Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Güneş olmazsa müzik de olmaz
Yaz konserleri bir başka olur, hele de yukarıda yıldızlar, yakınlarda deniz varsa. Konser boyunca yağmur yağsa bile fark etmez. 4 Temmuz 2010 Pazar günü Heybeliada'da gerçekleştirilecek konser ise diğer yaz konserlerinden de farklı olacağa benziyor. Konser boyunca sahnede yer alacak her türlü elektrikli aletin enerjisi güneşten sağlanacak. Fotovoltaik paneller vasıtasıyla elektrik enerjisine çevrilen güneş ışınları, “Serap Yağız ve Suların Uğultusu” grubunun seslendireceği şarkılar için nota olup, adaya yayılacak.
Heinrich Böll Stiftung Derneği ile Adalar Belediyesi’nin desteği ve işbirliği ile Pazar günü Heybeliada’da “Serap Yağız ve Suların Uğultusu” grubunun yer alacağı bir konser düzenleniyor. Sahne için gerekli elektrikli aletlerin sadece güneş enerjisiyle çalıştırılacağı konser herkese açık ve ücretsiz. Konser, Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin 3-8 Temmuz 2010 tarihinde Heybeliada’da düzenlediği “İklim Değişikliği, Akıllı Enerji Politikaları ve Nükleer Enerji” başlıklı yaz okulu kapsamında gerçekleştiriliyor. Yaz okulunda öğrenilenlerin hayata geçirildiği, öğrencilerin teoriyi pratikle birleştirdikleri bir deneyim aslında. Elimizin altındaki, pardon, başımızın üstündeki güneş enerjisini aslında hayatın her alanında kullanabileceğimize güzel bir örnek olan, güneş enerjili müzik konserleri, adeta müziğin de “çevrecisi” olur diyor.
Fikir babası Taner Öngür'e teşekkür etmeden bu yazıyı bitirseydik bir şeyler eksik kalırdı. Taner Öngür, güneş olmazsa yaşamın da olmayacağını anlamış sayılı insanlardan. Güneş olmazsa hiçbir şey olmaz, müzik de olmaz diyenler ve Serap Yağız ve Suların Uğultusu'nun söyleyeceği güneş şarkılarına eşlik etmek isteyenler, Heybeliada planlarını şimdiden yapsa iyi olacak.
Müdür Bey’in karbon ayak izi
İstanbul’un Eyüp İlçesi Milli Eğitim Müdürlüğü’nü dört yıldır vekaleten yürüten ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın akrabasi olan Güsamettin Erdoğan’ın, son 4 yılda 160 ülkeyi dolaştığına ilişkin Haberturk gazetesinde Sultan Uçar imzasıyla çıkan haber düşündürücüdür. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce tarafından Büyük Millet Meclisi’ne verilen soru önergesinde yer alan, bu gezilerin kimin parasıyla yapıldığı, nasıl zaman bulunduğu gibi yerinde sorulmuş sorulara ek olarak, birkaç soru da ben sormak istiyorum.
Acaba Sayın Erdoğan, kaplan kucaklayarak, devlete ait olmayan belli bir cemaate ait okulları gezerek sürdürdüğü Türkiye’nin örf ve adetlerini tanıtma kampanyası sırasında kendi başına bir çevre katliamı yaptığının farkında mıdır? Bir eğitmen olarak, Sayın Güsamettin Erdoğan acaba küresel ısınma hakkında en ufak bir bilgiye sahip midir? Dört yılda 160 ülke gezmek için oldukça sıkça uçağa bindiğini tahmin ettiğimiz Milli Eğitim görevlisinden bir ricamız var. Vakit bulup da bir gün matematik dersine girebilirse, kendi karbon ayak izini sınıftaki öğrencilere hesaplatmasını rica ediyorum. Daha sonra da yol açtığı çevre katliamının faturasını, Milli Eğitim Müdürlüğü’nün resmi sitesine yerleştirdiği gezi fotoğrafların yanına koymasını.
Eğitime ve barışa kendi çapında katkıda bulunmak için bu gezilere gittiğini söyleyen Erdoğan’ın bindiği uçaklarda harcanan petrol için çıkan savaşlardan da bir haber olduğunu eklemeden edemeyeceğim.
Erdoğan şu anda tatilde olduğu için, derslerde çocuklara öğretilmesi gerektiğini düşündüğüm karbon ayak izi hesaplamasını anlatacak zaman bulamayacaktır. Tatilini yarım bırakmaması için hesaplamanın bir örneğini aşağıda iletiyorum.
Örnek problem:
X ülkesindeki Yemiş adlı müdürün en büyük zevki vakit buldukça farklı ülkelere gidip, fotoğraf çektirmektir. Müdür Yemiş'in son dört yıl içerisinde 160 ülkeyi gezdiği bilinmektedir. Her bir gezinin uçakla yapıldığı ve ortalama gidiş dönüş mesafesinin İstanbul-Londra seyahati kadar olduğu (5038 kilometre) varsayılırsa, Müdür Bey’in son dört yılda atmosfere saldığı karbondioksit miktarını hesaplayınız.
Çözüm:
Uçakla yapılan seyahatlerde her bir kilometre için yaklaşık 0,102 kg CO2* atmosfere salındığına göre, Londra’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan Londra’ya yapılan uçuş sonrasında Müdür Yemiş atmosfere 520 kilogram CO2 emisyonu salmıştır. Müdür Yemiş'in 4 yılda buna benzer 160 seyehat yaptığı düşünülürse, sadece uçak seyehatleri sonucunda atmosfere;
160 x 520 = 83 bin 200 kg seragazı saldığı hesaplanabilir.
Bir yıl için bu rakam 20 bin 800 kg olur. Yani, 20,8 ton.
Türkiye’de kişi başına düşen yıllık karbondioksit emisyonunun 4 ton civarında olduğu anımsanırsa, Müdür Yemiş’in sıradan bir vatandaşın ısınmadan elektriğe, ulaşımdan gıda üretimine kadar bir yılda yol açtığı seragazı emisyonunun 5 katını her yıl sadece uçak seyahatleri sonucu atmosfere saldığı ortaya çıkmaktadır.
* Britanya Havayolları’nın hesaplaması esas alınmıştır.
Mersin'de nükleer karşıtı miting düzenlendi
Mersin sınırları içerisindeki Büyükeceli beldesinde yapılması planlanan nükleer santrale karşı çıkan sivil toplum örgütleri, parti temsilcileri 26 Haziran'da Mersin'de bir miting düzenledi. 120 farklı kuruluş tarafından desteklenen Nükleer Karşıtı Platform tarafından düzenlenen mitingde, AKP hükümetinin Akkuyu ve Sinop'ta kurmayı planladığı nükleer santral projelerine karşı çıkıldı.
Akkuyu Ruslara satıldı
Nükleer Karşıtı Platform (NKP) tarafından yapılan açıklamada, AKP hükümetinin kamu kaynakları üzerinden rant kazandırmak amacıyla Akkuyu'yu Ruslara sattığı öne sürüldü. Açıklamada, “AKP Hükümeti insanlık suçu işleyerek, Rusların tamamen denetiminde olacak, hammadesi, teknolojisi, çalışacak tüm personeli Rusyadan sağlanacak nükleer santralin kurulum sözleşmesini onaylayarak, nükleer soygun yapmak için Akkuyu'yu Ruslara satmıştır” dendi.
Rusya'yla imzalanan sözleşme karşılığında 15 yılda 71 milyar dolar ödeme yapılacağına dikkat çeken Nükleer Karşıtı Platform, yapılan anlaşmanın halkı daha da yoksullaştıracağına dikkat çekerken, anlaşmanın kapalı kapılar ardında gerçekleştirilmesi ve bölgede yaşayanların fikrinin alınmaması nedeniyle sürecin antidemkratikliğine de dikkat çekti.
Santral fay hattında
Akkuyu'da kurulması düşünülen santrale pahalı, tehlikeli ve atık sorununun çözülememeiş olması gibi nedenlerle karşı çıkan nükleer karşıtları, Mersin'deki aktif Ecemiş Fay Hattı'na da dikkat çekiyor. NKP, “Ülkemiz madenlerinde, tersanelerinde insanları ölüme gönderen, kadercilik zihniyetiyle, bilimsel olmayan tamamen siyasal tercihlerle, Ecemiş Fay Hattı üzerinde kurulacak bir nükleer santralin ülkemizde bir başka Çernobil faciası yaratacağını biliyoruz” açıklmasını yapıyor ve kurulacak santralle enerjide Ruslara yüzde 70'e varan oranlarda bağımlı kalınacağına dikkat çekiyor.
10 ayda devr-i Asya
Fotoğraflar: Selcen Küçüküstel ve Maria Valencia
Çin’de karşınıza çıkan her şey sizi şaşırtabilir. Bazen hayalinizdeki Çin’le günümüzdeki Çin’in arasındaki farklar, bazen yolda gördüğünüz insanlar, belki de yiyecekler. Beni birkaç hafta önce burada en çok şaşırtan olay ise Selcen Küçüküstel adlı bir öğretmenin ziyareti oldu. Adeta, “Çin Çin, ben geldim” der gibi, Pekin’de beni ziyarete geldi. Haberim vardı ama yine de şaşırdım; gelişine değil ama buraya kadar nasıl geldiğine, yol boyunca hiç tanımadıkları insanların arasına nasıl karışıp, aileden biri olmalarına.
Selcen, 10 ay önce Türkiye’den yola çıkarak sırasıyla Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Hindistan, Nepal, Çin ve Moğalistan’ı gezmiş. 10 ayda 10 koca ülke dolaşmış. Beykent Üniversitesi’nde İngilizce dersleri veren 26 yaşındaki Selcen Küçüküstel, okulundan bir yıllık izin alınca kendini bir anlamda yollara atmış. Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüt-ü Anka Kuşu’nu aramaya çıkmış. Çin’de kapımıza kadar gelen genç gezgin dostumuza, “Nerden çıktı bu iş” diye sormadan edemedik. İşte yanıtlar:
Yola yaklaşık 4 yıl önce İran seyahatinde tanıştığım İspanyol bir arkadaşımla (Xavi) başladım. Daha sonra Maria Valencia ile devam ettim. Yolculuğa beraber karar vermedik aslında, tek başıma da olsa ben bu turu yapacaktım. Xavi ile Türkiye’den yola çıktık. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı birlikte geçtik daha sonra Orta Asya’da Maria bize katıldı. Kazakistan’dan itibaren Maria ile beraber İran’da bir firmanın hediye ettiği ufak bir motosikletle tura devam ettik. Maria ile de bir başka gezide Mısır’da tanışmıştık. Ben karadan Mısır’a gitmiştim, Maria da İspanya üzerinden çıkıp Kuzey Afrika’yı takip ederek Mısır’a gelmişti. Orada karşılaştık. Maria daha sonra Türkiye’ye geldi, beş ay Türkiye’yi dolaştı. Daha sonra Türkiye’den ayrıldı ve yine yollara düştü.
-Bu ilk seyahatin değil o halde?
İlk seyahatim değil. Orta Asya’da, Güney Doğu Asya’da; Asya ağırlıklı birçok seyahatim oldu. Ama onlar genelde iki ya da üç ay sürüyordu. Bu gezme tutkusu, yolculuk bir hastalık olduğu için bu defa sadece yaz tatilleriyle sınırlı bir seyahat olsun istemedim. Uzun bir tur yapmak istedim.
-Maria ve Xavi çalışıyor mu?
Xavi bankacı, Maria ise doktor. Maria iki yıldır dolaşıyor, benim de aralıksız 10 ay oldu.
-Fikir nasıl ortaya çıktı, niye Asya?
Çok yakın bir arkadaşım vardı, yazar. Onunla oturup konuşurken çıktı bu fikir. Amaç sadece gezmek, yeni bir yer görmek değil, başka bir dert bu. Öyle olsa tura katılırsınız. Simurg masalında kuşlar hayatın anlamını öğrenmek için Kaf Dağı’nın ardına uçarlar. Bir sürü zorlukları aşarlar, kimi geri döner, kimi yolda ölür. En son 30 kuş Kaf Dağı’na varır. Simurg’u sorarlar ama bulamazlar. Ve anlarlar ki, asıl bilgi kendi içindeki bilgidir ve asıl yolculuk kendi içinizde yaptığınız yolculuktur. Bu masal projenin başlangıcı oldu. Olay, varılacak bir hedef değil, yolculuğun kendisidir. Yolda kendini bulmaktır. Projenin adını da o yüzden ‘Kaf Dağı’na yolculuk’ koyduk. Kaf Dağı var mı onu bilmiyoruz, ama bu bahaneyle çıktığımız yolda kendi hayalimizin peşinde koşarken gittiğimiz yerlerdeki insanların hayallerini öğrenmeye çalıştık. Kırgızistan’ın dağlarındaki göçebe ailesinde bir çocuğun hayali nedir? Özbekistan’daki kervansarayda yaşayan yaşlı adam ne istiyor? Projenin üç hattı var. Biz kendi hayallerimizi gerçekleştiriyoruz, oradaki insanların hayallerini öğrenmeye çalışıyoruz ve son olarak gittiğimiz her ülkeden mümkünse masal kahramanının da arayış içinde olduğu bir masal buluyoruz.
-Cebinize para koyup gezmek kolaydır, en iyi yerlerde kalıp. Siz öyle yapmıyorsunuz...
İnsanlar zaten soruyor, çok mu zenginsiniz diye. 10 aylık geziye, iki yıl öncesinden biriktirmeye başladığım toplam 5 bin dolar gibi bir parayla çıktım. Zaten bu para yeter mi diye hesaplayarak da yola çıkmadım.
-Yol boyunca evlerde ağırlanmışsınız, bunun çok da kolay olduğunu düşünmüyorum. Sanırım bu konuda bir yeteneğiniz var.
İnsanların genelde tehlikeli olduğunu değil tam tersine iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Sizin yaklaşımınız çok önemli. Yolculukta mafya babalarıyla tanıştığımız, evlerinde kaldığımız da oldu. Ama bu bile o insanların size bir kötülük yapacakları anlamına gelmiyor. Bir tek Kazakistan-Çin sınırında askerlerin yakınında kaldığımızda sıkıntılı anlar yaşadık. Sonuçta üzerimizde fotoğraf makinesi dışında soyulacak bir şey de yok. İki tişört, iki pantalon...
-Tanrı misafiri olma konusunda herkese garanti verebilir miyiz?
Özellikle Orta Asya’da çok da kolay değil aslında. Kazakistan’ı küçük bir motosikletle gezmek istememiz de biraz bu yüzdendi. Altlarında pahalı bir motosikletle dolaşan iki zengin batılı kadın gibi gezmek istemedik. İnsanlarla aynı seviyede olduğunuz zaman misafirlik başlıyor. Bizim de onlar gibi yardıma ihtiyaç duyduğumuzu gördüklerinde işler değişiyor. Otele gidin dediklerinde, paramızın olmadığını söylüyoruz, paramızın olmadığını anladıklarında işler değişiyor.
-En çok neresi etkiledi seni?
Gürcistan’ı çok sevdim. Doğası bizim Karadeniz gibi ve insanları inanılmaz misafirperver. Kazakistan’ın bâkirliği, ıssızlığı ve hiçbir turistin olmaması çok güzel. En çok Hindistan’da kaldık, üç ay kadar. Bu kadar farklı kültür ve coğrafyayı içeriyor olması şaşırtıcı. Çöl de var, dağ da var ancak karmaşası insanı yoruyor. Hindistan’ı hemen hemen hep bisiklet üstünde gezdik. Bisikletle hiçbir şeyi kaçırmıyorsun. Bundan sonra bir geziyi tamamen bisikletle yapmak istiyorum, görmediğiniz nokta kalmıyor. 10 ay içerisinde Kazakistan’dan Hindistan’a ve Nepal’den Çin’e olmak üzere iki kez uçağa bindim. Moğalistan’dan Türkiye’ye dönerken de bir kez daha uçağa bineceğim. Tibet’te mesleğimi özlediğimi fark ettim, orada öğretmenlik yapmak istedim. Gerçekten öğrenmeye aç birilerini görünce farklı duygulara kapılıyorsunuz.
-Türkiye’de seyahat denilince akla, pahalı turlara katılmak ve özellikle de Avrupa’ya gitmek geliyor...
Avrupa benim çok ilgimi çekmiyor. Para da bahane değil, istendiğinde çok ucuza gezmek de mümkün. Hindistan’da bisikletle gezmeye başladıktan sonra ayda 200 dolar gibi bir para harcayarak dolaşabildik. Çadırda kalmaktan gocunmam, yemeğimi kamp ocağında pişiririm, otostop yaparım, diyorsanız çok ucuza gezmek mümkün. Asya hem ucuz hem de çok daha ilginç. Gürcistan, İran ve Suriye gibi ülkelerden de başlanabilir, vize sorunu yok, yakın ve çok ilginç ülkeler.
-Sağlık sorunları yaşadın mı?
Birkaç kez ishal olmanın dışında hiçbir ciddi hastalık geçirmedik. Bu ülkelerin çoğunda o bildiğiniz uluslararası hijyen standartları yok, sokaktan yemek alıp yiyoruz. Hiçbir şey olmadı. Türkiye’de çoğu aile sadece bu nedenden dolayı herhalde karşı çıkardı böyle bir tura. Benim annem ve babam da gezmeyi çok seviyor. Babam birçok kez Afrika’ya gitti, annem Hindistan’a beni ziyarete geldi. Zengin bir aile de değiliz, ikisi de öğretmen. Annem geldiğinde biraz daha iyi yerlerde kaldık ama yine de çok lüks değildi.
-Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum ve ‘yolculuk hastalığının’ hiç bitmemesini diliyorum.
Ben de size teşekkür ederim...
Kendi okulunu kendin koru
Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.
Çin’de Mart ayıyla birlikte başlayan ve okulları hedef alan saldırılar, sorunun çözümü için yeni fikirleri de beraberinde getiriyor. Pekin Belediyesi Kamu Güvenliği Bürosu, çocukların can güvenliğini sağlamak için yeni bir kampanya başlattı. Okul ve ana okullarında 15 çocuğun ölümüyle sonuçlanan saldırıları önlemek için ülke çapında emniyet güçleri ciddi tedbirler aldı. Okul ve yuvaların kapılarında nöbet tutan polisleri görmek artık hiç şaşırtıcı değil. Önlemlerin artttırılmasıyla birlikte saldırılar da kesildi ancak bu defa da başka bir sorun ortaya çıktı. Her okul ve yuvanın kapısına bir polis koymaya kalktığınızda mevcut görevli sayısı talebi karşılamaya yetmiyor. Pekin’de bir mahale karakolundan sorumlu polis müdürü, “Her okula bir polis gönderirsek elimizde diğer sorunlarla ilgilenecek kimse kalmaz” diyerek durumu güzelce özetliyor. Polis müdürünün bulunduğu bölgede 24 memur görev yapıyor, 18 adetse okul var.
Veliler gönüllü fedailik yapacak
Pekin Belediyesi Kamu Güvenliği Bürosu’nun uygulamaya geçirilen yeni fikri, velilerin ellerini taşın altına koymasını amaçlıyor. Başlatılan kampanya her ne kadar ‘velilerin ortak okul koruma programı’ olarak tanıtılsa da, sloganın tutması açısından, “Kendi okulunu kendin koru” şeklinde tercüme edilmesinde fayda var diye düşünüyorum. Fikir oldukça basit, okulda çocukları okuyan veliler sırayla çocuklarının okulunda nöbet tutacak. Velilere öğretmenler de eşlik edecek, böylece her okulun birkaç tane gönüllü fedaisi olacak.
Bir okulda okuyan çocukların yüzler hatta binlerce velisi olduğu düşünülürse yılda birkaç gün gönüllü olarak bu işi yapmak yetecek, yani velilerin günler ve aylarca okullarda nöbet tutması gerekmeyecek. Polisler de okul civarlarında devriye gezmeye devam edecek. Veliler bıçaklı saldırganların karşısına öyle cıscıbıldak da çıkmayacak. Kollarında görevli olduğunu belirten kırmızı bir kol bandı ve ellerinde bir sopa olacak. Profesyonel koruma görevlileri ise cop ve biber gazı taşıyacak. Tırmıkla donatılanları da var. Veliler, isterlerse polisten eğitim de alabilecekler. Pilot proje Pekin’de Shunyi bölgesinde başlatıldı, gazete haberlerine göre velilerden 1.000’e yaklaşan sayıda gönüllü çıkmış. Önerilen model konusunda herkes olumlu görüşe sahip değil. Bazıları kısa vadede bunun bir çözüm olacağını düşünüyor, bazıları ise gönüllü olup, koluna pazu bandını taksa bile daha kalıcı bir çözümün bulunmasını istiyor.
6 Saldırıda 15 Çocuk öldürüldü
Çocuğu olsun ya da olmasın, okullara yönelik saldırılar ülkedeki herkesi tedirgin ediyor. Herşey, birbirinden bağımsız gibi görünen saldırganların, bıçakla arka arkaya okullardaki çocuklara saldırmasıyla başladı. Mart ile Haziran ayları arasında 6 saldırı gerçekleşti. 15 çocuk öldürüldü, 100’e yakını yaralandı. Meslekleri doktor, öğretmen, çiftçi ve işsiz olan saldırganların bazıları, çocukları yaralayıp öldürdükten sonra intihar etti. Okullarda güvenlik tedbirleri hemen arttırıldı ama ondan daha dikkat çekici olanı Başbakan Wen Jiabao’nun olayları basit, akli dengesi yerinde olmayan saldırılar diye niteleyerek geçiştirmek yerine, saldırıların ana nedenini bulma sözü vermesi oldu. Başbakan, sosyal problemleri çözmeleri gerektiğini, halk arasındaki sorunları çözüp uzlaşma çabalarını güçlendirmeye ihtiyaç duyduklarını söyledi. Ekonomisi hızla büyüyen Çin’de gelir dağılımı, sınıflar arasındaki uçurumun açılması önemli sorunlar. Çin bu sorunları çözebilirse, tüm dünyaya örnek bir ekonomik model yaratabilir. Çözemezse, birçok örneğini gördüğümüz sorunlarıyla beraber hatırladığımız ekonomik kalkınma hamlelerinden birine daha tanık olabiliriz.
Kayıp Çocuklar Günü
Konu çocuklardan açılmışken hem Çin’i hem de hepimizi ilgilendiren 25 Mayıs Dünya Kayıp Çocuklar Günü’nden bahsetmekte yarar var. Dünya Kayıp Çocuklar Günü, Türkiye’de de ilk kez bu yıl, TBMM’de düzenlenen etkinliklerle tanındı. Okula gönderdiği çocuğunun ölüm haberini almanın ne demek olduğunu, bakkala giden evladının bir daha geri dönmemesinin nasıl bir acı olduğunu ancak o acıyı çekenler bilir, bize fazla bir şey söylemek düşmez. Xi’an kentinden Cheng Zhu, 5 yıl önce kızının çocuk ticareti yapanlar tarafından kaçırıldığına inanan ve çocuğundan umut kesmeyen bir baba. Kızının kaybolmasından sonra kurduğu, ‘Kayıp Çocukların Aileleri’ adlı grup bugün 1.350 çocuğun izini sürmeye çalışıyor. Çin’de her yıl 60 bin çocuk kayıplara karışıyor. Cheng, Dünya Kayıp Çocuklar Günü’nü önemsediğini söylüyor. Kayıp çocuklar hakkında bilgileri kamuoyuna yaymanın, onları bulmanın en önemli yollarından biri olduğunu düşünüyor.
25 Mayıs’ta Çin’de ve dünyanın birçok yerinde gönüllüler, kayıp çocuklarla ilgili bilgileri dağıtıyor, aileler o gün çocuklarından kalan en son hatıra olan, çocuklarının o hiç yaşlanmayan fotoğraflarının bir kopyasını evlerin kapılarının altından atıveriyorlar. Sadece Çin’de her yıl, bir stadyum dolusu, 60 bin çocuk “ben kayboldum” ya da “kaçırıldım” diye bağırıyor. Yüzleri, fotoğrafları ve sesleri gazetelere belki sadece kayboldukları o gün haber oluyor ya da olmuyor. Halbuki her hafta, 60 bin kişi “en büyük Bizimspor” diye bağırıyor ve her hafta gazeteler, hem de tüm hafta boyunca ‘Bizimspor’a sayfalar ayırabiliyor. Acıları konuşmak hoş değil, insan acılarla yaşayamaz. Medyanın tek başına bu işi çözmesi de imkânsız ancak onları görmezden gelmek de başka bir sorun.
Akkuyu Ruslara satıldı
Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.
Rusya ile Türkiye arasında imzalanan “Akkuyu Sahasında Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği”anlaşmasıyla Mersin'in Gülnar'a bağlı Büyükeceli Beldesi'nde kurulması düşünülen atom santralinin sahibi de belirlenmiş oldu. Anlaşmanın adının tesisi ve işletimi olduğuna bakmayın, kapalı kapılar açıldıkça ortaya saçılan bilgiler, santralin yüzde 100 Ruslara ait olacağını söylüyor. Anlaşma zaten devletler arası bir anlaşma. Ruslar, Türkiye'nin bakir kalmış nadir koylarından birine nükleer santrali konduracak, işletecek ve ömrü dolunca da bavullarını toplayıp gidecek. Meseleyi hafife aldığımı düşünmeyin, bence bu meseleyi hafife alan AKP hükümetinin ta kendisi!
Önce, Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Başbakan Erdoğan'ı aynı masaya getiren süreci anımsayalım. AKP hükümeti 2004 yılında, 40 yıldır dillendirilen “elektriksiz kalacağız” bahanesine sarılarak, ortada fol yok yumurta yokken nükleer santral kurmaktan bahsetmeye başladı. Elektrik açığı ve bunun sadece nükleerle karşılanabileceği masalı pek tutmayınca halk bu defa da korkutma yöntemiyle nükleere alıştırılmaya çalışıldı. Aba altından “dışa bağımlılık” sopası çıktı, Ukrayna'yla Rusya arasında yaşanan doğalgaz krizi halkın gözüne sokularak, doğalgaz ve petrolde Ruslara bağımlıyız, tek çare nükleer sloganları atıldı. Halbuki, Rusya'dan alınan doğalgaz sadece elektrik üretiminde kullanılmıyor, ısıtmada da kullanılıyor. Isıtma amaçlı kulanılan doğalgazın yalnız ve yalnız elektrik üretebilen nükleer santralle ikamesi teknik bir fiyaskoydu. Kaldı ki, atom santrali devreye girdiğinde Rusya'dan alınacak gazın azalması için eldeki doğalgaz santrallerinin kapatılması gerekir. Hükümetin kapatılacak santraller listesi diye bir listesi olduğunu hiç sanmıyorum. Çoğu, “al ya da öde” anlaşmalarıyla geleceğini garanti almış santralleri kapatmadıkça, Rusya'dan gelen doğalgaza bağımlılık kaçınılmazdır. Kısaca AKP hükümeti bu noktada halkı kandırmaktadır. Zaten AKP, santral inşasını doğalgazda yüzde 65, petrolde yüzde 30'lara varan oranda bağımlı olduğumuz Rusya'ya vererek bu konunun hiç de umurlarında olmadığını açık seçik itiraf etmiştir. Başbakanımız da anlasın diye İngilizce yazıyorum, yalan number one!*
Nükleer santrali halka sevimli gösterme çalışmaları sırasında nükleer enerji taraftarları ve hükümet sıkça teknoloji transferinden bahsetti. Kurulacak santral sayesinde Türkiye işi öğrenecek, ileride kendi santrallerini bile geliştirebilecekti. Rusya'dan alınan anahtar teslim santral, Türkiye'ye öğretse öğretse nasıl harç karılır onu öğretir. Santral yapıldıktan sonra nükleer mühendisler santral gezisi yapıp, cep telefonlarıyla çaktırmadan fotoğraf da çekebilirler tabii. Teknoloji transferiyle ilgili ne var bu anlaşmada? Türkiye yıllardır yabancı firmalardan onlarca termik santral aldı. Nükleer enerjinin de bir çeşit termik santral olduğunu akılda tutarak, Sayın Enerji Bakanı Taner Yıldız'dan rica edelim, bize yerli yapım bir termik santral göstersin. Göstersin ki, anahtar teslim santral alarak nasıl teknoloji transferi yapıldığını öğrenelim. Kaldı ki, transferini yapacağınız nükleer enerji geleceğin değil geçmişin teknolojisi. İspanya 10 yılda rüzgar ve güneşe verdiği destekle, dünya çapında hatırı sayılır pazar payına sahip yerli firmalar yarattı. Türkiye 60 yıl geriden gelip, nükleerde hangi seviyeye gelecek ve batıda Fransa'nın, doğuda Rusya'nın sınırlı pazar payına ortak olacak? Çin'in çok ucuza reaktör üretmeye başladığını da anımsatalım. Bugünün dünyasında satamadığınız, hiçbir teknoloji transferi uzun süreli olmaz. Yaptığınız yatırımın geri dönüşü olmazsa, yaptığınız zaten yatırım sayılmaz. Bunu da yazın kenara, iki numaralı yalan.
*Bir numaralı yalan.
**TBMM Genel Kurul Tutanağı, 23. Dönem, 4. Yasama Yılı, 69. Birleşim.
Zhao Zuohai ve Huang Guangyu'nun öyküleri
Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.
Çin'de attığınız her adımın, yediğiniz her meyvenin bir öyküsü var. Başlarından kar eksik olmayan yüce dağlardan çıkan ejderhaların, taştan aslana, aslandan güzel bir kadına dönüşen mistik canlıların diyarındayız. Bu nedenle bu haftaki yazımızı iki Çin öyküsüne ayırdık. Hanedanların zamanından değil ama günümüz Çin'inden iki öykü.
İlk öykümüzün kahramanı Zhao Zuohai, Çin'in turist geçmez köylerinden birinde aklı tarlasında, gözü sabanında olan bir çiftçi. Bir zamanlar evliydi, dört de çocuğu vardı. 1999'da cinayet suçundan hapse girdi, 11 yıl hapiste kaldı. Öldürdüğü söylenen kişi 30 Nisan'da canlı kanlı ortaya çıkınca suçsuz olduğu anlaşıldı ve serbest bırakıldı. 57 yaşındaki Zhao, Shangqiu kentindeki yerel mahkemenin kararıyla hapishaneden bol sıfırlı bir çekle ayrıldı. Zhao'yla ben işte o zaman tanıştım. Gazetelerde fotoğrafı vardı, ben fotoğrafa, o da fotoğraftan bana baktı; tanıştık. Devlet Tazminat Kanunu uyarınca toplam 650 bin yuan tazminata hak kazanan Zhao, gazetelere elinde tuttuğu çeki gösterirken alnından şakaklarına kadar uzanan kalın damarları adeta gerilmiş, kalınca bir sicim gibiydi. Alnındaki damarlar haksız yere 11 yıl boyunca parmaklıklar ardında tutulmanın verdiği kızgınlıkla daha bir irileşmişti.
Gülemeyen adamlar
"Gülemeyen adamları" bilir misiniz, Zhao işte onlardan biriydi. Fotoğrafa baktıkça bende, 18 yıl daha hapiste kalacağını sanan Zhao'nun gardiyanın durup dururken kendisine gelip, “serbestsin” demesine sevinemediği hissi uyandı. Herhalde geçen 11 yılı, gelecek 18 yıldan daha çok düşünüyor olmalıydı. Aklı tarlasında desem de, bir gün Zhao'nun da gözü dönmüş, şeytana uymuş. İddiaya göre aynı adı taşıyan Zhao Zhenshang komşusuyla para ve bir kadın yüzünden kavgaya tutuşmuş. Kavgada başına aldığı darbeyle Zhao yere yığılmış ancak komşusu onu öldü sanarak kayıplara karışınca işler değişmiş. Zhao’nun kendisini öldüreceğinden korkmuş. Yaklaşık iki yıl sonra köyde kafası kesik bir cesed bulununca Zhao’nun gerçekten de intikam aldığı sanılmış. 2002 yılında önce ölüm cezasına çarptırılmış, sonra ceza hafifletilip 29 yıl hapse çevrilmiş. Zhao, cezasının bitmesine 18 yıl kala, öldürdüğü sanılan komşusunun ortaya çıkmasıyla serbest bırakıldı ve yaklaşık 100 bin dolarlık bir tazminata hak kazandı. 11 yıl sonra köye dönen komşusu 56 yaşındaki Z. Zhenshan ise gazetecilere köyünü çok özlediğini, fazla para kazanamadığını, hiç evlenmediğini ve utancından köye geri gelemediğini anlattı.
Karısı başka biriyle, çocukları evlatlık
Aradan geçen 11 yıl çok şeyi değiştirmişti. Zhao hapisteyken kendisinden umudu kesen karısı yeniden evlenmiş. Dört çocuğundan ikisi evlatlık verilmiş, diğer ikisi ise göçmen işçi olarak köyden ayrılmış, Çin'in başka kesimlerinde çalışmaya başlamış. 11 yılı hapiste geçen bir adam ansızın gelen, “hata oldu” haberine sevinebilir mi, suçsuz olduğunu anlatmaya çalışarak geçirdiği 11 yıldan sonra, dudakları uçlarından yukarı doğru kıvrılabilir, gülümseyebilir mi; tahmin etmek çok güç.
Zhao'nun, Çin'in resmi haber ajansı Şinhua ve gazetecilere verdiği demeçler başka bir trajediye daha işaret ediyor. Zhao, yakalandıkta sonra karakolda suçunu itiraf etmesi için dövüldüğünü, 30 günden fazla bir süre uyutulmadığını söyledi. 11 yıllık hapsi, “Ölsem daha iyiydi” dediği karakol macerasıyla başladı. Şimdi tek isteği kendisine yeni bir ev inşa etmek ve çocuklarını geri almak. Yerel polis, sorgulamayla ilgili Zhao'nun iddialarını araştırmaya başladı ve kendisine suçluları bulma sözü verdi. İki polis şimdiden gözaltında. Shangqiu Polis Şefi gazetelere verdiği demeçte, “İşkenceyle itiraf ettirmek yanlış, polis memurları bu gibi olayları daha entelektüel ve bilimsel yöntemlerle çözmeyi öğrenmeliler” dedi. Çin'in nasıl değiştiğine iyi bir örnek belki de.
Altı milyar dolarlık mahpus
Gelelim ikinci öykümüzün kahramanına. Adı Huang Guangyu, bir zamanlar Çin'in en zengin adamıydı. Yasadışı ticari anlaşmalara imza atmak ve rüşvet gibi suçlardan dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. 600 milyon yuan (88 milyon dolar) tutarında para cezası ve 200 milyon yuan değerindeki mülküne el konulması da cabası. Guandong eyaletindeki fakir bir ailenin çocuğu olan Huang, 40 yaşlarında. 1987 yılında ağabeyiyle birlikte Pekin'de ev aletleriyle ilgili bir şirket kurarak işe başlamıştı. 2008'de mal varlığı 6 milyar doları geçti. 2008 Kasım'ında tutuklanan Huang'ın, kurduğu GOME adlı şirketin hala üçte birine sahip olduğu söyleniyor. Elindeki hisselerin mali değeri 2 milyar dolar civarında. Hapiste geçireceği 14 yıl boyunca milyar dolarları bulan bu serveti Huang'ı ne kadar mutlu edecek bilinmez. Bilinen şu ki, Huang davası Çin'de çok kısa sürede ve yasadışı yollardan zengin olan onlarca işadamı için bir uyarı niteliğinde.
Zhao Zuohai yanlışlıla hapise girdiği için zengin oldu, Huang ise yanlış yolları izleyerek zengin olduğu için hapse girdi. Huang, hapise girmeden önce milyarderdi şimdi ise tahminen diğer mahkumlar gibi rutubetli bir hücreye, demir parmaklıklara ve bir ranzaya sahip. Zhao, çiftçiyken göremeyeceği kadar çok paraya sahip oldu ama karısını ve çocuklarını kaybetti. Hayal ürünü ya da gerçek, öykülerden ders çıkarmak lazım. İnsanı neyin mutlu ettiğini, kısacık ömrümüzde neyin peşinde koşmamız gerektiğini içinde ejderha olsun ya da olmasın öyküler bize çok iyi anlatıyor. Çin'deki bu iki modern hayat öyküsünden, paranın mutluluk getirmediği sonucunu çıkarıp bir kenera not alsak, acaba yanlış mı yapmış oluruz?
Sigara yasağı Çin'e uzandı
Yazıyı BirGün'den okumak ve BirGün'e erişmek için tıklayınız.
Bu yıl altı milyon türdeşimiz aramızdan ayrılacak. Yapılan tahminler böyle. Altı milyon insan, sigarayla bağlantılı hastalıklar yüzünden ölecek. Dünya Akciğer Vakfı ve Amerikan Kanser Cemiyeti'nin 2009 yılındaki tahmininin yılın yarısına geldiğimiz şu günlerde hangi oranda gerçekleştiğini söylemek zor; umarım yanılmışlardır. Ne yazık ki temenniler sigaranın zararlarını hafifletmiyor. Sigara kullanımı günümüzdeki eğilimini korursa, 2020'de sigara yüzünden ölecek insan sayısı 7'ye, 2030'da ise 8 milyona çıkacak.
Çin'de her 10 erkekten 6'sı sigara içiyor
Aynı araştırma dünyada 1 milyar erkeğin ve 250 milyon kadının sigara içtiğini söylüyor. Erkeklerin yüzde 50'si, kadınların ise yüzde 9'u gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Çin'in sağlık kuruluşlarında başlayan sigara yasağının 2011'den itibaren ülkedeki tüm kapalı alanları kapsayacak olması, belki de bu yüzden kritik bir öneme sahip. Sigara alışkanlığı Çin'de erkekler arasında çok yaygın. 311 milyon erkek düzenli olarak sigara kullanıyor. Erkek nüfusunun yüzde 60'a yakını. Kadınlarda ise bu oran yüzde 3,7'lerde kalıyor. Rakamla ifade edersek 13 milyon 500 bin kadından bahsediyoruz. Türkiye'de sigara içen kadın sayısı 4,5 milyonu geçiyor, yani her beş kadından biri sigara içiyor. Erkeklerde ise her iki erkekten biri. Ülkelerin nüfusları sizi aldatmasın, özellikle kadın tiryakilerin çokluğu ve sigarasever erkeklerin Çin'dekine yakın oranı, Türkiye'yi oldukça riskli bir ülke haline getiriyor. Sigara yasağının Çin gibi dev bir coğrafyada 2011 yılında hayata geçirileceği düşünülürse, bizdeki yasağın geç kaldığı bile söylenebilir. Çin'de yasağın ne kadar ve nasıl uygulanacağı konusunda bir şey söylemek için erken. Ancak, Türkiye'de yasağın ne kadar etkin bir biçimde uygulandığı tartışılır. Bunun temelinde iki ülke arasındaki yapısal farklar yatıyor. Gelin, devletin devleti yönetiği Çin ile, özel şirketlerin, esnafın, ticaret erbabının kral olduğu Türkiye'yi kıyaslayalım.
“Sana bir çakarım”
Çin'in sigarayla ilgili ilk yasağı sağlık kuruluşlarında başladı. Bu yılın sonunda, ülkedeki sağlık kuruluşlarının yarısının “dumansız hava sahası”na sahip olması bekleniyor. Gelecek yıldan itibaren, ofisler dahil olmak üzere, kamunun kullanımına açık kapalı alanların tümü, ulaşım araçları genişletilen yasaktan nasibini alacak. Yasağın hayata geçmesinin ardından sıkı kontrollerin yapılacağını tahmin etmek yanlış olmaz. Çin başbakanının sokak sokak dolaşıp, “Sana bir çakarım” diyerek espriler yapacağına ise pek ihtimal vermiyorum. Memlekete son gelişimde, İstanbul'un Beşiktaş semtinde gördüğüm manzara sigara içenlerden önce sigara yasağının kendisinin mefta olduğuydu. Gördüm ki, AKP esnafa söz geçiremiyor. Çünkü devlet, özelleştirile özelleştirile, “özel devlet” olmuş. Halkın sağlığına bile esnaf karar veriyor. Devlet ve “özel devlet” arasındaki farkı, Çin ve Türkiye üzerinden bir başka örnekle pekiştirelim.
40 milyar plastik torbadan tasarruf
Bir milyar 300 milyonluk nüfusun yarısının kentlerde yaşadığı, süpermarketlerin tıklım tıklım dolduğu bu devasa topraklarda insan ve çevre sağlığı için uygulanan ve bizde uygulanamayan(!) bir başka kural daha var. 1 Haziran 2008'den bu yana Çin'deki süpermarketlerde plastik torbalar para karşılığı satılıyor. Çin hükümeti, kalınlığı 0,025 mm'den ince plastik torbaların kullanımını ve süpermarketlerde ücretsiz plastik torba verilmesini yasakladı. Kuruş misali de olsa, torba istiyorsanız bedelini ödüyorsunuz. Birçok kişi bir kullanımlık torbalar yerine daha dayanıklı plastik veya bez torbalara döndü. Süpermarket dışında bazı dükkanlar da müşterilerine plastik torba vermekten kaçınıyor. Çince sözlüğüm boşuna iple bağlanıp paketlenmedi bana. Bu çok dar kapsamlı görünen yasak, bir yılda Çin'in 1 milyon 600 bin ton petrol tasarruf etmesine yol açtı. Çin, bir yıl içerisinde 40 milyar plastik torba az kullandı.
Sizce, 70 milyonluk Türkiye'de neden bu tip önlemler alınamaz? Çünkü, iktidar partisine özel sektörden gelen destek kesilir, plastik üreticileri ayağa kalkar, “batarız” derler. Doğrudur, batabilirler de. Çin'deki yasağın, ülkenin en büyük plastik torba üreticisi Suyping Huaçiang'ın kapanmasına neden olduğu gazetelerde yazıldı. Firma bir devlet şirketiydi. Kısacası, devlet 400 milyon TL civarında geliri olan firmayı, halk ve çevre sağlığı için gözden çıkardı. Çalışan işçileri başka alanlara kaydırdı. Belki, plastik torba üretimindeki birçok işçi şimdi bez torba üretiyor.
Tüm bunları yapabilmek için devletin “özelleştirilmemesi” gerek, sırtını özel sektöre dayayıp, halkın çıkarlarıyla ilgilenmeyen bir partinin kafasını, içine soktuğu plastik torbadan çıkarması zor. Bize, “halkın sağlığı şirketlere bırakılmayacak kadar önemlidir" diyecek birileri lazım.
Evim evim, pahalı evim
Çin'de yaşlanmak
Yine oldu, yine olacak
Meksika Körfezi'ndeki petrol platformlarından birinde meydana gelen kaza haftalardır gündemde. Medyanın haberi nasıl yanlış verdiğini, çevre ve ekoloji konularına ne kadar uzak olduğunu bir daha tekrarlamanın anlamı yok.* Bu kazadan başka dersler çıkarmamız lazım. Özellikle de teknolojiye güvenenlerin, teknolojik gelişmenin çevre sorunları da dahil olmak üzere karşılaştığımız tüm engelleri aşmada bize yardım edeceğini sananların, bu petrol sızıntısından ciddi dersler çıkarması gerekiyor.
1989'un 24 Mart'ında Exxon Mobil firmasına ait, "Exxon Valdez" adlı petrol tankerinin Alaska'da Prens William Geçidi'nde yaptığı kazadan sonra da, bugün duyduğumuz demeçlere benzer demeçler verilmişti. Amerika'daki Üç Mil Adası Nükleer kazasından sonra da, Çernobil'in ardından da... "Böyle bir kazanın tekrarlanması mümkün değil", "Gerekli önlemler alınacak" denmişti. Bugünlerde haberlerde gördüğünüz yorumcular, BP'nin sorunu çözecek yeterli ekipmana sahip olmadığını söylüyorlar. Yarın, yeni ekipmanlar tanıtacak ve bir dahaki sefere böyle bir sorun yaşnamayacağını söyleyecekler. Bu böyle sürüp gidecek, ta ki elimizde kaybedecek bir şey kalmayana dek. Çernobil'den sonra da aynı şeyler söylendi, boşuna 800 bin temizleyici elde kazma kürek gönderilmedi santralin üstüne. Şimdi benser bir kaza olsa elde harcanak insandan başka ne var sizce? Hindistan'da Dow Kimyasal'a ait tarım ilaçları fabrikasında meydana gelen kazadan sonra 20 bin kişi ölmüş, 150 bin kişi de ya sakat ya da hasta kalmıştı. Kırk yılda bir olacak şeydi hatta olmayacak bir şey. Ama, o da oldu. Siz sıkılmadınız mı bu masalları dinlemekten; ben sıkıldım.
En büyük ticari kazaya doğru
Exxon Valdez kazası sonrasında 10 milyon 800 bin galon petrol tankerden denize saçılmıştı. Bir kısmının hala deniz dibinde olduğu belirtliyor.** Meksika Körfezi'nde ise 21 Nisan'da hala belirlenemeyen bir nedenden ötürü platformda patlama meydana geldi. 22'sinde platform battı. Ardından, deniz dibindeki kuyudan petrol sızdığı öğrenildi. Platform çalışırken günde 8 bin varil petrol üretiyordu. İlk açıklamalarda sızıntının bu kadar büyük omadığı, bin varille sınırlı kaldığı söylendi ancak daha sonra bu rakam 5 bin varile (210 bin galon) çıktı. Battığı 23 Nisan'dan bugüne kadar (3 Mayıs) 10 gün geçtiğini düşünürsek şu ana kadar 45 bin varil petrol denize boşaldı. Bu da 2 milyon galonu geçtiğimizi gösteriyor. Deniz altındaki kuyunun ne zaman kapatılacağı da henüz belli olmadığına göre ikinci bir Exxon Valdez faciasıyla, dünyanın en büyük ticari petrol kazasıyla karşı karşıya kaldığımız rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha önce Exxon (Mobil), şimdi BP (British Petrolium). Sırada kim var? Shell, Total, Petrol Ofisi?
Obama önce destekledi, şimdi kızıyor
Kazaya neden olan firmalara baktığınızda, dünyanın en ileri teknolojileriyle petrol arama ve çıkarma faaliyetleri gösteren firmalar olduğunu göreceksiniz. Çevre konusundaki hassayitlerine toz kondurmayan bu firmaların gerçek yüzleri hep işler ters gittiğinde ortaya çıkıyor. Yaptıkları işin çevreci olmadığı ve olamayacağından bahsediyorum. Kazaların, teknolojik gelişme hangi düzeye çıkarılırsa çıkarılsın önlenemeyeceğinden. Bu kazalar ancak ve ancak petrole, nükleere, kömüre, daha da açık konuşmak gerekirse, sınırsız tüketime olan bağımlılığın azaltılmasıyla önlenebilir. Politikacılar, iş adamları bu gerçeği kabul etmezler, araya gizlice veya açıktan fonlanmış, düşünce kuruluşları çıkar, profesörler işlerin nasıl abartıldığını, teknoloji tanrısının her şeyi çözeceğini söyler. Bugün BP'yi, yeterli çabayı göstermemekle suçlayan Barack Obama gibi politikacıların, çok değil, kazadan 21 gün önce, 1 Nisan 2010 tarihinde, kazanın olduğu Meksika Körfezi ve Atlas Okyanusu'nun bazı bölümlerini petrol ve doğalgaz aramalarına açtığı haberi unutulur.*** Obama'yı, BP'yi eleştirirken görürsünüz. Bunun üzerine bir de çevre dalında nobel benzeri bir ödül alır mı, alır.
"Kalkınma", "büyüme" gibi sahte sözcüklerle kandırıla kandırıla bu günlere geldik. Yeni teknolojilere olan hayranlık insanlığın gözlerini kör etti. Öyle ki, denize akan tonlarca petrolün çevre faciasını yarattığını anlamak için bile, petrole bulanmış kuş görmek istedik. Neden biraz nefes almıyoruz? Yavaşlamıyoruz? Evimize aldığımız son model televizyonun kumandasını eskitmeden yeni ve "daha iyi" olduğu söylenen bir başka televizyonu almamız gerektiğinin bize dayatıldığını fark etmiyor muyuz? Yeni şeyler almadığımızda, daha az almak için daha az çalıştığımızda, kısacık ömrümüzden daha çok zamanı kendimize ayıracağımızı göremiyor muyuz acaba?
Yavaşlamadan olmaz Daha yavaş bir dünya yaratabiliriz. İster Meksika Körfezi'ndeki balıklar için ister çoluk, çocuklarınız için bunu yapın. Bugün dünya için bir hesap yapın. Her hafta sevdiklerinizle doyasıya kaç saat vakit geçirdiğinizi bir hesaplayın. Çocuğunuzla kaç kere parka gittiğinizi, sevgilinizi kaç kere öptüğünüzü, ömrünüzün sadece 30-40 yılını beraber geçirdiğiniz anne ve babanızı ne kadar sık gördüğünüzü. Bugün dünya ve kendiniz için bir hesap yapın, kapitalizmin dayattığı bu saçma hayatla hesaplaşma zamanı gelmedi mi sizce?
Satın alınmayacak bir televizyonun, bir otomobilin, haftada 40 değil 30 saat çaışmanın bizlere canınızdan çok sevdiğiniz insanlarla geçirecek kaç saate bedel olduğunu düşünmek lazım. Sendikalarda, siyasi paritlerde "büyüme" saplantısın karşısında örgütlenelim. Bireysel çabalar bir yere kadar bizi götürür. Tüketim hırsımızı frenlemenin sadece bireysel bir tercih olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Çalıştığımız işlere, emrine amade olduğumuz şirketlere, "hayır ben bunun için çalışmıyorum demek için tek başına olmamız gerekiyor.
Bugün hesap günü, kendimizle hesaplaşma günü olsun; yarın da birlikte harekete geçme.
*http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2010/04/petrole-bulanms-kus-yoksa-cevre.html **http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=971102&Date=17.01.2010&CategoryID=85 ***http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/04/100401_obamadrill.shtml
EXPO, Çin'de 1 Mayıs'ı gölgede bıraktı
Çin'den e-günlüğe yazılan ilk yazıyı “1 Mayıs”a getirerek fiyakalı bir giriş yaptığımı düşünenler yanılıyor. Rastlantı sonucu 1 Mayıs'ta başlayan bu macera, cumartesi sabahı erkenden kalkıp Tiananmen Meydanı'na gitmeme neden oldu. Meydan kalabalık. Yabancı turistten çok yerli turist var. 1 Mayıs nedeniyle Çin'de her yıl, Mayıs ayının ilk üç günü resmi tatil ilan ediliyor. Resmi tatili fırsat bilen binlerce Çinli, başkent Pekin'in bu tarihi meydanına ve Yasak Şehir'e adeta akın etmiş. Açıkçası, Çin'i ziyaret etme şansınız varsa tatil günlerinde gelmemeye çalışın. Ne metroda yer bulabiliyorsunuz ne de turistik mekanları rahat rahat gezebiliyorsunuz. İzninizle, bir başka tavsiyem daha olacak. 1 Mayıs'ı görkemli bir mitingle kutlamak istiyorsanız Taksim Meydanı'na çıkmanız, Tiananmen'e gelmenizden daha akıllıca olabilir. Hava değişikliğinde ısrar ediyorsanız, Küba'yı öneririm.
Çin'de 1 Mayıs kutlamaları bu yıl Şanghay'da açılan Dünya Fuarı'nın gölgesinde kaldı. 30 Nisan'da görkemli bir açılışla kapılarını ziyaretçilere açan EXPO 2010, 1 Mayıs sabahı gazete ve televizyonların odak noktası oldu. Tiananmen Meydanı'nın doğusundaki Çin Ulusal Müzesi'nin girişine asılan dev elektronik tabela da bunun bir göstergesi sanki. EXPO'nun kaçıncı günü olduğu ve o ana kadar kaç ziyaretçinin fuarı gezdiği anında meydana duyuruyor. Tabela, sabah 10 sularında ziyaretçi sayısının çoktan 50 bini geçtiğini söylüyordu. Benden EXPO'yu anlatan bir yazı bekliyorsunuz, biraz daha sabretmeniz gerekecek. Bu kalabalık azalmadan Şanghay'a gitmeye hiç niyetim yok. Gerçi, Çin'de kalabalığın azalma olasılığı da biraz düşük. Altı ay açık kalacak fuara toplam 70 milyon ziyaretçi bekleniyor, bir Türkiye kadar insan. Varın kalabalığın hesabını siz yapın.
Açılışını Çin Cumhurbaşkanı Hu Jintao'nun yaptığı EXPO'ya, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso gibi üst düzey siyasetçiler de katıldı. Televizyonlardan naklen yayınlanan törenlerde sık sık Nicolas Sarkozy ve eşi Carla Bruni ekrana geldi. Carloa Bruni, burada da hayli popüler anlayacağınız. Açılışta Çin Komünist Partisi yetkilileri de hazır bulundu. Havai fişekler, birbirinden etkileyici gösteriler ardı ardına sergilendi. Çinli yetkililer, hazırlığı sekiz yıl süren ve adeta bir şehri andıran EXPO için 4 milyar 200 milyon dolar harcandığını belirtiyor. Şanghay'ın altyapı için harcadığı belirtilen 45 milyar doları ve diğer maliyet kalemlerini de bunun üzerine koyarsanız, tüm maliyet 58 milyar doları buluyor. Aman Yunanistan duymasın! Ülkelerin sanayi ve teknoloji alanındaki ilerlemelerini göstererek, bir anlamda birbirlerine hava attıkları bu fuarın açılışının 1 Mayıs'lara denk gelmesi de ilginç bir rastlantı olsa gerek. Fuarın ilk çıktığı yer İngiltere. 1 Mayıs'ı, Mayıs ayının ilk pazartesini tatil ilan ederek kutlayan ve böylece 1 Mayıs pazartesiye denk gelmediği sürece işçileri, bayramlarında çalıştıran bir ülke İngiltere. Şüphelenmekte çok da haksız sayılmam sanırım.
Sözü, “Halkın Günlüğü” gazetisine 1 Mayıs ile ilgili bir yazı göndererek, adeta “Hey, bugün 1 Mayıs” diyen okuyucu mektubuna bırakalım. 80'lerin sonunda doğan gençlerin çalışmadan para kazanmanın iyi olduğunu düşünmesinden yakınan “Kingkong” rumuzlu okuyucu, “Tüm-Çin Sendikalar Federasyonu”nun yaptırdığı ankete yanıt veren işçilerin, yüzde 23,4'ünün son 5 yılda hiç zam almadıklarını, yüzde 75'inin de gelir dağılımının adaletsiz olduğunu söylediğini yazıyor. Sendika da tatilde olduğu için açıp soramadık. Kingkong'un yalancısıyız.
Petrole bulanmış kuş yoksa çevre felaketi de yok!
Önce kuş petrole bulanır, elde kalan petrol de tertemiz kumsallara yayılır. Daha sonra petrole bulanmış kuş, kumsal ve birazcık da deniz aynı kare içerisine alınır. İşte, bizim bildiğimiz, anladığımız çevre felaketimiz hazır!
Çevre felaketinin, yemek tarifi gibi tanımını yapmak nereden mi çıktı? Bugün önce “CNN Uluslararası” adlı kanalda, ABD'deki petrol platformundan günde 1000 varil petrolün denize sızdığı haberini izledim. Meksika Körfezi'ndeki platformda geçen hafta bir patlama meydana gelmiş, patlamanın iki gün ardından da platform sulara gömülmüştü. Kanalda, bir uzmana çevre tehlikesi olup olmadığı, sızan petrolün kıyıdan ne kadar uzakta olup olmadığı soruldu. Uzman, rüzgarın yönünden, kıyıdan uzaklığından ve sızıntının nasıl kesileceğinden bahsetti. Haberde, deniz yüzeyindeki petrolün temizlenme çalışmalarının kötü hava koşulları yüzünden yapılamadığı da yer aldı. Sinirlendim ve televizyonu kapattım. Neden sinirlendiğimi yazının sonunda anlatacağım.
Bilgisayarımı açıp, internetteki haberlere bakmaya başladım. Bu defa da, bizim yerli bir haber sitemizde, NTV'nin Yeşil Haber bölümünde, aynı haberi gördüm. BBC Türkçe Servisi'nden alınan haber, “ABD'de çevre felaketi korkusu” başlığıyla siteye konmuş. Yeşil haber bölümü hemen hemen her gün göz attığım bir yer. Çevre haberleri uzmanlık alanı olan bu bölümün bile haberi bu başlık ve içerikle yayımlaması açıkçası beni bu defa sinirlendirmedi ama üzdü. CNN, BBC ve sonra da NTV.
O petrolün çıkarılması bile çevre felaketidir diyecek onlarca kişinin olduğu günümüzde, her gün denize akan 1000 varil petrolün bir çevre felaketi olarak adlandırılması için sizce başka ne gibi kriterlere ihtiyacımız var?
Petrole bulanmış bir martı fotoğrafı mı eksik? Kumsallardaki petrolü temizlemeye çalışan çevreciler olmazsa felakette olmuyor mu? Kumsaldan, insandan yani bizden ırak olunca deniz kirlenmiyor, içindeki canlılar bu kirlilikten etkilenmiyor mu?
İnsanın doğaya zarar verdiğini anlaması için illa petrolün kar(f)aya vurması mı gerekiyor?
Gözünüz doysun!
Memlekette kıyı, dere, ova, tarla, orman bırakmadılar. Ağaçların ederini kocaman hesap makinalarıyla hesapladılar, derelerle çarpıp, ovalara böldüler. Bizim yaptığımız hesaba göre elde avuçta bir şey kalmadı, ama onların yaptığı hesaba göre elleri avuçları parayla doldu taştı. Ağaç ne işe yarar, dere ne yapar, ovada ne yetişir malum zatlar için hiç mi hiç önemli değildi. Onlar bu dünyaya 40-50 yıllığına gelmişlerdi ve ağacın da, derenin de, ovanın da kaç para ettiği önemliydi; gerisi lafügüzaf.
Yalan söylediler, yalanlarına ortak buldular ve yalanlarını yaymak için çalmadık kapı bırakmadılar. Politikacıları, gazetecileri ya işlerine ortak ettiler ya da yalanlarına. Madenler yer altında yatıyor yalanıyla, toprağı alt üst ettiler. Ülke zenginliğinden oluyor diye bir türkü tutturdular. Ne toprağın topraklığı, ne köylünün köylülüğü kaldı. Maden sahipleri zengin oldu, memleket ise yerinde saymaya devam ediyor. Pamuğu, buğdayı ekecek toprak kalmadı. Ne elde bir baş hayvan, ne de onları otlacak otlak kaldı.
Bu da doyurmadı onları, ne karınlarını, ne de gözlerini; ovalara indiler. Her boş ovaya bir termik santral, çimento fabrikası kondurdular.Kirletmesi bedava olan memleketin havasını kirletip, ucuza (!) mal etikleri çimentoyu havası kıymetli olduğu için çimento fabrikası kurulmayan memleketlere ihraç ettiler. Bunun adına ansiklopedilerde ticaret ettikleri halta da "kar" dendi. Çimento fabrikalarına elektrik gerekti, bu sefer de kömür ithal edip yakmak için ovalara, kıyılara termik santral kurdular.
Dağların yükseklerinde birkaç küçük dere kalmıştı. Enerjiye ihtiyacımız var diye bildik masallarını anlatmaya başladılar. Bu memleketin enerjiye ihtiyacı vardı da, hiç mi akarsuya, ormana, ovaya, tarlaya, kıyıya, bir gram temiz havaya ihtiyacı yoktu? Hesapsız kitapsız yalanlar söylediler. Memleketin tüm akarsularını parselleyip, aralarında bölüştüler. Hayatlarında görmedikleri nehirleri türlü pazarlıklarla sahiplendiler. Tüm hayatını o nehir ve nehrin kıyısında geçirenler ise öksüz kaldılar.
40 yıldır, nükleer olmazsa elektriksiz kalırız diye, bağırıp inlediler, 40 yıldır ne nükleer oldu, ne de elektriksiz kaldı memleket ama yüzsüzler aynı yalan dolanla yine meydanlara doluştular. Milyar dolarların konuştuğu ihalede memleket sevdasının lafı mı olurmuş, parsellediler yine Kara ve Akdeniz'i. İki oraya, üç buraya kondurma peşindeler yeni Çernobilleri. Ortada hesap kitap yok ama masal çok. 7-8 sente elektrik üreten rüzgar enerjisine pahalı diyenler, ihalede gelen 21 sentlik teklif üzerinden “ucuz” nükleer pazarlığına giriştiler.
Herkes bu olan bitene seyirci değil tabi. Bergama'dan, Karadeniz'den, Akkuyu'dan, Sinop'tan, Tunceli'den, Yuvarlakçay'dan, Efemçukuru'ndan, Hasankeyf'ten ve boynuna para hırsının hançeri saplanmış memleketin onlarca toprağından binlerce insan, 25 Nisan Pazar günü İstanbul Kadıköy meydanına doluşuyor.
Sen de orada ol, derene, ovana, ormanına sahip çık.
Memlekete, bu dünyaya sahip çık!
Buluşma yeri ve saati:
25 Nisan Pazar, saat:12.00
Kadiköy- Tepe Nautilus
Çağrıcılar:
EGEÇEP - Allianoi Girişimi
Hasankeyf'i Yaşatma Girişimi
Karadeniz İsyandadır Platformu
Cide - Loç Vadisi Koruma Platformu
Munzur Koruma Kurulu (DEDEF)
Rio Tinto'nun yöneticisine 10 yıl hapis
Stern Hu, rüşvet verdiği için 7, devlete ait çelik şirketinden ticari sırları çaldığı için de 5 yıl yıl olmak üzere 12 yıl ceza aldı. Hu'nun cezası indirimlerden sonra 10 yıla düşürüldü. Suçlu olduğunu kabul
eden Stern Hu, savcıların iddia ettiği 1 milyon doları bulan rüşvet miktarına ise itiraz etti.
Görüldüğü gibi bazı maden şirketleri ticari amaçlarına ulaşmak için her yolu deneyebiliyor. Türkiye'de durum nasıl sizce?
Arap Zirvesi'nin bu yıl kaçıncısı yapıldı?
Özgür Gürbüz / 29 Mart 2010
Sizlere 10 puanlık uzman sorusu sorduğumun farkındayım. Libya'da gerçekleştirilen Arap Zirvesi'nin, bu yıl 32. toplantısını yaptığını düşünüyorsanız siz de yanılıyorsunuz. Gazetelerde "32" rakamını okuduğunuza hiç şüphem yok. Zaten, hatanız sizin hala o gazeteleri okuyor olmanızda ya, neyse... Görebildiğim kadarıyla İHA, TRT, Mynet gibi birçok kanal okuyucularına yanlış bilgi vermiş. Kontrol etmek isterseniz, bağlantılar aşağıda.
http://haber.mynet.com/detay/dunya/32-arap-ligi-zirvesi-basliyor/502586
http://www.haberfx.net/32-arap-ligi-zirvesi-libyanin-sirte-sehrinde-basliyor-haberi-173406/
http://www.trt.net.tr/haber/HaberDetay.aspx?HaberKodu=32ae91f3-19f4-45fd-aede-9a8cb6e5e3e6
Uzman sorumuzun doğru yanıtı ise "22". Haberlerin birçoğunun mahreçinin Libya olması ise bir başka soruna işaret ediyor. Toplantıyı yerinde izleyen gazeteciler yazıyor bu haberleri, dünyadan bir haber İstanbul ve Ankara'daki editörler kontrol ediyor ve onların işlerinden sorumlu yayın yönetmenleri de onay veriyor. Bu sadece medyamızın içinde bulunduğu durumu göstermek için basit bir örnek. Haberlerin dilinden, yapısına kadar onlarca sorun daha var. Ne yazmış diye değil de, nasıl yazmış diye okursanız, eminim siz de fark edeceksiniz.
Nükleer saldırı
Türkiye'ye yönelik nükleer saldırı planı ortaya çıktı. Güneyden Ruslar, kuzeyden Koreliler taarruza geçtiler. Arkalarında destek aldıkları, çok bilinmeyenli nükleer anlaşmalarla geliyorlar. Memleket, 1986 yılında meydana gelen tarihin en büyük endüstriyel kazası Çernobil'den sonra bir kez daha radyasyon kuşatması altında.
Turizm nükleer tehdit altında
Haberturk'ten Çin'e doğru
Su boşa akmaz!
Türkiye’de uygulanan su politikalarının mağdur ettiği insanlar 16-17 Ocak 2010’da Rize İkizdere’de düzenledikleri ilk genel kurul toplantısında Türkiye Su Meclisi’ni kurdu. Türkiye’nin 81 ilinden gelen katılımcılarla gerçekleştirilen Türkiye Su Meclisi’nin Genel Kurulu’nda Yürütme Kurulu Üyeliği’ne Artvin’den Bedrettin Kalın, Muğla’dan Berna Babaoğlu Ulutaş, Çanakkale’den Güneşin Oya Aydemir, İstanbul’dan Güven Eken, Antalya’dan Hediye Gündüz, Rize’den Kadem Ekşi, İstanbul’dan Ümit Gürses, Konya’dan Pervin Çoban ve Zonguldak’tan Yakup Okumuşoğlu seçildi.
Suyla ilgili yanlış uygulamaları engelleyerek suyun akılcı kullanımını sağlamak amacı ile çalışacak Türkiye Su Meclisi, bilimsellik ve gerçeklikten uzak “su boşa akar” düşüncesine karşın doğada tek damla suyun bir boşa akmadığı gerçeğinin savunucusu olacak.
Türkiye’nin dört bir yanında yürütülen mücadeleleri ulusal ve uluslar arası ölçeğe taşıyacak olan Türkiye Su Meclisi, yeni bir su çerçeve yasasının hazırlanması, Elektrik Piyasası Kanunu’nda tadilat yapılması, DSİ Teşkilat ve Vazifeleri Kanunu’nun değiştirilmesi ve suyun ekolojik etki ve katkısını esas alan entegre havza planlaması yapılmadan uygulamaya sokulmuş tüm projelerin durdurulması için çalışacak.
Türkiye Su Meclisi Yürütme Kurulu adına açıklama yapan Güven Eken, “Şu anda şirketler yaşamın kaynağı, can damarı olan dere ve nehirlerimize hiçbir planlama yapmadan ve kural tanımadan dilediği gibi inşaat yapıyor. Bunun adı kelimenin tam anlamıyla dere soykırımdır. Türkiye Su Meclisi bu soykırımın ve suyun doğadaki döngüsünü parçalayan her türlü müdahalenin önüne geçmek için kuruldu” dedi.
Genel Kurul sonucunda bir manifesto açıklayan Türkiye Su Meclisi’nin manifestosunda şu görüşlere yer verildi:
- Doğa kendi başına vardır ve insan doğanın sadece bir parçasıdır.
- Doğa bir nesne değildir. Kendi kadim kuralları doğrultusunda, değerli bir işleyişe sahiptir.
- Doğa ticari bir mal haline getirilemez.
- Su yalnızca doğaya aittir ve onun ayrılmaz bir parçasıdır.
- Su bulunduğu havzaya aittir. Doğal bir varlıktır, kaynak değildir.
- Su kendini ancak akarak var edebilir ve doğada tek bir damla su bile boşa akmaz. -Suyun özelleştirilmesi ve suya efendi atanması kabul edilemez.
- Sürdürülebilir kalkınma, koruma, kullanma dengesi gibi ilkeler doğanın sömürülmesi için gerekçe gösterilemez.
- Yaşamın yegane kaynağı olan doğanın “Çevre” diye tanımlanarak hayatın dışına çıkarılması kabul edilemez.
Türkiye Su Meclisi kuruluyor
Özgür Gürbüz / 15 Ocak 2009
HES sorunun yerel değil ülkenin enerji politikalarıyla birebir bağlantılı olduğunu gören sivil toplum kuruluşları ve duyarlı bireyler, kökten bir çözüm ve güçlerini birleşitrmek için 16-17 Ocak tarihleri arasında Rize İkizdere'de bir "Su Meclisi"inin kurulmasını için biraraya geliyor. İlk genel kurul toplantısı, Türkiye'nin su politikalarından dertli olan herkese açık. Toplantı çağrısı yapan Geçici Yürütme Kurulu*, Türkiye Su Meclisi’nin çalışmalarını yürütürken gözeteceği ilkeleri ise şöyle belirledi:
- Suyun döngüsünün bozulmasına neden olan tüm yanlış faaliyetler, insanlık için bir tehdittir.
- Su, doğanın kendisine aittir, ticari amaçla alınıp satılamaz, mülkiyete konu edilemez, bulunduğu alandan başka bir yere taşınamaz, fiziksel karakteri, doğal yatağı değiştirilemez.
- Suyun yönetiminde çevresel, ekonomik, kültürel ve sosyal sürdürülebilirlik dikkate alınmalıdır.
- Suyun yönetimi, yaşamları doğrudan su döngüsüne bağlı olan insanların da temsil edildiği, kanunla yetkilendirilmiş ulusal bir komisyon ile sağlanır.
*Geçici Yürütme Kurulu, yalnızca meclisin kuruluş çağrısını yapmak üzere bir araya gelmiştir ve aşağıdaki kişi ve kurumlardan oluşmaktadır: Av. Yakup Okumuşoğlu, Doğa Derneği, Doğal ve Kültürel Çevre İçin Yaşam Girişimi, İkizdere Derneği, Macahel Vakfı, TEMA Vakfı