Nükleeri savunmanın dayanılmaz zorluğu

Özgür Gürbüz/3 Eylül 2014

Ana akım medyada zaman zaman nükleer enerjiyi öven haberler ve makaleler çıkıyor. Bugün radikal'de yer alan makalede gördüğüm temel hatalara kısa bir yanıt yazdım. İlginize. 

2013'te Japonya'da elektriğin sadece %1,7'si nükleerden. (UAEK)
Makaledeki tüm argümanlar Türkiye'de nükleer santral yapılmamasını ortaya koyarken, hâlâ nükleer gerekli diye yazabilen Cenk Sidar'ı tebrik etmeli. Yazıdaki nükleer santralle ilgili tablolar da doğru değil. Türkiye'de rüzgarın elektrik üretimindeki payı yüzde 3. Japonya nükleer enerjiden elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 2'sini (2013) sağlıyor. Japonya'da Fukuşima sonrası çalışabilir durumda 48 nükleer reaktör kaldı, onların hepsi de 1 yıldır kapalı. (İlgili son yazım geçen hafta sonu BirGün'de yayımlandı. Buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Kaldı ki, Cenk Bey'in en büyük hatası, Türkiye'nin enerji talebinin yılda yüzde 7 arttığını söyleyip (bu rakam da doğru değil. Son üç yılın ortalaması yüzde 3) tek çarenin nükleer enerji olduğunu yazmasi. Elektrik tüketiminin önümüzdeki yıllarda da ekonomik büyümenin düşük kalacağı herkesçe malum. Enerji verimliliği, yenilenebilir enerji kaynakları yokmuş gibi davranmanın Türkiye’ye nükleer santral satmak isteyen firmalardan başka kime yararı var, bilmiyorum. Avrupa'nın en iyi güneş enerjisi potansiyeline sahip Türkiye'de güneş kurulu gücü 20 megavat civarında, şaka gibi. Neyse, daha önceki yazılarında da benzer bir eğilim vardı zaten ama bilginize sunuyorum. Bu benim yorumumdu, siz kendi yorumlarınızı yaparsınız. Radikal’de yayımlanan ilgili yazıyı da bu adresten okuyabilirsiniz.

Japonya en ucuz enerji kaynağını keşfetti

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Ağustos 2014

2011 Mart ayında Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde dev bir kaza oldu. Santralden sızan radyasyon, suya, havaya ve toprağa bulaştı. Reaktörleri soğutmada kullanılan tonlarca radyoaktif suyun büyük bir bölümü de okyanusa bırakıldı. Japonlar haftada bir okyanustan su örnekleri alıp radyasyon seviyesini ölçüyor. Radyasyon bir yere gitmiyor ama okyanus çok büyük olduğu için dağılıyor. Belirli bir noktada yüksek seviyede radyasyona rastlanmazsa bu zararsız kabul ediliyor ve alarm düğmesine basılmıyor. Düşük seviyedeki radyasyonun zararsız olmadığını söyleyen onlarca bilim adamı var ancak kuralları koyanlar buna inanmamızı istiyor. Japonya’daki ölçümler daha uzun yıllar sürecek. Toprak, hava ve balıklardaki radyasyon sürekli gözetim altında tutulacak. Balıkçılar ve çiftçiler o bölgeden umudunu kesti. Artık radyasyon Fukuşima’da hayatın bir parçası, yok etme şansınız yok.

Çernobil sonrası İngiltere’nin Cumbria bölgesindeki koyunlarda da radyasyon ölçümleri başlatılmış, hayvanların başka bölgelere götürülmesi yasaklanmıştı. 1986’da başlayan ölçümler 2012 yılında sonlandırıldı. 26 yıl boyunca çiftçiler, koyunlarını radyasyon taramasından geçirmeden pazara götüremediler. 2 bin kilometre ötede olmuş bir nükleer kaza sonucu alınan en basit önlemden bahsediyorum. Şimdi düşünelim. Mersin ya da Sinop’ta olacak bir nükleer kaza sonrası yapmamız gerekecek bin tane işin sadece üçünü düşünelim.

1. Karadeniz ve Akdeniz’de, onlarca farklı noktada, denizdeki radyasyon seviyesini sürekli ölçmemiz gerekecek.

2. Bölgedeki hayvan stoklarını düzenli radyasyon taramasından geçirmek zorunda kalacağız.

3. Topraktan, meyve ve sebzelerden sürekli örnek alıp onları radyasyon kontrolüne göndereceğiz. Yoksa ne yiyebileceğiz, ne de satabileceğiz.

İşte Türkiye’nin ihtiyacı olmamasına rağmen nükleer santralde ısrar etmesinin en zararsız sonuçlarından üçü bunlar olacak. Sizce ülkede bu denetimleri yapabilecek, hükümetten korkmadan sonuçları açıklayabilecek bir kapasite var mı?

Fukuşima kazasından önce Japonya’da 54 nükleer reaktör çalışıyor, ülkedeki elektriğin yüzde 30’unu üretiyordu. Daha sonra birer birer kapatıldılar. 15 Eylül 2013’ten bu yana Japonya’daki nükleer santrallerin hepsi kapalı. Nükleer lobi, santrallerden birkaçını yeniden açtırmak için uğraşıyor; Abe hükümeti de bu fikri destekliyor. Elektrik üretiminin neredeyse üçte birini nükleere bağlayan bir ülkede değişim anında olmaz ancak nükleersiz bir Japonya artık herkesin dilinde. Japonya’nın 2030 hedefinde elektrik ihtiyacının yüzde 20’sini rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak yazılı. Daha da önemlisi, Japonya’nın tasarruf ve verimlilik tedbirleriyle elektrik talebini 2010-2012 arasında yüzde 8 düşürmüş olması. Aynı Almanya gibi, dünyanın bir başka sanayi devi de çözümü daha az tüketmekte buldu.

Türkiye ise yüzde 25’lere varan enerji tasarrufu potansiyelini görmek yerine, daha çok enerji tüketerek ekonomisini ilerletmeye çalışıyor. İşin komik tarafı, bir yandan da enerji ithalatından şikayet ediyor. Halbuki, tasarruf edilen, verimli kullanılan enerjiden ucuzu yok. Japonya’dan nükleer santral almak yerine, iki yılda nasıl oldu da Türkiye’nin elektrik tüketiminin yaklaşık dörtte biri kadar tasarruf yapmayı başardılar onu öğrensek çok daha iyi olacak.

Kuzey Ormanları Savunması, 5-6-7 Eylül tarihleri arasında Kemerburgaz’da bir kamp düzenliyor. Kamptaki enerji atölyesine ve iklim değişikliğini konuşacağımız panele beklerim.

Ya dolmazsa

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Ağustos 2014

Bizim Mahmut Amca iyidir, hoştur ama biraz dediğim dediktir. Kumru Teyze olmasa Gezi’de sokağa bile çıkmayacaktı. “Hükümet yanlış yapıyor ama devlete de karşı gelinmez oğul” diye tutturduydu. Sonra sokaktaki gençleri görünce o da tava elinde camdan inmedi. Dün bize geldi, İzmir’e kızlarını ziyarete gideceklermiş, bana nasıl gidelim diye sordu. Önce anlamadım, meğer Kumru Teyze göndermiş. Kumru Teyze iyi bir Yeşil BirGün okuru. “Sor bakalım Özgür’e, İzmir’e arabayla mı, uçakla mı gitmek daha çevreci” diye Mahmut Amca’yı bize yollamış. Mahmut Amca’nın otomobilsiz seyahat ettiğini pek hatırlamam. Son hortumdan bu yana Kumru Teyze iklim değişikliğine fena taktı, otomobili de hiç sevmez. İklimi bahane edip İzmir’e uçakla gidecek ama Mahmut Amca’yı arabasından vazgeçemiyor olsa gerek. Niyeti anladım ama tarafsızlığı elden bırakmamak lazım.

Mahmut Amca’yı buyur ettim, açtım bilgisayara baktım. İstanbul-İzmir 560 km. “Uçakla olmaz Mahmut Amca” dedim, “Çok seragazı çıkar, küresel ısınmaya neden olursunuz. Sonra söylemedi deme, torunlarını zorda bırakırsın”. “Avrupa Çevre Ajansı’na (AÇA) göre 700 km’den kısa mesafelerde uçak yerine trene binmek daha çevreci” diye de ekledim. Vitesi beşe takmış bir şoför gibi gülümsedi. “İzmir’den de Antalya’ya geçecektik, oraya da mı uçak yasak” diye sordu. Yaşlarını da düşünerek, “En iyisi” dedim, “siz İstanbul’dan uçakla Antalya’ya gidin, kızınızı da arayın o İzmir’den Antalya’ya otobüsle gelsin”. Mahmut Amca’nın otomobil hayalleri suya düştü, radara yakalanmış gibi oldu.

Sonra kağıdı kalemi alıp Kumru Teyze’ye AÇA’nın verilerine bakarak bir not yazdım:

Bir kilometrelik yolu bir kişi otomobille giderse, kilometre başına iklim değişikliğine neden olan yaklaşık 160 gram seragazı çıkarır. Aynı yolu uçakla alırsa100 ila 250 gram, trenle giderse 40 ila 160 gram ve otobüsle giderse 40 ila 80 gram seragazına neden olur. Binilen aracın dolu olması, aynı yakıtla daha çok kişi yol aldığı için kişi başı emisyonları düşürüyor. Tam dolu otobüste kişi başı emisyon 40 grama kadar düşüyor. En çevrecisi otobüs, zaten İzmir’e İstanbul’dan tren yok.

Ulaşım hesabı karışık gibi görünüyor ama değil. İklim değişikliğine daha az katkıda bulunmak için uzun yolda yapılacaklar tablosu yukarıdaki gibi. AÇA, 700 kilometreden az bir yola gidiyorsanız tren veya otobüsü tercih edin diyor. Kısacası, İstanbul-Ankara arası uçağı unutun. Gidilen mesafe 700 km’den fazlaysa uçağı ya da otomobili düşünebilirsiniz. Yalnız, otomobilde tek değilseniz iş değişiyor. Beş koltuk dolduğunda otobüs ve trene yakın sayılara erişmek mümkün.

Kentte ise ilk tercihimiz yürümek ve bisiklete binmek olmalı. Bisiklet ve yürümeyi, tüm koltuklar dolu olmak şartıyla minübüs, metro, hafif metro ve otobüs izliyor. Bizde toplu taşıma araçlarını boş görmek zaten zor. Pestilimiz çıkıyor ama çevreyi koruyoruz; anlayacağınız metrobüs bir melek. Tek kişinin olduğu otomobiller ise tam bir çevre düşmanı.

Mahmut Amca nota uzunca baktı, bizim tavandaki Örümcek Selim’e bakarak (Evet, bizim evde örümceklerin adı var) bir şeyler mırıldandı. “O zaman biz Kumru’yla arabayı alalım. Yoldan da iki otostopçu aldık mı, otobüsle aynı hesap” dedi ve kalktı, gitti. Giderken de, “Otobüs en iyisi tabi de, ya dolmazsa” diye bir daha seslendi. Merdivenlerden inerken birkaç kez daha “ya dolmazsa” dediğini duydum.

Olimpos’u bekleyen tehlike

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Ağustos 2014

Olimpos'ta olmaması gereken şemsiyeler - Foto: O.Gurbuz
Dört haftalık bir aradan sonra tekrar merhaba. Gazetedeki dostlar, “yazarımız dört hafta boyunca tembellik hakkını kullanacak” diye not düşmenin diğer yazarları kışkırtabileceği düşüncesiyle bu süreyi size haber vermeden geçirmeyi tercih etti ama ben tembelliğin yayılması adına yazmayı uygun buldum. Ne kadar çok çalışırsak, dünyaya o kadar zarar veriyoruz. Diğer nedenleri bıraktım, sadece iş saatlerinin düşmesi için bile sendikalara üye olmak, onların bu talepleri dillendirmesini sağlamak gerek. Tembellik hakkı iyidir, sahip çıkmalı.

Tatilden çıkan her yazar gibi ben de bu yazıda denizden kumdan bahsedeceğim. Bizde sürpriz yok. Neredeyse her yıl olduğu gibi bu yıl da yolumuz Olimpos’a düştü. Burası Türkiye ekoloji hareketi için önemli bir yer. Beş yıldızlı otellerle kuşatılmış Antalya bölgesinde, sorunları olmasına rağmen hâlâ betona boğulmamış bir koy ve kumsal. Turizmi oranın halkı yapıyor, para büyük sermayeye değil küçük işletme sahiplerine gidiyor. Eleştirilecek yanları var ama “başka bir turizm” için kötünün iyisi tadında bir yer.

SİT ALANI
Birçok kişi bölgenin korunması için çaba harcıyor elbette ama betonun Olimpos ve Çıralı’dan uzak durmasının ardında yatan ilk neden doğanın ve tarihin kendisi. Çıralı sahili Akdeniz’in simgesi iribaşlı deniz kaplumbağalarının (Caretta caretta) yuvalama alanı. Plaj onların, biz misafiriz. Kıyı kesimi ve kumsal 1. Derecede Doğal Sit Alanı, iç kesimler ise 3. Derecede Doğal Sit Alanı statüsünde. O nedenle kumsalda yapılaşma yok, şemsiye yok, şezlong yok varsa da Çıralı’daki gibi yuva alanlarının gerisinde. Olimpos ile Çıralı sahilinin birleştiği yer ise 1. ve 2. Derecede Arkeolojik Sit Alanı. O yüzden bölgede ahşap evler, ağaç evler var. Beton yasak, her ne kadar Kültür Bakanlığı birkaç yıl önce antik kent ve plaj girişine turnike koyarak bu kuralı ihlal etse de birkaç istisna dışında bu kurala uyuluyor.

Olimpos sahilinde çöp - Foto: O.Gurbuz
Günübirlik teknelerin sahile yaklaşmalarını engelleyecek dubalar bu yıl denize yeniden konulmuş. Tekneler yaklaştıkça yavaşlayıp hız sınırına uymak zorunda kalıyor. Sintine atıklarına bu yıl rastlamadım. O konudaki çabalar sonuç veriyor olabilir, ya da şanslıydım. Bunlar olumlu gelişmeler. Olumsuzlukların başında ise araç ve bununla birlikte plajdaki şemsiye-şezlong sayısının artması geliyor. Antik kentin girişine yapılan otopark Olimpos’u tehdit ediyor. Bir de sahilin çöpe boğulması ve geceleri ateş yakılması sorunları var. Temiz ve güzel olduğu için geldiği yeri kirletip giden bir güruhuz biz. 

ŞEMSİYE MERAKI
Kumsala sapladığınız her şemsiye, Carettaların yumurtalarını parçalayan bir mızrak olabilir. Bu yaptığınız, hamile bir kadının karnına bıçak saplamaya benziyor. Sahilde bıraktığınız her plastik torba, denize ulaşırsa kaplumbağaların boğulmalarına neden olabilir. Kaplumbağalar Mayıs-Ağustos ayları arasında kumsala yumurta bırakıyor. Yavrular 1,5-2 ay sonra kabuklarını kırıp denize ulaşmaya çalışıyor. Bu zamanlarda plajda ışık olmamalı, ateş kesinlikle yakılmamalı. Yavrular denize kendi başlarına gitmeli, denize taşınmamalı ki yıllar sonra yuvalayacakları kumsalı tanıyabilsinler. Yavrular gibi dişiler de hassas. Gece karaya çıktıklarında karşılarına şezlong çıkarsa, ses ve ışıklar onları rahatsız ederse yumurta bırakmadan denize dönüyorlar. WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) 2010 yılında bir araştırma yapmıştı. O yıl 224 kaplumbağa karaya çıkmış, 76 tanesi yumurta bırakmış. Tespit edilen 76 yuvada 5 bin 842 yumurta vardı ve bu yumurtalardan çıkan yavruların yüzde 61’i denize kavuşmuştu.    

NE YAPILMALI?
Öncelikle Olimpos’a araç girişi sınırlandırılmalı. Otopark ana yola yakın bir yere taşınıp, tatilciler minibüslerle (mümkünse elektrikli araçlarla) pansiyonlara taşınmalı. Bölgede şemsiye satışı yasaklanmalı, şezlong kiralamaya son verilmeli. Çevre Bakanlığı ve yerel idareler denetimde yetersiz. Yaz boyunca bir çevre kuruluşuyla anlaşılıp, denetim yetkilendirilmiş gönüllülerce yapılabilir. Yatacak yer ve cep harçlığı karşılığında orada çalışmak isteyecek onlarca genç bulunacağına eminim. Gazete izin verirse ben de giderim. Jandarmanın da desteğiyle plajda ne çöp kalır ne de ateş yakılır. Bu konuda yeterli uyarı tabelası da yok, sayıları arttırılmalı.

Olimpos konforlu bir tatil yeri değil. Güneş altında pişme, çakılda yatma yeri. Bunu böyle kabul edin, konfor arıyorsanız Türkiye’de onlarca otel sizi bekliyor. Burası kaplumbağaların ve Likyalıların evi. Bize sessizce misafir olmak düşer.