Faruk Çelik'e bir çağrı

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Mayıs 2016

Geçenlerde merakımı yenemedim ve İstanbul Karaköy’deki alt geçitte tarım ilacı satan bir dükkâna girip bir ot öldürücü almak istediğimi söyledim. Dakikasında, en çok bilinen ot öldürücülerinden birisini, GDO tartışmalarından tanıdığımız Monsanto firmasının Roundup adlı ürününü elime tutuşturdular. Elimde tuttuğum ürün, Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre muhtemel kanser yapıcı glifosat içeriyordu. 30 lira versem elimde o plastik şişeyle çıkıp, bir bahçedeki yabani otları öldürebilirdim. O yabani otlarla birlikte neyi öldürürdüm, işte onu bilemiyorum. Avrupa’da bu tartışma hararetlendi. İşi kaderine bırakmışa benzeyen Tarım Bakanlığı bu tartışmaları izliyor mu; çok merak ediyorum.

Glifosat meselesi ciddi. İşin ucunda kanser var, nasıl ciddi olmasın? Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller Grubu uzun süredir glifosatın yasaklanması için kampanya yürütüyor. Durumun vahametini göstermek için yaptıkları son hamle, Avrupa Parlamento’sundaki 48 milletvekilini idrar tahlili için ikna etmek oldu. 13 ayrı ülkeden gelen milletvekillerinden alınan örneklerin hepsinde “glifosat”a rastlandı. Daha önce yapılan benzer analizler de gösteriyor ki, neredeyse herkes glifosat zehirlenmesiyle karşı karşıya. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kansere neden olabilecek bu madde belki de hepimizin vücudunda var.

Peki, ne yapıyor bu glifosat? Glifosat bir ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi artıyor. Topraktaki besin tek bir ürüne kalıyor. Toprağın, suyun ve sizin glifosata maruz kalmasını önemsemiyorsanız durum pek hoş. Yok, ben sağlıkçıların, doktorların çağrısına kulak veriyorum, kanser olasılığı varsa böyle bir kimyasal kullanmasın diyorsanız sesinizi yükseltmeniz ve glifosat içeren ürünlerin yasaklanması için çabalamanız gerekiyor. Yabani otlardan kurtulmanın kimyasal olmayan yöntemleri zaten var. Toprağı kuru otla örtmek, ürün desenini zenginleştirmek, organik ot öldürücüler veya mekanik yöntemler kullanarak istenmeyen otlardan kurtulmak mümkün.

Glifosat ile GDO arasındaki bağ çok kuvvetli. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot ilacına dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Avrupa’da, 61 GDO’lu ürünün ithalatına izin veriliyor ve bunların yarısından fazlası glifosat kullanımına dayanıklı olacak şekilde üretilmiş bitkiler. AP Yeşiller Grubu, glifosata dayanıklı GDO’lu soya ekimi yapılan Güney Amerika’daki bölgelerde insan ve hayvanlarda görülen kanser artışına dikkat çekiyor. Buralarda ekilen soyanın Avrupa’daki hayvanların yemi olduğunu biliyoruz. Türkiye’de de GDO’lu yem ithalatına izin var ve bunların arasında Güney Amerika’dan gelen soyanın olduğunu biliyoruz. Bu da durumu daha kötü bir hale getiriyor. Glifosatı bahçemizde, tarlamızda kullandığımız yetmiyormuş gibi, hayvanlara verdiğimiz GDO’lu yemlerle, belkinde besin zincirine de sokuyoruz.

Glifosat kullanımı arttıkça ortaya çıkan bir başka sorun ise ‘süper yabani otlar’. Glifosatın yoğun kullanımı sonucunda bu maddeye dirençli hale gelen otlara verilen isim bu. Bu ilaçları yaratan firmaların bu durumdan rahatsız değil çünkü yeni çıkan süper yabani otu öldürmek için başka formüller ve genetik ürünler üreterek, çiftçiyi ilaç ve tohumlarına daha da bağımlı hale getiriyorlar. Oyun böyle sürüp gidiyor. Kimyasalcılara kolunu kaptıran yakasını kurtaramıyor. Tüm bu ticari oyun sırasında da toprağımız, havamız, suyumuz ve biz zehirleniyoruz.

Görev ve yetki verdiğimiz siyasiler ise güçlü ilaç ve tohum lobilerinin oyunun bozmak yerine özel hastanelerin kanserden daha çok para kazanmasına sevinir durumda. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik'e bir çağrım var. Türkiye’de böyle bir tehlike yok diyorsa, kendisini ve bakanlıktaki üst düzey görevlileri, bağımsız bir laboratuvarda idrar tahlili yaptırmak için gönüllü olmaya çağırıyorum. Yoksa bir tehlike, biz de rahatlayalım.

Yarım ekmek antibiyotik

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Mayıs 2015

Öğle yemeğinde aldığınız yarım ekmek tavuk döneri yediniz mi? Yediyseniz, afiyet olsun ama pek garantisi yok. Yediğiniz muhtemelen tavuktan çok antibiyotiklerle beslenmiş ‘civcivimsi’ bir şeydi. “Şey” diyorum çünkü ekmek arasına sıkıştırılan beyaz nesneyi nasıl tarif edeceğim konusunda artık kafam karışık. Şimdilik ‘sahte tavuk’ diyelim.

Neden sahte tavuk? Anlatalım. Greenpeace’in Dünyayı Tüketmek adlı yeni raporunun tanıtımında söz alan Dr. Yavuz Dizdar, gerçek bir tavuğun 42 günlükken 2,5 kiloya ulaşamayacağını ve 20 dakikada pişirilemeyeceğini söylüyor. Dizdar, “42 günlük bir tavuğun ağırlığının 435 gram, pişirme süresinin de 2 saatten az olmaması beklenir” diyor. Yediğimiz ‘sahte tavukların’, bu kadar kısa sürede erişkin bir piliç ağırlığına gelmesinin sırrı verilen antibiyotiklerde yatıyor. Greenpeace raporu da buna dikkat çekiyor. Dünya genelinde tüketilen antibiyotiklerin yaklaşık yarısı hayvancılık sektöründe kullanılıyor. Hayvanlar mı hasta, biz mi hastayız orası belli değil! Reçeteyi yazan da doktor değil zaten, tavukçular. Dizdar, “Tavuk endüstrisinde antibiyotikler civcivlerin hızlı büyütülmesinde anahtar rol oynuyor. Antibiyotiklerin koruma amacı kisvesi altında kullanılıyor olması hayvanın dokusundaki kalıntı riskini ortadan kaldırmıyor” diyor. 2006 yılında AB ile Türkiye’de, yem ve sularda antibiyotik kullanımının yasaklandığını belirten bilginin de yanıltıcı olduğunu belirten Dizdar, bu yasağın dört antibiyotik için geçerli olduğunu, halihazırda 50’ye yakın antibiyotik çeşidinin serbestçe kullanıldığını belirtiyor.

Farkında olmadan aldığınız bu antibiyotikler bakterilerin direncini artırıp, enfeksiyonların tedavisini güçleştiriyor. Doktorlar size hastayken bile gerekmedikçe antibiyotik vermemeye, böylece bakterilerin antibiyotiklere direncini artırmamaya çalışırken siz yediğiniz tavuklarla ilaçların etkisini habire azaltıyorsunuz. Atıklarda bırakılan antibiyotik kalıntıları da yine insanlar ve doğadaki diğer canlılar için risk meydana getiriyor. Civcivimsi yemenin tek derdi farkında olmadan antibiyotik almakla sınırlı da değil. Dizdar, yumurta sarısının renginin bile katkı maddeleriyle değiştirilebildiğini, bunun da insanlarda kıllanmadan tümöre kadar pek çok etkisi olduğuna dikkat çekiyor. Tavuk üreticilerinin yumurta sarısının rengini belirtecek renk paletleri bile var. Parke rengi seçer gibi seçebiliyorsunuz.

Tavuk eti yemiyorsanız sorun yok ama yiyor ve yemek istiyorsanız çözüm geleneksel yöntemle yetiştirilen köy tavuğu veya organik tavukta. Beş liraya tavuğu unutursanız. Birçoğumuzun tavuk etini ucuz olduğu için seçtiğini düşünürsek bu da sosyal bir soruna işaret ediyor. Organik tavuk hâlâ pahalı, köy tavuğunu bulmak için de önce köyü, sonra tavuğu bulmak zorundasınız. Son ‘Büyükşehir Yasası’ ile her yeri kentleştiren hükümet, hayvancılığın son kalıntılarını da yok etti. Çiftçi-SEN Genel Başkanı Abdullah Aysu, Türkiye’de üretilen tavukların yüzde 99’unun endüstriyel üretim olduğunu kalan yüzde 1’in büyük bir bölümünün de ihraç edildiğini söylüyor. En kolayı sebzeye hücum; benden söylemesi.

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık ise tavukçuluk sektörünün 24 yeni GDO’lu yem için ithalat izni istediğine, bu isteğin bakanlıkta değerlendirildiğine dikkat çekiyor. Atalık, “Türkiye 2014 yılında hayvan yemi yapmak için yaklaşık 1,5 milyar dolarlık GDO’lu soya ürünü ithal etti. Öte yandan Türkiye son 15 yılda 26 milyon dönüm tarım arazisi kaybetti. Bu alan Belçika’nın yüzölçümüne yakın. Bu kaybedilen alanın sadece 6 milyon dönümü mısır ve soya üretimine ayrılsa, hayvan yemi için GDO’lu soya ve mısır ithalatına gerek olmayacak” diyor. İşin içinde bir de GDO tehlikesi var.

‘Yutmayız’ sloganıyla endüstriyel kanatlı et sektörünün yarattığı sağlık ve çevre sorunlarına dikkat çeken Greenpeace, tavuk şirketlerinden 2020 yılına kadar tüm üretim zincirini sağlığa ve çevreye zarar vermeyecek şekilde yeniden düzenlemesini talep ediyor. Sektörün şu ana kadar yaptığı ise tüm mali ve lobi gücünü kullanarak bu iddiaları sözle, kendine yakın uzmanlarla yalanlamak. Yutup yutmayacağınıza siz karar verin. Kampanya bilgileri burada: yutmayiz.org

Nedir bu istemezükçülerden çektiğimiz

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Nisan 2016 

Açık açık konuşalım. Bu ülke istemezükçülerden çektiği kadar kimseden çekmedi. Ona buna itiraz edenler yüzünden yatırımlar durdu, kalkınamadık. Türkiye’yi dünyanın gelişmiş ülkeleri arasına koyacak her değişime itiraz etti bu istemezükçüler.

Kimse kimsenin kıyafetine karışmasın, inanç ve düşünce özgürlüğü olsun, yani laiklik ve demokrasi dedik, “istemezük” dediniz. Dünya tarihindeki tüm gelişmiş medeniyetler, düşünce özgürlüğü üzerine kurulmuş, diğerleri yıkılıp gitmiştir. Herkesin kendi dilini konuşmasından, fikrini özgürce söylemesinden kimseye zarar gelmez dedik yine “istemezük” dediniz. Herkes sünni, herkes muhafazakar ve herkes ırkçı olsun istediniz. Sizin gibi istemezükçüler yüzünden ülkenin bir bölümünde adı konmamış bir savaş çıktı. Kentlere girilemiyor, haber alınamıyor. Her ilde bir cenaze var. İstemezükçü zihniyetiniz yüzünden bir arada yaşayan insanları birbirine düşürdünüz.

Büyük kentlerde parklar insanların sağlığı, çocukların gelişimi için elzemdir, Gezi Parkı kalsın dedik, “istemezük” dediniz. Biz oraya kışla görünümlü alışveriş merkezi konduracağız, her yeri betona boğacağız deyip, polisi, jandarmayı halkın üzerine sürdünüz. Onlarca genç öldü, halk kutuplaştı.

İstanbul’un trafik sorununu, trafiğin sıkışmadığı, kentin nefes aldığı tek yere, Kuzey Ormanları’na dev köprü ve otoyol yaparak çözemezsiniz. Onun yerine gelin toplu taşımayı artıralım, kenti küçültelim, her ekonomik yatırımı birkaç şirket cebini dolduracak diye İstanbul’a yığmayalım, ülkenin zenginliği tüm Türkiye’ye yayılsın dedik, “istemezük” dediniz. Rant bizim her şeyimiz, Cengiz, Limak para kazansın, rant tanıdıklara gitsin dediniz. Kentte orman kalmazsa kalmasın, çocuklar astım hastası, obez olursa olsun biz istemezükçülükten vazgeçmeyiz diye direttiniz.

Halkın ödediği vergilerin harcandığı yerler denetlensin, Sayıştay raporları, müfettişler işini yapsın dedik, “istemezük” dediniz. Harcadığımızı kimse bilmesin, ihaleler, örtülü ödenekler, tapelere, ses kayıtlarına sığmayan kirli ilişkiler açıklanmasın, üstüne gidilmesin istediniz. Her şeyin başına ‘yeni’ getirdiniz ama istemezükçülerin giriştiği her işin kuşaktan kuşağa aktarılacak soyadı, yolsuzluk oldu.

Avrupa’nın en güneşli ülkesinde, elektriği güneş enerjisinden üretelim, paralarımız yurt dışına gitmesin, kömür santralleri insanların ciğerini kanser etmesin dedik, “istemezük” dediniz. Güneş santrallerini burada üretiriz, Rusya’dan nükleer, doğalgaz, Almanya’dan, Amerika’dan termik santral alacağımıza bizim ülkenin gençleri iş bulur, çalışır dedik. Ona da “istemezük” dediniz.

Medyada sansür, tekelleşme, patron eli olmasın dedik, “istemezük” dediniz. Patronlarınız yetmedi, her gazeteye ‘Alo Fatih’ler, kayyumlar atadınız. Özgür basına karşı çıktınız, gazetecinin yazısına, karikatüre, lise öğrencisinin hayıflanmasına bile bir “istemezük” çektiniz. Sizin gibi düşünmeyen herkese hakaret davası açtınız.

Her koya bir kömür santralı, her dereye HES kondurdunuz. Elektriği akıllı kullansak, tasarruf etsek, aynı DPT raporlarında söylendiği gibi dörtte bir daha az enerji harcarız, paramız cebimizde kalır dedik, bu sefer daha gür bir sesle, “istemezük” dediniz. Yetmedi. Ülkenin iyiliğini, doğanın diriliğini isteyenlere ajan diye iftira attınız. Dağda, bayırda yeşeren, inşaatlara karşı direnen tüm endemik türleri paralelci ilan ettiniz.

İnsanların sağlığını hastanelere, okullardaki eğitimi özele vermeyin, fakir fukara da olsa eşit ve kaliteli eğitim, sağlık hizmeti alsın dedik, “istemezük” dediniz.
GDO’lu gıda değil, doğal, organik gıda dedik, “istemezük” dediniz.
Tek adam değil halk yönetsin dedik, “istemezük” dediniz.
Zorla din dersi olmasın dedik, böyle özgürlüğü “istemezük”, zorla olsun dediniz.
Çocuklara dini kullanarak yasa dışı eğitim vererek tecavüz ediyorlar, çocukları kurtarın dedik, akıl fikir “istemezük”, bir kerecikten bir şey olmaz dediniz.

Ey siz, gerçek istemezükçüler. Bin tane güzel şey söyledik bir tanesine “he” demediniz. Bir de bize istemezükçü der durursunuz. Halbuki biz iyiden, doğrudan yana her şeye varız. Bir tek hırsızları, yolsuzları, demokrasi ve özgürlük düşmanlarını “istemezük”.

Sinop’ta nükleer kurmaya çalışan EÜAŞ’ın tarihi kazalarla dolu

Sinop’ta nükleer santral işine girmek isteyen EÜAŞ’ın termik santral sicili kazalarla dolu. BirGün tarafından kamuoyuna açıklanan kaza raporları, İstanbul’un göbeğindeki Ambarlı termik santralinde “ucuz atlatılan” bir kazadan da bahsediyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Nisan 2016

Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralin ortaklığına soyunan EÜAŞ’ın (Elektrik Üretim Anonim Şirketi) işlettiği termik santrallarda onlarca kaza olmuş. BirGün’ün ortaya çıkardığı EÜAŞ tarafından düzenlenen 2000-2006 yıllarına ait kaza raporları, kurumun termik santrallarında güvenlik kültürünün yetersizliğini ve kazalar nedeniyle yaşanan ekonomik kaybı ortaya koyuyor.

Sinop’ta Fransız ve Japon şirketlerle birlikte bir proje şirketi kurarak, yüzde 49 payla nükleer santral işine gireceği belirtilen EÜAŞ’ın kaza yapan santralları arasında Ambarlı, Hamitabat  Bursa, Kangal ve Afşin-Elbistan A gibi önemli termik santrallar da var.

İstanbul’un göbeğinde ‘ucuz atlatılan’ kaza
Bu kazalar arasında özellikle 13 Şubat 2004 tarihinde Ambarlı’daki Fuel-Oil Santralı’nda meydana gelen kaza öne çıkıyor. Santralin 4. Ünitesinde, tekrar kızdırılmış buharı orta basınç türbinine taşıyan boruların patlamasıyla meydana gelen kaza sonucunda türbin dairesi tamamen buharla kaplanmış. EÜAŞ’ın kaza raporuna, “Olayın meydana geldiği anda basınç ve sıcaklık değerlerinin çok düşük olması (125 °C, 14 bar. Normal işletme basıncı 36 bar, 540 °C) ve teçhizat yakınında herhangi bir kimsenin bulunmayışı olası can ve mal kaybını önlemiştir. Türbin dairesini tamamen buhar kaplamış ve böyle bir kaza çok ucuz atlatılmıştır” şeklinde aktarılan kaza, Türkiye’nin en büyük çevrim santrallarından birinde, İstanbul’un Avcılar ilçesinde meydana gelmiş. Kazanın tamiri süresince 276 milyon kilovatsaati bulan elektrik üretilememiş. Santralin kaza raporunda boruların patlamasının nedeni, “Malzemenin ömrünü tamamlaması” şeklinde kaydedilmiş. Bu da nükleer santral ortaklığına soyunan EÜAŞ’ın santrallarında kontrollerin yeterli bir şekilde yapılıp yapılmadığı sorusunu da akıllara getiriyor. Ambarlı santralında sık sık trafo yangınları meydana geldiği de raporlara yansımış.

Üç yıllık üretim kaybı
1120 MW gücüyle Sinop’ta kurulmak istenen nükleer reaktörlerden biri kadar güce sahip Hamitabat doğalgaz santralına ait kaza raporu ise bu kaza sonucu şirketin ve devletin uğradığı üretim kaybını ortaya koyuyor. Tarihi belirtilmeyen kaza C1 gaz türbininde, ısı plakalarında malzeme yorulması nedeniyle meydana geliyor. Raporda, “ısı plakalarından biri metal yorgunluğu sebebiyle yerinden çıkarak kanatlardan birine çarparak türbinin tümüyle hasarlanmasına neden olmuştur” deniyor. Kaza nedeniyle ilgili ünitede üç yıl boyunca üretim yapılamıyor.

Bir başka üretim kaybıyla sonuçlanan kaza ise kömürle çalışan Afşin Elbistan A Termik Santralı’nda, 2001 yılında meydana gelmiş. İkinci üniteye ait turbo jeneratöründe meydana gelen hidrojen kaçağının neden olduğu kaza 290 bin avroya tamir edilmiş ve o ünitenin bir yıl kapalı kalmasına neden olmuş. Çalışsa 823 milyon kilovatsaat üretecek ünitede ciddi bir üretim kaybı yaşanmış.


Seyitömer kaza rekortmeni
Yerli linyit kömürüyle çalışan Seyitömer Termik Santrali’nin elimize geçen kaza raporları ise santralın 2000’li yıllardan başlayarak sık sık kaza yaptığını gösteriyor. 23 Mayıs 2000 yılında üçüncü ünitedeki jeneratör arızası nedeniyle 5 ay çalışmayan birim, 18 Ekim 2002 tarihinde ise türbin yatak arızası nedeniyle üç ay daha devre dışı kalmış. Santralın bir numaralı ünitesinde 9 Ağustos 2003 tarihinde meydana gelen kaza ise yaklaşık iki yıl sonra, 20 Mayıs 2005 tarihinde onarılabilmiş. 2 milyon avro harcanan tamirat boyunca santral 2 milyar kilovatsaatlik üretim kaybı yaşamış. Bu ünite tamir edildikten beş ay sonra, kaza yapma sırası tekrar üçüncü üniteye geçmiş. 26 Ekim 2005 tarihinde tekrar devre dışı kalan ünite bir ay içinde tamir edilmiş.

Tasarım hatası
1432 MW’lık kurulu gücüyle yine Türkiye’nin en büyük santralları arasında yer alan Bursa Doğalgaz Çevrim Kombine Santralı’nın kaza raporlarında, kazaların nedenlerini belirtirken, tasarım ve imalat hatası gibi açıklamalar yazılması dikkat çekiyor. Bursa’da en büyük üretim kaybı 6 Kasım 2002 yılındaki gaz türbini arızasından sonra yaşanmış. Yedi ay boyunca ilgili bölümde üretim yapılamamış ve 1 milyar 761 milyon kilovatsaatlik üretim kaybı yaşanmış.

Nükleer santral gibi dünyanın en riskli endüstriyel işine girmek için kolları sıvayan ve hukuki baskılardan kaçmak için Jersey Adaları’nda şirket kurmaya hazırlanan EÜAŞ’ın kaza geçmişi, nükleer enerjiye olumlu bakanları bile endişelendireceğe benziyor.

***
Ambarlı Santralı’nda kaza geliyorum demiş
Ambarlı’da, raporlara, “ucuz atlatılmıştır” şeklinde geçen kazanın kaynağı olan borularla ilgili daha önce de sorun yaşandığı kaza raporunda belirtilmiş. 100 bin çalışma saatinden sonar borularda meydana gelen çatlaklar tespit edilmiş ve Almanya’nın TÜV firmasıyla FKM laboratuvarı bir ön çalışma yapmış. 1984 yılında sorunlu parçaların değişimi yapılmış ve her yıl kontrolü önerilmiş. Raporda belirtildiğine göre 2002 yılının sonunda Teknik Kontrol ve Laboratuvar İşletme Müdürlüğü ile görüşülerek kızdırıcı hattındaki arızalı bölümlerin kaynak dikişleri kontrolü ve mikroyapı incelemesi ile ömür tespiti yapılması istenmiş. Kaza ise 2004 yılında olmuş. 

EÜAŞ Sinop’ta yargıdan kaçmak mı istiyor?
Sinop’ta nükleer santral için Fransa ve Japonya’dan gelen şirketlerle ortaklık kurmaya hazırlanan EÜAŞ, ortaklığa Jersey Adaları’nda kuracağı bir şirketle katılacağını açıkladı. EÜAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Halil Alış, vergi kaçakçılığı iddialarıyla gündeme gelen Jersey Adaları’nı tercih edişlerini 2015 yılında yaptığı bir açıklamada, “Biz bir ihale yaptığımızda o ihaleyi 10 yılda sonlandıramıyoruz. Kazanamayan mutlaka şikayet ediyor kazananı. Veyahut da bizi şikayet ediyor. Jersey Adaları'nda kuracağımız şirketle bundan kurtuluyoruz” sözleriyle açıklamıştı.