Tarık’ın gözünden Filistin

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Nisan 2013

 Foto: www.whenisawyou.com
Kendini bir anda mülteci kampında bulan bir çocuk ne yapar? Sorunun yanıtı basit aslında; evini özler. Tarık, 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında annesiyle birlikte Ürdün’deki bir mülteci kampına getirilir. Tek isteği, eski okulundaki öğretmenine, nerede olduğunu bilmedikleri babasına ve evine kavuşmaktır. Annesi ona evlerinin güneşin batığı yönde olduğunu söyler, o da evini bulmak için sırtında okul çantası yollara düşer. Kendini, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) fedailerinin kampında bulur. Tarık’ın inadı annesini de kampa getirir.

Annemarie Jacir’in, “Seni Gördügümde”  adlı bu filmi bizi görüntü ve ses efektleriyle süslenmiş egemen sinemanın dilinden bir buçuk saatliğine de olsa uzaklaştırıyor  ve bağımsız sinemayı bir kez daha hatırlamamıza yardımcı oluyor. Jacir’in filmi, kendisinin de şair olmasından olsa gerek, şiirsel ve sade bir anlatıma sahip. Bizi 40-45 yıl öncesinin Filistin’ine götürüyor. Mülteci kampalarını, fedailerin duygularını ve evine dönmek isteyen 11 yaşındaki bir çocuğa evinin yolunu gösteremeyen bir annenin çaresizliğini sakin bir dille anlatıyor. Tarif edilmesi imkânsız acıları tebessümle izletiyor. Bir bakıyorsunuz ki, İsrail’in çitlerinin yerini dev duvarlar, ciplerinin yerini insansız hava araçları almış. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün fedailerinin yerini kim almış, o hiç belli değil. Türkiye’den bakınca, Arafat’ın ölümüyle etkisizleşen direnişin yerini bu işten çıkar sağlamak için nutuk atan politikacılar almışa benziyor. Çok yakından tanıyorsunuz bu isimleri. Film, belki bilerek belki de bilmeyerek, FKÖ’nün militanlarının zaman içerisinde ne kadar değiştiğine de işaret ediyor.

 Foto: www.whenisawyou.com
Jacir daha önceki filmi, “Bu denizin tuzu”nda da, Amerika’da doğan Filistinli bir mültecinin evine dönüş hikâyesini konu almıştı. Dünyadaki dört mülteciden birinin Filistinli olduğu söylenir. Jacir onlardan biri. Onun, filmlerde ev ve memleket temalarını işlemesine şaşırmamak gerek. Aksine, Jacir’e teşekkür etmeliyiz. Çekilen acıları bir mültecinin gözünden bize sakin sakin anlatmayı başardığı için.

***
“Emek”siz olmuyor
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği otuz ikinci film festivalini de geride bıraktık. Festivalin bu yılki havasını tarif etmek zor. Beyoğlu’nda festival filmlerini gösteren sinema sayısı ikiye düştü (Atlas ve Beyoğlu). Eskiden, festival zamanı Beyoğlu’nda sadece film konuşulurdu. İstiklal caddesinde tanıdıklara rastlar, ellerinde festival kitapçıklarıyla dolaşan insanlar görürdünüz. Nişantaşı’ndaki sinemada elinde patlamış mısırla film izlemeye gelen ve ona “popcorn” demeyi tercih eden bir güruhla film izlemeye çalışmak hoş değildi. Gel de “Emek Sineması”nı arama.

İstanbul’a yeni havaalanı çözüm mü?

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Nisan 2013

BirGün’ün perşembe günkü manşeti İstanbul’a yapılmak istenen 3. havaalanıydı. Ön Çevre Etki Değerlendirme Raporu’nu hazırlayan firma projeyi belli ki savunamamış ve “daha iyi yer yoktu” demiş. Daha iyi yer olmadığı doğru. Havaalanının yapılacağı tüm alanın yüzde 80’i orman. Bundan iyi yer mi olur? Sahibi, istimlak derdi yok. Aslında rapordaki cümlenin doğrusu şöyle olmalı: İstanbul’da bu havaalanını yapacak başka yer yok. Birkaç orman dışında beton dökecek boş yer kalmadı İstanbul’da. Onları da olimpiyat, havaalanı bahanesiyle teker teker hallediyorlar. Gezi Parkı’ndaki on küsur ağaca bile yer yok planlarında. Yeşile alerjisi var bu hükümetin. Ağaç gördüklerinde yatağa düşüyor olmalılar. Merak ediyorum yaprak deyince uçuk da çıkıyor mu?

İSTANBUL NE KADAR BÜYÜYECEK?
Üçüncü havalimanı yerine Atatürk ve Sabiha Gökçen’in kapasitesinin artırılmasını önerenler var ama asıl sorulması gereken soru “3. havaalanına ihtiyaç var mı” olmalı. İstanbul daha ne kadar büyüyecek? Dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’in en kalabalık kenti Şanghay’ın nüfusu 23 milyon civarında. Çin’in nüfusu ise 1 milyar 350 milyon. Şanghay’da yaşayanlar Çin’de yaşayanların sadece yüzde 1,8’i. Türkiye’nin 2011 nüfusu 74 milyon 724 bin. İstanbul’da yaşayanların sayısı ise 13 milyon 854 bin. Bu demektir ki Türkiye nüfusunun yüzde 18,5’i İstanbul’da. Çarpıklığı görebiliyor musunuz? Dünyanın en kalabalık ülkesinde bile böyle bir saçmalık yok. O nedenle İstanbul’un nüfusunu artıracak yeni yerleşim, iş ve finans merkezleri, havaalanı, kanal, AVM, tünel, köprü, iskele gibi her proje sorunu daha da çözülmez kılacaktır. Türkiye’de anakentlerin nüfusunun 5 milyonu geçmemesine hatta çok daha az nüfuslu kentler kurulmasına çalışmak gerekir. Bu da büyümeye sınır koyarak olur, ranta kucak açarak değil.

Havaalanına itirazın bir başka gerekçesi de iklim değişikliği. Türkiye’nin 2011 yılı seragazı emisyonları iki gün önce açıklandı. 2011 yılı verileri bize gösteriyor ki, Türkiye'nin toplam emisyon miktarı 422 milyon tona ulaşmış. Toplam emisyon miktarı 1990’a göre yüzde 124 artmış. Havacılık sektöründeki artış hızı ise daha yüksek. Havacılık kaynaklı karbondioksit emisyonları 1990’dan bu yana yüzde 368 oranında arttı. Ulaşım kaynaklı emisyonlar içinde aslan payı lastikli taşıtlarda olsa da giderek daha fazla uçak kullanıyor ve daha fazla küresel ısınmaya neden oluyoruz. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin son değerlendirme raporuna göre (2007) küresel emisyonların yüzde 13’ü ulaşım kaynaklı. Havacılığın küresel emisyonlardaki payı da o zaman yüzde 2’ydi. Ucuz uçak bileti furyasıyla bu oran artıyor. Avrupa Birliği bu yüzden hava sahasını kullanan uçaklardan emisyon vergisi almaya başladı. Uçak şirketleri de daha verimli motorlar peşinde. 40 yıl öncesine göre yeni uçaklar yüzde 70 daha az yakıtla aynı yolu yapıyorlar. İki hafta önce Hollanda Kraliyet Havayolları’na (KLM) ait bir uçak, Amsterdam’dan New York’a atık yağlardan elde edilen biyoyakıtla uçtu.

Tüm bu çabalara rağmen dolu bir otobüs veya tren uçağa göre daha çevreci bir tercih olmayı sürdürüyor. Bisiklet ve yürümek dışında tabi... Bu yüzden yeni havaalanları yerine yeni demiryolları döşemek, toplu taşımayı, özellikle kent içinde teşvik etmek çok önemli. Öte yandan bazı kısıtlamalar da getirilmeli. Örneğin Ankara-İstanbul gibi kısa mesafelerde uçakların kullanılmaması için ek vergilerle bilet fiyatları pahalandırılmalı. Aslında bu örneğin kendisi de garip. İstanbul’dan Ankara’ya otobüsle beş saatte gidiliyor. İstanbul’dan normal bir trafikte havaalanına bir buçuk saatte gittiğinizi, bir saat önce orada olduğunuzu düşünürseniz, yolculuk, bagaj, rötar vs. derken hemen hemen aynı sürede Ankara’da olduğunuzu göreceksiniz. Uçağı öncelikli ulaşım aracı kabul etmek, bu basit hesabı bile yaptırtmıyor çoğumuza.

Çok değil, üç hafta önce Karadeniz kıyılarını vuran ve Abdulsamet Kahrıman adlı gencin ölümüne neden olan o dev dalgaları hatırlayın. O dalgaların nedeninin küresel ısınmayı ciddiye almayan politikacılar olduğunu unutmayın; hesap sorun. Hesap sorun ki, İstanbul’un yeni havaalanından kalkacak uçaklar Karadeniz’de dalga çıkarıp başka canlar almasın.

NOYAN ÖZKAN
Türkiye’de çevre ve hukuk mücadelesi deyince ilk akla gelen isimlerden biriydi. İzmir Barosu Eski Başkanı, Çevre Hareketi Avukatları’nın kurucularındandı. Noyan Özkan ile ilk kez 1995 yılında Akkuyu’da, nükleer karşıtı şenlikte tanışmıştım. İzmir, Bergama derken tüm Türkiye’de çevrecilerin en büyük destekçilerinden biri oldu. Geçen hafta acı haberi aldık. Seni çok özleyeceğiz Noyan Ağabey. Hepimizin başı sağ olsun.

Yeşil Kaplanın Uyanışı

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Nisan 2013
Dali'de pirinç tarlaları (Yunnan) - Foto: O.Gurbuz.


Mao’nun, “İnsanoğlu doğayı fethetmeli” sözleri Çin’de önemini yitireli çok oldu. Bugün Çin’de aklı başında hiç kimse doğayı fethederek “kalkınmaktan” bahsetmez. Çin Kültür Devrimi’nden kalan “doğayı fethetme” hedefi yerini, “yeşil kentlere, düşük karbon ekonomisine ve yenilenebilir enerjiye bırakmaya başladı. Çin ekonomik kalkınma ve doğayı koruma kavramları arasındaki sorunları tümden çözmüş değil elbet ama gittikleri yolun yanlış olduğunu fark ettiler. Değişimin ilk adımı da hata yaptığınızı kabul etmektir. Darısı başımıza!

11 Nisan’da Ankara’da başlayacak Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin en çarpıcı ve tartışmalı filmlerinden biri hiç kuşkusuz Yeşil Kaplanın Uyanışı. Çin’in Yunnan bölgesinde kurulmak istenen barajlara karşı mücadele eden yerel halkın öyküsünü anlatan film, bir anlamda Çin’in son 50 yıllık kalkınma hamlesini inceliyor. Çin’in deneyimi hem doğa korumacılara hem de “ekonomik kalkınmayı” tanrılaştıran günümüz sanayici ve politikacılarına çok önemli mesajlar veriyor.

Serçe avından açlığa
1958’deki Büyük Atılım politikasıyla başlatılan çelik üretimi seferberliği nedeniyle yok edilen ormanlar, yeni tarım sahaları açmak için doldurula göller veya tahıl üretimini düşürdüğü için sinek, fare ve serçe avına çıkarılan kitleler. Çin’in bu kalkınma hamlelerinin yol açtığı ekolojik ve sosyal felaketlerden hepimiz, başta politikacılar, ders çıkarmalı. Çin’de bu politikaların sonuçları ağır oldu. Çelik ocakları için kesilen ağaçlar sonucu ormanlar kaybedildi. Filmde çarpıcı karelerle gösterilen, Diançi Gölü’nü doldurarak yeni tarım sahaları açma fikri, göl ekosistemini yok etti. Sadece göller değil, otlaklar ve ormanlar da pirinç üretimi için heba edildi. Bugün Diançi Gölü’nün iyileştirilmesi için milyonlar harcanıyor, ormanları yeniden kazanmak içinse fidanlar dikiliyor. Tahıl üretimini azalttığı için serçelerin ve farelerin öldürülmesi ise tahıllara saldıran böceklerin artmasına neden olmuş. Kimilerine göre 1958-1961 yılları arasında yaşanan büyük açlığın nedenlerinden biri de bu. Film, zaman zaman bir Çin karşıtı propaganda hissi verse de, ortalarında kapitalizmin de benzer sorunlara yol açtığını söyleyerek sizi biraz rahatlatıyor.

Çin’de 2004 yılında yürürlüğe giren Çevre Etki Değerlendirme Yasası, bu tip projelerde halkın katılımını ve onayını şart koşuyor. Belgesel, birkaç gazeteci ve akademisyenle yerel halkın bu yasal değişikliğe güvenerek, Yunnan eyaletindeki baraj projelerinin bazılarını nasıl durdurduklarını anlatıyor. İçlerinde en büyük olanı, Kaplan Atlatan Boğaz Barajı da var. Ana akım medyada baraj karşıtı ilk haberlerin çıkmasıyla eski Başbakan Vın Ciabao, Nu Nehri üzerindeki projelerin dikkatle ele alınması gerektiğini söylüyor. Ciabao’nun bu demeci, zenginliğin tartışılamaz ön şartı kabul edilen kalkınmanın sorgulanması anlamına geliyor. Bu açıdan baraj karşıtı bu mücadele Çin için önemli bir mihenk taşı niteliğinde. Ekoloji mücadelesi, halkın birlikte sesini yükseltmesine, hükümetin eleştirilere daha açık olmasına neden oluyor; tüm dünyada olduğu gibi. Türkiye’de süreç Çin’in tersi yönde ilerlese de…

Çin’de yaşarken Yunnan eyaletine gitmiştim. Doğasıyla insanı büyüleyen bir yer. Çin’in tüm hayvan ve bitki türlerinin yarısından fazlası bu bölgede. Yaşam suyla birlikte geldiğinden olsa gerek hidroelektrik potansiyelinin dörtte biri de yine burada. Kültürel zenginlik de çok çarpıcı. 25 etnik grup burada yaşıyor. Müslümanlar, Budistler ve Şamanlar.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Türkiye’de ilk kez İstanbul dışında bir kentte gösterilecek. Sinemaseverler, 14 Nisan’a kadar 24 filmi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ücretsiz izleyebilecek. Arıların neden son yıllarda kaybolduğunu, ABD’de 83 bin öğrencinin nasıl yerel gıda ile beslendiğini, Türkiye’de kentsel dönüşüm yaşanırken dünyanın pasif mimariye dönüşünü filmler çok güzel anlatıyor. Festivalin amacı sürdürülebilir yaşamı hep birlikte inşa etmek. Yunnanlı bir köylünün dediği gibi. “İki yemek çubuğunu kırmak kolay ancak bir deste yemek çubuğunu kıramazsınız”.

Pardon gaz çıkarttık

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Mart 2013

Herkes “kaya gazı”nı konuşuyor. Nedir bu kaya gazı? Kilt taşı veya şist dediğimiz derinlerdeki kayalıklar arasında sıkışmış metandan bahsediyoruz. Çıkarabilirseniz doğalgaz gibi kullanabilirsiniz ancak çıkarmak daha zahmetli. Kimyasallar eklenmiş basınçlı suyla kayaları çatlatmanız ve gazı serbest bırakarak kuyular aracılığıyla yüzeye çıkarmanız gerekiyor. Yüzeye diyorum çünkü genelde bu işlemi gerçekleştirmek için 1500-1600 metre derinliğe inmek gerekiyor. Yüzeye çıkan sadece gaz değil tabi. Çatlatmada kullanılan kimyasallar, kayaların içinde bekleyen ağır metaller de atık sularla birlikte yüzeye çıkıyor. Bu devirde promosyonsuz hiçbir şey yok. Gaz alana zehir bedava.

Kaya gazı rezervi konusunda kesin rakamlar yok. Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) dünyada 208 trilyon metreküp kaya gazı rezervi olduğunu tahmin ediyor. Bildiğimiz doğalgaz rezervlerinin 420 trilyon metreküp olduğunu düşünürseniz, fosil yakıt şirketlerinin ilgisini daha iyi anlarsınız. Bu rezervin 56 trilyon metreküpü ABD ve Kanada’da. Bu iki ülke üretim ve teknoloji konusunda da herkesin önünde. Avrupa ve Orta Doğu ise kaya gazı rezervlerinin sadece 16 trilyonuna (Avrupa 12, Orta Doğu 4) sahip. Türkiye’de ise Trakya ve Güney Doğu’da kaya gazı rezervlerinin olduğu biliniyor. Türkiye’de ne kadar rezerv bulunduğunu söylemek için erken ama bazı kaynaklar  400 milyar metreküp gaz olduğunu iddia ediyor. Bu da aşağı yukarı Türkiye’nin 10 yıllık gaz tüketimi demek. Gaz demek para demek, o yüzden aramalar sürüyor. İç Anadolu Bölgesi’nde de gaz peşinde koşulduğu gelen haberler arasında. Gaz, diğer kirli kaynaklara oranla gerek elektrik üretiminde, gerek ısınmada daha sorunsuz bir kaynak ama sütten çıkmış ak kaşık da değil. Bu yüzden kaya gazına karşı çıkan çok kişi var.

Gaz da kömür ve petrol gibi bir fosil yakıt. Kömür ve gaza kıyasla neredeyse yarı yarıya hatta daha az seragazı salsa da, o da iklim değişikliğine neden oluyor. Çoğu çevreci grup, yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişte gazı bir geçiş teknolojisi olarak görmüştü. Kaya gazının bizim gibi gaz rezervi sıfıra yakın ülkelerde bile bulunması,  dışa bağımlılığı azaltır umuduyla ilgiyi artırıyor. Çevreciler, kömürden, nükleerden kaçarken doluya mı tutulduk diye kara kara düşünüyor.

MİLYONLARCA LİTRE SU
Kaya gazını çıkarmada suyun kullanılması en büyük dert. Dünya Dostları Derneği’nin (Friends of the Earth) yaptığı hesaba göre, bir kaya gazı kuyusunda yıl boyunca kullanılan su miktarı Avrupalı 10 bin ailenin yıllık su tüketimine bedel. Her çatlatma operasyonu için 15 milyon litre su gerekiyor. Kuyuların sağlamlığı da tartışmalı. Yanlış inşaat yüzünden yüzde 6’sı daha yapılır yapılmaz çalışamaz hale geliyor. Yüzde 50’si ise 30 yıl içinde sonra sorun çıkarıyor. Bizim gibi deprem riski altındaki ülkelerde durum daha da tehlikeli.

Suyla birlikte kullanılan kimyasalların oranı da az değil. Bu oran suyun yüzde 1’i kadar olsa da, ortalama bir kuyuda kullanılan kimyasalların 132 ton civarında olduğu belirtiliyor. Firmalar kesin rakamları açıklamıyor. Suyla kayaları çatlatmada kullanılan kimyasalların yüzde 80’i yeraltında kalıyor ve yeraltı sularına karışma tehlikesi yaratıyor. Kullanılan kimyasalların yüzde 60’ı beyin ve sinir sistemini etkileyecek nitelikte. Yüzde 10’undan biraz fazlası da kanserojen.

Petrol fiyatlarının yüksek seyretmesinin de etkisiyle kaya gazı enerji dünyasına o kadar hızlı girdi ki, kurallar, denetleme yöntemleri ve etkileri neredeyse tartışılmadı bile. İklim değişikliği milyonlarca insanı ve diğer canlıları tehdit ediyor. Ortalama sıcaklık artışı 1,5 ila 2,5 C arasında kalırsa dünyadaki hayvan ve bitkilerin yüzde 20 ila 30’unun soyları tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Şu andaki artışın 0,8 C dereceyi bulduğu biliniyor. Biz hala gaz, kömür ve petrolün peşinde koşuyoruz. Taşın suyunu sıkma sevdasındayız. Sorun sadece iklim değişikliği de değil. Bundan 20-30 yıl sonra yer altı sularında ağır metallere rastlanması, gelecek nesillerde kanser vakalarının artması halinde bugün kârdan başka bir şey düşünmeyen şirketler gelecek nesillere ne diyecek acaba? “Pardon, biz biraz gaz çıkarttık” mı diyecekler? Ya biz ne diyeceğiz?

***
Dünyada durum
ABD ve Kanada dışında Arjantin’de kaya gazı çıkarma konusunda ciddi gelişmeler var. 
Ülkedeki 22 trilyon metreküplük rezerv için ExxonMobil’den Total’e birçok petrol devi ülkede faaliyette. 100 kadar kuyu var. Hükümet destekliyor ama çevreciler ayakta. Özellikle yerlilerin yaşadığı bölgelerde ciddi sorunlar var. Avrupa’da ise İngiltere, Portekiz, İspanya, Belçika, Almanya, Norveç, Polonya, Ukrayna, Romanya, Avusturya, Macaristan, Hırvatistan, Yunanistan, Sırbistan ve Türkiye kaya gazına yeşil ışık yakan ülkeler arasında. Fransa, Hollanda, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan ise şu an için kırmızıda duruyorlar.