İklim eylemcileri Polonya'ya giremedi

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Aralık 2018 Katoviçe-Polonya

İlk haftası geride kalan Birleşmiş Milletler (BM) iklim konferansında
eylemciler polis engeline takıldı. Polonya’nın Katoviçe kentinde devam eden ve kısaca COP24 diye adlandırılan görüşmelerden daha kuvvetli bir sonuç çıkmasını isteyen çevreciler dün (8 Aralık) Katoviçe kentinde bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüşe katılmak için Polonya’ya gelmek isteyen 12 eylemcinin ülkeye girişine ise izin verilmedi. 350.org grubuna göre, son üç gün içerisinde Polonya’ya girmesine müsaade edilmeyen kişi sayısı 170'i buldu. Çekya üzerinden trenle Polonya’ya gelen Zanna Vanrentergh adlı eylemci ise Belçika Elçiliği’nin devreye girmesiyle ülkeye giriş izni alabildi.

Polonya hükümetinin bazı eylemcilerin ülkeye girişine izin vermemesi ve tren ve otobüslerde uzun ve gözdağı veren kontroller yapması tepkilere neden oldu. Yüzlerce çevre örgütünün iklim müzakerelerinde ortak hareket etmek için oluşturduğu İklim Eylem Ağı’ndan (CAN) Dr. Stephan Singer, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin değişmez kurallarından birinin eksiksiz ve etkin bir katılım olduğuna vurgu yaparak eylemcilerin ülkeye girişine izin verilmemesini ciddi bir şekilde değerlendirdiklerini söyledi. 350.org örgütünün yöneticisi May Boeve ise olayı kınayarak, ‘ülkenin güvenliğini tehdit ettikleri’ iddiasıyla Polonya’ya alınmayan bu kişilerin iklim krizine sürdürülebilir çözümler bulmak için uğraşan, bu işe kendini adamış insanlar olduğunu söyledi.

12 eylemcinin ülkeye alınmamasına rağmen iklim yürüyüşü binden fazla kişinin katılımıyla Katoviçe kentinde yapıldı. Yürüyüş sırasında oldukça fazla sayıda polisin görev yapması ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’nın 24. Taraflar Toplantısı’nın yapıldığı merkezin etrafının polis kordonuna alınması dikkat çekti.

Çevre kuruluşlarının yanı sıra kadın örgütlerinin, nükleer karşıtı grupların ve bazı siyasi partilerin de yürüyüşe destek verdiği görüldü. Birkaç hafta önce Londra’da beş köprüyü trafiğe kapayan ve kendilerini Yokoluş İsyanı olarak adlandırılan grup da yürüyüş öncesi bir açıklama yaptı. Soğuk havaya rağmen oldukça hareketli geçen yürüyüşte, iklim değişikliğine dikkat çekmek için yaptığı çalışmalarla gündeme gelen Leonardo Dicaprio’nun pankartını taşıyan eylemciler, çocuklarıyla yürüyüşe gelen aileler ve iklim değişikliğinden en çok etkilenmesi beklenen yerli halkların temsilcilerinin katılımı özellikle dikkat çekiciydi.

Jeotermalde acil çözüm gerekiyor

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Aralık 2018

Aydın’ın Efeler ilçesine bağlı Kızılcaköy’de köylüler aylardır çadırlarda nöbet tutuyor. Kurulmak istenen jeotermal santralına karşı direniyorlar. Dün medyaya yansıyan bir kareyi unutmak mümkün değil. Onlarca jandarmanın önünde toprağını korumak için oturmuş o köylü kadının fotoğrafından bahsediyorum…

Ne garip, küçükken bana okullarda hep köylünün milletin efendisi olduğu anlatılmıştı. Fotoğraf bütün öğretilenleri yalanlar gibiydi.

Köylüler, tarımsal ürünlerinin etkileneceğini ve santraldan çıkacak zararlı gazlar ile atık suların çevre kirliliğine yol açacağını düşündüklerinden jeotermal santrala karşı çıkıyor. Kızılcaköy tek değil. Aydın yöresinden uzun zamandır jeotermal santrallarıyla ilgili benzer şikâyetler geliyor.

Jeotermal enerji yer altındaki sıcak suyun buharından faydalanarak elektrik üreten bir sistem. Buhar türbinleri çeviriyor, jeneratör elektrik üretiyor. Dünyada yenilenebilir enerji sınıfında yer alıyor ve küresel iklim değişikliğine neden olmamasından ötürü destekleniyor. Peki, ne oluyor da dünyada “temiz” kabul edilen bu enerji kaynağı Türkiye’de “kirli” olabiliyor?

Efeler Belediyesi de bu sorunun yanıtını bulmaya çalışmış ve şikâyetleri araştırmak için bir komisyon kurmuş. Yaklaşık 10 ay önce yayımladıkları raporda; yeraltından çıkarılan akışkanın tamamen yeraltına geri verilmediği, bazı gazların koku yaptığı, yüksek sıcaklıktaki suyun çevreye zarar verebileceği ve bölgede artık organik incir yetiştirmenin mümkün olmadığına dair önemli bulgular var. Öneriler bölümünde de şu madde yer alıyor: “Yaptığımız araştırmada diğer ülkelerin standartlarına uygun olmayan Jeotermal Yasası ve yönetmeliğinin, dünya ülkelerinin jeotermal yasaları ve yönetmelikleriyle karşılaştırılıp, yasamızın tekrar düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz”. Anlaşılan o ki enerji aynı enerji ama dünyayla Türkiye’deki uygulama farklı.

Jeotermal enerjiden elektrik üretimi son yıllarda hızla arttı. Bu santrallardan üretilen elektriğe verilen kilovatsaat başına 10,5 dolar sentlik alım garantisinin artıştaki payı büyük. 2017 yılında Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 2,1’i jeotermalden sağlandı. 2010’da bu oran yüzde 0,3’tü. Yedi yılda yedi kat arttı. Kurulu santralların neredeyse dörtte üçü Aydın ve Denizli’de. Belli bölgelerde yığılma olduğu açık. Aynı HES’ler gibi, tek tek etkisi sınırlı olabilen bu santrallar, aynı bölgede ardı ardına kurulunca iş değişiyor. Yeraltına geri gönderilmeyen sıvılar, koku ve aşırı kullanım nedeniyle azalan yeraltı suları gibi çeşitli sorunların kümülatif etki yaratması sürpriz olmasa gerek.

Gözüme çarpan bir başka nokta ise bu santralların kullanım biçimi. 2017 yılında kurulu gücü 1063 megavatı bulan jeotermal santrallar aynı yıl 6 milyar kilovatsaatten fazla elektrik üretmiş. Bu santralların çok yüksek verimle, adeta bir doğalgaz santralı gibi çalıştırıldığı görülüyor. Kapasite faktörü yüzde 70. Yani, santrallar bir yıldaki 8 bin 760 saatin 6 bin 132’sinde tam kapasite çalışmış. Alım garantisinin 2020’de bitecek olması da bu santralları gece gündüz çalıştıran bir etken olabilir.

Jeotermal enerji rüzgâr ve güneşin aksine dilediğiniz zaman elektrik üretebileceğiniz bir kaynak. O yüzden de baz yük dediğimiz (düğmesine basınca size elektrik veren) santrallarının yerine geçebilir. Ancak, onu böyle kullanmak yerine, rüzgâr veya güneş santrallarıyla eşleştirip, güneşin olmadığı, rüzgârın azaldığı anda devreye alıp, bu üçlüyü tek bir santralmış gibi çalıştırmak daha akıllıca olabilir. Hem yeraltındaki su rezervi sürdürülebilir bir şekilde kullanılır hem de tarımsal ürünler, çevre riske atılmadan, belirlenecek yüksek standartlara uygun bir üretim gerçekleştirilebilir. Çevre ile enerji bakanlıkları işi denetlemez, kurallar koymazsa, firmalar en kısa zamanda en çok karı elde etmek için mümkün olduğunca fazla elektrik üretip satmak ister. İtiraz edenin karşısına jandarmayı göndermekle sorunu çözmüş olmuyorsunuz.

Geleceği konuşmuyoruz

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Kasım 2018

Filmlerimiz, dizilerimiz, yazılarımız hatta politikacıların nutukları bile geçmişle ilgili. Bu bir “geçmişten öğrenme” çabası olsa anlayışla karşılanabilirdi elbette ama bu aslında “gelecekten kaçışın” belirtisi. Geleceğe dair bir hedefin olmayışının itirafı. Geçmişe adım atarak geleceği inşa edemeyeceğimizi henüz öğrenemedik.

Bugün Osmanlıcılığa sığınanların, aslında yeni bir başarı yaratamadığı ve gelecekle ilgili kitlelere umut verecek bir icraat bulamadığı ortada. Tarihe, onun da sadece hoşlarına giden kısmına sığınmaları işte tam da bu yüzden. Mevcut durumu iyiye götüremedikleri için bugünü değil geçmişi tartışmaya açıyorlar. Bugünün otoriterleşme, ekonomik kriz ve dış politikanın iflası gibi sorunlarını herkes biliyor ama CHP dönemini sadece tarih ve siyasetle ilgilenen gençler hatırlıyor. O yüzdeni gündemi geçmişe çekmek ve istediğiniz gibi çarpıtmak iktidara vakit kazandırıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ilk dönemlerinde projeleriyle gündemi kontrol ediyordu. Geleceği şekillendirmek, kısa dönemli projelerle ya da bizdeki gibi inşaat işleriyle olmasa da bunların en azından “bugün ve yarınla” ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Projelerin hemen hemen hepsinin ülkeye ekonomik ve çevresel zararlar getirmesiyle proje dönemi de kapandı. Köprüler, şehir hastaneleri, enerji projeleri sermayeyi eritti, kredi muslukları kapandı ve daha da önemlisi gelecek kuşakların ihtiyacını da karşılayacak doğa büyük yara aldı. Doğayı, ülkenin ekonomik ve sosyal geleceğini kuracağımız zemini, böyle yaralamaya devam ettikçe bundan 10, 20 veya 50 yıl sonrası için bir erek oluşturamayız. O zaman, gelsin İsmet İnönü!

İkinci bir neden de bugüne ve geleceğe dair söz söylemenin tehlikeli olması. Behzat Ç. dizisini hepimiz hatırlıyoruz. Emniyet içerisinde herkesin bildiği örgütlenmelere atıfta bulunması bile olay olmuştu. Sistemi eleştiren, hatta bırakın eleştirmeyi bugün yaşananı gösteren dizi ve filmler yayından kaldırılabiliyor, sansürlenebiliyor. Hükümetin, 16 yılda yarattığı ülkeyi halkına göstermeye tahammülü bile yok. Mesele siyaset de değil. Sigara üzerinden anlatalım…

Sigarayı ekranda göstermek isterseniz buzlamak zorundasınız ama biliyorsunuz ki ülkede varmış gibi yapılan sigara yasağı gerçekte uygulanmıyor. Nöbetteki polisinden, statları dolduran seyircisine kadar herkes yasağa rağmen sigara içiyor. AKP yetkilileriyse her fırsatta sigara yasağını başarı öyküsü gibi anlatıyor. Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya ve siyaset; bırakın geleceği, yaşadığımız hayatı gündemine alabilse bunun gibi gerçekleşmeyen birçok icraat gözler önüne serilecek.

Geçmişe dönmek hiçbir ilerlemeci ülke için ideal ya da erek olamaz. Dünyaya bakarak, gerçekten de ne kadar geçmişte yaşadığımızı görebiliriz. Son 25 yılda 300 milyondan fazla insanı yoksulluktan kurtaran Çin, 2050’ye kadar nüfusun yüzde 80’ini kentlere taşımayı hedefliyor. Bu sadece bir yer değiştirme hedefi değil. Endüstriyel kentlerdeki nüfus 500 milyona çıkarken, 600 milyon insan da ileri teknoloji kullanılan yörekentlerde (banliyö) yaşayacak.

Danimarka 2050 yılında enerjisinin tamamını yenilenebilir kaynaklardan sağlamayı hedefliyor. Petrol, kömür ve doğalgazı tamamen terk edecek ülkede kullanılan elektrikten, ulaşıma, ısıtmadan endüstriye kadar her şey güneş, rüzgar, biyokütle gibi kaynaklardan sağlanacak. Danimarka’nın geleceğinde kömüre, nükleere, doğalgaza ve petrole yer yok.

Kişi başına düşen milli geliri 800 doların altındaki Ruanda’nın 2050 hedefi ise yaşam koşullarını yükseltmek. Atılacak adımlar arasında yeşil, akıllı, ekolojik kentler kurmak; ulaşımı modernleştirmek; toplumsal cinsiyet eşitliğini yaygınlaştırmak ve turizmi çeşitlendirmek gibi tüm gelişmiş ülkelerde görebileceğiniz konular var. Şeffaflık ve halkın katılımı da 2050 hedefleri arasında. Kimbilir, belki de otobüs durağının yerini değiştirmeden önce halka soruyorlardır.

Türkiye’nin geleceğe dönük planları ise köprü yapmak, kanal açmak ve yine köprü yapmaktan ibaret. Sosyal ya da çevresel bir değerden, genç nüfusu heyecanlandıracak bir projeden bahsetmek zor. Şimdi neden favori dizimizin Ertuğrul, fon müziğimizin mehter ve haber bültenimizin İsmet İnönü olduğunu anladınız mı?