Füzyon reaktörüne değil adil bir dünyaya ihtiyacımız var

Lockheed Martin firmasının kamyona sığacak büyüklükteki bir füzyon nükleer reaktörünü 10 yıl içinde ticari bir ürün haline getirebileceğini açıklaması üzerine bu yazıyı yazmak zorunda kaldım. Hem kafa karışıklığını azaltmak, hem de şu ‘enerji açlığımıza’ bir çare bulmak amacıyla…

Özgür Gürbüz/18 Ekim 2014

Öncelikle füzyon ve fisyon reaktörlerini birbirinden ayıralım. Dünyada çalışan ve elektrik üreten nükleer reaktörlerin hepsi fisyon reaktörü. En basit tabiriyle açıklarsak, atomun parçalanması sonucu ortaya çıkan ısıdan yararlanarak elektrik üreten bu santrallere dünya yabancı değil. Yabancı değil ancak memnun da değil. Nükleer silah üretimiyle başlayan ve ucuz elektrikle devam etmesi beklenen bu 60 yıllık macera geride, nükleer kazalar (3 Mil Adası, Çernobil ve Fukuşima), nükleer silahlar ve binlerce yıl radyasyon yayan tonlarca radyoaktif atık bıraktı, bırakmaya da devam ediyor. Bu yüzden de daha iyisini bulma çabaları hiç rafa kaldırılmadı. Füzyon ise fisyonun tam tersine, atom çekirdeklerinin yüksek ısıda kaynaştırmayı, bu sayede adeta bir yapay güneş elde ederek büyük bir enerji üretmeyi amaçlıyor. Ama bu da yeni bir çaba değil, neredeyse atomu parçalayarak elektrik üretme fikri kadar eski.

ITER projesinde kullanılacak Tokomak makinesi. Kaynak: ITER
Füzyon reaktörÜ çalışmaları
Lockheed Martin’in füzyon reaktörü üzerinde çalıştığı ve bunu bir kamyona sığdırabileceği habere gündeme düşene kadar bilinen en önemli füzyon girişimi, kısaca ITER denilen Uluslararası Termonükleer Deneysel Reaktörü projesiydi. Projeyi Avrupa Birliği, ABD, Japonya ve Sovyetler Birliği başlatmıştı. Yanlış duymadınız, proje başladığında Sovyetler Birliği dağılmamıştı. Füzyon reaktörü hayalinin ne kadar uzun bir geçmişe sahip olduğunu hesaplamak için bu bilgiyi kullanabilirsiniz. Projeye daha sonra Çin, Güney Kore ve Hindistan da katıldı. Lockheed’in planladığı reaktörün 5 katı, 500 megavat (MW) gücünde olması beklenen ITER’in 2027’de tamamlanması bekleniyor. Lockheed ise 10 yıl sonrasını işaret ediyor. Yılların hayalini gerçekleştirme konusunda iddialılar. Medyayı da ‘kamyona sığan nükleer’ sloganıyla tavladılar. Küçük nükleer reaktör kavramı aslında çok yeni değil; önemli de değil. Burada dikkat edilmesi gereken nokta taşınabilir olması. Rusya’nın da yüzer nükleer santral çalışmaları sürüyor ama çok daha büyükler. Lockheed’in asıl amacının elektrik talebi çok olan araç ve donanımın hizmetine, taşınabilir bir enerji kaynağı götürmek olduğu ortada. Kentler ve fabrikalar ayaklanmadığına, bu yüzden de hareket eden bir santrale ihtiyaç duymadıklarına göre yine askeri bir amaçtan bahsediyoruz. Firma da bunu gizlemiyor aslında.

Füzyon reaksiyonu
Görmeden kimse inanmaz
Askeri amacı şimdilik bir kenara koyalım. Reaktörün boyutunu küçültmeleri reaksiyonu kontrol etmelerini kolaylaştırabilir ama sonuçta ‘küçük bir güneşi’ kontrol etmekten bahsettiğimizi unutmayalım. Döteryum ve trityum izotoplarının 150 milyon derecenin üstünde bir ısıya maruz kalmasından ve sıcak plazma oluşturmalarından. Bu reaksiyonu kontrol etmeniz lazım. İşin en zor tarafı da bu. Teoride daha basit olan fisyon reaksiyonlarında neler yaşandığını biliyoruz. Füzyonu kontrol edebileceğini iddia etmek ise bunun çok ötesinde bir teknoloji gerektiriyor. Bunun için de yaratılacak manyetik alana güveniliyor. Bu manyetik alanın plazmayı reaktör çeperinden uzak tutması gerekiyor. Kimse reaktörün gerçekten ve uzun süreli kontrol edildiğini görmeden Lockheed Martin’e inanmaz.

Füzyon reaktörü tek başına çalışamaz
Füzyonu gerçekleştirmek için çok yüksek ısıya ihtiyaç duyulduğunu söylemiştik. Bunu sağlamak için bir başka enerji kaynağı gerekecek. ITER’de 500 MW’lık reaktörü faal hale getirmek için 50 MW’lık bir güç gerektiği belirtiliyor. 50 verip, 500 alıyorsunuz. Yoktan enerji var etmiyorsunuz. Bunu da unutmamalı.

Maliyet yüksek
Yeni teknolojilerde maliyet hep yüksek olur. Lockheed maliyet konusuna hiç değinmedi. ITER projesi hakkında daha fazla bilgimiz var. 10 yıllık inşa süresince gereken miktarın 13 milyar avro olduğu söyleniyor. 2001’deki tahminde 5 milyar avrodan bahsediliyordu ama iş ciddiye bindikçe maliyet de artmaya başladı. Daha da artarsa kimse şaşırmaz. Aynı güçte bir gaz santralinin maliyetinin 32 kat daha ucuz olduğunu düşünürseniz füzyon reaktörlerin gidecek çok fazla yolu olduğunu görebilirsiniz.

Nükleer atık
Füzyon reaktörlerden nükleer atık çıkmadığı bilgisi doğru değil. Reaktörün kendisi yüksek radyoaktiviteye sahip bir atık haline geliyor. Bu atığın ömrü, fisyon reaktörlerinden çıkan atıklara göre (örneğin 244 bin yıl radyoaktif kalan Plütonyum-239) daha kısa ve az miktarda. Yine de bu yüksek seviyeli atığın kömür külündeki radyasyon seviyesine gelmesi için 300 yıl gerektiği unutulmamalı. Füzyonu savunanlar bunu dert edinmiyor. Atıkları 300 yıl kontrol edecek teknolojimiz var diyorlar. 60 yıllık bir tecrübeye rağmen. Sonuçta ne 300 yıl az bir süre ne de radyasyonun azı yararlı.

Silah tehlikesi
Füzyon teknolojisi de aynı fisyon gibi nükleer silahlarda kullanılabiliyor. Hatta onları daha hafif ve küçük yapabildiği için riski de arttırıyor. Hidrojen veya termonükleer silahlar füzyonla tetiklenen fisyon reaksiyonlarının sonucu. Hollanda merkezli sivil toplum örgütü WISE, birkaç gram trityumun, birkaç kilogram plütonyumu çok etkili bir nükleer bombaya çevirebileceğine dikkat çekiyor. (http://www.wiseinternational.org/node/2976) Hafiflik ve küçüklük nedeniyle de teröristlerin ilgisini çekebileceğinden bahsediyor. Bu da işin bir başka boyutu.

Asıl sorun kapitalizm
Kaynak: cleantechica.com
Bu füzyon tutkusunun ardında yatan en büyük sorun ise kapitalizm. İşsiz kalan nükleer endüstrinin füzyonla üniversitedeki bölümlerinin kapanmasını önleme gayreti, devlet bütçesinden araştırmalara fon alma niyeti elbette var ama enerji sorunu denen yapay sorunun ardında koskoca bir sistem yatıyor. Füzyon araştırmalarını tanıtırken, Lockheed’in de yaptığı gibi, dünyanın enerji sorununu çözecek bir buluş vurgusu, sınırsız enerji kaynağının bulunacağının söylenmesi aslında başlı başına sorunun kendisi. Dünyadaki yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği potansiyeli tüm enerji ihtiyacımızı karşılayabilir. Sadece güneş, her yıl dünyanın tüm enerji tüketiminin 1000 katını üretiyor ama biz bu potansiyelin çok azını kullanabiliyoruz. Tek sorun bu da değil. Mevcut enerjinin adil bir şekilde dağıtılmamış olmasından ve gerçek talepleri karşılamak üzere kullanılmamasından kaynaklanıyor. Almanya’da kişi başına düşen elektrik tüketimi 6700 kilovatsaatken, Kanada’da 16 bin, ABD’de 12 bin kilovatsaati geçiyor. Gelişmişlik seviyesi açısından değerlendirirsek, kim çıkıp Almanya’nın veya benzer ortalamaya sahip AB ülkelerinin Kanada veya ABD’den daha az gelişmiş olduğunu iddia edebilir? 

Sorun açıkça görüldüğü gibi enerjiyi bilinçsizce tüketmekten kaynaklanıyor. Bunun yanı sıra savaş sanayine harcanan enerjinin, lüks ve aşırı tüketimi özendiren hayat tarzının yani kapitalizmin de terk edilmesi gerekiyor. Füzyon peşinde koşmanın asıl nedeni de bu; tüketim toplumunun ve o sayede elde edilen iktidarların elde tutulmak istenmesi. Kapitalizm, kaynak sorununun enerjiyle sınırlı olmadığını görmek istemiyor. Otomobil üretmeniz için gereken tek girdi enerji değil. Çelikten plastiğe onlarca farklı hammaddeye daha ihtiyaç var. Enerji sorununu çözmek, doğadaki kaynakların daha fazla sömürülmesine yol açacak. Sınırlı kaynaklar için savaşlar çıkacak. Bunun yaratacağı ve şimdiden görmeye başladığımız ekolojik krizle ilgilenmeyen bir ekonomik sistemden bahsediyoruz. Büyük şirketler, kâr edilebildikleri sürece, yok olan doğa ve yaşamı birer maliyet kalemi saymaya devam edecekler. Daha çok enerji de daha çok yıkım anlamına gelecek. Füzyonla enerji sorununu çözebilirsiniz ama daha büyük ekolojik sorunlara da kapıyı açmış olabilirsiniz. Bilimsel araştırmalara hiç karşı olmadım ama adil bir dünyanın temellerini atmanın füzyon reaktörünü bulmaktan önce geldiğine inanıyorum.

Son söz. Enerji sorununu çözmek için asıl yapılması gereken enerji tüketimini azaltmak. Dünyada herkese yetecek kadar enerji var ama herkesin keyfine yetecek kadar yok[1].



[1] Mahatma Gandi’nin “Dünya herkesin ihtiyacına yeter ancak herkesin hırsına yetmez” sözüne atfen.

Türkiye Paris’te ne yapacak

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/15 Ekim 2014

New York’ta yapılan 23 Eylül’deki İklim Zirvesi, bir süredir yerinde sayan iklim müzakerelerini hareketlendirdi. Hem iklim anlaşmalarına imza atmış devletler hem de sivil toplum üzerindeki ölü toprağını attı. Çağrıcı Birleşmiş Milletler, tüm ülkeleri 2015’te Paris’te yapılacak Taraflar Toplantısı (COP 21) öncesi yeni hedefler almaya, taahhüt etmeye çağırdı. Zirve’de başta Avrupa Birliği olmak üzere birçok ülke yeni, ölçülebilir hedefler açıkladı. New York Zirvesi’nin en büyük hedefi ise yıl sonunda Peru’da yapılacak toplantıda yeni bir küresel anlaşmanın taslak metninin ortaya çıkması ve gelecek yıl Paris’te imzalanmasıydı. Bu başarılırsa, 2020’den itibaren yürürülüğe giren, yeni ve bağlayıcı bir uluslararası iklim anlaşmamız olacak. Kyoto’nun birinci dönemindeki gibi ancak daha yüksek oranlarda seragazı azaltmayı mecbur kılacak bu anlaşma ülkelerin ekonomi ve enerji politikalarını etkileyecek. Peki, dünyada bu gelişmeler yaşanırken Türkiye ne yapıyor ve Paris’te ne yapacak?

Aslında Paris’ten önce Lima’da, 20. Taraflar Toplantısı var ama New York’ta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmaya bakılırsa Türkiye bu toplantıya hazır değil. Erdoğan’ın 2011’deki söylemi tekrarlayan konuşması, bir anlamda son üç yılın boşa harcandığının işareti oldu. Türkiye şunu anlamak zorunda. Seragazı emisyonları kelime oyunlarıyla değil, eylemle azalıyor. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (İDÇS) imza koyduğumuzdan bu yana her yıl BMİDÇS Sekretaryası’na düzenli envanter raporu veriyoruz. O raporda da emisyonlarımızın 1990’dan bu yana yüzde 133,4 oranında arttığı yazıyor. Bunu yok sayamayız. Müzakereler öyle bir sürece giriyor ki, ya ok yaydan tamamen çıkacak ya da herkes elini taşın altına koyacak. Aklı başında hiçbir devlet ‘vurdumduymazlık senaryosuna’ güvenip plan yapmaz. Türkiye’de seller ve kuraklığın sadece bu yılki bilançosuna bakmak bile sokaklara ceset torbaları bırakmanın önlem almak olmadığını göstermeye yetiyor. O halde ne yapabileceğimizi çalışıp, toplantılara öyle gitmeliyiz.

Türkiye’nin bahanesi kalmadı
Türkiye bugüne kadar iki bahanenin arkasına sığındı. İklim müzakerelerinden sonuç çıkmaması birinci bahaneydi. Sorumluluğun başka ülkelerde olduğu ise ikinci bahane. İlk bahanenin Paris’te geçerliliğini yitirdiğini ve herkesin yeni bir anlaşmayla yola koyulduğunu düşünelim. Türkiye bu anlaşmanın dışında kalabilir mi? Hiç sanmıyorum. Kyoto sürecine yanlış başlayıp, geç dahil olduğumuz için sorumluluk almadık ama artık sürecin içindeyiz. Peki, yeni süreçte nasıl ve hangi sözlerle yer alacağız? Yine, “bizim kişi başına düşen emisyon miktarımız az, bu iş gelişmiş ülkelerin sorumluluğu” argümanının ardına sığınabilir miyiz? Bakalım.


Türkiye’de kişi başına düşen emisyon miktarı 2012 sonu itibariyle 5,9 ton. 2011 ile 2012 arasındaki artış hızımızı (%3,7) temel alırsak ve her yıl bu oranda artış öngörürsek (bu son yıllardaki en düşük artış hızı) Türkiye’nin toplam seragazı emisyonları 2020 yılında 600 milyon tona ulaşıyor. Yılda kişi başına düşen emisyon miktarı da 7,1 tonun üzerine çıkıyor. Aynı zaman diliminde, Avrupa Birliği ülkelerinin kişi başı emisyonları da muhtemelen 7 ton seviyesine inecek. 2012 itibariyle AB-28 ortalaması 8,9 ton. AB-15 ortalaması ise 9 ton. Avrupa Birliği ülkeleri seragazı emisyonlarını hızla azaltıyor ve taahhütlerini sürekli yükselttikleri için daha da azaltacak. 2002’de, AB-15’te kişi başına düşen emisyon miktarı 11 tondu ve 10 yılda 2 ton azaltmayı başardılar. 2020’de Türkiye’nin AB ortalamasını yakalayacağını söylemek falcılık olmaz. Kısacası, 2020’de devreye girecek bir anlaşmada, kişi başına düşen emisyon miktarı Türkiye’nin sorumluluk almaması için bir bahane olamayacak.

Sorumluluğu başka ülkelere atmakta kullandığımız bir diğer ‘argümanımız’ ise onların tarih boyunca atmosferi kirlettikleriydi. Türkiye’nin atmosfere seragazı bırakmasının son 20 yıl ile sınırlı kaldığı, bu yüzden de hâlâ kirletme hakkımız olduğu savunuluyordu. Acı gerçek ise şu: Son yıllarda o kadar çok miktarda seragazını atmosfere bıraktık ki, tarihsel emisyon miktarlarında da gelişmiş ülkeleri yakalamaya başladık. Türkiye’nin 1850-2011 yılları arasında atmosfere bıraktığı seragazı miktarı 6 milyar 956 milyon ton (Kaynak: The Carbon Map). Bu bizi tarihsel emisyon sıralamasında 185 ülke asında 27. yapıyor. Bizimle benzer ekonomik koşullardaki ülkeleri inceleyelim çünkü onların yeni dönemdeki hedefleri bizden de istenebilir. Meksika’nın tarihsel emisyonları 14,5 milyar ton. Brezilya’nın 11,2; Güney Afrika’nın 14,7 ve İspanya’nın 12 milyar ton. Bu ülkeler önümüzdeki dönemde yükümlülük alır veya almaya devam ederse, benzer ekonomik yapıya sahip Türkiye’nin dışarıda kalması zorlaşacak. Aşağıdaki tabloda detayları görebilirsiniz.

Son olarak, New York’taki zirvede, Paris’i beklemeden taahhütte bulunan ülkelerden bazılarına bir bakalım. Endonezya, 2020’ye kadar seragazı emisyonlarını yüzde 26, Malezya yüzde 40; Uruguay ise 2030’a kadar yüzde 85 azaltmayı taahhüt etti. Avrupa Birliği’nin 2030 hedefi ise emisyonlarını yüzde 40 oranında azaltmak. Birlik içerisinde bu hedefi görüp arttıranlar da var. İrlanda’nın azaltım hedefi 2050’ye kadar yüzde 80. Hindistan, 2030’a kadar güneş ve rüzgardan elde edeceği enerji miktarını iki katına çıkarmayı, Şili ise 2025’e kadar elektrik üretiminin yüzde 45’ini yenilenebilir enerji kaynaklardan sağlamayı hedefledi. 

Her şey tozpembe değil. Çin ve ABD’nin birbirini sınaması, Rusya ve Kanada’nın ortalarda gözükmemesi hâlâ soru işaretleri yaratıyor. Japonya’nın yeniden görüşmelere döneceğinin sinyallerini vermesi, Kore ve Fransa’nın iklim fonuna para aktarması ise yeterli olmasa da iyi sinyaller. Bu durumda Türkiye’nin şu ana kadar sürdürdüğü çözümsüzlük stratejisini rafa kaldırıp, Paris’e samimi bir hedefle gitmesi, en azından hazırlanması, en doğru iş olacak. Sular altında kalma tehlikesi yaşayan Tuvalu halkı, kendilerine 2020’ye kadar yüzde 100 yenilenebilir enerji hedefi koyarken, bizim de en azından o insanların yüzüne bakabilecek bir taahhütle masaya oturmamız, stratejileri geçtim, insanlığın gereği. Umarım sorumlular bizi utandırmaz.

Kobane ve sivil itaatsizlik

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ekim 2014

Vicdani retçiler, barış eylemcileri ve pasifistler için en zor zamanlar, havada kuşların değil kurşunların uçtuğu günlerdir. Bu zamanlarda kimse söze, vicdana kulak vermek istemez, şiddet hayata egemen olur. Pasifizm ve sivil itaatsizlik zayıf, etkisiz eylem biçimleri sanılır ve küçümsenir. Gandi’nin İngiliz İmparatorluğu’nu sivil itaatsizlik eylemleriyle dize getirdiği unutulur. Halbuki otoritenin ve zorbanın en korktuğu eylem ona itaat edilmemesidir. Cumartesi Anneleri ve Gezi’nin gücü kalabalık olmalarından değil, ısrarla otoriteye boyun eğmemelerinden gelir. Zorunlu din dersine girmemek, celp kâğıdını yırtmak ve kesilecek ağaçların önünde durmak sivil itaatsizlik eylemleri arasında sayılabilir.

Sivil itaatsizlik eylemleriyle diğerleri arasında ince bir çizgi var. Bu eylemlerin genelinde bir yasa değişikliği talep edilir ya da adil olmayan bir yasanın, uygulamanın kaldırılması istenir. Eylemden önceki tüm seçeneklerin denenmiş olması önemlidir. İtaatsizlik saklanmaz, şeffaflık ve şiddet içermeyen eylem ön plandadır. Eylemci tutuklanmayı, yargılanmayı göze alır. Bu, konunun gündeme taşınmasının bir parçasıdır. Gandi meşhur tuz eylemine başlamadan önce İngilizlere mektupla haber bile vermiştir. Güvenlik güçlerine karşı sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmaz ancak itaat etmez. Karakola mı götüreceksin, taşıyıp götüreceksin der. Çıkış noktası genelde politiktir. Kamu vicdanına seslenmeyi amaçlar, bir grubun çıkarı için yapılmaz.

Soru şu. IŞİD gibi bir örgütle karşı karşıya kaldığınızda oturma eylemi yapabilir misiniz? Kobane’de IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurabilir misiniz? Hayır. IŞİD bir devlet ya da otoritesini yasalardan alan bir yapı değil. Çete reisi veya bir sultan gibi, kararları anlık ve hukuksuz. Gandi’nin zafere ulaşmasının bir nedeni de karşısındaki gücün kurumsallığıdır. Devlet terör örgütü veya çete gibi davranamaz. Davranırsa karşısına aldığı halk da öyle davranır ve iş işten geçer. Türkiye’deki eylemlerde ‘şiddetsizlik’ sınırının belli zamanlarda aşılmasında devletin ya da otoritenin, konumunu unutup şiddete başvurması ya da emrindekilerin şiddetine göz yummasının rolü de büyüktür.

Buradan, ‘IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurmak mümkün değil’ sonucunu çıkarmayalım. Soruyu doğru zamanda sorabilseydik belki IŞİD ortaya çıkmadan onu durdurabilirdik. Suriye’ye müdahaleye karşı sokakları işgal edip, oturabilseydik. İmza kampanyalarıyla her gün görünür olabilseydik. Batı’nın Ortadoğu’yu anlamama yeteneğine şapka çıkarmadan, Esad’ı destekliyor gibi görünmekten korkmadan, “savaş hiçbir sorunu çözemez” diyerek, Suriye’ye giden TIR’ların önüne yatıp yolları kapatabilseydik. Hep birlikte ve aynı anda, sınırlarımızdan Suriye’ye kimin ve nelerin geçtiğinin açıklanmasını isteyen dilekçeler yazarak, kamu kuruluşlarına telefonlar açarak onları çalışamaz hale getirseydik. Daha da önemlisi, ortada İŞİD bile yokken, silahlanmaya, palalılara, düğünde gelini vuran çifteye karşı çıkabilseydik, bugün Esenyurt’ta, Gaziantep’te ve Bingöl’deki ölümleri durdurabilirdik. Sözün kısası, belki de bu kötü günleri görmeden, savaşın daha az can almasına neden olabilirdik. Belki de olamazdık ama denemedik.

Barış eylemcileri, pasifistler ve savaş karşıtlarının bugün etkisiz olmaları onların eylem biçimlerinin güçsüzlüğünde değil, aslında bu ülkede yaşayan herkesin şiddet içeren eylemlere öyle ya da böyle güvenmesinden kaynaklanıyor. IŞİD kapıya gelmeden yapılacakları yapmadığımız için şimdi savaşı ve silahı konuşuyoruz. Hatalarımızı, eksikliklerimizi kabul edersek gelecekte yolu şiddetten geçmeyen bir barış umudumuz olabilir. Farkındayım, bu yazdıklarım Kobane’yi İŞİD’in elinden kurtarmayacak ama belki geleceği kurtaracak. Evet, sadece belki ve eğer hepimiz istersek.

Nükleer santraller ve lösemi

Kaza ve sızıntı yapmasalar bile nükleer santrallerin yakın çevresinde yaşayanlarda kansere yakalanma riskinin daha yüksek olduğunu gösteren önemli çalışmalar var. Bunlardan belki de en bilineni, “KIKK Araştırması” adıyla anılan ve Almanya Radyasyondan Korunma Dairesi’nin başlattığı çalışma. Almanya’daki 16 nükleer reaktörü kapsayan araştırmada, nükleer santrallere beş kilometreden yakın bir mesafede yaşayan ve beş yaşayan küçük çocuklarda rastlanan kanser sayısı, nükleer santralden uzakta yaşayan aynı yaş grubundaki çocuklarla kıyaslanıyor. 1980-2003 yılları arasındaki veriler kıyaslanınca, nükleer santralden uzakta oturan çocuklarda lösemiye daha az rastlandığı ortaya çıkıyor. Dr. Alfred Körblein’in yürüttüğü bu çalışma 2007’de gözden geçirildi ama santrallerin kanser etkisini gösterecek veriler değişmedi. Nükleer santrale beş kilometre çapında bir mesafede yaşayan, beş yaşın altındaki çocukların kansere yakalanma olasılığı beklenenden 1,6 kat; lösemiye yakalanma olasılığı ise nükleerden uzak duran çocuklara oranla 2,2 kat daha fazlaydı. Buna rağmen, araştırmayla ilgili tartışmalar bitmedi.(Körblein daha önce Türkiye'ye de gelmiş ve araştırmasının sonuçlarını açıklamıştı. O konuda yazdığım haber için lütfen tıklayınız)

The Ecologist dergisinde yayımlanan yeni bir makale, KIKK Araştırması’nda çıkan sonuçları açıklayacak nitelikte. Dr. Ian Fairlie tarafından kaleme alınan ve 29 Eylül 2014’te yayımlanan makalede, nükleer santrallerin yakıt değişimi sırasında normal çalışma süresindeki radyasyonun 500 katını çevreye bıraktığı belirtiliyor. 12 saat boyunca radyoaktif emisyonların tepe noktasına çıktığını belirten Fairlie, çocuklarda görülen löseminin kaynağının yakıt değişimi sırasında ortaya çıkan yüksek radyasyon olabileceğine dikkat çekiyor. Nükleer reaktörlerde yakıt değişimi 1 veya 1,5 yılda bir yapılıyor. Bu sırada da santrallerden etrafa yayılan rutin radyasyon en yüksek miktarlara ulaşıyor. Dr. Fairlie, nükleer santral yakınında yaşayan çocuklarda daha sık lösemiye rastlanmasının sebebi bu olabilir mi sorusuna, “Evet, olabilir” yanıtını veriyor. Fairlie, “Nükleer santrale yakın ve oradan esen rüzgarların yolu üzerinde oturanlar, yakıt değişimi sırasında yıl boyunca aldıkları rutin radyasyon seviyelerinin 20 ila 100 katı radyasyona maruz kalıyorlar” diyor. Makalede, yakıt değişimi yapacak nükleer santrallerin bu sırada bölge halkını uyarması gerektiği ve yakıt değişiminin rüzgarların radyoaktif emisyonları okyanusa doğru taşıyacağı zamanlarda yapılması gerektiği de yazılı.

The Ecologist'teki makaleye ulaşmak için lütfen tıklayınız: