Gökkafes mi olacak, Park Otel mi?

İstanbul Kadıköy’de bir beş yıldızlı otel krizi daha yaşanıyor. Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan imar değişikliğiyle 12 kata izin alan Taşyapı İnşaat hızla inşaatı sürdürüyor. Kadıköy Belediyesi şu anda yapabilecekleri bir şey olmadığını söylüyor. Mimarlar Odası belediyeyi, belediye Oda’yı suçluyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 9-15 Ekim 2008

Önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1/5000’lik planlarda değişikliğe gidiyor. Kadıköy’de inşaatı süren “Corner Otel”in (Köşe Oteli) bulunduğu arsa bu değişiklikten payını alıyor. Sağındaki solundaki parseller konut alanı olmasına rağmen otelin bulunduğu arsa “Turizm ve Ticaret Alanı” olarak değiştiriliyor. Emsal değeri Kadıköy’ün genel değerinin iki katından fazla yükseltiliyor. Böylece, 6 değil 12 katlı bir binanın yolu açılıyor. Yani çevredeki binalar en fazla 18 metreye yükselebilirken, “Corner Otel” 50 metreye kadar çıkabiliyor. Mimarlar Odası, bu emsal değerinin, İstanbul İmar Yönetmeliği’nde belirlenen emsal değerini de aştığına dikkat çekiyor.

Süreç bundan sonra daha da ilginç bir hâl alıyor. İmar değişikliğini içeren 1/5000’lik plan Büyükşehir Belediye Meclisi’nden CHP’li üyelerin itirazlarına rağmen geçiyor. Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, CHP’li üyelerin itirazlarıyla 18 kata izin veren planın 12’ye düşürüldüğünü söylüyor. 1/5000’lik plan Kadıköy İlçe Meclisi’ne geldiğinde ise karşı çıkanlar AKP’li üyeler, destekleyenler CHP’liler oluyor. Otele karşı çıkanlar CHP’nin bu desteği sonucu ilçe meclisinden çıkan kararla planları en az bir yıl geciktirme şansının kaybedildiğini ve belediyenin bir duruş sergilemediğini öne sürüyor. Öztürk ise, 18 kattan 12’ye indirilen planların kendilerini yanılttığını, 12 katın böyle bir kütle yaratacağını düşünemediklerini söylüyor. Oda’ya da sitemde bulunuyor, dava açmış olsalardı ve yürütmeyi durdurma kararı çıkmış olsaydı biz 1/500’lük planı yapmazdık diyor. Mimarlar Odası Anadolu Yakası Şube Başkanı Arif Atılgan, odanın 1/5000’lik planlara 60 günlük askı süresince itiraz edemediğini, bir gün gecikmeyle dava açamadıklarını kabul ediyor ama kararın İlçe Meclisi’nden CHP’nin oylarıyla geçtiğini anımsatıyor. Mimarlar Odası, şu anda Kadıköy Belediyesi tarafından yapılan 1/500’lük planları dava etmiş ve bilirkişi heyetinin belirlenmesini bekliyor. Yürütmeyi durdurma kararı alamamış olmaları inşaatın devam etmesine yol açıyor. 80’in üzerinde işçinin çalıştığı otel hızla yükseliyor.

Kadıköylüler de boş durmuyor. “Dev Otele Hayır” adlı bir platform kuran mahalleliler, 18 Ekim günü otelin önüne siyah çelenk bırakacak. Bir de dava hazırlığı içerisindeler. Olaydan daha geç haberdar oldukları için 1/5000’lik plana hâlâ itiraz edebilecekler. 5000’lik plan iptal edilirse hukuki süreç yön değiştirebilir. Otelin, Taksim’de Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı zamanında yıkılan Park Otel gibi sonlanması da mümkün. Davalar lehte çıkmazsa bir başka Gökkafes daha dikilmiş olacak. “İnsanların cebi dolacak diye İstanbul talan ediliyor” diyen Platform Basın Sözcüsü Aslıhan Deniz, inşaatın çabuk bitirmek için çok hızlı ilerlediğini öne sürüyor. İnşaatın Proje Müdürü Kürşat Tomruk ise hızlı bir inşaat olduğunu doğruluyor ama bunun otelin açılıp biran önce kâra geçmesi için normal olduğunu söylüyor…

***
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk ile otel hakkındaki iddiaları konuştuk.

-Moda’daki otel inşaatı yargıya taşındı. Mimarlar Odası da süreci yargıya taşıdı...
-Odanın açmış olduğu dava 1/500’e açıldı. 1/500’ün önemi yok ki. Oraya inşaat hakkı veren plan Büyükşehir’in yapmış olduğu 1/5000’lik plan. 1/5000’e zamanında dava açmamışlar, gününü kaçırdık diyorlar. Asıl olay 1/5000. Bu kesinleştikten sonra ilçe belediyesi 1/1000 ya da 500’lük planları yapmak zorunda.
-Sizin 1/5000’lik plana Kadıköy Belediye Meclisi olarak itiraz etme şansınız yok muydu?
- Şu anda yok. Bu, 18 kat gelmiş, bizim Büyükşehir’deki arkadaşların itirazları sayesinde 12 kata düşürülmüş. Plan değişikliği Büyükşehir’de yapılıyor. Bizim meclisimizde kat indirme, onu eksiltme gibi bir yetkimiz yok.
-Peki, 1/5000’lik planı kabul etmemeye yetkiniz var mı?
- Hayır, öyle bir şey yok. Sadece 1/5000’lik plana karşı dava açma hakkımız vardı.
- Dava açtınız mı?
- Hayır. Biz orada kotların aynı seviyede olduğunu düşündük. Bir de 18’den 6 kat indirilince... Oda da dava açmamış. Oda dava açmış olsa ve mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı gelseydi biz 1/500’lük planları yapmazdık.
- Kadıköy Belediye Başkanı olarak Corner Otel’le ilgili görüşünüz nedir?
- Ben onun genel görünüşünü görünce kentli olarak rahatsız oldum. O ayrı bir şey. Orada o şekilde bir binanın gözükmesi pek hoş bir şey değil. Ama hukuki olarak yapabileceğim bir şey yok.
- Bilirkişi raporları olumsuz olursa bir Park Otel vakası olur mu?
- Park Otel’de 1/5000’e dava açıldı. 1/5000 iptal edilmediği sürece 1/500’ün iptali bir şey doğurmaz. Ancak 1/500 iptal edilirse ona dayanarak 1/5000 için dava açmak gerekir. O zaman da mahkeme süre bakımından incelerse bilemem. Çünkü 60 gün içerisinde 1/5000 için dava açmak gerekirdi.
- O şans kalmadı mı?
- O şans kalsaydı bırakın belediye adına, Selami Öztürk olarak dava açmayı düşünürdüm.
- Mimarlar Odası geç kaldı diyorsunuz. Siz neden dava açmadınız?
- 18’den 12 kata çekilince, biz orada 12 katın böyle bir kütle yaratacağını düşünmedik. Ancak birileri bize bunu anlatacak, göreceğim ondan sonra. Bize yürütmeyi durdurma kararı gelirse inşaatı durdururuz. 1/5000 iptal edilirse inşaat komple yıkılır.
- Bunu da yapar mısınız?
- Tabii. Zaten bu keyfe tabi değil. Yıkım kararı vermek 1/5000 iptal edilirse zorunluluk. Sonuçta çok güzel bir şey yapıyorlar diye bir iddiamız yok.

Avrupa'nın Tüm Muhalifleri İstanbul Yolcusu

2010’da İstanbul’da toplanacak olan Avrupa Sosyal Forumu, iki yılda bir işçileri, feministleri, anarşistleri, eşcinselleri, politikacıları, öğretmenleri, sanatçıları, yeşilleri ve daha nicelerini biraraya getiriyor. Hedef belli; neo-liberal politikaların hüküm sürmediği, cinsiyetçiliğin ortadan kalktığı, doğanın korunduğu, emperyalizm karşıtı “Bir Başka Dünya” yaratmak. Bu büyük rüyayı taşıyanların son buluşması İsveç’in Malmö kentindeydi. Eylemcileri yakından takip ettik, onlarla yattık, onlarla kalktık ve son gün on binlerle birlikte yürüdük...

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 2-8 Ekim 2008

Yaklaşık 15 dereceye varan, güneşli ama sıcak olmayan bir havada, İsveç’in en büyük parkına (Pildamsparken) doğru 15 bin kişiyle beraber yürüyoruz. Avrupa Sosyal Forumu’nun son günü. Yürüyüşe ilginin toplantılardan daha fazla olduğunu belirtmekte fayda var. Diğer günler sadece bisiklete binerken, koşarken görmeye alıştığımız İsveçlilerin birçoğu ise evlerinden ve yol kenarlarından bu büyük “sosyal trenin” geçişini izledi. Vagonlarında anarşistlerden eşcinsellere, işçilerden mühendislere, politikacılardan ırk ayrımına karşı çıkanlara kadar onlarca insanı taşıyan bu büyük trenin son durağının adı “Bir Başka Dünya”. Oraya nasıl gidileceği henüz çok belirli olmasa da… Avrupa’da beşincisi düzenlenen bu büyük buluşmaya katılan 10 bin civarında katılımcının ortak dileği de zaten bu adrese nasıl ulaşılacağını bulmak. 17-21 Eylül arasındaki beş gün boyunca yapılan 250 toplantıda işte bu sorunun yanıtı arandı.

“George Bush, terorista!”
Yürüyüşte atılan sloganlar aslında bu 250 toplantının sonuçlarını özetler gibiydi. Çokuluslu şirketler hemen hemen her grubun hedefindeydi. Sendikalar, firmalar kadar Avrupa Birliği’ni de hedef aldılar. AB’de alınan kararlar bugün Avrupa’da yaşayan her sınıfın çalışma ve örgütlenme haklarını direkt olarak etkiliyor ve sokaktaki insanlar bunun farkında. Türkiye her ne kadar AB üyesi olmasa da, ortak ekonomik programlar, tarım sektörüne verilen sübvansiyonlar, enerji ve güvenlik konularında alınan kararlardan Avrupalı komşuları kadar etkileniyor. 300’e yakın kişiyle toplantıya katılan Türkiyeli heyetleri giderek artan bir dayanışma içerisinde, Avrupalı dostlarıyla ortak mücadele ederken gördük. Bu yüzden olsa gerek, kulağımıza alışık olduğumuz nidalar da gelmedi değil. Amerika’yı Irak’tan çıkmaya çağıran sloganlar, George Bush, Berlusconi ile Gordon Brown’a atfedilen terörist söylemi, parasız eğitim gibi. AB’ye girişimiz kâğıt üstünde ve ülke bazında gerçekleşmemiş olsa da, sokakta bir birliktelik söz konusu. İngilizce slogan atan bizim buralı gruplar, bunun çok güzel bir örneği belki de...

Katılan grupların renkliliği, minik bandolar eşliğinde yapılan yürüyüşler, çoğu zaman bir miting değil karnaval alanında olduğunuzu düşündürüyor. Anarşist grupları görünce biraz daha farklı düşünüyorsunuz haliyle. İçlerinde, kar maskeleriyle yüzlerini kapatmış, her an kapitalizmin simgelerinden biri saydıkları bankalar ya da hazır yemek lokantalarına saldıracak görüntüsü veren anarşistler mitingin belki de en kalabalık grubunu oluşturuyorlardı. Hareketli disko hizmeti veren küçük bir kamyonetin arkasında yürüyen grubun taşıdığı iki pankart açık ve kısa mesajlar veriyordu: “Kapitalizmi ez!” ve “Uzlaşmayı yok et!”. Bir gün önce İsveç polisiyle yaşadıkları sokak çatışmaları bu konuda kararlı olduklarını da gösteriyor. İsveç sokaklarında çırılçıplak kalmaya kadar varan direnişlerini, ilkesel olarak benimsemeseniz bile, bunu 5 dereceye düşen sıcaklıkta yaptıkları için en azından bir şapka çıkarmak yerinde olur. İstanbul’daki toplantıda anarşistlerin neler yapacağı ve benzeri bir gösterinin sonuçları ise sizin hayal gücünüze kalmış.

Ortadoğu barışı Türkiye’den geçiyor
Sosyal Forum’a damgasını vuran konuların başında “savaş”ın geldiğini söylemek yanlış olmaz. Özellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler tüm dünya gibi Avrupa’yı da tedirgin ediyor. Filistin ve Irak’ta yaşananların ağırlıklı olarak konuşulduğu toplantıların en ilgi çeken birisi de ÖDP Milletvekili Ufuk Uras, DTP Milletvekili Sabahat Tuncel, İtalya’nın radikal işçi konfederasyonu Cobas’tan Pierro Berocchi ve Yunanistan savaş karşıtı hareketinden Sotiris Kontogiannis’in katıldığı “Emperyalizm ve Ortadoğu” başlıklı paneldi. Sabahat Tuncel, forumun açılış konuşmalarından birini de yapmıştı. Çikolata fabrikasında yapılan paneli Mor ve Ötesi grubundan Kerem Kabadayı yönetti. Uras, biraz da özeleştiri yaparak bölge üzerindeki çatışmaları daha iyi anlamak gerektiğinden bahsetti. Tuncel’in ağırlık verdiği konu Türkiye’deki Kürtler ve Türkler arasındaki gerilimdi; Türkiye’deki sorunun çözümünün tüm Ortadoğu’ya barış getirebileceğinden bahsetti. Berocchi ise NATO’yu hedef aldı. Aslına bakılırsa, tüm forum boyunca NATO karşıtı bir hareketin yükselişte olduğu gözlemleniyordu. 4 Nisan 2009 tarihinde 60. kuruluş yıldönümünü kutlamaya hazırlanan NATO’ya karşı Strasbourg’ta ciddi bir eylem hazırlığı var. Sadece eski Doğu Bloku’na yakın sol partiler değil, savaş karşıtları ve NATO’nun silahlarında uranyum kullanmasına son vermesini isteyen çevreciler de orada olacağa benziyor.

Finans ve iklim krizleri değişim için fırsat
Yürüyüşte atılan sloganlar ya da taşınan pankartlar, yüzlerce seminerde tartışılan fikirlerin bir yansımasıydı aslında. Pankartların ortak dileği de, Hindistanlı tanınmış eylemci Vandana Shiva’nın Halk Parkı’nda (Folkets Park) yaptığı açılışta dediği gibi, “dünyanın zenginliklerinin daha adil olarak paylaşmak”. Shiva, 2002 yılında Floransa’dan yola çıkan Sosyal Forum’un eski canlılığında olmadığını kabul ediyor ama bunun geçici olduğuna inanıyor. Shiva’ya göre, sosyal değişikliğe olan ihtiyaç, finansal ve iklim değişikliği krizleriyle her geçen gün artıyor. Shiva, iklim değişikliğinin aynı zamanda dünya çapında yaşanacak bir sosyal değişim için fırsat yarattığını da inanıyor. Kendisinin organik ürünler yetiştirdiği bir çiftliği var ve tarım üzerindeki çalışmaları pratik ve teoriye dayanıyor. Bu nedenle, İsveçlilere seslendiği şu sözlerine kulak vermek gerek: “Kahveniz için hâlâ Guatemala’ya ihtiyacınız var ama bu İsveç’te patates yetişebilecekken yetiştirmemeyi haklı çıkarmaz”. Shiva’nın bahsettiği adil ticaret konusu başta ekolojistler ve çiftçiler olmak üzere katılımcıların çoğunun dilindeydi. Bugün, birçok ülke yetiştirebileceği ürünleri daha ucuza bulduğu için dünyanın öteki ucundan getirmeyi tercih ediyor. Sonuç olarak yoksul ülkelerde işçilerin ucuza çalıştırılmasından zenginler kazançlı çıkıyor. Ürünler onlarca kilometre uzağa taşınırken, yakılan petrol ve çevreye verilen zarar da cabası tabii. Toplantılar boyunca birçok yerde organik ürünler, “adil ticaret sonucu” üretilmiş yiyecekler ve vejetaryen yemeklerin olması da bu kaygıların sonucuydu sanırım. “Başka Bir Dünya”nın yemek sistemi, yerelde üretilmiş, genleriyle oynanmamış ve daha az etli olacağa benziyor.

Kapanışı Nazım Hikmet yaptı
“Başka Bir Dünya”nın evleri nasıl olacak derseniz, daha az enerji harcayan, kendi elektriğini temiz enerji kaynaklarından kendi üreten evler olacak diye yanıt verebiliriz. Bu öngörü, pratikten çok seminerlerde edindiğimiz bilgilerden kaynaklanıyor çünkü forum boyunca biz de birçok katılımcı gibi, uyku tulumumuzla bizlere ayrılan spor salonu, okul gibi yerlerde kaldık. Bu arada zorunlu olarak spor da yaptığımızı belirtmeliyim, çünkü Malmö’nün her bir yanına dağılmış toplantı salonlarına zamanında yetişmek için hayli koşuşturmak gerekiyordu. Organizasyonun en çok şikâyet alan yönü de bu dağınıklıktı. Birçok katılımcı bir forum alanından diğerine yetişmeye çalışırken sunumları kaçırdı. Sosyal Forum’un açılış konuşmalarına Vandana Shiva damgasını vurmuştu. Kapanışta ise Nazım Hikmet vardı. 2010 toplantısı İstanbul’da olacağı için kapanış konuşmasını Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı Süleyman Çelebi yaptı. “Başka Bir Dünya”ya nasıl gidilir sorusunun yanıtını da Nazım’ın şiiriyle verdi: “Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine”…

***
Sosyal Forum’da neler tartışıldı?
1. Sosyal haklar, refah ve herkes için kamu hizmeti.
2. Sürdürülebilir dünya, çevresel ve iklimsel adalet.
3. Demokratik, açık, eşitlikçi, şeffaf, polis devletinden uzak, özgürlükçü ve azınlık haklarına önem veren bir Avrupa.
4. Eşitlik ve haklar için mücadele, farklılıkların kabulü ve ataerkil toplum yapısına karşı mücadele.
5. Adil, barışçıl ve dayanışma içinde işgallere, saldırı ve savaşlara karşı bir Avrupa.
6. İşçilere iyi iş imkânlarının sağlanması, itibarlarının verilmesi ve sömürünün durdurulması.
7. Ekonomik ve sosyal adalet için alternatiflerin oluşturulması.
8. Kitlesel medyanın, kültürün, bilginin ve eğitimin demokratikleştirilmesi.
9. Mülteci ve göçmenlerin kabulü ve her türlü ırkçılığa karşı savaş.
10. Sosyal hareketlerin, devlet ve küresel adalet hareketinin geleceği.

Hangi kararlar alındı?
1. AB’nin sosyal ve emek politikalarıyla ilgili olarak, çalışma saatlerine, göçmen emeği politikalarına karşı ortak bir Avrupa kampanyası örgütlenecek.
2. 4 Nisan’da Strasburg’da yapılacak NATO’nun 60. yıl kutlamaları sırasında, NATO’nun dağıtılmasını talep etmek için büyük bir gösteri yapılacak.
3. Aralık ayında Poznan’da yapılacak iklim değişikliği toplantıları sırasında tüm dünyada gösteriler yapılacak.
4. Temmuz 2009’da Sardinya’da yapılacak G8 toplantısına karşı tüm barış ve demokrasi yanlısı hareketlere çağrı yapılacak.

***
“Umutla ve heyecanla İstanbul’u bekliyoruz”

Yıldız Önen
Küresel Bak Aktivisti

Malmö’de toplantının yapılması kabul edilirken zaten diğerlerinden daha farklı olacağı biliniyordu. Bundan önceki toplantılar hep hareketin güçlü olduğu büyük kentlerde yapıldı. İskandinav ülkesinde yapılması biraz da onları harekete katmak, oradaki insanlara ulaşmak içindi. Katılım daha azdı ama ilgili insanlar geldi. Doğru soruların sorulduğu verimli tartışmaların yapıldığı bir toplantı oldu. Üniversitelerdeki öğretim görevlilerinin, forumdaki toplantılardan örnekler vererek öğrencilerine tavsiye ettiklerini duyduk. Olumsuz tarafları ise çeviriyle ilgili yaşanan teknik ve mali sorunlar, gönüllü sayısının azlığı ve toplantı yerlerinin birbirine uzaklığıydı. İstanbul’da yapılacak toplantı Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşirse böyle bir sorun olmayacak. Katılımın da yüksek olacağını düşünüyoruz. Türkiye’deki emek ve meslek örgütleri zaten uzun zamandır işin içindeler. Şu anda Türkiye Sosyal Forumu içersinde 45 kurum var ve bu sayı yükselecek. Buradaki insanlar dertlerini anlatmak istiyor, Avrupalılar da dinlemek. Ayrıca, İstanbul toplantısına Doğu Avrupa’dan, Ukrayna ve Rusya’dan da büyük katılım olacağını düşünüyoruz. İtalya ve Yunanistan’dan gelen ekipler Malmö’de, İstanbul için 500-1000 kişilik ekiplerle katılım sözü verdi. Umutla ve heyecanla İstanbul’daki Avrupa Sosyal Forumu’nu bekliyoruz.

Yaklaşanı Yakıyor!

Arızasız nükleer santraller de yakın çevrelerinde yaşayan çocukları kanser yapıyor...

Almanya’daki nükleer santrallerin 5 km. çevresinde yaşayan çocuklarda, erken çocukluk kanserlerinde ve lösemide büyük oranda artış olduğunu ortaya çıkaran Fizik Doktoru Alfred Körblein, İstanbul’daydı. Körblein’ın verdiği rakamlar daha sonra yürütülen çalışmalarla da doğrulanmış, nükleer santrallerin sadece kaza olursa tehlikeli olacağı görüşü bu araştırmayla ciddi bir yara almıştı. Çünkü normal çalışma sırasında da nükleer santrallerden doğaya radyoaktif madde salımı gerçekleşiyor ve literatürde bu, “rutin radyasyon” olarak adlandırılıyor…

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 25 Eylül - 1 Ekim2008

İstanbul’un önemli bir konuğu vardı geçen hafta. 1998’de, Almanya’daki nükleer santrallerin 5 km. çevresinde yaşayan çocuklarda, erken çocukluk kanserlerinde yüzde 54’lük, lösemide ise yüzde 76’lık artış olduğunu bulduğunda ona inanmak istememişlerdi. Fizik doktoru olmasına rağmen, “çevreci” olarak bilinen Münih Çevre Sorunları Enstitüsü’nde çalıştığından dolayı verdiği rakamları görmezden gelmişlerdi. Almanya’da Yeşiller Partisi koalisyon ortağı olup da çevre bakanlığı koltuğunu alınca iş değişmiş, 2000 yılında, Almanya’nın nükleer santrallerini 2021 yılına kadar kapatma kararını almasından sonra madalyonun öteki yüzünü konuşmak daha da kolay bir hale gelmiş ve kapatma kararının hemen ardından, Radyasyondan Korunma İçin Alman Federal Ofisi, Dr. Alfred Körblein’ın daha önce duyurduğu ancak kaale alınmayan sonuçlarını kontrol etmek üzere 16 nükleer santralin çevresinde yeni bir çalışma başlatmıştı Tabii bu çalışmanın başlatılması için halkın verdiği 10 binden fazla imzayı da unutmamak lazım. 2007 sonunda açıklanan bu çalışma sonuçları, Dr. Körblein’ı haklı çıkardı: Nükleer santrale 5 kilometre çapında bir mesafede yaşayan, beş yaşın altındaki çocukların kansere yakalanma olasılığı beklenenden 1,6 kat; lösemiye yakalanma olasılığı ise nükleerden uzak duran çocuklara oranla 2,2 kat artıyordu! Nükleer santrallerin sadece kaza olursa tehlikeli olacağı görüşü bu araştırmayla ciddi bir yara aldı.

Alman devletinin kanserli 1592, lösemili 593 vaka üzerinde beş yıl süren çalışmalarında, çocukların diğer etkenler tarafından hasta olup olmadığı da araştırıldı ancak nükleer santral dışında hiçbir kanser yapıcı faktörün sonuçlar üzerinde etkili olmadığı ortaya çıktı. Aynı durum lösemili çocuklar için de geçerliydi. Lösemi sayısındaki artışa neden olan tek faktörün radyasyona maruz kalmak olduğu kanıtlandı. İstanbul Tabip Odası, Çevre İçin Hekimler Derneği ve Nükleer Savaşı Önlemek için Hekimler Birliği tarafından Türkiye’ye davet edilen Körblein’a İstanbul’daki sunumundan sonra şu soruyu sorduk: “Her yıl binlerce Alman turistin de geldiği Akdeniz’de kurulması düşünülen Akkuyu nükleer santralinin yanında denize girer misiniz, denizden çıkan balığı yer misiniz?”. Körblein’ın yanıtı netti: “Ben yaşlı bir insanım, kanser konusunda çok fazla endişelenmem. Eğer küçük çocuklarım olsaydı, Türkiye’de ya da Almanya’da, çocuklarıma nükleer santralin yakınına gitmelerini öğütlemezdim. Elimizdeki bilgiler ışığında, torunlarımın nükleer reaktörün 5 km. yakınında yaşamalarını da istemezdim”. Körblein’in bu korkusunun kaynağı sadece kendisinin yaptığı çalışma değil. Almanya’da 1983’ten beri küçük çocuklar üzerinde nükleer santral kaynaklı radyasyonun etkilerini inceleyen araştırmalar yapılıyor. 1984’te, İngiltere’deki Sellafield nükleer santrali yakınındaki Seascale köyünde çocukluk çağı lösemisine normalden 10 kat yüksek oranda rastlanmıştı. Körblein’a göre nükleer santral ve çocuklar üzerine yapılan araştırmaları tetikleyen de bu 1984 yılındaki çalışma oldu.

Resmi rakamlar her şeyi anlatmıyor
Halk tarafından çok bilinmese de, normal çalışma sırasında nükleer santrallerden doğaya radyoaktif madde salımı yeni bir şey değil. Literatürde “rutin radyasyon” olarak adlandırılıyor ve santrallerden doğaya salınan radyoaktivite, birçok ülkelerde kayıt altında tutuluyor. Dr. Alfred Körblein’dan, Almanya’daki santrallerin bu rakamları her üç ayda bir halka açıkladığını öğreniyoruz. İşin püf noktasını da... Uzun bir zaman dilimine bakıldığında doğaya salınan radyoaktivitenin yasalarla belirlenen sınırların altında kaldığını belirten Körblein, bizi kısa süre içerisinde doğaya verilen yüksek dozlar konusunda uyarıyor. Örneğin, santraller yeniden çalıştırılırken (bakımdan ya da yeni yakıt yükleme işleminden sonra) yüksek miktarlarda radyoaktif izotopu doğaya salıyorlar. “Ancak bu üç aylık veri içinde görülmüyor” diyen Alman fizikçi, böyle bir anda reaktörün yakınında olmanın oldukça riskli olduğuna işaret ediyor. İddiasını da şu sözlerle pekiştiriyor: “Nükleer santral yakınında yaşayan kişiler yıl boyunca dalgalanan miktarlarda radyasyon dozlarına maruz kalırlar, sabit bir düşük doza değil. Doğrusal olmayan bir doz-yanıt eğrisinde etki ortalama doza değil, tepe noktasında olan doza bağlı olarak ortaya çıkabilir. Nükleer santraller rutin olarak doğaya radyasyon bırakırlar hatta Almanya’da bunun ne kadar olduğu, düzenli olarak yayınlanır. Bu bulduğumuz lösemi etkisi, resmi açıklamalar doğru olsaydı 1000 kat daha az olmalıydı”.

Nükleer reaktörden sadece havaya değil, soğutma suyuyla denize de yine “rutin” olarak radyasyon bırakıldığını belirten Körblein, “Sellafield’teki yeniden işleme reaktörü plutonyum ve stronsiyum gibi radyoaktif izotopları İrlanda Denizi’ne bıraktı. Dalga ve rüzgârlarla bir süre sonra radyoaktif maddeler kıyıya geri döndü. Kumsalda oynayan çocuklar radyasyona maruz kaldı. Daha sonra bu, başta balıklar aracılığıyla besin zincirine de eklendi. Nüfusun bir bölümü radyoaktiviteye maruz kaldı” açıklamasıyla balıklarla ilgili bir önceki soruma da yanıt vermiş oluyor.

Sinop ve Mersin’de kanser kayıt merkezleri yok
Körblein’ı dinlerken alışık olmadığımız kurum adlarıyla da karşı karşıya geldik. Radyasyondan Korunma İçin Alman Federal Ofisi, Alman Çocukluk Çağı Kanserleri Kayıt Dairesi gibi. Çevre İçin Hekimler Derneği Başkanı Dr. Seval Alkoy’a 24 Eylül’de nükleer ihaleye çıkacak olan Türkiye’de benzer kurumların olup olmadığını sorduk. “Türkiye’de radyasyon denince akla Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) geliyor” diyen Dr Seval Alkoy, “TAEK’in Çernobil kazası sonucu sergilediği tutum bu konuda güvenilirliği konusunda bir soru işareti oluşturmuştur. Kanser kayıtlarının tutulduğu en eski merkez İzmir’de ve o da zannediyorum 12 yıllık. Türkiye’nin şu an için kanser kayıtlarının güvenilir olduğunu söylemek mümkün değil. Zaten Çernobil sonrası Karadeniz’de kazaya bağlı kanser vakaları artmış mıdır, artmamış mıdır sorusuna bilimsel bir yanıt verilememesinin de nedeni budur” diyerek “Nükleer Türkiye”nin bu kavrama ne kadar hazır olduğunu sorguluyor. Yaptığımız araştırma sonucu bahsedilen “kanser kayıt merkezleri”nin sayısının 20 olduğunu tespit ettik. Büyük kentler dışında Kahramanmaraş, Sivas, Şanlıurfa gibi illerde de bu merkezlerden açılmış. Türkiye’de nükleer santral kurulması düşünülen iki ilde, Sinop ve Mersin’deyse bu merkezlerden yok. Bu, nükleer santrallerin bu illere kurulması halinde kanser oranlarında artış olup olmadığını bilemeyeceğimiz anlamına geliyor; çünkü bu illerde kanser olanlarla ilgili kayıtlar henüz (!) tutulmuyor.

***
“Nükleer ihale iptal edilsin”
Prof. Dr. Gençay Gürsoy Türk Tabipleri Birliği Başkanı
Türkiye enerji politikalarını ağırlıklı olarak geleneksel enerji kaynaklarına dayandırarak ülkenin enerji gereksinimini karşılamaya yönelmiş bulunmakta. Bunun anlamı gelecekte ekonomik maliyetleri büyütmek, asla geri ödenemeyecek çevresel riskleri ve çevrenin geri dönüşümsüz yıkımını arttırmaktır. Bunun yanında kömür ve nükleer enerji gibi en tehlikeli merkezi enerji kaynaklarına alım garantisi verilerek yatırımı özendirilmektedir. Nükleer santraller çevresinde yapılan araştırmalarda; santrallerin yılda 1 milyon kişide 600-1000 ölüme neden olduğu, bunların yüzde 80 gibi büyük çoğunluğunun çalışan işçiler olduğu ve çocukluk dönemi kanserlerinde artış olduğu saptanmıştır. Bu veriler ışığında öncelikle 24 Eylül’de yapılacağı açıklanan ihalenin iptal edilmesini istiyoruz. Türkiye çok zengin yenilenebilir enerji potansiyeline sahip ve enerji verimliliği açısından dünyanın önde gelen ülkelerinden biri.”

"Cep"te Tam Rekabet Dönemi

9 Kasım’dan itibaren cep operatörünü değiştirmek isteyenler, yıllardır kullandıkları numaralarından vazgeçmek zorunda kalmayacak artık. Basit bir işlemle, operatörünü değiştirebilecek ama eski numarasını da saklayabilecek. Numara taşıma avantajı, rekabetin kızışmasına da neden olacak ve her şey yolunda giderse kızışan rekabet tüketiciye yarayacak. Ama, doğru tarifeyi bulmak şartıyla...

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 18-24 Eylül 2008

Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Artık numaram değişir korkusu olmadan cep telefonu operatörünüzü değiştirebileceksiniz. 9 Kasım 2008 tarihinden sonra cep numaranız adeta adınıza tescilli hale geliyor. Kullandığınız cep operatöründen memnun değilseniz ve diğer operatörde size daha uygun bir tarife varsa seçtiğiniz yeni operatörünüze bizzat başvurup bir form doldurmanız yeterli. En geç altı gün içerisinde, o tanıdığınız herkesin bildiği telefon numaranız, yeni SIM kartınıza (taşınabilir hafıza kartı) “tanıtılmış” olacak ve siz eski numaranızdan ama farklı bir operatörle konuşmalarınızı yapmaya devam edebileceksiniz.

1994 yılında ilk defa cep telefonuyla tanışan Türkiye’de halihazırda Turkcell, Vodafone ve Avea’dan oluşan üç adet operatör, sayıları 65 milyona yaklaşan SIM kart var. Her SIM kart bir kullanıcı anlamına gelmiyor çünkü kullanıcıların bazıları birden fazla hat kullanıyor. Bunun nedeni de, farklı operatörler arasında yaptığınız konuşmaların, aynı operatörler arasında yapılan konuşmalara göre hayli pahalı olması. Bu sorunu çözmek için birçok kişi farklı bir operatörden ikinci bir hat alıyor. Kimileri ailesinin sahip olduğu kamu tarifesinden yararlanmak, kimileri ise en çok konuştuğu arkadaşlarını ucuza aramak için bu yola başvuruyor. Yıllardır kullanılan eski numara vazgeçilmez olduğu için de mecburen hat ve telefon sayısı ikiye hatta üçe çıkıyor!

Tarife savaşları başlıyor
Bazı sektör yetkililerinin “Milat” olarak tanımladıkları 9 Kasım 2008 tarihinden sonra cep telefonu operatörü seçerken sadece kendi operatörünüzün size sunduğu seçeneklere değil diğer operatörlere de bakmanız gerekecek. İşin püf noktası, telefonunuzu en sık ne zaman kullandığınızı, en sık kiminle konuştuğunuzu, yine en sık hangi operatörü aradığınızı bilmekten geçiyor. Bu, kolayca yapılacak bir analiz değil diyorsanız size tavsiyemiz “her yöne”, “herkesle” adı verilen, her operatörü en ucuza arayacağınız tarifeyi bulmanız. 9 Kasım’dan sonra, diğer operatörleri aramada size ücretsiz süreler öneren ya da daha ucuza konuşma olanağı sağlayan tarifeler öne çıkacak.

Numara taşımayla birlikte bugüne kadar Turkcell’in sahip olduğu pazar hâkimiyetinin değişme olasılığı da gündeme gelmiş durumda. Şu anda Türkiye’deki 65 milyon SIM kartın yaklaşık 35 milyona yakını Turkcell markalı. Yine, yaklaşık olarak 19 milyon Vodafone ve 11,5 milyon da Avea kullanıcısı var. Son değişiklikle rekabetin daha da kızışması ve Avea ile Vodafone’un Turkcell’den müşteri kazanabilecek tarifelerle piyasaya çıkması bekleniyor; Turkcell’in de buna karşılık vermesi tabii. Firmalar şimdilik yeni tarifeler hakkında çok ipucu vermeseler de, yeni tarifelerin odak noktasında diğer operatörleri ne kadara arayacağınız sorusu yatıyor.

“Asıl sadakat numaraya”
Cep telefonu numaralarının adeta kimliğimizin bir parçası haline geldiğini söyleyen Avea Kurumsal İletişim Direktörü Pınar Kaya’ya göre kullanıcıların asıl sadakati operatöre değil kullandıkları numaraya. “Bu şu anda bizim işimizi zorlaştırıyor. Numara taşınabilirlik bu engeli kaldıracak.” Pınar Kaya, numara taşıma serbestisinden sonra ilk yıl büyük hareket beklemediklerini, sadece yüzde 10-15 (6-9 milyon) arasında kullanıcının operatör değiştireceğini tahmin ettiklerini de sözlerine ekliyor. Kaya’ya göre transfer sezonu ikinci yıldan sonra daha da hareketlenecek. Bunun ardında yatansa “görmeden inanma” felsefesi. Kaya, operatörünü değiştirdiği halde numarasını taşımaya devam eden kullanıcıların memnuniyetinin diğerlerine de örnek olacağını söylüyor. Yurtdışında da eğilim bu yönde olmuş.

Vodafone Türkiye’nin Teknikten Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Hüseyin Köksaldı da bu gelişmeden çok memnun olduklarını, bunun hem rekabete hem de tüketici özgürlüğüne katkı sağlayacağını belirtiyor. “Bu uygulamadan en kazançlı çıkacak olanlar, cep telefonu kullanıcıları olacak” diyen Köksaldı’ya göre, kullanıcılar en iyi hizmeti alacakları operatörü seçebilecek ve bunu yaparken de “Numaram değişecek, dostlarım veya müşterilerim bana erişemeyecek” kaygısından uzak olacaklar. Gözler ister istemez rakiplerinin “Hâkim operatör” olarak adlandırdığı Turkcell’e çevriliyor. Turkcell Pazarlamadan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Lale Saral Develioğlu, Turkcell’in dünyanın 13’üncü, Avrupa’nın da üçüncü büyük operatörü olduğunu ve numara taşıma serbestisinden sonra da liderliğini sürdüreceğine inandıklarını belirterek, “Dünyada birçok pazarda mobil numara taşınabilirliği sürecinde yaşanan deneyimler, pazardaki toplam değişimin yüzde 1 ile yüzde 10 seviyelerinde gerçekleştiğini ve numara taşınabilirliğinin pazar paylarında ciddi değişimlere yol açmadığını ortaya koyuyor” açıklamasını yapıyor.

“Numara taşıma ücretsiz olmalı”
Operatörler olaya farklı açılardan yanaşsa da tüketicilerin yüzleri gülüyor. Tüketiciler Derneği Genel Başkanı Engin Başaran, numara taşıma hakkının tüketici için fevkalede iyi bir şey olduğunu düşünüyor. Buna karşın Başaran’ın çekinceleri de var: “Tüketiciler şimdiye kadar tek operatöre bağlıydı. Rekabetin olmadığı yerde her şey tüketicinin aleyhine gelişir. Yalnız bu işlemin ücretsiz olması gerekiyor. Buraya konacak ‘ücretlidir’ sözü caydırıcı olacaktır. İkinci bir nokta ise taşınmış numaralar için yapılacak uyarının bir sinyal sesiyle değil sözlü olarak yapılması gerekir. Sinyalle yapılacak uyarıyı anlamayan insanlar çıkabilir.” Derneklerine gelen şikayetlerin başında cep telefonu ve kredi kartları olduğunu belirten Başaran, “Klon telefonlar, tüketicinin haberi olmadan değiştirilen kartlar, telefonlara izinsiz gönderilen melodiler gibi bize birçok şikâyet geliyor. Kontörlü telefonlarda çok sık fiyat değişiyor. Numara taşınabilirliği bunlara mutlaka bir çözüm getirecek” diyor. Getirebilecek çünkü bu tip uygulamalardan rahatsız olan tüketici artık “yeter ama, ben gidiyorum” diyebilecek.

***
Numaranızı nasıl taşıyacaksınız?

1. İlk olarak bundan sonra kullanmak istediğiniz operatörün bayisine giderek “Numara Taşıma Başvuru Formu”nu dolduracaksınız. Değişim için cüzi bir miktar ödeyebilirsiniz. Henüz ücret belirlenmedi.

2. Ayrılmak istediğiniz firma size baskı uygulayamayacak, yeni teklif sunamayacak.

3. Değişiklik talebiniz halihazırda kullandığınız operatör tarafından onaylanacak.

4. Cep telefonunuza gelen mesajdan 15 dakika sonra yeni SIM kartınızı eski numaranızla kullanmaya başlayacaksınız.

5. Tüm bu işlemler en fazla altı gün içerisinde tamamlanacak.

6. Taşınmış bir numarayı aradığınızda bir sinyal sesiyle uyarılacaksınız. Böylece farklı operatöre geçmiş bir kişiyi aradığınızı, ücretlendirmenin de bu yönde yapılacağını bileceksiniz.

***
Ne diyor, ne yapıyorlar?

AVEA
11,5 milyon abonesi var. Bunların 3,5 milyonunun faturalı ve çoğunun kamu tarifesine sahip olmasını avantaj olarak görüyorlar. Avea’nın kamu tarifeleri için yaptığı anlaşma 2014 yılına kadar yürürlükte. Kapsama alanı ve bayi ağını genişletmelerini tam rekabet döneminde yine bir başka avantaj olarak görüyorlar. Tarifelerini herkesin kolay anlayabileceği ve fatura tutarını tahmin edebileceği bir şekilde düzenlemeye çalışıyorlar. Yüksek faturaların bir başka nedeninin de vergiler olduğunu söylüyorlar. Türkiye, fatura tutarının yüzde 50’sine varan oranda vergiyle dünya birincisi.

VODAFONE
Tüketicilere kullanım alışkanlıklarını ve ihtiyaçlarını dikkate alarak tarife ve paket seçmelerini öneriyorlar. Ucuzluk kavramının müşterilerin kullanım profiline göre değişkenlik gösterdiğine ve mutlak anlamda ucuz bir tarifeden bahsetmenin güç olduğuna dikkat çekiyorlar. “Cep telefonu harcamalarını, abonelerin kendi konuşma ihtiyaçlarına uygun tarifede olup olmadıkları belirliyor” diyorlar. Rekabetin yalnızca abone kazanırken değil aboneleri elde tutmak için de var olacağını, fiyatların ve servislerin de bundan böyle daha rekabetçi olacağını söylüyorlar.

TURKCELL
Mobil numara taşınabilirliğiyle kullanıcının seçeneğinin artmasının olumlu bir gelişme olduğunu düşünüyor, tüketicilerin dikkat etmesi gereken önemli kriterlerin kapsama alanı, kesintisiz ve kaliteli iletişim, uygun tarifeler ve fiyat teklifleri olduğunu söylüyorlar. Diğer operatörlerin aksine, numara taşıma serbestisiyle diğer operatörlerden birçok müşterinin Turkcell’i seçeceğini öne sürüyorlar. Kontörlü ve faturalı hatlarda “Herkesle Paketleri”yle rekabete hazır olduklarını belirtiyorlar.

Koyunu Getir, 500 Yumurtayı Götür!

Ahlat’ın Seyrantepe Köyü’nde kredi kartı, çek, senet yok; takas var...

Ahlat’ın Seyrantepe ilçesinde 55 hane, 432 nüfus ve iki bakkal var ama para yok. Köydeki alışveriş hâlâ takas yoluyla yapılıyor. Yumurta getiren, salçayı götürüyor; buğday getiren makarnayı sırtlayıveriyor. Hayvancılık ve tarımla geçinmeye çalışan köyde zaman zaman bakkala koyununu getirip yıllık erzağının bir kısmını çıkarmaya çalışan bile var...

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 11-17 Eylül 2008
Fotoğraflar: Güven Polat

Van Gölü’nün kıyısındaki dünya güzeli Ahlat İlçesi’nin tarihi, milattan önce 3 bin yılına kadar dayanıyor. Ahlat, taş evleri, Selçuklu döneminden kalan kümbetleri, Urartulara uzanan tarihiyle değişen dünyaya karşı direnişin sembolü gibi. Ahlat’ın Seyrantepe köyüyse, biraz da zorunluluktan, bu direnişe parayı reddederek katılmışa benziyor. Bu köyde para kullanılmadığını, alışverişlerin hâlâ takas usulüyle yapıldığını duyunca, neredeyse duyduğumuza inanamayarak düştük yollara…

Ahlat’tan Seyrantepe köyüne yazın, ovanın içinde kıvrılan düz bir yoldan 20 dakikada ulaşıyorsunuz. 10 kilometre ya var ya yok. Yolda yer yer göçükler olmuş, bu yolculuğu sıkıntılı bir hâle soksa da yol şimdilik idare ediyor. Kışın ise yol yok çünkü kar yolu kapatıyor. Köyün meydanı caminin olduğu yerdir, diyerek minarenin yanına kadar sokuluyoruz. Hemen aşağıda bakkal, bakkalın önünde elleri kolları dolu, sıraya girmiş köylüler var. Oysa bizim bildiğimiz, bakkala boş girilir dolu çıkılır. Burada ise sanki bakkala giren “yük” atıyor. Sırtına bir çuval yünü yüklemiş olanı, buğdayı, yumurtayı, peyniri bir kaba koyup bakkalın yolunu tutmuşu var. Ellerinde tek yumurtayla sırada bekleyen çocuklar da...

İşin sırrı bakkaldadır, deyip içeri giriyoruz. Karanlık, sağı solu raflarla çevrili, uzun ama dar bir koridordayız sanki. Bakkal Yemen Kota’nın önünde çikolata ve gofretle kaplı bir tezgâh var. Çocukların gözü en çok bu tezgâhta. Kadınlar ise raflardaki salça, makarna ve yağ ile ilgileniyor. Kredi kartı, “Pos makinesi”, “bir alırsan öbürü bedava”sı yok. Çünkü köyde gerçekten de para yok! Tatil köylerindeki incik boncuk hikâyesiyle karıştırmayasınız diye “para yok” kelimelerinin altını çizmekte fayda var. Köy çıkışında boncuk değiştiren birileri yok burada; köylünün cebinde pa-ra-sı yok! Para olmayınca da köyde takas almış başını gitmiş. Veresiye devam ediyor ama, veresiye borcunu kapatmak isteyen de para yerine yine takas edilecek mal getirerek borcunu ödüyor.

“Ben bildim bileli alışveriş takasla”
Bakkal Kota’ya soruyoruz, “Ne zamandır bakkalda alışveriş takasla oluyor” diye; “Ben bildim bileli” diye yanıt veriyor. Yemen Kota’nın yaşı 32, daha eskiye bakmalı diyerek köyün en genç delikanlısı Nevzat Kotaz’a soruyoruz bu defa: “Ne zamandır köyde para geçmiyor?” Nevzat Amca 70’e merdiven dayamış, köyün ayaklı tarihi. Onun da yanıtı aynı: “Ben bildim bileli”.
Köyde kimse takasın ne zaman başladığını anımsamıyor ancak herkesin kurlardan haberi var. Bir yumurta getiren, “Paçimo” marka çikolatalı gofreti ya da top keki götürebiliyor. Daha fiyakalı bir çikolata içinse en az beş yumurta gerekiyor. Yumurtanın büyüklüğü de sorun değil. Bakkal Kota kimseyi boş göndermiyor. Bize elinde tuttuğu ufacık yumurtayı gösteriyor. “Bu yumurtayı da bir tane mi saydın?” sorumuza, “Evet” yanıtını veriyor. “Zarar edersin” diyoruz, “Ne yapalım” diyor. Parası olmayanın gönlü geniş olurmuş ya, öyle biri Yemen Kota. Genelde bu tip “kaza”ları çocuklar yapıyor. Gofret ve kola için kümesi annelerinden izinsiz ziyaret edenler de var. Sekiz yaşındaki Halit de onlardan. Bir kere bisküvi için böyle bir ziyaret yaptığını utanarak anlatıyor. Asıl tercihiyse “buğday karşılığı kola” almak. Bakkal Kota, hınzırlık yaptığını bilse bile çocukları boş çevirmiyor, onlara kızmıyor; “Çocuktur” deyip geçiştiriyor.

Üniversite mezunu bu hesabı yapamaz
Seyrantepe’deki takas sistemi aslında modern bir kooperatif çalışmasına benziyor. Köylüler, ürettikleri sütü, yumurtayı, tavuğu, buğdayı bakkala getiriyor karşılığında yağ, makarna, salça alıyor. Bakkal bu malları biriktikçe Ahlat’a götürüp orada paraya çeviriyor ve yeni mal alıp dönüyor. Köylüler mallarını tek tek satmaya götürse, kazançları yol parasına bile yetmediği gibi malları da ucuza gidiyor. Bakkalın toptan satış yaptığı için biraz daha fazla pazarlık payı oluyor. Köylüler, bu işten kârlı çıkanın kendileri olduğunu öne sürüyor. “Köylü bakkaldan daha rahattır” diyor biri, bir diğeri de ekliyor: “Üniversite mezunu bile bakkalın yaptığı hesabı yapamaz!”. Gerçekten de malın ederini hesaplamak kolay değil. Yumurtanın irisi, küçüğü akıl karıştırıyor, buğday, süt tartılıyor ama tavuk ve koyun geldiğinde hesap yapmak zorlaşıyor. Bazıları kiraz da dikmiş köyde. Bu, gelecek yıl bakkal Yemen’in aklının daha da karışacağı anlamına geliyor.

“İmamı bile takas ettik”
Takas öyle bir yaşam biçimi olmuş ki, sadece bakkalla sınırlı da değil. Müslim İnal, köyün en heyecanlı delikanlısı, yakında düğünü var. Başlık parası olarak 18 altında anlaşılmış. Müslim, geçtiğimiz günlerde traktörüne atlayıp kayınpederinin tarlasını biçmiş. Harcadığı emek ve mazotu 10 altın ile takas etmek geçiyor aklından ama son sözü kayınpeder söyleyecek. Bir başka bakkal dışı takas örneği ise köyün muhtarı Ali Rıza Çağlar’ın eseri. Köydeki minibüsü de kullanan muhtar, geçen yıllarda 1 ton süte karşılık 450 litre mazot aldıklarını söylüyor. Seyrantepeliler bu takas işine o kadar alışmışlar ki şakalarına bile konu olmaya başlamış. Köyde daha önce fahri imamlık yapan kişinin yerine devlet imam göndermiş. Köylüler, gencecik imama takılıp, “İmamı bile takas ettik, sakallısını verip sakalsızını aldık” diyorlar. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, önceki fahri imamın maaşını da yine ürettiklerini takas ederek ödüyorlarmış. Tüm bu takas fırtınası içinde takas etmeyecekleri bir tek şeyin olduğunu da öğreniyoruz. Ahlat içinde düzenlenen futbol turnuvasında birincilik kazanmışlar, kaldırdıkları kupanın takasına ise kimse müsaade etmiyor.

“Kimse para görmemiş ki!”
Şaka bir yana, takasın yıllardır köyde hüküm sürmesinin nedeni oldukça ciddi. Sorunu en iyi “Aslında 35 yaşındayım, beni yoksulluk böyle yaptı” diyen Nevzat “Amca” dillendiriyor. “Kimse para görmemiş ki, hep bu perişanlıkla kalmışık, büyümüşük. Sabah kalkıyoruz karnımız aç, başımız çıplak. Bugün ne yiyeceğiz. Yav, para yoh, yoh! Ağlaya ağlaya gözümüzde yaş kalmadı” diye özetliyor durumu. Parası yok ama yüreği, neşesi yerinde. İftara kalın diye ısrar ediyor, ardından da, “Biraz daha kalırsanız sizi de takas ederiz” diye takılıyor.

Parasızlık sadece köyle sınırlı değil, bu durum zaman zaman Ahlat’a bile yansıyor. Kentte yıllardır kumaş satan Mevlüt Gürbüz, arada sırada kendilerinin de canlı hayvan karşılığı kumaş takas etmek zorunda kaldıklarını söylüyor. Muhtar, ısrarla çektikleri sıkıntılardan bahsetmek istemese de, bu yıl yaşanan kuraklığın iyice bellerini büktüğü ortada. İmamın kaldığı ev yıkılmış, yenisini yapamıyorlar. Şimdi kaldığı yere su çıkmıyor, namaz aralarında köyün imamı kovalarla su taşıyor. Gübre alacak ya da takas edecek mal elde avuçta yok. Herkes kara kara tarlalar nasıl ekilecek diye düşünüyor. Ekilse, bu mazot fiyatlarıyla nasıl biçilecek o da ayrı bir dert. İlkokulda dört öğretmen beş sınıf var. Kaymakam tozun eksik olmadığı köy içindeki yollara taş döşeme sözü vermiş ama şimdilik bir hareket yok. Muhtar, “Yine hiç yoktan iyidir” diyor ama köylü dertlerinin de yazılmasından yana. Nevzat Amca da, “Dertlerimizi de yaz” diye ısrar edince başka seçeneğim kalmıyor. “Başım gözüm üstüne” diyorum ve insanlığın hüküm sürdüğü takas köyünden, paranın hüküm sürdüğü büyük şehre doğru yola çıkıyorum...

***
Seyrantepe Borsası *

1 yumurta = 1 çikolatalı gofret
10 yumurta = 1 kg. şeker
1 kg. peynir = 1 kg. çay
2 kg. peynir = 5 lt. yağ
1 teneke buğday = 5 kg. makarna
1 koyun = 400-500 yumurta

* 5 Eylül 2008 kapanışı

Yasaklı uçaklar Türkiye pistlerinde!

Avrupa Birliği'nin kara listesindeki “Ariana Afghan Airlines"a ait uçaklar Yeni Aktüel'in radarına yakalandı...

Artık göklerimizde güvercin kadar uçak var; biri iniyor, biri kalkıyor. Yine de güvercinler kadar özgür değiller, her istedikleri yere inip kalkamıyorlar. Avrupa Birliği’nin havaalanlarını belli havayollarına kapattığı bir kara listesi bile var. Bu kara listede yer alan, ama Türkiye’de dilediği gibi uçan uçaklar da... Bu arada, Türkiye’nin bir kara listesi olup olmadığını da merak ettik, ancak Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden yanıt alamadık…

Özgür Gürbüz - Aktüel / 4-10 Eylül 2008

Kemerinizi bağlayın, belinize göre ayarlayın. Bebeğiniz varsa onun için özel kemer, uykunuz varsa yastık isteyebilirsiniz. Can yeleklerini başınızdan geçirin, ucundan sarkan ipleri yeleğin arkasından dolayarak birbirine bağlayın. Bir şeyler ters giderse (Allah korusun!), başınızın üstündeki kapaklardan plastik serum şişelerine benzer oksijen maskelerinin düşeceğini zaten biliyorsunuz. Birazdan kalkışa geçeceksiniz ama inemeyebilirsiniz. Ya da istediğiniz yere inemeyebilirsiniz çünkü bu, sizden çok seçtiğiniz havayolu şirketiyle ilgili.

Avrupa Birliği, havayolu şirketlerinin kontrol mekanizmalarından, uçakların içindeki ekipmana kadar birçok kriteri göz önüne alarak, onlarca şirketin hava alanlarını kullanmasını engelliyor. “Ariana Afghan Airlines” da bunlardan biri. Bu havayolunun Avrupa Birliği içerisindeki herhangi bir havaalanına inmesi, en son 25 Temmuz 2008 tarihinde güncellenen kararla yasaklanmış durumda. Henüz Avrupa Birliği üyesi olmadığı için bu kararın Türkiye üzerinde bağlayıcılığı yok. Olmadığını da havaalanlarında biraz dolaşınca anlıyorsunuz. Geçen hafta içinde bu havayoluna ait iki uçak İstanbul ve Ankara’daydı. Bunlardan biri, 27 Temmuz saat 16:00’da Kabil’den gelip İstanbul’a indi. İkinci uçak 29 Temmuz’da Kabil’den Ankara’ya uçtu ve oradan da İstanbul’a doğru yola çıktı.

Kemer ikaz ışıkları söndü. Yerimizden kalkıyor ve pilot kabinine girerek bu konuda daha ayrıntılı bilgi almaya çalışıyoruz. Türkiye Havayolu Pilotları Derneği Başkanı, Kaptan Pilot Ali Ziya Yılmaz, havayolu şirketlerinin kara listeye alınmasının sadece güvenlikle ilgili olmadığının, çarpışmaya mani olucu sistem ve uçakların çıkardığı gürültünün limitlere uygunsuzluğun da neden teşkil ettiğinin altını çiziyor. Yasakların bir başka sebebinin ise teknik donanımlarla ilgili olduğunu belirten Yılmaz, “Yoğun hava trafiğinin bulunduğu Avrupa hava sahasında uçabilmek için çarpışmayı önleyici sistemle donatılmış olma şartı var. Bu şartı yerine getirmeyen uçakların bu bölgelere girmesi yasaklanmıştır” diyor.

Otomatik pilot sabırsızlanıyor, röportajı kısa kesmek zorunda kalıyoruz. Ali Ziya Yılmaz’a kabinden çıkmadan son haftalarda İspanya ve Kırgızistan’da meydana gelen kazaları ve Türkiye’nin durumunu soruyoruz. Yılmaz, Türkiye’nin Avrupa Havacılık Birliği’nin bir üyesi olduğunu, ayrıca Dünya Havacılık Kuralları’na göre gereken denetimlerin yapıldığını belirtiyor. “Emniyet tedbirlerini ne kadar iyileştirirseniz iyileştirin böyle kazalar oluyor” diyen TALPA Başkanı, “Yaz aylarındaki yoğun uçuşlar sonucu oluşan yorgunluk bir kaza nedeni olabilir. Maliyetleri düşüreceğim derken emniyetten taviz vermek de. Ancak, kazalar yıllık uçuş saatleriyle mukayese edildiğinde son dönemde pek bir artış olduğunu sanmıyorum. Kazaların üst üste gelmesi kamuoyunun dikkatini çekti herhalde” açıklamasını yapıyor.

Kazalarda insan faktörü yüksek
Yerimize geçiyor, kemerimizi bağlıyoruz. Koltuğumuzu dik duruma getirdikten sonra önümüzdeki cepte yer alan bir not gözümüze çarpıyor. Tam da bu yorgunluk meselesiyle ilgili. Hava-İş Dış İlişkiler ve Eğitim Uzmanı Kemal Ülker imzalı notta, havacılıkta meydana gelen kazaların dörtte üçünde insan faktörünün rol oynadığı, yine kazaların dörtte birinin direkt olarak uçuş ekibinin yorgunluğuyla ilgili olduğu yazılı. Hava-İş’in bu konuda kampanya yaptığını belirten Ülker, Türkiye’nin kaza performansının Afrika ülkelerine yakın olduğunu söylüyor. O anda yanımızdaki yolcunun nota bizim kadar dehşetle baktığını fark ediyoruz. “Bendeki bir istatistik gerçek anlamda kazaya sebep olan teknik-mekanik sorunların payını sadece yüzde 11 olarak gösteriyor” diye söze başlıyor. “Buna karşılık kazalardaki insan hatası oranı yüzde 73. Uçağı yöneten kişi pilot olduğu için, kazayı da pilot yapar anlayışı değişeli çok oldu. Kazaların çoğunu pilotlar değil, insanlar yapar. Bu insan bazen pilot, bazen kuledeki operatör, bazen de yönetim binasındaki kişi olabiliyor” diye devam ediyor. Kendisini tanıtmasını istiyoruz, Havacılık Tıbbı Derneği Başkanı Doç Dr. Muzaffer Çetingüç’le sohbet ettiğimizi anlıyoruz. Çetingüç, “Yüzlerce insanın öldüğü dramatik olaylara sebep olan kişi bizzat pilot ise bile, onu bazı zafiyetler içinde o koltuğa oturtan kişilerin hiç sorumluluğu yok mu? Onun eğitim veya beceri eksikliğinden, sağlık sorunlarından, yorgunluk, uykusuzluk ve beslenme problemlerine kadar; psikolojik bozukluklarından, doğru karar vermesini engelleyen idari baskılara kadar olan konuları dikkate almazsak, doğru davranmış olur muyuz” diye soruyor. Bu soruya yanıt vermekte zorlanırken imdadımıza yemek servisi yetişiyor. Kemal Ülker’in notunun son bölümü aklımıza geliyor. Uçuş ekibinin ülkemizde garson olarak algılandığından yakınan Ülker, onların asıl görevinin çok nadir de olsa karşılaşılan kazalarda üstlendikleri rol olduğuna, bu yüzden de eğitimin ve personelin uygun koşullarda çalışmasının önemine dikkat çekiyor. Not, İsviçre’deki “Kapers” sendikasının sloganı ile bitiyor; biz de yazıyı öyle bitirelim. İsviçre’deki kabin memurları, “Biz sizin k..ınızı yalamak için değil, kurtarmak için buradayız” sloganıyla çalışıyorlarmış...

***
Havacılık Tıbbı Derneği Başkanı Doç Dr. Muzaffer Çetingüç
“Türkiye’nin kaza karnesi iyi değil”


* Sizce Türkiye'de havacılıktaki standartlar hangi seviyede?

Havacılık Tıbbı Derneği olarak tıbbi konularla ilgili olduğumuz için, bu sahada zafiyetler görüyoruz. Örneğin uçuş doktorları sisteme entegre edilmemiş durumda. İstanbul Atatürk Havalimanı’nda yolcu ve uçuş ekiplerinin sağlık sorunlarıyla ilgilenecek, havacılık tıbbı eğitimi almış tek bir hekim yok. Koskoca THY’de sadece bir uçuş doktoru var, o da idari görevde. Bu kişi tıbbi kontrollere, sağlık istatistiklerine, uçuş ekiplerinin eğitimlerine nasıl yetebilir?

* Türkiye'de uçak kazalarıyla ilgili kaza raporlarına güvenebilir miyiz?
Resmi kaza raporları dünyada da çok geç yayınlanıyor, gerçekten de teknik analizler vakit alabilir ama sanki olayın soğuması için geciktiriliyor ve insanlar da zaman içinde olayı unutuyor. Medya ve sigorta şirketlerinin baskıları işe yarıyor; şirketleri uçuş güvenliği tedbirleri almada titiz davranmaya zorluyor. Gene de kazaların gerçek sebepleri bazı kişileri veya şirketleri zor durumda bırakacak, ticari kayba yol açacak gibi ise, raporların açıklanması kasten erteleniyor, istatistikler çarpıtılıyor olabilir.

* Türkiye'deki havayolu şirketlerinin güvenlik kayıtları nasıl?
Ciddi havacılık sitelerinde dünyanın tüm havayolu şirketlerini kapsayan kaza istatistikleri var; bu kaynaklarda ülkemizin bayrak taşıyıcı şirketinin karnesi iyi görünmüyor. Bir milyon kalkış itibariyle kaza oranları: Delta: 0.30 British Airways: 0.32 Lufthansa: 0.41 AirFrance: 1.19 İran: 2.5 Pakistan: 5.0 THY:7.3 Mısır: 8.0 Çin: 10.2 Ülkemizin bu sıralamada bu kadar kötü bir yerde olmasının bir açıklaması olmalı. Şahsen yurtdışı seyahatlerimde tercih ettiğim THY’nin bu istatistiklere yanıtını merak ediyorum.

* Ramazan ayında pilotların oruç tutmaması gerektiğini belirtmişsiniz…
Havacılıkta sadece pilotlar değil, hava trafik kontrolörleri, uçak bakım ve yer ekipleri de görev günlerinde oruç tutmamalı. Oruç nedeniyle uyku ve uyanıklık ritminin değişmesi yüzünden halsizlik, dalgınlık ve uyuklama olabilir; 10-12 saat süreli açlık ve susuzluk nedeniyle kan şekeri ve tansiyon düşmeleri, dikkat, bellek ve konsantrasyon bozuklukları; sinirlilik, tahammülsüzlük görülebilir. Askeri havacılıkta uçucuların oruç tutmaları da, katı diyet uygulamaları da engellenir. Bir örnek de İslâm dünyasından verelim. Fas’da pilotların oruç tutmamaları gerektiği, orucun pilot performansını olumsuz biçimde etkilediği, bizzat Ulaştırma Bakanı Karim Ghellab tarafından açıklandı.

* Zaman zaman içki içtiği söylenen pilotlarla ilgili haberlere rastlıyoruz. Bu konuda bir kontrol eksikliği mi var?
Her toplulukta ilaç ve uyuşturucu kullanan da, alkolü görevi sırasında kullanan kişiler de olabilir. Özgüveni yüksek kuruluşlar, binlerce personeli arasında böyle davranış bozuklukları gösterenlerin çıkabileceğini serinkanlılıkla kabullenir ve tedbir alır. Bizim pilotlarımız arasında alkolik olan, uçuşta bile içen kişi olduğunu duymadım, ama tek tük olsa bile kontrol mekanizmasıyla bunlar caydırılabilir. Batı ülkelerinde pilotlara uçuş öncesi veya sonrası rasgele alkol testi yapılmakta. Bizde bu anlamda yapılan hiçbir şey olmadığını bilmek üzücü. Ayrıca şaibe altında kalan yüzlerce düzgün pilot adına da üzülüyorum.

***
AB’nin kara listesinden bir kaç örnek

Havayolu şirketi --- Ülkesi
Ukrainian Mediterranean Airlines --- Ukrayna
Africa One --- Kongo
Air Pacific Indonesia --- Endonezya
Kyrgyz Trans Avia --- Kırgızistan
Air West Co. Ltd. --- Sudan

Tam liste için: http://ec.europa.eu/transport/air-ban/

Başbakan nükleer enerji çalışmalı

Avrupa’nın en iyi rüzgâr ve güneş enerjisi potansiyellerinden birine sahip ülkemizde, nükleer enerjiyi körü körüne ve 10 yıl öncesinin verileriyle savunanlar gerçekten çok ayıp ediyor.

Özgür Gürbüz-Radikal 2 / 31 Ağustos 2008

Uluslararası Enerji Ajansı tarafından hazırlanan, “Dünya Enerji Görünümü 2007” adlı rapora göre, dünya elektrik enerjisi üretiminde, nükleerin yüzde 15 olan bugünkü payı 2030’da yüzde 9’a gerileyecek. Hidroelektrik santrallerin dâhil edilmediği hesaplamada ise yenilenebilir enerjinin bugün yüzde 2 olan payının yüzde 6’ya çıkması bekleniyor. Aslan payı da, yüzde 1 olan payını yüzde 4’e çıkarması beklenen rüzgâr enerjisinde (1). Artan küresel enerji talebine rağmen nükleer enerjinin pazar payının azalması garip değil mi? Halbuki Türkiye'de, başta AKP iktidarı ve bazı “uzmanlar” nükleer rönesans masalları anlatıyor, nükleer enerjiye övgüler yağdırmaya devam ediyor. Boş zamanlarını enerji konusunda çalışmak yerine “çevrecilere” laf yetiştirmeye harcayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, tahminen bu yanlış bilgilendirme sonucu, nükleer enerjinin ülkenin içinde bulunduğu enerji krizine çözüm bulacağını sanıyor. Ne yazık ki yanılıyor.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) rakamlarına göre dünyada şu anda 439 reaktör (santral değil) var. Bunların toplam kurulu gücü 371 GW ve 35 yeni reaktör de yapım aşamasında (2). Bu 35 reaktörün 7’si Rusya, 6’sı Hindistan, 6’sı Çin, 3’ü Kore, 2’si Ukrayna ve Bulgaristan, 1’er tanesi de Arjantin, Fransa, İran, Japonya, Pakistan, Finlandiya ve ABD’de inşa ediliyor. Nükleer enerji taraftarları bu rakamlardan bahsetmekten çok hoşlansa da, rakamlara yakından bakmamızdan da bir o kadar rahatsız oluyor. Bize nükleer reaktör satmak için kapalı kapılar ardında en çok zaman harcayan ülke ABD olduğuna göre işe oradan başlamakta fayda var.

Bitmeyen santraller
ABD’de inşa edilen tek reaktör Watts Bar-2’nin yapımına aslında 1972'de başlandı. 1988'de, enerji talebinde beklenen artışın gerçekleşmemesi sonucu inşaat durduruldu ve 2007'de tekrar başlatıldı. Aslında bu reaktör bile, Türkiye’deki abartılı talep tahminlerinin nelere yol açacağı hakkında özel sektöre başlı başına bir yanıt niteliğinde. İlk yatırım maliyeti yüksek olduğu için inşaatın durduğu her gün şirketlere binlerce dolara mal oldu. Öncesinde onlarca reaktör yapmış olmasına rağmen, 1165 MW gücündeki Watts Bar-2’yi 16 yılda bitiremeyen, daha sonra da inşaatı, enerji talebi yok diye durduran ABD, yüzde 60’ından fazlasının tamamlandığı söylenen bu reaktöre yaklaşık 2,5 milyar dolar daha harcamayı planlıyor. İşin garibi, Watts Bar-1 de (1121 MW) tam 23 yılda bitirilmiş ve 7 milyar dolara mal olmuştu (3). Kimse bunun ABD’nin deneyimsiz zamanına geldiğini de iddia edemez. Watts Bar-1, 1996 yılında ABD’de devreye alınan en son santral. Bush yönetiminin nükleere yeşil ışık yaktığını söylememek doğru olmaz ama özel sektörün bu konuda hâlâ ciddi çekinceleri var. Watts Bar-2’nin tekrar inşaatına başlanmasının tek nedeni de önceden alınmış inşa izninin hâlâ geçerli olması. ABD’de, iktidarın istekli olması, nükleer santral inşasına başlamak için gereken izinlerin alınmasını ya da güvenlik standartlarının düşürülmesini kolaylaştırmıyor. Bizde ise olmadık teşviklerle, yüksek maliyet halkın cebinden karşılanarak özel sektöre tatlı bir “yatırım ortamı” hazırlanmaya çalışılıyor. Türkiye’de yaşayanlar tedirgin olmakta yerden göğe kadar haklı. Geçtiğimiz Haziran ayında Fransa’da meydana gelen sızıntılar sonucu Vaucluse Bölgesi’nde su içilmesinin, balık avlanmasının ve yüzülmesinin yasaklandığını anımsayalım. Türkiye’de olası bir sızıntı olduğunda böyle bir uyarının yapılacağına kim inanır? Tricastin nükleer santralinde iki ay önce olan kazayı bile değerlendirmeye almayan hükümet, kendi memleketinde böyle bir kaza olsa gerçeği söyler mi? Tuzla’da insan hayatına verilen değeri gördükten sonra bu sorulara çevrecinin değil daniskası, maskarası bile “evet” diyemez.

27 yıldır bitmeyen santral
Nükleer enerjiyi savunanlar bu kazalardan bahsetmiyor, tüm dünya nükleer yapıyor masalını anlatmaya devam ediyor ve bunu yaparken Arjantin’den bile bahsetmekten kaçınmıyor. UAEA’nın listesinde yer alan ve hatta listeden hiç çıkamayan Attucha-2’nin inşaatına 1981’de başlandı. Santral aradan geçen 27 yıla rağmen hâlâ bitirilemedi. Nükleer enerjinin şiddetli savunucuları bile böyle bir durumda maliyetin 40 milyar dolara kadar çıkabileceğini belirttiler. Ülke ekonomisine eklenecek 40 milyar dolarlık bir maliyeti karşılamak için değil tüm çevreciler, tüm Türkiye boş zamanlarında çalışsa yıllarca bu cari açığı kapatamaz. Arjantin örneği tek de değil. Bugün Almanya, İtalya, İspanya, Belçika, İsveç, Norveç gibi ülkeler nükleer enerji karşıtı politikalara sahipse bunun temelinde Çernobil gibi kazaların yanı sıra ekonomik faturaların hesaplandığı gibi sonuçlanmamasının da büyük etkisi var.

Maliyet ciddi bir problem
Nükleer enerjinin tahmin edilemeyen bütçesi sadece geçmişin değil bugünün de problemi. Dünyanın en gelişmiş reaktörü olarak tanıtılan ve AB-15’te inşa edilen iki reaktörden biri olan Olkiluoto-3 reaktörünün inşası 2005 yılında başladı. 2009’da bitecek deniyordu ama bağımsız denetçiler tarafından tespit edilen hatalar ve güvenlik konusundaki eksiklikler, inşaatı şimdiden iki yıl geciktirdi. 2007 baharından bu yana inşaatta çalışan insan sayısı iki katına çıkarıldı ama 2011’den önce bitmesi zor görünüyor. İlk yatırım maliyeti, üretilemeyen elektrik de hesaba katıldığında 4,5 milyar avroyu buluyor. Yani, her 1 kilovat kurulu güç için 4 bin doların üzerinde bir masraf yapmak gerek. Rüzgarda ise bu paraya nükleerin 2-2,5 katı bir güç kurulabilir ve Türkiye’nin verimli rüzgarlarında aynı elektriği üretirsiniz. Üstelik çok daha fazla insana işgücü sağlar, dışa bağımlılıktan ülkeyi kurtarır ve Kyoto sürecinde karbondioksit salınmadığı için üzerine para bile kazanabilirsiniz. Nükleerde işler yolunda gitmiş olsaydı bile uzun vadede yine rüzgârın ucuza mal olması kaçınılmaz olacaktı çünkü yaptığımız hesapta 250 bin yıl boyunca radyoaktif kalacağı için özel olarak saklanması gereken (ve nasıl saklanacağı henüz bilinmeyen) atıkların maliyeti yok. Santralin söküm maliyeti, yakıt ve işletim giderleri hesaba dahil değil. Rüzgar, güneş, hidroelektrik ve jeotermal için ilk yatırım maliyeti dışındaki maliyetler ise oldukça küçük rakamlar.

Uzun lafın kısası, Avrupa’nın en iyi rüzgâr ve güneş enerjisi potansiyellerinden birine sahip ülkemizde nükleer enerjiyi körü körüne ve 10 yıl öncesinin verileriyle savunanlar gerçekten çok ayıp ediyor. 300-400 kişinin çalışacağı nükleer reaktörlerin, 25 bin kişiye iş sağlayacağını söyleyen Enerji Bakanımız Hilmi Güler de bu yanlışta ısrar ederek hayal kırıklığına neden oluyor. Temiz enerji konusunda bugüne kadar yapılmış en önemli işlere imza atmış olan Güler’in bu tutumu, “İpler kimin elinde” sorusunu ister istemez gündeme getiriyor. Kendisini milliyetçi-muhafazakâr olarak tanımlayan Başbakanımız bırakın yakıtı ve teknolojisini, çalışacak 300-400 kişinin yarısını bile ithal etmek zorunda olan nükleer enerjiyi savunurken, kökü dışarıda diye nitelenen yabancıların yerli kaynak olan rüzgâr ve güneşi savunması ise ayrı bir komedi. Yine aynı çizgide olduğunu beyan eden AKP seçmeni de, gerek sessiz kalarak gerekse yanlış tarafta durarak bir başka ayıba imza atıyor, kendi kendisiyle çelişiyor. Başbakan ve nükleer teknoloji sayesinde ülkenin kalkınacağını sananların acilen “enerji” konusunda çalışması lazım. Nükleer santraller sayesinde uzaya gideriz masallarına bu çağda inanmak, cahilliğin daniskası olsa gerek.


1. World Energy Outlook 2007, Reference Scenario, s. 593.
2. PRIS Database, International Atomic Energy Agency, 26 Ağustos 2008.
3. The Decatur Daily News, http://legacy.decaturdaily.com/decaturdaily/news/060728/tva.shtml

Turlar yüzünü Anadolu'ya döndü...

Tatil denince artık akla sadece deniz, güneş ve kum gelmiyor. Yerel bir yemek, tarihi binalar ve sakin sokaklar, değişen iç turizm anlayışının yeni tercihleri. Yeni Aktüel okurları için iç turizmin parlayan yıldızı Sinop’u gezdik ve sektör temsilcilerine kültür turizminin geleceğini sorduk.

Özgür Gürbüz - Aktüel /28 Ağustos-3 Eylül 2008

Her yıl Türkiye’de bir milyon insan, kültür turizmini tercih ediyor ve Anadolu’yu karış karış arşınlıyor. Gezilmedik medrese, müze; yenilmedik gözleme, mantı bırakmıyor. Bazen Ağva, Mardin gibi, diziler sayesinde ünlenen yerler ön plana çıkıyor, bazen de hep merak edilen, yemeğiyle, geleneği göreneğiyle adından söz ettiren ama ırak diye varılmayan memleketler. Sonuçta hayatımıza yerleşmiş bir klişe daha tarihe gömülüyor; tatil denince akla artık sadece deniz-güneş ya da Paris-Londra gelmiyor.

Sinop’ta cezaevi turu
Biz de bir Sinop turuna katıldık ve daha bu ilk turumuzda, kültür turizminin neden çok ilgi çektiğini anladık. Bazen unuttuğunuz bir yemek karşınıza çıkıyor, bazen adını duyduğunuz ama hiç görmediğiniz tarihi bir yapı. Sinop turunun ilk durağında adını hep duyduğumuz Sinop Cezaevi’ndeyiz. Sabahattin Ali’nin kaldığı söylenen koğuşa giriyoruz, duvarda o çok bildiğiniz şiiri var; “Aldırma gönül, aldırma; bu hasret biter” diyor… Koğuştan çıkarken mırıldanmaya başlıyorsunuz; sesiniz boş, küflü koridorlarda yankı buluyor. Deniz kenarında mehtabı izlerken aşklarınızı, arkeoloji müzesine gidince ise anne babanızla yaptığınız o ilk müze turlarını anımsıyorsunuz. Yeni yerler görüyorsunuz, ama tanıdık bir şeyler de var o gördüğünüz yerlerde...

Kültür turlarına olan bu talep turizm sektörünü de hareketlendirmiş. Bugüne kadar yurtdışı turlarıyla bilinen Cafe Tur, Sinop da dahil olmak üzere, 1 Eylül’den itibaren Anadolu’nun 23 noktasına tur düzenlemeye başlıyor. Cafe Tur Genel Müdürü Ali Akyüz, yurtiçine yönelik turların Körfez kriziyle gündeme geldiğini, fiyatların düşmesiyle o tarihe kadar otellerine yerli turist almayan şirketlerin bile kapılarını iç turizme açtığını belirtiyor. “Türkiye’de dünya kadar gezilecek yer var” sloganıyla yola çıktıklarını belirten Akyüz, “Mardin, Kapadokya gibi bazı bölgeler çok tercih ediliyor. Yozgat ve Elazığ’a da konaklamalı turlar düzenleyeceğiz. Karadeniz ise tanınmayan bir bölgeydi ve çok talep görüyor. ‘Suya tutunan şehir’ dediğimiz Sinop çok hoş ama az bilinen bir bölge” diyor.

Havaalanının açılmasıyla ilginin artması beklenen Sinop’un tur programı da diğerlerinden farklı. Samsun’dan yola çıkıyor, Bafra’da meşhur pideleri yiyor, kente damgasını vurmuş cezaevinde “iç çekiyor”, Türkiye’nin en uzun kumsallarından Akliman’a yüzmeye gidiyorsunuz. Çok iyi düzenlenmiş Arkeoloji Müzesi’ni geziyor, ardından Erfelek Şelaleleri’ne gidiyorsunuz. 28 şelaleden oluşan Erfelek Şelaleleri 28 engelli bir koşu pisti gibi. Biraz cesur, biraz da atletik bir yapıya sahipseniz, 28’ini birden tırmanmanız işten bile değil. Parkuru tamamlayanları közde patates ve buz gibi bir ayran bekliyor. “İçmeyenin kaynanası ölsün” yazılı tabelayı görünce çoğunluk birer ikişer bardak içiyor ayrandan. Tırmanma hevesli olmayanları ve etseverleri yöresel sırık kebabıyla başbaşa bırakmak da olası. Kısacası, turların içinde her keyfe göre seçenek var. Ali Akyüz, isteğe özel olarak tur programlarının değiştirilebileceğini ve iki kişi için bile özel turlar düzenlenebileceğini belirtiyor. Bu da rekabetin ne kadar yoğun olduğunu gösteriyor.

Yerli diziler ilgiyi arttırıyor
ETS Tur Kültür Turları Müdürü Serdar Eşmeli de ilginin arttığını, Türkiye’deki tüm kültür turlarında yüzde 10 artış olduğunu söylüyor. Bu artışın bir nedeni de yerli diziler. Eşmeli “O bölgelerin doğal ve tarihi güzelliklerinin dizilerde gösterilmesinin katkısı büyük” diyor. Yerel bir yemek bile turizm için odak noktası olabiliyor. Eşmeli, birkaç sene önce şarap üreticileri ile birlikte planlanan “bağ bozumu” turlarının her geçen yıl daha fazla ilgi gördüğünü belirtiyor. Turlardaki farklı seçenekler katılımcıların profilini de etkiliyor. Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB) Başkanı Başaran Ulusoy, kültür turlarını tercih edenler konusunda ellerinde güncel bir araştırma bulunmadığını belirtiyor. Ancak geçmiş yıllarda iç turlar pazarında aktif olarak çalışan üyelerine yönelik bir anket yapılmış ve sonuçlar yurtiçi turların en çok kadınlar tarafından tercih edildiğini göstermiş. Tura katılanların yüzde 59,2’si kadın. Çocuklu ailelerin oranı yüzde 21,5, çiftlerin oranı ise yüzde 23,9. Emekliler de yurtiçi turlara ilgi gösteriyor. Turlara katılanların yüzde 31,3’ü emekli, yüzde 33,2’si serbest meslek sahibi, yüzde 29,6’sı ise öğrenci. 65 yaşın üstünde seyahat edenlerin oranı ise yüzde 8,1. Rakamların da gösterdiği gibi ayaklanmış bir millet söz konusu; her yaştan her cinsiyetten vatandaşımız memleketi keşfe çıkmış durumda. Bakalım bu kültür turları kültür seviyemize nasıl yansıyacak ve “çok gezen mi, çok okuyan mı bilir” denklemi hangisinin lehine sonuçlanacak?

***
TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy
“İlgi alanı çeşitleniyor”
Bugünün yerli turistinin, kültürel motivasyonlu seyahatlerdeki ilgi alanı eskiye oranla çok daha geniş ve çeşitli. Artık yerli turistler de ülkemizin büyük kentlerinden Kapadokya, Pamukkale gibi doğal ve kültürel değerlerin etkileyici sentezini sunan harikalara, küçük yerleşim merkezlerinin özgün mimarisinden yöresel mutfaklara ve folklorik değerlere kadar çok değişik özel ilgi alanlarına sahip olmaya başladı. Seyahat kültüründeki bu değişimde farklı etkenlerin yanı sıra, elbette tanıtım ve pazarlama faaliyetlerinin de rolü büyük.

Siz hiç gölde yürüdünüz mü?

İstanbul’daki Büyükçekmece Gölü 20 Ekim tarihinde büyük bir etkinliğe ev sahipliği yapacak. Etkinliğe katılmak için yüzme bilmenize gerek yok çünkü gölün belli bir bölümünde artık su yok. Kuraklık tehlikesine dikkat çekmeye çalışan İstanbul Valiliği ve birçok sivil toplum örgütü, sizleri tanıklığa ve tehlikeyi gözlerinizle görmeye çağırıyor...

Özgür Gürbüz- Aktüel / 28 Ağustos-3 Eylül

Hava sıcak mı sıcak! Bu sıcağa rağmen biraz ileride tarlasıyla uğraşan çiftçiler görmek mümkün. Yanlarında derme çatma bir yapı var; sanki kendilerini güneşten koruyacak kalıcı bir bina inşa etmeye başlamışlar. Önümüzde bir inek sürüsü sakin sakin otluyor. Bakıcıları ise biraz daha geride çimlerin üzerine oturmuş sohbet ediyor. Belli ki, kene korkusu buralara pek uğramamış. Evet, bunların hepsi Büyükçekmece Gölü’nde oluyor ve başımıza güneş geçmedi.

Barajlarda ne kadar su kaldığını, daha doğrusu ne kadar kalmadığını televizyonlardan takip ediyorduk gerçi, ama vaziyeti yerinde görünce insan kuraklığın gerçek boyutlarının farkına varıyor. Göl üzerindeki turumuza eşlik eden meteoroloji mühendisi Volkan Diler, 11 Ekim’de düzenlenecek “Farkında mısınız? Kuruyoruz!” adlı etkinliğin amacının tam da bu olduğunu söylüyor. Binlerce insan Büyükçekmece Gölü’ne bizzat gelerek gözleriyle tehlikenin farkına varacak. Projenin yönetmeni de olan Volkan Diler, “İnsan gözleriyle görünce konu hakkında düşünmeye başlıyor. Kuraklıkla ilgili faaliyetlerin uzun soluklu olması gerekiyor. O nedenle öğrenme çağındaki insanların zihinlerinde yer etmesi önemli” sözleriyle projenin amacını açıklıyor.

Sezen Aksu da destekliyor
Büyükçekmece Gölü, bu yıl 400 metre çekildi, su seviyesi 6 metreden 2 metre 84 santimetreye düştü. Balık tutulan yerler çamur ya da tarla oldu. Yakında göl alanında gecekondulara rastlanmasından korkuluyor. İstanbul Valiliği İl Afet Yönetimi Merkezi’nin de destek verdiği etkinliğe, içlerinde Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL), Büyükçekmece Belediyesi, İstanbul Proje Yönetim Derneği’nin de bulunduğu birçok kurum ve kuruluş destek veriyor. Destekçiler arasında, “Farkında mısınız? Gerçekten de kuruyoruz!” diyen Sezen Aksu da var. Aksu desteğini, “Büyükçekmece Gölü bunun en iyi kanıtı. Daha fazla artmadan bu örnekler, en başta bireysel çabalarımızla sahiplenmeliyiz bu gerçeği ve çözüm yollarını. Hâlâ suya sabuna dokunma şansımız varken...” sözleriyle gösteriyor. Baba Zula da etkinliğin destekçileri arasında.

Kentler arasında su savaşları olabilir
Etkinlik boyunca göl etrafında kurulan masalarda destekçi kuruluşlar, katılımcılara küresel ısınma ve kuraklık hakkında bilgi verecek. Katılımcıların büyük bir çoğunluğunu öğrenciler oluşturacak, ama halkın katılımı için de belediyeler otobüs seferleri düzenleyecek. Diler, “Amacımız, gelin, görün, ders alın; hemen üzülün ve eve gider gitmez de muslukları kapatın her şey çözülsün demek değil. Sadece sorunun bir parçasını öne çıkarmak istiyoruz. Buradan çözüm önerileri de çıksın isteriz, zaten projeyi destekleyen kuruluşların çözüm önerileri alanda olacak” diyor. Büyükçekmece buluşması bu konuda önemli bir adım olacak. Projenin ileriki aşamalarında benzer bir kampanyayı Tuz Gölü’ne, Anadolu’da kuraklıkla boğuşan bölgelere taşıma ve birden fazla noktada eş zamanlı etkinlik yapma gibi hedefler de var. Sorunun temelinde insanoğlunun hayat tarzını değiştirmeden bir çözüm aramaya çalışması yatıyor diyen Diler, “Su en büyük savaşların sebebi, ülkeler arasında büyük savaşlar çıkarabilir. İleride kentler, mahalleler arasında büyük problemlerin çıkabileceğini düşünüyorum. Doğu’da su kaynakları için çıkan kan davalarını biliyoruz. Melen’den İstanbul’a su geliyor ama orada sıkıntı olsa Düzceliler buna izin verir mi bilinmez” diyerek bir başka önemli noktaya da dikkat çekiyor. Diler’in altını çizdiği bir başka nokta da kuraklığın etkilerinin istenirse azaltılabileceği, kent ve yaşam alanlarından uzak tutulabileceği. “Ancak” diyor Diler, “kentlerde, evlerde kampanya yapmanın yetmeyeceği bilinmeli. Uygun bulaşık makinesi, klima kullanılırsa, belediye kaçakları önlerse her şey çözülecek sanılıyor. Bunun bir adım ötesine geçerek, devlet politikası anlamında herkesin bir şey yapması gerektiğinin altı çizilmeli. Türkiye’de suyun yüzde 75’i tarım alanlarında kullanılıyor. Asıl tasa bu yönde olmalı.”

***
Babazula’dan Murat:
“Uzaylılar ortaya çıksın”
Bir Çin atasözü var: “Bir kelebeğin kanat çırpışı tüm dünyanın gidişatını değiştirebilir”. Hakikaten böyle. Bu etkinliğin dalgaları yüzlerce, binlerce şeyi değiştirebilir. Bir bilinçlenme dönemine girmemiz lazım ve savaşmamız gerekiyor. Bunu da herkes kendi dalında yapacak, biz bunu müzikal olarak yapacağız. O zaman işte, “Niye ‘Pırasa’ diye parça yapıyorsunuz?” diyecekler, “Niye ‘Yavaş Orman’ diye parça yapıyorsunuz?” diyecekler. Ama olsun biz aldırmayacağız, yapacağız ve bir sinerji yaratacağız hep beraber. Geçen yıllarda çok büyük hatalar yapıldı, bunlardan çok yavaş dönülüyor. Bu ısınma ve dünyanın başına gelen felaketlerin faydalı yönleri de var. Bir tanesi, insanların bu dünyada yaşıyor olduklarının farkına varmaları. Afrika’nın açlık sorunu aslında bizim de sorunumuz. Ben her zaman söylüyorum uzaylıların ortaya çıkması gerekiyor. Uzaylılar ortaya çıksın ki, insanlar şunu söylesin; “Biz dünyada yaşıyoruz! Bu dünya bizim dünyamız!”.

Otomobilin "Melez"i güzel!

Birçok ülke, yakıt tasarrufu sağlayan ve çevreyi daha az kirleten melez otomobillerin kullanımını arttırmak için hedefler koyuyor ve teşvik sağlıyor. Türkiye’de henüz bu çevreci araçlara teşvik yok ama şimdiden 250’ye yakın kullanıcı memleketin yollarını daha az petrol harcayarak arşınlıyor.

Özgür Gürbüz - Aktüel Dergisi / 21-27 Ağustos 2008

Doktor Sabahattin Kara, her ay kızına oyuncak alabilen şanslı babalardan. Bunu da otomobiline borçlu. Kullandığı melez (hibrid) otomobil sayesinde yaptığı yakıt tasarrufunu küçük kızına oyuncak alarak değerlendiriyor. İşi gereği yılda 30 bin kilometre yapan Sabahattin Kara’nın “Honda Civic Hybrid” model melez otomobil için benzin motorlu muadiline oranla verdiği 7 bin YTL’lik farkı, yakıt tasarrufuyla geri kazanması da çok uzun sürmeyeceğe benziyor. Petrol fiyatları ve akıllı elektrik motoru sağ olsun!

İşin ilginç yanı, ya da bize ilginç geleni, tüm bu yakıt hesaplamalarına rağmen konuştuğumuz herkesin melez otomobile olan ilgisinin aslında daha büyük hesaplardan kaynaklanıyor olması; ekolojik dengeyi korumak gibi. Fikret Bozbay, 43 yaşında, iki çocuk babası ve Laleli’de yedi yıldır tekstil işiyle uğraşıyor. “Evim Beylikdüzü’nde, her gün üç-dört saatim yolda geçiyor” diyen Bozbay, otomobil sektörünün küresel ısınmaya yol açan belli başlı sektörlerden biri olduğunu söylüyor ve “Keşke bütün araçlar elektrikli olsa” diyor.

Honda, Türkiye’de 2006’nın son aylarında piyasa sürdüğü bu modelinden 2007’de 127 adet satmış, 2008 sonunda bu rakamın 263’e ulaşmasını bekliyor. Honda Kurumsal İletişim Uzmanı Serdar Akman, Japonya’daki fabrikalarında üretilen bu modelle ilgili gelecek siparişleri karşılama konusunda problem yaşamayacaklarını, ancak Türkiye’de çevreci araçlara yönelik teşvik verilmemesinin fiyat yönünden sıkıntı yarattığını söylüyor. Honda’nın melez modeli 1400 cc.’lik bir motora sahip. 95 beygir gücündeki bu motora 20 beygir gücünde bir elektrik motoru da eşlik ediyor. Fiyatı 49 bin 950 YTL olan bu aracı benzinli bir motorla karşılaştırmak isterseniz 1600 cc.’lik “Honda Civic Sedan” doğru bir tercih sayılabilir. Onun fiyatı ise 43 bin 100 YTL, yani arada 7 bin YTL’ye yakın bir fark var. Yakıt tüketiminde melez model 100 km.’de 4,6 litre yakarken (şehir içi ve dışı / birleşik) bu oran yine otomatik vitesli Sedan’da 6,9 litreye çıkıyor. Melez model 100 km.’ye 12,1 saniyede ulaşırken Sedan 12,5 saniyeye ihtiyaç duyuyor. En önemli özelliği ise melez Honda’nın daha az karbondioksit salarak küresel ısınmaya daha az katkıda bulunması. Benzer bir araç kilometre başına 150 gram civarında karbondioksit salarken bu model 109 gramla çevreye verdiği zararı sınırlıyor. Geriye tek tasa olarak fiyat farkı kalıyor. Akman, ortalama performansla 40 bin kilometrede, 7 bin YTL’lik bu farkın yakıt tasarrufu yoluyla geri kazanabileceğine dikkat çekiyor. “İnsanlar giderek daha çok bu aracın teknolojisinden haberdar olduklarını bize hissettiriyorlar” diyen Akman, yüzde 37 oranındaki ÖTV’nin yarı yarıya indirilmesi halinde ciddi bir talep patlaması yaşanabileceğini belirtiyor.

Melez otomobil furyasının Türkiye’nin kapısını geç çalması, Akman’ın bahsettiği teşviklerle yakından ilgili. Melez arabaları özendirmek için, Hollanda’da yakıt performansına bağlı olarak 6 bin avroya kadar vergi indirimi, İspanya’da KDV oranında yüzde 50’ye varan indirim ve Yunanistan’da satış vergisinin alınmaması gibi ciddi teşvikler veriliyor. Bu araçların başta küresel ısınmaya yol açan karbondioksit salımını azaltmak olmak üzere ciddi katkıları var ve hükümetler, en azından hidrojenle çalışan araçlar gelene kadar melez otomobilleri ciddi bir alternatif olarak değerlendiriyorlar. Yakıt tasarrufu için sadece elektrikli araçlar konuşulmuyor. Japonlar da karbon fiberden yapılacak ve hafif kasası sayesinde az enerji tüketecek bir araç için kolları sıvamış durumda. Birçok firmanın yeni melez ve hatta hidrojenle çalışan modelleri de sırada.

Biraz geç de olsa, Türkiye’deki otomobil sektörünün de ufak bir elektrik şokuna hazırlandığı söylenebilir. Arka arkaya açıklanan planlara bakılırsa otomobil sektörünün melez araçları 2009 yılı içinde yollara dökülecek. Honda dışında Ford da, Transit modelinin melez seçeneğini pazara sunmaya hazırlanıyor. Fiat’ın ise Fiorino’nun tamamen elektrikle çalışan modelini yıl sonunda tanıtması bekleniyor. Fiorino, şarj edildiğinde 200 km. yol gidebiliyor ve 100 km. hıza ulaşabiliyor. Bakalım Türkiye’de elektrikli otomobiller petrolün yollardaki hakimiyetine bir nebze de olsa son verebilecek mi?

****
Melez otomobil nasıl çalışıyor?
Melez otomobille yaptığımız test sürüşünde gözlerimizi akünün ve elektrik motorunun gücünü gösteren kadranlardan ayırmadık. Benzinli motor ile şanzıman arasında altı cm genişliğinde bir elektrik motoru var. Otomobil hızlanırken benzinli motor çalışıyor, kısa sürede hızlanmak istediğinizde (fazla “tork” talep ettiğinizde) ise elektrik motoru benzinli motora destek oluyor. Bu yakıt tasarrufu yaptığınız ilk durum. İkincisi ise 50 km. altında sabit hızla gitmek. Düz bir yolda bunu yaptığınızda benzinli motor devreden çıkıyor ve elektrikli motor kontrolü alıyor. Bu sırada yakıt tüketimi yine sıfır. Elektrik motorunun devreye girdiği bir başka zamansa sıkışık trafikte rölantide çalıştığı anlar. Araba durduğunda klimadan radyoya her şey elektrikle çalışıyor ve yakıt tüketimi yine engelleniyor. Özellikle kentte trafik sıkışıklıklarında bu özellik çok işe yarıyor. Sessiz olması nedeniyle birçok kişi, bu durumda arabanın çalışmadığını bile düşünüyormuş. Ayağınızı frenden kaldırdığınız anda motor gitmek istediğinizi anlıyor ve yeniden benzinli motorla kalkış sağlıyor.

Araç frene bastığınız zaman ya da ayağınızı gazdan çektiğinizde (yavaşladığınızda) oluşan basıncı elektrik enerjisine çevirerek bagaj bölümündeki aküye depoluyor. Yokuş aşağı inerken ayağınızı gazdan çektiğinizde de aküye elektrik depolamış oluyorsunuz. “Ecevit vitesi”nin elektrik üreten modeli gibi sanki. Aküyü dışarıdan şarj etmiyorsunuz, yola çıkmanız yeterli. Bagaj akü nedeniyle biraz daha dar ama ciddi bir sorun sayılmaz. Ekranda tüm bu olan biteni izlemenizi sağlayan göstergeler var, cep telefonlarındaki pil ikaz işaretlerine benziyor.

***
Sabahattin Kara
Tıp doktoru


“İnsanları zehirlemek istemiyorum”
Ekonomik olması da, ülkenin petrol ülkesi olmaması da önemli ama asıl nedenim bir hekim olarak çevre kirliliğiyle ilgili. Çocukluğumdan beri egzoz gazına karşı bir hassasiyetim var, en ufak bir dozda bayılma, kusma gibi etkileri oluyordu. Araştırmaya başladım ve melez otomobiller dikkatimi çekti. Benim bu araca verdiğim para, benzer bir modelden biraz daha pahalı. Elektrik motoru için yedi milyara yakın bir fark verdim. Geçtiğimiz günlerde Samsun’a gittim, 800 kilometre yolda 125 YTL benzin masrafı yaptım. Yaptığım iş nedeniyle şehir içinde sürekli geziyorum. Daha önceki arabamla benzine ayda 650 YTL ödüyordum. Hibrid araçla bu rakam 250 YTL’ye düştü.

Eşim önce çok karşı çıktı. Nedir bu hibrid, ne anlama geliyor, dedi. Onu arabayı alacağım yere götürdüm. Bilmeden benim alacağım arabaya bindi, beğendiğini söyleyince aracın hibrid olduğunu söyledim. “Hibrid bu mu” dedi, değişik yarış arabası tarzı bir şey zannetmiş. Geçen bir arkadaşım neden arabamın arkasına “hybrid” yazdırdığımı sordu. Birçok insanın henüz haberi yok.

***
Fikret Bozbay
Tekstilci


“Küresel ısınmayı günlük yaşantımızda görebiliyoruz”
Bugünkü şartlarda yaşayabileceğimiz tek bir dünya var. Ekolojik denge bozulmaya başladı. Küresel ısınmayı günlük yaşantımızda görebiliyoruz. Bizim sektörde bunu bayağı hissediyoruz. Daha önce mevsimlik elbiseler yapıyorduk. Artık tüm mağazalar yazlık, kışlık, baharlık elbiseleri aynı anda bulundurmak zorunda. Eskiden böyle değildi. Ekolojinin insanlar tarafından tahrip edilmesiyle oldu. Bireysel olarak ne yapabiliriz diye düşünüyordum. Bu aracın çıktığını gördüm, hemen gidip aldım. Otomobil sektörü küresel ısınmaya neden olan en büyük etkenlerden bir tanesi. Aylık ortalama 3 bin kilometre yapıyorum. Aracın en güzel tarafı, trafiğin durduğu anda arabanın elektrik motoruna geçmesi, adeta durması, kendinizi çok sakin bir yerde hissettiriyor. O karbon zehrini salmıyorsunuz hatta biraz da gururlanıyorsunuz; çevreye katkınızdan dolayı. Ben işyerimden Beylikdüzü’ndeki evime dört-beş saatte gittiğimi anımsıyorum, düşünün bunun etkisini. Karbondioksit salımı açısından yüzde 30 fark olsa bu ciddi bir rakam. Parasını ne zaman öder diye düşünmüyorum. Çok iyi bir metro sistemi olsa onu tercih ederim. Bu arabanın da daha iyisini yapsınlar hemen alırım.

Boş zamanların başbakanı...

Özgür Gürbüz / 23 Ağustos 2008

Bir başbakan düşünün ki, Tuzla’da işçiler ölürken (ya da öldürülürken) ortada yok.
Bir başbakan düşünün ki, 1 Mayıs’ta bu ülkenin her şeyini üreten işçiler coplanırken ortada yok.
Bir başbakan düşünün ki, partisinin üst düzey yetkilileri ciddi rüşvet iddialarıyla suçlanırken ortada yok.
Partisine ait belediye başkanı, ödüllü bir belgesel yönetmenini ağza alınmayacak hakaretlerle kentten kovarken başbakan yine ortada yok…

Başbakanımız nerede diye sormaz mı halkımız?

Sormaz…
Çünkü bilir ki, başbakan dünyanın en ucundaki ada ülkesine gezi düzenlenirken orada vardır.
Irak’ta milyonları öldüren Bush memleketi ziyaret edince elini sıkmak için ortaya çıkar.
Köprülü kavşak açılışı olduğunda, partiye üye kaydı yapıldığında kameraların karşısındadır.
Çevreciler memleketin kalan son ağacını, son kumsalını kurtarmak için Allah’ın sıcağında meydanlara çıktığında başbakan ortaya çıkar ve sesi duyulur: “Bunlar boş vakitlerinde çevreciler!”.

Bana kalırsa başbakan da boş zamanlarında başbakan…
Ne zaman başbakana ihtiyaç olsa ortada yok…

Yarı zamanlı çalıştığı için dersini de iyi ezber edemediği belli başbakanın. Nükleer santrale karşı çıkanlara diyor ki, “Hükümet nereden elektriği bulacak, ya sudan, ya kömürden, ya petrol, doğalgazdan elektrik üretecek. Elektriğin kaynakları bunlar”. Sorarlar başbakana, “Avrupa’da dönen pervaneleri vantilator mü sandın” diye. Birileri fena kandırmış olmalı başbakanı. Acaba şöyle bir diyalog geçmiş olabilir mi başbakanla danışmanı arasında…
- Başbakanım, Avrupa küresel ısınmaya çözüm bulmuş.
- Ne yapmışlar.
- Rüzgar türbini dikip seragazlarını azaltmışlar.
- Neyi azaltmışlar?
- Yani, vantilatör gibi sayın başbakanım, serinliyorlar.
- Ha, anladım.

Avrupa’daki kurulu rüzgar gücü 2007 sonunda 57 bin megavata ulaşmış, Türkiye’nin kömür, doğalgaz, su ve petrolle çalışan tüm santrallerinin kurulu gücü 41 bin megavatta kalmış iken bu söylenir mi? Hiç mi uçaktan aşağı bakmaz insan Brüksel’e giderken?

Ne gariptir ki başbakanın savunduğu enerji kaynaklarının hemen hemen hepsi dışa bağımlı. Biraz yerli kömür ve suyumuz var ama nükleerin yakıtı dahil, teknolojisi, mühendisi hep dışardan gelecek. Doğalgaz ve petrolü söylemeye bile gerek yok. Milliyetçi, muhafazakar başbakan yabancı kaynakları, kökü dışarıda denilen çevrecilerse rüzgar, güneş gibi yerli kaynakları savunuyor; şaka gibi...

1995 yılında Avrupa’nın kurulu gücü içinde rüzgarın payı yüzde "0", nükleerin ise yüzde 24’tü. 2007 sonunda nükleerin payı yüzde 17’ye düştü, rüzgarın payı sıfırdan 7’ye çıktı. Başbakan’da çevrecilere yetiştirecek laf çok ama “vizyon” yok.

Başbakan hemen, boş zamanlarında “temiz enerji” çalışmalı.Türkiye’ye, boş zamanlarında çevrecilere laf yetiştirmeye çalışan bir başbakan değil çalışan bir başbakan lazım.

Sera gazında OECD şampiyonuyuz!

1990’da atmosfere 170 milyon ton sera gazı salan Türkiye’de bu rakam 2006 sonunda 331.8 milyon tona ulaştı. Bu artış hızı, Türkiye’yi OECD ülkeleri arasında birinci sıraya yükseltti...

Özgür Gürbüz - Para Dergisi /10-16 Ağustos 2008

KYOTO Protokolü’ne imza atmaya hazırlanan Türkiye’nin atmosfere saldığı sera gazı oranı her geçen yıl katlanarak artıyor. 1990 yılında 170 milyon ton olan toplam sera gazı (karbondioksit eşdeğeri) oranı 2006 sonunda 331.8 milyon tona ulaştı. Bu rakam, yüzde 96 artışa işaret ediyor ve Türkiye’nin OECD ülkeleri arasındaki birinci sırada yer almasına neden oluyor.
İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması gereğince her yıl açıklanmak zorunda olan emisyon envanteri raporuna göre, 2006 yılı sonunda sera gazı emisyonlarında en büyük payı yüzde 78’le enerji kaynaklı emisyonlar aldı. Enerjiyi yüzde 9’la atık bertarafı, yüzde 8’le de endüstriyel prosesler izliyor.

Sektörel bazda bakıldığında ise 1990 yılına göre en yüksek artışı yüzde 166’yla çevrim ve enerji sektöründe görüyoruz. Bunu yüzde 105’le imalat sanayi, yüzde 69’la ulaştırma, yüzde 42’yle de diğer sektörler izliyor...

Enerji kaynaklı artış düşündürüyor
Enerji kaynaklı karbondioksit (CO2) emisyonları özel olarak incelendiğinde, toplam karbondioksit emisyonunun yüzde 33’ünün çevrim ve enerji sektöründen kaynaklandığı görülüyor. Bunun nedenleri arasında artan kömür santrallerinin payı büyük. Kömür santralleri doğalgaza göre aynı elektriği üretmek için daha çok sera gazı salıyor. Sanayide kullanılan enerjiden kaynaklanan karbondioksit miktarı ise enerji içinde yüzde 28’e denk düşüyor. Sanayiyi yüzde 16’yla ulaştırma, yüzde 15’le de diğer enerji sektörleri izliyor.

Türkiye’nin artan enerji talebi ve bu talebi bir dizi yeni kömür ve doğalgaz santraliyle karşılamaya hazırlanıyor olması, gelecekte başımızı daha da ağrıtacağa benziyor. Bir başka sorun ise son açıklanan rakamlarla kişi başına düşen emisyon oranının 4.7 tona ulaşmış olması. Türkiye, 4 ton civarında olan dünya ortalamasını, hatta Çin ve Hindistan gibi ülkeleri bile geçmiş durumda. ABD’de bu oran 20 tonlara yaklaşırken, Avrupa ortalaması 9 ton civarında. Uzun yıllardır Türkiye’nin müzakerelerde kozu olan bu rakamın hızla artması, AB’ye giriş için belirlenen tarihlerde AB ortalamasının yakalanmasına neden olabilir. Bu da bir başka pazarlık kozunun kaybedilmesine yol açabilir.

Kyoto Protokolü, gelişmiş ülkelerin 2012 yılı sona kadar emisyonlarını 1990 yılı seviyelerinin yüzde 5.2 aşağısına çekmesini öngörüyor. Türkiye protokole 2012 yılından sonra dahil olacağı için bu hedefe tabi tutulmayacak. Ancak olası bir indirim hedefinde 1990 yılı baz alınırsa bir hayli zorlanacak. Bu nedenle, hükümet yetkilileri bir an önce protokolü imzalamak ve müzakere masasına oturmak için karar alarak, ilgili yasayı onaylanması için TBMM’ye gönderdiler.
Kulislerde, Türkiye’nin müzakerelerde 1990 yılından farklı bir yılı temel almayı önereceği konuşuluyor. Baz yıl olarak 2000 ya da daha geç bir tarih alınırsa Türkiye’nin işinin daha kolay olacağı tahmin ediliyor. Yine de yıllık ortalama yüzde 10’a varan artış, Türkiye’nin bu işi daha ciddiye alması gerektiğini gösteren önemli bir işaret.

***
Türkiye’nin sera gazı emisyon seyri (Milyon ton CO2 eşdeğeri)

1990 170.06
1995 220.72
2000 279.96
2004 296.60
2005 312.42
2006 331.76

Temel Reis'in "Taka" İnadı

Karadeniz Sahil Yolu yüzünden kırılan takasının parçalarını iki yıldır saklıyor... 

Karadeniz Sahil Yolu elinden iki sevdalısını birden aldı. Birincisi, neredeyse evinin kapısından başlayıp denize uzanan upuzun kara kumsal, diğeri ise 20 yıllık takası. Ama, Temel Reis pes etmedi. Kırılan takasının parçalarını iki yıldır evinin bahçesinde, yeniden yapacağı takada kullanmak için saklıyor. Denize ulaşmak içinse artık sıcaktan ayaklarını yakan kumsalı değil altı şeritli otobanı geçmek zorunda. 

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 24-30 Temmuz 2008 Fotoğraflar: Ergun Candemir 

Eski kayığını anlatırken, bir ton hamsi yakalamış gibi seviniyor Temel Çabuk; nam-ı diğer Temel Reis. “Dokuz metreydi, iki metrelik kamarası da vardı. Bir de araba motoru takmıştım...” diyor. Şimdi takasının omurgası, bulunması zor birkaç parçası ve motoru evinin bahçesinde tekrar biraraya getirilmeyi bekliyor. Yaklaşık iki yıl önce, Karadeniz Sahil Yolu yapılırken kırılmış kayığı. Kayığını deniz kurtlarından korumak için boyadığı sırada yol inşaatı başlamış. Yol, denizle kayığının arasına girmiş bir anlamda. İnşaat bitince kayığı kamyona yükleyip bugünkü balıkçı barınağının olduğu yere, denize geri götürmek farz olmuş. Kamyondan indirmeye çalışırken halatlar kopmuş ve kamyonun kasasından düşen kayığın kritik parçaları kırılmış. Temel Reis almış keseri eline ve o çok sevdiği takasını tüm gece boyunca parçalara ayırmış. Dokuz metrelik omurganın yedi metresini kurtarmış. İşe yarar kısımlar bahçeye, gerisi sahilden yol geçirmek için yığılan dev kayaların üzerine bırakılmış. Bugün hâlâ, kayığın ilk kırıldığı yerde mavi boyalı tahtalara rastlamak mümkün. “Eskiydi ama bakımını yapıyorduk” diyor Temel Reis. Elde “Temel Reis 61” yazılı bir başka taka daha var ama o ancak, olta balıkçılığına ve ailesini denize götürmeye yetiyor. Kayığı kırıldığından bu yana büyük ağını karaya bırakmış, rızkını oltadan çıkarmaya çalışıyor. Bir de takasını tamir için gereken üç bin YTL kadar parayı. Emekli maaşı 700 YTL, üç çocuk babası. Ama ne umudunu yitirmiş, ne de denize olan tutkusunu. 

“Buradan denize kadar kumsaldı”
Trabzon”un Vakfıkebir ilçesinde yaşayan Temel Çabuk 56 yaşında. Sekiz kardeşten denizle bağını kesmeyen tek o var. Elinden birçok iş geliyor, ama o en çok denize yakışıyor. Bugünün deniz tüccarlarından biri kesinlikle değil, gerçek bir denizci; balığın küçüğünü yakaladığında denize bırakanlardan. Sohbetimiz sırasında sık sık trol avcılarından ve balıkları kendilerine çekmek için sonar kullananlardan yakınıyor. “Yaz da, bunları yasaklasınlar, denizde ne var ne yok çekiyorlar. Halbuki bizim dört denizimiz var. Karadeniz, Akdeniz, Ege ve Marmara. Birinde bir yıl avlanma yasağı olsa gelecek yıl balık fışkırır denizden” diyor. Bahçesinde takasının parçalarının üzerinde durduğunda adeta denize açılmış gibi duruyor. Bize tek tek parçaları gösteriyor, ağaçların özelliklerini anlatıyor. İşin sırrı beyaz kestane ağacında ama kuruması bile yıllar alıyormuş. Bahçedeki kazlarının tüyünden oltalarına yem yaptığını anlatıyor. “Burada kaz besleyen tek benim” diyor. Temel Reis diğer balıkçılar gibi tüyleri almak yerine Erzincan'dan kaz getirip beslemeyi tercih etmiş. Hem sesinden hem tüyünden faydalanıyor.


Denize ise daha bir tutkulu bağlanmış. Eviyle denizi arasına girmiş sahil yolu neredeyse konuştuğumuz her Karadenizli gibi onu da çok üzüyor. Bizi balıkçı barınağından evine götürürken yol kenarındaki caminin yanında toprağı eşeliyor; iki avuçtan sonra ellerinde oraya özgü kapkara deniz kumuyla kalakalıyor. “İşte” diyor, “Buradan denize kadar kumsaldı. Denize giderken sıcaktan ayaklarımız yanardı, ortasında durur, toprağı eşeler ayaklarımızı soğuk kumda dinlendirir sonra devam ederdik” diye anlatıyor sahil yolunun altında kalan kumsalı.

Eskiden ayakları yakan kumsalın yerinde bugün can alan bir otoyol var. Açıldığı günün hemen ertesinde karşıdan karşıya geçmeye çalışan biri can vermiş Vakfıkebir’de. Gerçekten yaşlıların, çocukların işi çok zor. Evle deniz arasında birkaç kez karşıdan karşıya geçmeye çalıştık; başı dönüyor insanın, bir sola, bir sağa bakıyorsunuz. Vızır vızır geçen kamyonları otobüsleri atlatıyorsunuz bu sefer de karşınıza eski iki şeritli yol çıkıyor. En çok da buna anlam veremiyorsunuz. Vakfıkebir’in ahalisi, yeni yolu yapanların, sahili doldurmak çok daha fazla para getirdiği için, eski yolun olduğu yerlerde bile olanı kullanmayıp yenisini yaptıklarını söylüyor. Alt geçitlerin bazılarını kum doldurmuş, görece temiz olanları ise korku tüneli gibi. Ne merdivenleri inip çıkmaya nefesiniz yetiyor ne de o karanlık tünele girmeye cesaretiniz. Konuştuğumuz herkes yolun gerekliliği konusunda hemfikir ama keşke sahilden değil de eski Belediye Başkanı Yunus Hacımollaoğlu’nun direttiği gibi arkadan geçseydi diyor. Temel Reis araya girip, “Yolu isteyen birkaç kişi (Temel Reis onlara bir isim de takmış, hafiften takılıyor) için benim deniz hakkım ihlal edilebilir mi?” diye soruyor. 

Son Kumsal belgeselinin geliri taka parası olacak
Temel Çabuk bu olan bitenlere rağmen umutlu çünkü birileri bugünlerde onun takasını bitirmesi için tüm Karadeniz’i dolaşıyor. “Son Kumsal” adlı belgeseli çekerken Temel Reis’in takasının kırılışına da şahit olan Aydın Kudu ve Rüya Arzu Köksal, 15 Temmuz’da Şile’den başladıkları yolculuklarını 25 Temmuz’da Vakfıkebir’de noktalayacak. Yol boyunca belgeseli gösterip, dvd satışından elde ettikleri geliri Temel Reis’in taka projesine aktaracaklar. Öte yandan Samsun’dan İstanbul’a uzanması planlanan yeni sahil yolu projesi hakkında Batı Karadenizli hemşehrilerini uyaracak, başlarına geleni anlatacaklar. Belgeselin görüntü yönetmeni Aydın Kudu, “Vicdanım çok sızlıyor. Kadınlarla çocuklarla Dutluk Plajı’na yürüseydik, kepçelerin önüne yatsaydık yolu durdurabilirdik” diyor ve ekliyor: “Yol, kaydır-uydur yapıldı, adam gibi yapılsaydı keşke” diyor. Yörede plansız yapılan işler için “kaydır-uydur yapıldı” deniyor.


Aydın Kudu’nun bahsettiği meşhur Dutluk Plajı, Vakfıkebir’le Beşikdüzü arasında, ince siyah kumdan oluşan upuzun bir kumsalmış. Yoldan sonra geriye birkaç ağaç ve küçük bir alan kalmış. Yol yapılmadan önce kadın erkek herkes tüm günü plajda geçirir, horon teper, top oynarmış. Fındık toplamaya gidenler günün sonunda denizde alırlarmış soluğu. Şimdi fındıktan gelen banyoya giriyor diyorlar. Kumsalların yok olması sosyal hayatı da etkilemiş. Kumsal alanı olan bir iki ufak koyda top oynamak horon tepmek zor. O kadar yer yok. Otoyola o kadar yakın ki kimse güneşlenmek için yatamıyor. Babası eski plajın işletmecisi olan Merve Aksoy, “Çarşıda kızlar bir saatten fazla oturamaz, aileler izin vermez. Plajda ise herkes birbirini tanıdığı için aileler rahattı. Çocuklar için, araba çarpacak, biri kaçıracak diye bir sorun da yoktu” diyor. 

“Bizim ailede herkes yüzgeç bilir”
Birkaç kilometrelik kumsaldan geriye birkaç metrelik plaj kalınca Vakfıkebir’de herkes denize girmek için 5-6 kilometre uzaktaki plajlara gitmeye başlamış. “Ben denizin kenarında doğmuşum” diyen Temel Reis, “Bizim ailede herkes yüzgeç (yüzme) bilir. O nedenle takayla açığa gidip yüzebiliyoruz. Yüzme bilmeyenler artık denize giremiyor” diyor. Kayalardan atlayan çocukların kendilerini yaraladıklarını ve kumsalın sadece çocuklara değil herkese iyi geldiğini söyleyen Temel Reis, “Rahmetli babamın romatizması vardı ona kum banyosu yaptırırdık, iyi gelirdi. Kumsal olunca kayıkları kıyıya çekmek de kolaydı. Şimdi baraka yapmak zorundayız” diye özlemini dile getiriyor. “Ben gerçekten denize meraklıyım” diyen Temel Çabuk, “Denizin yanına gelip de kuma uzanmamak olur mu” diye soruyor. Karadeniz'in 542 kilometrelik sahil yolunun büyük bir bölümünde, artık bu soruya mecburen “olur” yanıtı veriliyor.


*** 
Vakfıkebir’in ekmeği sahil yolu kurbanı 
Ekmeğiyle meşhur Vakfıkebir’de 30’a yakın fırın olduğu söyleniyor. Bunların birçoğu kentin önünden geçen yolun kenarına kurulmuş, yolda geçen turistlere satış yapıyor. Sahil yolu açıldıktan sonra yolla bağlantı kesilince satışlar da düşmüş. Babası 20-25 yıldır fırıncılık yapan Turgay Kaim, “Öğle saatlerinde bile ekmek yapılırdı şimdi ise sadece sabah yapılan ekmekleri satmaya çalışıyoruz” diyor. Günde 50’ye yakın ekmek satabildiklerini söyleyen Kaim, yol açılmadan önce satışların 2-3 kat fazla olduğunu söylüyor. 

“Gençler artık gelmek istemiyor”
Merve Aksoy

20 yaşındayım, doğma büyüme Vakfıkebirliyim. 18 yaşıma kadar sabahtan akşama her günümü denizde geçirdim. Şimdi iki aydır buradayım, Temmuz’un sonuna geldik, denize bir kez girdim. Gençler artık gelmek istemiyor, yapacak hiçbir şey yok. Kadınların durumu daha da zor. Eskiden denize girmeseler bile gelip oturuyor, piknik yapıyorlardı. Şimdi her taraf pis. Kumsal varken herkes birbirini tanıyordu. Akşamları aileler geliyordu. Gece geç saatlere kadar oturabiliyorduk.