Pivot değil 'pilot' santrafor

Beşiktaş: 0 – Galatasaray: 0 (Maç analizi) 
 
Özgür Gürbüz - Beyazformasiyahsort - 22 Kasım 2011

Maçı mı anlatsam yoksa maçtan önce stada girişte yaşanan rezilliği mi, açıkçası bilemedim. Saatlerce itiş kakış içerisinde stada girmeye çalıştık. En az bir saat böyle bir hengâmede kaldık. Maça 10 dakika kala ilgililer turnikelerin yanındaki kapıları açıp biletleri el yordamıyla kontrol etmeye başladılar. Bu arada biletsiz onlarca kişi içeri girdi. Maç başlamasına birkaç dakika kala kendimizi içeri zor attık. Bu rezaletin sorumlusu kim? Kulüp, stad yönetimi ya da Federasyon bir açıklama yapar mı acaba? İkinci dünya vatandaşı olmak böyle bir şey olsa gerek.

Maça gelince... Oynanan futbol bizim ligimize özgüydü. Mücadelesi bol, estetiği az. Beşiktaş maçın büyük bir bölümünde gole daha yakın taraftı. Çok sayıda pozisyona girdi. “Biraz da şans olacak” dedirten pozisyonlar vardı. Almeida'nın, Simao'nun direğin hatırını soran pozisyonları gibi. Almeida'nın maç sonunda attığı gol de haftanın tartışma konusu olacak. Malum yorumculara yine ekmek çıktı. Hep söylediğim gibi, hakemlere kızmaktansa işi hakemlere bırakmayacak bir futbol oynamak lazım.

Almeida'dan bahsetmeli. Bu maçta da, ister istemez pivot santrafor görevini üstlendiği anlar oldu. Hava toplarını yere güzel indirdi, doğru yerlerde pozisyon aldı. Pivot değil, pilot santrafor mübarek. Kalkışı, zamanlaması, fiziğini doğru kullanması ve topu arkadaşına indirişi harika. Kendisine yakın oynayan bir hücum oyuncusu ya da hücuma dönük bir orta saha oyuncusu takımda olsa çok şey değişecek. Egemen'le birlikte Beşiktaş maçlarında izlemekten zevk aldığım iki oyuncudan biri Almeida. Takıma katkısı büyük.

Quaresma'dan da bahsetmek lazım. Beşiktaş Quaresma'dan faydalanmak istiyorsa onu topla mümkün olduğunca geç ve kanatlarda buluşturmalı. Karşısında bir kişi kaldığında geçip orta yapma şansı çok fazla ama önünde 2-3 kişi varken topu kaybetme olasılığı da bir o kadar yüksek. Futbolu kendi başına oynayan bir oyuncu. Yetenekleri nedeniyle kendisinden büyük bir beklenti var. Yalnız Quaresma bu beklentiyi yanlış algılıyor. Kendisinin tek başına takımı kurtarması gerektiğini düşünüyor adeta. O nedenle topu alınca, sonuca gidene ya da sonuca ulaşacak pozisyona kendisini sokana kadar topu geri vermiyor. Bu psikolojik bir sorun, Serdar Özkan ve İbrahim Akın'da da vardı. Bu psikolojik sorunu kolay kolay çözemeyeceği için Quaresma'yla topu sonuca en yakın noktalarda buluşturmak çok daha mantıklı. Böylece top kaybetme olasılığı aza iner. Ancak bunu Beşiktaş orta sahasında yapabilecek oyuncu sayısı az. Guti gitti. Fernandes eldekilerin en iyisi, sırtı dönük top alabilecek, sağ ve sol kanatta Quaresma ile topu buluşturabilecek yetenekte ama başka sorunları var. Takıma girebilenler içinde sadece Fabian Ernst böyle bir rol üstlenebilir ama o da hücüm özelliğinin kısıtlı olması nedeniyle aranan kişi değil. Bu şartlarda Beşiktaş'ın Quaresma'dan faydalanması giderek zorlaşıyor.

Necip maça çok iyi başladı ama hemen sakatlandı. Talihsizdi. Beşiktaş'ın maçı lehine çevirmesi için aranan kan orta sahada pres yaparak topu kapmaktı. Galatasaray orta sahası prese yanıt veremeyecek bir havadaydı belki de yorgundu. Nitekim Necip girer girmez iki top kaptı, ikisi de pozisyon yarattı ama sakatlanmasıyla Carvalhal'in bu hamlesi de meyvesini veremedi. Maçın yanan tek ateşi Beşiktaş da bu dakikadan sonra söndü ve maç aslında orada bitti. Diğer Beşiktaşlı oyuncular ise bildiğiniz gibiydi, ne kötü ne de çok iyi...

Seyirciye stada girerken “turnike” eziyetini çektirenlere kızdığım kadar, maçın sonunda sahaya elinde ne varsa atan o seyirciye de kızdım. Galatasaray'ın Beşiktaş deplasmanından bir puan çıkarmak için zaman çalmaya çalışması da önemli bir şey. Keyfini çıkarmak lazım ama sahaya şişe atarak değil.

Et yemek istemediği için ölecek mi?

Sizce Sadullah Ergin Kırıkkale Cezaevi'ne gidip Osman Evcin'den özür diler mi? Çok geç olmadan bu insanlık ayıbına bir son verir mi ?

Özgür Gürbüz-Birgün / 20 Kasım 2011

Osman Evcan açlık grevinden 2 ay önce ailesiyle
Adı Mahmut. Mahmut'un işi Türkiye'de yolunda gitmemiş. Bir yolunu bulmuş ve Fransa'ya yerleşmiş. Kendisine yeni bir hayat kurmak üzereyken, kendi deyimiyle “şeytana uymuş” ve gasptan yakalanıp hapse atılmış. Mahmut inançlı biri, sünni müslüman. Hapiste oruç tutuyor, namaz kılıyor ve yediklerine dikkat ediyor. Kendisine verilen yemeklerde domuz eti yok ama onun içi rahat değil. Et yemeklerini yemediği gibi, yemeklerin piştiği yerleri de göremediğinden kendisine etsiz yemek verilmesini talep ediyor. Hatta, mümkünse vegan yemekler yemek istiyor. Çünkü yumurta ve süt gibi hayvansal besinleri sağlayan hayvanların yine islama uygun olmayan ürünlerle beslendiğini düşünüyor. Hapishane yönetimi ise hiç oralı değil. Mahmut'un isteklerini yerine getirmiyor. Mahmut hemen hemen her gün aç yatıyor, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden yardım istiyor.

Tasalanmayın, yukarıda yazdıklarım gerçek değil. Zaten gerçek olsaydı şimdiye kadar bin kere Mahmut'un adını duymuş olurdunuz. Tüm Türkiye şimdi Mahmut'u konuşuyordu. Malum gazeteler “Müslüman Mahkuma İşkence” diye başlıklar atarlar, Mahmut için kampanya başlatırlardı. Belki de Başbakan ilk Fransa ziyaretinde, “Siz Mahmut'u aç bırakmayı iyi bilirsiniz” diye nutuk atardı.

Adı Osman, soyadı Evcan. Osman gasptan 17 yıl ceza almış. Şartlı salıverilmeden yararlanarak dışarı çıkmış ama daha sonra bildiri dağıtmaktan tekrar içeri alınmış ve müebbet hapse mahkum edilmiş. 19 yıldır hapiste. Tutukluluğunun son dört yılını Kırıkkale F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu'nda geçirmiş. Osman anarşist düşünceye sahip ve vegan. Yani aynı bu yazının hayali kahramanı Mahmut gibi sadece bitkilerle beslenmek istiyor, hayvansal ürünleri yemeyi reddediyor. Cezaevinden kendisine vegan yemekler verilmesini istemiş ama bu isteği tam olarak karşılanmamış. Evcan 4 Kasım'dan bu yana açlık grevinde. Sadece su içiyor ve şeker ya da mineral takviyesi almıyor.

11 YILDIR AYNI DERT
Endişelenebilirsiniz çünkü bu yazdıklarımın hepsi gerçek. Osman'ın cezaevinde verilen yemeklerle ilgili ilk şikayetleri bildiğim kadarıyla 2002 yılında başlamış. Osman, ailesine kendisine verilen yemeklerin beyninde uyuşma, vücudunda sancılar ve tırnaklarında morarmalara neden olduğunu söylemiş. O zamanlar Samsun Cezaevi'nde yatıyordu. İstekleri karşılanmadığı için Kırşehir'e naklini istedi ama görülen o ki Kırşehirde de durum farklı değil.

Osman Evcan bu eylemiyle hem kendi sorununa çözüm arıyor hem de diğer cezaevlerindeki benzer sorun ve hak ihlalinin giderilmesini istiyor. Açlık greviyle hayvanlara, doğaya, kadınlara uygulanan şiddete, kendisine üç günlük açlık greviyle omuz veren koğuş arkadaşı Sadık Aksu ve Elbistan E tipi cezaevindeki üç vejetaryen mahkûma da destek vermeye çalışıyor. Açlık grevi yapmış, tutuklu vicdanî retçi İnan Süver'e de bir dayanışma selamı gönderiyor.

Şimdi Osman'la Mahmut'un yerlerini değiştirin. Sizce Osman dini inançlarından dolayı bir talepte bulunsaydı aynı sonuçlarla karşılaşır mıydı? Halbuki arada hiçbir fark yok. Osman'ınki de inanç temelli bir davranış, Mahmut'unki de. Burada tek kıstas inancınızın devletin savunduğu veya tanıdığı resmi inançla örtüşüp örtüşmediği. Aynı cemevlerinin ibadet yeri kabul edilmeyişinde olduğu gibi. 15-20 milyon insan benim ibadethanem burası diyor, hükümet orası ibadethane değil, sen bilmezsin diye yanıt veriyor.

JACK STRAW ÖZÜR DİLEMİŞTİ
2008 yılının Ramazan ayında İngiltere'nin Leeds kentindeki bir hapishanede müslüman mahkumlara yanlışlıkla domuz eti verilmişti. Mahkumların şikayeti sonucu durum ortaya çıktı. Dönemin İngiltere Adalet Bakanı Jack Straw müslüman tutuklulardan daha sonra özür diledi.

Şimdi eski İngiltere Adalet Bakanı Jack Straw ile Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in yerlerini değiştirin. Sizce Sadullah Ergin Kırıkkale Cezaevi'ne gidip Osman Evcin'den özür diler mi? Çok geç olmadan bu insanlık ayıbına bir son verir mi?

Not: Ayrıntılı bilgi için: http://osmanayemek.tumblr.com/

000 Kitap - Dokunan Yanar

Özgürlükleri kısıtlamak isteyenlerin karşısında başımız dik duruyoruz çünkü doğrusu bu. Ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?
Aşağıda bugün yapılan basın açıklaması var, fazla söze gerek yok...

Basın açıklamasının tam metni:
Bizler, kısaca ANGA’lar, yani Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşlarıyız. Meslektaşlarımız Ahmet Şık’ın ve Nedim Şener’in gazetecilik, sadece ve sahici gazetecilik yaptıkları için tutuklanmalarını basın özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne, demokrasiye yönelmişbir saldırı olarak gördük ve bir araya geldik.

Tutuklanması yetmiyormuş gibi Ahmet Şık arkadaşımızın kitabı İmamın Ordusu’nun daha yayınlanmadan yasaklanması, dahası bir suç kanıtı olarak gösterilmesi öfkemizi kabarttı, demokrasiyle ve özgürlüğe olan bağlılığımızı biledi.
Bizler gazetecilerin mesleklerini yaptıkları için tutuklanmadıkları, yaptıkları haberlerin engellenmediği, yazdıkları kitapların yasaklanmadığı bir Türkiye için mücadele ediyoruz.
Mesleğimiz inat ve sabır gerektirir. Bizler de sabırlı, inatçı ve kararlıyız. Ahmet Şık ve Nedim Şener arkadaşlarımız özgürlüklerine kavuşana dek sabrımızı bileyecek, inadımızı güçlendirecek, kararlılığımızı koruyacak ve itirazımızı sürekli kılacağız. Daha kestirme söyleyelim: Yansak da dokunacağız...
Bugün bizim için anlamlı bir gün. Çoğunluğunu gazetecilerin oluşturduğu, aralarında Ahmet Şık arkadaşımızın da yer aldığı 125 yazarın ortak ürünü olan bir kitap gün ışığına çıktı. Adı 000Kitap. Alt başlığı “Dokunan yanar”.
Şu anda elimizde tuttuğumuz bu kitabı biri yazdı; birileri düzeltti; birileri redakte etti; birileri noktalama işaretlerini denetledi; birileri yazım kusurlarını elden geçirdi; birileri düşük cümle olup olmadığını kontrol etti; birileri ön okuma; birileri son okuma süreçlerinde görev aldı ve 125 yazarın tümü de kitabın sorumluluğunu üstlendi.
Bu aydın imecesini ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yürekli bir adım olarak görüyor ve yürekten selamlıyor, yürekten destekliyoruz.

Kütahya'daki gümüş madeni ve siyanür havuzu

Bu fotoğrafı şans eseri uçaktan çektim. Kütahya'daki gümüş madeninin siyanürlü atık barajındaki duvarlardan biri çökmüştü. Barajın ve madenin havadan görünümü. Çöken duvar çok net bir şekilde görülebiliyor. Bu kazadan sonra yetkililer sızıntı olmadığını söylemiş, Ekim ayında ise Eti Gümüş'e 5 milyon TL'nin üzerinde ceza kesilmişti.
Eti Gümüş'e ait maden ve siyanür havuzu. Foto: Ö. Gürbüz

Fukuşima, Van ve Akkuyu

Özgür Gürbüz-Birgün / 6 Kasım 2011

11 Mart 2011'de Japonya'daki depremin ardından Fukuşima Nükleer Santrali'nde dünyanın en büyük nükleer kazalarından biri meydana geldi. Yaklaşık 90 bin kişi evlerini terk etti. O gün bugündür prefabrik evlerde veya toplu halde belli merkezlerde yaşıyorlar. Santrale 20 km kala yasak bölge başlıyor. Mali değeri bugün 20 milyar doları bulan dört reaktör hurdaya çıktı. Nükleer santralin işletmecisi Tepco firmasının ödeyeceği tazminatların 52 milyar doları bulabileceği belirtiliyor. Kyodo kaynaklı bir habere göre radyoaktif kirliliğe maruz kalmış bölgelerin temizliği için ayrılan miktar da 2,87 milyar ABD doları.
 
İşçiler aylardır radyoaktif kirlenmeye maruz kalmış toprakları temizlemeye çalışıyor. Öncelikle okullar taranıyor. Radyasyon bulaşmış toprak ve malzemeler geçici merkezlere taşınıyor. Tüm bu kirlenmiş toprak ve malzeme insanlardan yıllarca uzak kalması gereken bir yerde toplanacak. Sadece toprak değil su da kirlendi. Fransız Nükleer Güvenlik Enstitüsü, dünya tarihinde denizlerdeki en büyük radyoaktif kirlenmenin gerçekleştiğini söylüyor. Tahminleri 27 bin tera bekerel değerinde radyoaktif sezyum-137'nin okyanusa sızdığı yönünde. Hiroşima'da bu rakam 89 tera bekereldi. Fukuşima ilindeki sularda yapılan ölçümler, bölgede bulunan sezyum-137 izotopunun 11 Mart öncesine göre 58 kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Başka bir tahmin, havaya 35 bin 800 bekerel sezyum-137 bırakıldığını öne sürüyor. Sezyum-137'inin yarılanma ömrü 30 yıl. Etkisini yitirmesi için 10 ‘yarı ömür’ geçmeli. Bir başka deyişle 300 yıl boyunca radyoaktif.

Çernobil İtfaiyeciler Anıtı Foto: Ö. Gürbüz
Bu veriler en çok evlerine dönmek isteyen binlerce Japonu düşündürüyor olmalı. Santralde temizlik çalışmalarına devam eden işçilerin ölüm haberleri de gelmeye başladı. 6 Ekim 2011 tarihinde üçüncü işçi öldü. Tepco, bu ölümün de önceki iki ölüm gibi radyasyona maruz kalma nedeniyle gerçekleşmediğini açıkladı, fazla çalışmayla ilgili olmadığını da ekledi. 50 yaşlarında, adına gazete haberlerinde rastlayamadığım bu işçi, 5 Ekim Çarşamba sabahı rahatsızlanmış ve bir gün sonra ölmüş. Santralde ölümünden 46 gün önce işe başlamış. Çernobil'de, yangına hayatları pahasına müdahale eden itfaiyeciler için bir anıt var. Umarım Japonlar da bu isimsiz kahramanlarını unutmaz. Ölümlerin nedenini kesin olarak bilmek, açıklanan rakamların doğruluğuna inanıp inanmamak sizin elinizde. Her nükleer kazada olduğu gibi sivil halkın gerçek verilere ulaşması belki yıllar alacak.

1 MİLYON KİŞİYE ÇADIRINIZ VAR MI?
Ben bu satırları yazarken, kontrol altına alındığı sanılan nükleer reaksiyonun yeniden başladığına dair Fukuşima’dan haberler geliyordu. Ben bunları yazarken Van’da çadır tartışmaları sürüyor, Enerji Bakanı Taner Yıldız, Akkuyu’da fay hattının 120 kilometre uzakta olduğunu söylüyordu. Van’da fay hattı yok denilen yerde deprem olduğundan hiç bahsetmeden, Ecemiş Fay hattı’nı hiçe sayarak. Akkuyu’nun solu Alanya sağı Mersin. Nerden baksan 1 milyon nüfus. Olası bir nükleer kazada Kızılay’ın 1 milyon insana Konya Ovası’nda çadır dağıtmaya çalıştığını bir hayal edin.

Şimdi Akkuyu'daki balıkçı size, “derdiniz ne” diye sormaz mı? Sorar tabi. Son bir yıl içinde Kütahya ve Van depremini yaşayan bu ülkenin vatandaşları size, “canımıza kastınız mı var, neden bu nükleer inat” diye sormaz mı? Onlar da sorar ama yanıt alamaz. Çünkü hükümetin demokrasi kültürü eksik. İleri değil ‘geri’ demokrasi mübarek. Nükleer enerji konusunu şu ana kadar hükümetten kaç kişi karşımıza çıkıp tartışabildi? Sıfır! Akkuyu'da yaşayanların, balıkçıların sorularına kaç tanesi kayda değer bir yanıt verebildi? O da sıfır! Uzaktan gazetecilere haber yazdırmakla olmaz, çıkın da karşımıza biz biraz soru soralım.

Geçenlerde Taner Yıldız nükleer santralin stratejik bir proje olduğu için 'fizıbıl' (ekonomik) olamayabileceğini ima etti. Hatırlayın, nükleeri önce Ruslara bağımlıyız diye pazarlamak istediler sonra santrali Rus şirketine verdiler. Nükleer santraller depremden etkilenmez diyorlardı, Fukuşima sonrası bizimki en sağlamı olacak diye yarım yamalak yanıtlar verdiler. Nükleer ucuz diye bas bas bağırıyorlardı şimdi ise ucuz değil ama stratejik diyorlar. Nükleerin stratejik olan tek yanı, terör ve savaşta stratejik bir hedef olması. Batı’da en çok deprem ve terör konuları tartışılıyor, depremi, bombası eksik olmayan ülkemde ‘çıt’ yok. Akuyu'da halkı bilgilendirme ofisi açmak için kolları sıvayan Rus şirketine bir tavsiyem var. Bence o ofisi Ankara'da açın. Akkuyu'daki nükleeri biliyor ama nükleeri tüpgaz sanan Ankara’nın bilgisi hakkında ciddi şüphelerim var.

Deprem tehlikesi çılgın projelerin eseri

Özgür Gürbüz-Birgün / 30 Ekim 2011

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemini anımsayın. Erdoğan ve arkadaşları İstanbul'un kronikleşmiş sorunlarını, kentin merkezini başka yerlere taşıyarak ve kente yeni merkezler kazandırarak çözeceklerini iddia ettiler. Plan buydu. İstanbul'un sağına ve soluna bir ucu gökte, bir ucu yerde yüzlerce bina diktiler. Bahçeşehir, Beylikdüzü, Altınşehir, Kurtköy, Başakşehir... Liste uzayıp gidiyor, şehre neredeyse bir o kadar şehir daha eklendi.

1997 yılında İstanbul'un nüfusu 9 milyondu. 2000'de 10’u, 2007'de 12,5 milyonu geçti. Bugün 14-15 milyonlardan bahsediliyor. Kentin merkezi hala aynı. Taksim, Eminönü, Kadıköy ve Bakırköy gibi merkezler boşalmadığı gibi bu merkezlerden yeni eklenen ilçelere ulaşmak için yapılan yolların içi araçlarla dışı da binalarla doldu taştı. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezinin taşınamayacağı aşikârdı aslında. Kent merkezini taşıyacağız, yeni merkezler yaratacağız sloganlarının Türkçesi, “yeni rant alanları yaratacağız”dan başka bir şey değildi. Bu rant hamlesi, müteahhitlere para kazandırmakla kalsa iyi, İstanbul ve diğer birçok büyük kentte depreme dayanıksız eski binaların yerine yenilerinin yapılmasını da engelledi. Nasıl mı? Anlatayım.

Bugün İstanbul'daki 3,5 milyon konutun 2 milyonunun yenilenmesi gerektiği söyleniyor. Yüzde 50’sinin kaçak olduğu belirtiliyor. İstanbul’da oturanların yarısından fazlası belki de depremde binalarının yıkılması riskiyle karşı karşıya. Bu binaların özellikle 1999’dan önce yapılanları dayanıklılık açısından çok tartışmalı. Nerede bu konutlar? Çoğu İstanbul’un eski semtlerinde; Beşiktaş’ta, Şişli’de, Kadıköy’de. Buralardaki binaların çoğu 30 yaşını doldurmuş. 1990’ların sonlarına doğru başlayan uydu kent projeleri olmasa, müteahhitler iş yapmak için bu eski yerleşim merkezlerine gitmek, oradaki eski binaları satın alıp yerine yenilerini yapmak zorunda kalacaktı. Kenti büyütme çabaları yüzünden bu mali imkânlar yeni uydu kentlerin yaratılması için kullanıldı. İstanbul’un göbeğindeki eski binayı 10’a alıp 20’ye satmak istemeyen müteahhit, İstanbul’un dışındaki arsalara yöneldi. Bire alıp yirmiye sattı. Belediye, merkezi hükümet bu ranta dönük yapılaşma hareketini durdurmayı veya sınırlamayı düşünmedi, aksine destek oldu; yol gösterdi. Hala da devam ediyor. 12 Haziran’daki genel seçimde açıklanan yeni uydu kent projeleriyle bu eski evler, içlerinde yaşayanların başına yıkılmak üzere kaderine terk edilmiş oldu. Peki, ne yapılmalıydı?

Kentlerin yeşil sınırları olmalı
Her şeyden önce İstanbul gibi büyük kentlerin sınırlarını çizmek gerekiyor. Ben buna ‘yeşil sınır’ diyorum. Sadece kâğıt üstünde değil, fiziksel olarak da kenti çevreleyen bir orman şeridinden bahsediyorum. Kentin etrafını saran bir orman şeridi. Bu sınır çizilince kentin büyümesinin önüne geçilecek. ‘Cazip’ yatırım fırsatları ortadan kalkacak. Kâr etmek isteyen inşaat firmaları ister istemez merkezde acilen yenilenmesi gereken binalara yönelecek. Teorisi böyle ama iş o kadar kolay değil, dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta var. Eski bir binayı müteahhide verdiğinizde sizden yenisi için daha çok para ister. Oturanları mağdur etmemek için farkın devlet tarafından karşılanması veya vatandaşa çok düşük faizli kredi verilmesi gerekebilir. Deprem vergileri hükümetin cari açığını kapamak yerine bu projelere aktarılsaydı finansman sorunu çoktan hallolmuştu.

Tarihi binalar, kültürel mekanlar ve SİT alanları için farklı düşünmek lazım ama özelliği olmayan ve kumdan yapılmış dediğimiz birçok bina için bu formül hayata geçirilebilir. Geç kaldık ama zararın neresinden dönsek kâr. İstanbul’da yeni açıklanan çılgın projelerden, kanaldan ve üçüncü köprüden vazgeçip, yeşil sınırlarını çizdiğiniz bambaşka bir kent yaratabiliriz. Ankara, İzmir, Bursa da bundan farklı değil. Kentlerin yönetimi yerelin elinden alındığı için belediye başkanlarını göreve çağıramıyorum. Her şeyden önce Erdoğan’ın bu ‘ucube’ projelerden vazgeçmesi gerek. Başbakan’ın Van’daki depremden sonra yaptığı konuşma beni umutlandırmasa da bir kez daha çağrıda bulunmakta fayda var. Zaten konuşma ezberlediğimiz bir metin. İkitelli’deki sel felaketinden sonra da bunları duymamış mıydık? Kaçak yapılar yıkılacak, gecekondulara izin verilmeyecek falan filan. Sorun sadece kaçak olanlarla sınırlı değil ki! Ruhsatlı binalar çok mu sağlam?

Belki farkında değilsiniz ama uydu kentlere giden her kuruş, her yeni ‘modern hayat projesi’ sizin ölümü beklediğiniz binalardan kurtulup depreme dayanabilecek bina yapma şansınızı elinizden alıyor. Kentler büyütülüyor ve kontrol edilemez hale geliyor. Geçen hafta Yeşil Ekonomi Konferansı’da yeşil kentlerin sınırlarını tartıştık. Prof. Dr. Haluk Gerçek 2023’de 25 milyon nüfusa ulaşabilecek İstanbul’dan, Bursa’dan İkbal Polat ise kentin nüfusunu 2,5 milyondan 6,5 milyona çıkarabilecek planlardan bahsetti. Sağlam binalarda oturmak, yıkılan binalardan dostlarımızın, akrabalarımızın cesetlerini çıkarmak istemiyorsak bu çılgın projelere dur demek zorundayız. Sınırlı mali olanakları inşaat firmalarının daha az kar edeceği, hayat kurtaran, doğru kentsel dönüşüm projelerine yönlendirmeliyiz. Binalar birileri çok kâr etsin diye değil, insanlar içinde yaşasınlar diye yapılıyor. Yoksa olası bir depremde hayatta kalsak bile ömrümüz Kızılay’ın çadır kuyruklarında tükenebilir.

Türkiye'den Yeşil Bir Kent Çıkar Mı?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 26 Ekim 2011

Geçen Cumartesi günü İstanbul'da 2. Yeşil Ekonomi Konferansı düzenlendi. 2009 yapında yapılan ilkinden daha farklı bir program vardı bu yıl. Teoriden çok örneklere yer verilmişti. Bazı örnekler, iş rakamlara vurulduğunda makro ekonomik göstergeler içinde küçük, bazıları ise hafife alınamayacak kadar büyüktü. Hepsinin ortak özelliği, son günlerde sıkça gördüğümüz aslında “çevreci” bile olmayan girişimleri veya ürünleri “yeşil” diye yutturma çabalarından uzaktı.

Yeşil Düşünce Derneği ile Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin düzenlediği konferansın ana konuşmacısı Hamburg Belediyesi'nden Dr. Dirka Griesshaber'di. Hamburg Kentsel Gelişim ve Çevre Bakanlığı'nda çalışan Griesshaber, Avrupa Yeşil Başkenti Hamburg 2011 ekibinin de üyesi. Avrupa Birliği'nin benzer ödüllerinden bir tanesini İstanbul'un Kültür Başkenti seçilmesiyle öğrenmiştik. Avrupa Yeşil Başkenti ise henüz yabancı olduğumuz bir kavram zaten çok da yeni. Avrupa Komisyonu, daha yeşil (belki de çevreci demeli) kentler yaratmak için bu ödülü 2010 yılından itibaren vermeye başlamış. Amaç diğer Avrupa kentlerine örnek olabilecek şehirleri ön plana çıkartmak, yaşam kalitesini yükseltmek. Ödüle heveslenen kentlerin iyi çevresel standartlara sahip olması yetmiyor bunu uzun yıllardır sürdürüyor olması şart. Basitçe söylemek gerekirse, trafik sorunu kötüleşmeyecek, hava kalitesi düşmeyecek. İyi özellikler korunacak, kötü özellikler ise düzeltilecek.

Bu yazımı özellikle “Avrupa Yeşil Başkenti” ödülüne ayırmak istedim çünkü 2014 yılı için Türkiye'den de iki kent ödüle talip. 2010'da İsveç'ten Stockholm, 2011'de Almanya'dan Hamburg, 2012'de İspanya'dan Vitoria-Gasteiz ve 2013'de Fransa'dan Nantes'ın aldığı bu ödüle 2014 yılı için Bursa ve Trabzon da göz dikmiş. Griesshaber'in Hamburg sunumunu dinledikten sonra Bursa ve Trabzon'un şansı konusunda kafamda birçok soru işareti oluşsa da, iki kentin "çıldırmak" yerine "yeşermeyi" amaçlayan idealler peşinde koşmasından mutluluk duydum. Gelelim Hamburg'a...

Su şebekesinde kayıp oranı sadece yüzde 4
Yeşil Başkent olmayı amaçlayan kentlerin öncelikle ciddi iklim hedefleri belirlemeleri şart. Hamburg'un 2020 yılında karbondioksit emisyonlarını 1990'a göre yüzde 40, 2050'de ise yüzde 80 oranında azaltma hedefi var. Dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşıyor ve dünyada seragazlarının yüzde 80'e yakını kent ve kentle ilişkili üretim çabaları sonucu ortaya çıkıyor. Sadece iklim değil tabi. Hamburg kişi başına düşen yeşil alan büyüklüğü, su tüketiminin azlığı gibi konularda da öne çıkıyor. Kentin yüzde 40'ı park, orman ve insanların tarım yapabildikleri kent bahçelerinden oluşuyor. Hamburg'ta BM Kültür Mirası kapsamında bir park bile var. Kentte kişi başına düşen su tüketimi günde 110 litre. 1997'de bu rakam 125 litreymiş; gelişmek için daha fazla tüketmek gerektiğini söyleyenler duysun! İstanbul içinse 150 ile 200 litre(1) gibi rakamlar veriliyor. İstanbul'da şebeke kaybı için yüzde 25'lerden, başka iller içinse yüzde 70'lere varan rakamlardan bahsediliyor. Hamburg'ta rakam net ve sadece yüzde 4! Helsinki de bile bu yüzde 40'ları buluyormuş.

Almanya'nın ikinci büyük kenti
Metro hatları, bisiklet yolları, yayalara ayrılmış kent merkezleri, pasif binaları, eko mimari örnekleriyle Hamburg bugünün büyük kentleri için örnek bir model. Yeşil Başkent için yapılan sıralamada belli kıstaslar var. Hamburg atık su, iklim ve çevre yönetimi konularında Avrupa'nın en iyisi. Ulaşımda Amsterdam, temiz havada Oslo, gürültü kirliliğiyle mücadelede Stockholm ilk sırada. Hamburg çok küçük bir yer de sayılmaz. 4 milyon 300 bin nüfus ve bunun 1 milyon 800 bini kent merkezinde yaşıyor. Endüstri ve ekonomi merkezi, Avrupa'nın üçüncü büyük limanı. 500 büyük endüstriyel şirkete ve artan bir nüfusa ev sahipliği yapıyor. Almanya'nın ikinci, Avrupa'nın 13. büyük kenti. Daha fazla yazmaya gerek yok sanırım.

Yavaş kent kadar yeşil kent de lazım
Türkiye'de Seferihisar'dan sonra Gökçeada, Taraklı, Akyaka ve Yenipazar “aheste şehir” (yavaş şehir) hareketine katıldı. Bazı tereddütler olmakla birlikte olumlu bir başlangıç ancak bizim sorunumuz büyük kent takıntısında ve dolayısıyla büyük kentlerde. Mevcut sorunlarını bile çözmekten aciz olduğumuz bu kentleri büyütmek yerine yeşertmeye ihtiyacımız var. Almanya ve Türkiye'nin ekonomik ve sosyal koşulları tabi ki farklı ama bugün başta İstanbul olmak üzere kentlerimizin yaşanılabilirlik açısından dünyadaki benzerlerinin çok gerisinde yer almasının bahanesi yok. Hamburg örneğini bu yüzden kaleme aldım. Önce fikir olacak ki, o fikri hayata geçirmek için eylem ardından gelsin.

Yeşil ekonomi konferansının enerjiden ekonomiye kadar başka çıktıları da var.
Onlar da bir başka yazıya artık.

http://www2.cevreorman.gov.tr/OtellerdeVerim.html

HES mağdurları AKP'ye kızgın

“Başbakan seçim meydanlarında elinizi vicdanınıza koyup oy verin diyordu. Bu HES'ler yapıldıktan sonra O (Başbakan) elini vicdanına koyup buradan oy istesin”.

Özgür Gürbüz-Birgün / 23 Ekim 2011

Bir hafta önce Erzurum'un Tortum ilçesindeydim. Kırsal Kalkınma Girişimi'nin toplantısına katıldım ve dilim döndüğünce Türkiye'nin enerji alanında yaşadığı sorunları anlattım, çözüm önerilerimi 

Çoruh'da bir HES inşaatı
paylaştım. Tarımla uğraşan, susuz bir hayatı düşünemeyen bu dostların HES'ler (hidroelektrik santrali) hakkında neler düşündüklerini de öğrenme fırsatım oldu. Çoruh'taki inşaatlar hızla sürüyor. Dere dev kayalardan ve dozerlerden geçilmiyor. Yusufeli izlenimlerini bir başka yazıya bırakıp, Tortum'da HES'le yatıp HES'le kalkan köylülerin tasalarını, bölgede değişen politik havayı dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Erzurum, Türkiye'de HES sorununu en çok hisseden illerden biri. Enerji Piyasası Denetleme Kurulu'nun (EPDK) istatistiklerine göre yapım halinde 600 HES var. Bunların yüzde yüzde 40'ı Karadeniz'de. Doğu Anadolu'da ise 110 HES inşaatı var ve bunların üçte biri Erzurum'da. Son günlerde Tortum ilçesinin Bağbaşı beldesindeki HES ayaklanması medyaya yansımıştı. 17 yaşındaki Leyla ve hidroelektrik santrale karşı çıkanlara verilen konuşma yasağı akıllara durgunluk verecek nitelikteydi. Bu köşede “Dilini de kesseydiniz” başlığıyla yazdık.

Uzundere'ye vardığımızda ilk kötü haber Bağbaşı'ndan geldi. Açılan yedi davanın hepsi kaybedilmiş, hemen ardından iş makinaları, anlatıldığına göre 800 polis eşliğinde beldeye girmiş. Bağbaşı'nda hemen hemen herkese ceza almış, ikinci bir cezada hapse atılmaları söz konusu. Bu nedenle köylüler ağlayarak izlemiş olan biteni. Uzundere'ye gelen bazı yöre sakinleri hayatlarında ilk kez çevik kuvvet gördüklerini anlattı. Biraz zaman darlığı, biraz Yusufeli programının uzaması yüzünden Bağbaşı'na gidemedik ama hemen yanındaki Dikmen'de köylülerle sohbet ettik. Durum orada da aynıydı. Zaten gittiğimiz hemen hemen her köyde belanın adı HES.

Pekmezi kavaktan yapmıyoruz
Dikmen'in içinden geçen dere köyün her şeyi. 180 hanenin geçim kaynağı su. Dere kenarındaki küçük topraklarda meyve ve sebze üretiliyor. İklim buralarda Erzurum'dan farklı, neredeyse her şey yetişiyor. Yusufeli'ye doğru giderseniz zeytin bile var. Köyde, Şakir ve Zakir Coşkun kardeşlerle konuşuyoruz. Şakir, köyün üç kilometre yukarısında, Serdarlı beldesinde bir HES projesi olduğunu söylüyor. Makinalar köye ilk, bundan iki yıl önce gelmiş, halk istememiş. “Gidin dedik” diyor, hukuki süreç başlattıklarını anlatıyor. Biraz da itiş kakışla inşaat geciktirilmiş. Şakir, “Daha önce jandarma geliyordu, şimdi çevik kuvvet geliyor. Bizim halkımız zaten fazla taşkınlık yapmaz. Bayanlar itiraz ediyor ama onların sayısı da çok değil. Fazla taşkınlık yapanları gözaltına alıyorlar” diyor. Kendisi çiftçi. Bir günlük sigortam yok diye yakınıyor. Haklı çünkü bölge ovalık değil. Dere kenarındaki topraklar karış karış değerlendirilerek tarım yapılıyor.

Şakir ÇED raporlarından şikâyetçi. “Raporlarda burada sadece söğüt, kavak var denmiş. Hâlbuki tam tersi. Vişne, elma, armut, dut... Pekmez yapıp satıyoruz duttan. Pekmezi kavaktan yapmıyoruz herhalde” diyor. İki kardeşe Bağbaşı'ndaki direnişe desteğe gidip gitmediklerini soruyorum. Hepimiz biriz diyorlar ama köyler arasında birbirine destek olan az. Herkes kendi köyünü kurtarmaya çalışıyor. Bağbaşı'ndan gelen kötü haber onların da moralini bozmuş. Daha umutsuzlar. Zakir köyden göç edip İzmir'e gideli çok olmuş, yazları ziyarete geliyor. Şakir ise HES yapılırsa kendisine de göç yolunun gözükeceğini söylüyor. O da konuştuğumuz hemen hemen herkes gibi şirketin taahhüt etiği can suyunu bırakacağına inanmıyor.

HES'ler parti değiştirtiyor
Türkiye'de genelde çevre sorunları politikadan bağımsız kabul edilir; sorunların çözülememesinin asıl nedeni de budur. Tortum'da beni en çok şaşırtan ve umutlandıran politika ile çevre sorunları arasındaki 

Mahkeme kararıyla suyuna kavuşan
Tortum şelalesi
bağın kurulmaya başlanmasıydı. Bölgede neredeyse herkes AKP'ye oy vermiş. Bağbaşı'nda belediye başkanı ve meclis üyeleri partiden istifa ettiler. Bazıları CHP'ye geçmiş. Dikmen'de konuştuğum iki kardeşten Zakir MHP'li, Şakir ise AKP'liymiş. Köy, referandum ve seçim öncesi sandığı boykot etmeyi de konuşmuş ama başaramamış. Bazıları, “ne alakası var”, bazıları da “başka partiye verirsek daha fazla tepki alırız” demiş. Kimileri de, “bu vadiyle AK Parti'nin oyu değişmez” diyerek sandıkta protestoyu önlemiş.


Tortum'daki politik havayı anlatması için son söz Şakir Coşkun'un: “Bizim bölge genelde sağ partilere oy verir. Dinden falan değil, ülkeyi kimin daha iyi yöneteceğine inanırsa ona oy verir. Yoksa Necmettin Erbakan'a oy verirdi; vermedi. Ben ileriki seçimde hükümetin bunun cezasını çekeceğini düşünüyorum. Başbakan seçim meydanlarında elinizi vicdanınıza koyup oy verin diyordu. Bu HES'ler yapıldıktan sonra O (Başbakan) elini vicdanına koyup buradan oy istesin. O zaman vatandaş elini vicdanına koyup oy verecek. Halk bu kadar sana inanmışken... Ben de Ak Partiliyim ama bundan sonra AK partili olmam zor. Su giderse Ak Parti'yi biz kaybederiz, Ak Parti de bizi kaybeder”.