkiye’yi Trakya’dan başlayarak etkisi altına alan Sezyum izotopları, Sinop’tan başlayarak önce Orta Karadeniz’e daha sonra da Doğu Karadeniz’e ulaşmış ve ardından tüm ülkenin üzerinden geçmişti. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral ise Günaydın gazetesine verdiği demeçte şöyle diyordu: “Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir”. Bu suçlama ile Bahçeli’nin iftirası aslında birbirine çok benzeyen, hedef gösteren ithamlardı.

Para sağlıktan önce gelir

Fahrettin Koca’nın gerçek vaka sayılarını gizleme nedenlerinden birinin, turizm sezonunda Türkiye’nin kara listeye alınmaması olduğu artık neredeyse herkesçe kabul gören bir iddia. İlginç bir tesadüf, Cahit Aral da aynı gerekçeyle radyasyon haberlerinden yakınmıştı: “Radyasyon haberlerinin büyütülmesi yüzünden turizmimiz de ticaretimiz de aksadı”. 1986 ile 2020 Türkiye’sinin ortak özelliği, insan yaşamı ile ticaret arasında tercih yapmak zorunda kalınca istikrarlı bir şekilde “para”yı seçmesi.

Maske dağıtamayanlar iyot tableti nasıl dağıtacak?

Çernobil sonucunda binlerce çocuğun tiroid kanseri olduğunu biliyoruz. Kazadan hemen sonra, birçok çocuğu tiroid kanserinden kurtaracak iyot tablertleri dağıtılsa Çernobil’de kayıplar çok daha az olabilirdi. Koronavirüs salgını Türkiye’nin de Sovyetler gibi nükleer kazaya karşı hazırlıksız olduğunu gösterdi. İnsanlar aylarca 5 adet maske bekledi. Mersin’de nükleer santral yaptıran hükümet, olası bir kazada bölgede yaşayan insanlara birkaç saat içinde bu tabletleri dağıtacak yeteneğe ve onları tahliye edecek organizasasyon gücüne sahip olmadığını 5 adet kağıt maske dağıtamayarak itiraf etti. Salgın sırasında bu yetersizlikleri de görmüş olduk.

Halka başka kendine başka

1986 yılında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olan Ahmed Yüksel Özemre, “Et, süt ve balığı çekinmeden yiyin” derken, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren de, “Midem rahatsız, onun için ıhlamur içiyorum” diyordu. Evren’e Özal da şu sözlerle katıldı: “Korkamadan çay içilebilir, radyasyonlu çay lezzetli oluyor”. Kenan Evren kamuoyuna bunları söylerken, kendi çayını, radyasyon olup olmadığını öğrenmek için şoförüyle ODTÜ’ye gönderiyordu. Covid-19 ile mücadelede sıkça gördüğümüz bir durum var. AKP hükümeti ve iktidara yakın kişilerin, herkesin uyması için koyulan yasalara uymadığını ve cezalandırılmadığını görüyoruz. Sokakta maskesiz dolaşana, denize girene ceza kesen hükümet, cenazelerde, partisinin kongrelerinde kuralları ve güvenli mesafeyi hiçe sayıyor. Herkese yap dediğini kendi yapmıyor. 80 darbesinin devamı olan hükümetle bugünkü yönetim arasındaki davranış benzerliği ilginç değil mi?

Hep o dış güçler

Salgın ve radyasyonla mücadelede dünyayı kıskandıracak yöntemler bulma konusunda da Erdoğan ve Özal hükümetleri birbiriyle yarışıyor. TAEK Başkanı Özemre’nin övünerek anlattığı bir yöntem, radyasyona bulaşmış çaylarla bulaşmamış olanları harmanlayarak çaydaki radyasyon seviyesinin düşürülmesiydi. Böylece, sınır değerlerin altında radyasyon içeren daha fazla çayınız oluyordu ve piyasaya sürülebiliyordu. Elbette kimse radyasyonda sınır değeri olmaz diyen bilim insanlarını dinlemedi. Aslında her doz zararlıydı, marifet az radyasyon almak değil hiç almamaktı. Bu yöntemle kirlenmemiş çaylar da kirlendi. İktidar, o çayı içen insanların başka kaynaklardan da radyasyon alabileceğini ve aldığı dozun sınır değerlerin üzerine çıkabileceğini düşünmüyordu. Mesele itibarı zedelenen “Türk Çayı”nı kurtarmaktı. Özemre böyle iddia ediyordu: “…Avrupa çay tröstü kendisine kuvvetli bir rakip olarak gördüğü Türk çayını rezil etmek ve pazarladığı Hint ve Seylan çaylarına Türkiye'de pazar açmak için aynı oyuna başvurmaktadır”. Neyse ki “çay tröstü” halkın kanser olması pahasına bertaraf edildi.

Akla ve mantığa aykırı önlemler

Covid salgınıyla “mücadelede” mevcut hükümetin bulduğu yöntemler de 86’daki Özal hükümetini aratmayacak kadar yaratıcı. Covid salgınının yayılmaması için içki, daha sonra gıda dışında neredeyse her şeyi yasaklamak, parkta dolaşamamak ama alışveriş merkezlerine gidebilmek ilk akla gelenler arasında. Turistler hasta olup olmadığını kanıtlamak zorunda olmadan Türkiye’ye gelirken, Türkiye’de yaşayanların denize girmesini yasaklamak da çok konuşulan bir yöntem oldu. Camide toplu halde namaz kılmaya ve stadyumda maç izlemeye izin vermek ama aynı zamanda site bahçesinde yürümeyi yasaklamak da tüm dünyada ilgi gören örnek mücadele önlemleri arasına alındı.

Ünlülerle propaganda her dönemin favorisi

Bir başka yöntem de ünlüleri kullanarak her şeyin normal olduğuna halkı ikna etmekti. Çernobil zamanında da bazı ünlü kişiler hükümetin bu bilim tanımaz işlerini aklamasına yardım ediyordu. Hülya Avşar gibi uzmanlar, “Acı patlıcanı radyasyon çalmaz” diyerek hükümetin politikasını destekledi. Salgının ilk günlerinde verilen konserleri hatırladınız sanırım.

Çernobil’den gelen radyasyon ile koronavirüse karşı, 35 yıl arayla iki “farklı” hükümet tarafından ortaya konulan “mücadele yöntemleri” Türkiye’nin iş, bilim ve yaşama gelince nasıl yerinde saydığının bir göstergesi değil mi?