Özgür Gürbüz-BirGün/14 Nisan 2013
BirGün’ün
perşembe günkü manşeti İstanbul’a yapılmak istenen 3. havaalanıydı. Ön Çevre
Etki Değerlendirme Raporu’nu hazırlayan firma projeyi belli ki savunamamış ve “daha iyi yer yoktu” demiş. Daha iyi
yer olmadığı doğru. Havaalanının yapılacağı tüm alanın yüzde 80’i orman. Bundan
iyi yer mi olur? Sahibi, istimlak derdi yok. Aslında rapordaki cümlenin doğrusu
şöyle olmalı: İstanbul’da bu havaalanını
yapacak başka yer yok. Birkaç orman dışında beton dökecek boş yer kalmadı
İstanbul’da. Onları da olimpiyat, havaalanı bahanesiyle teker teker hallediyorlar.
Gezi Parkı’ndaki on küsur ağaca bile yer yok planlarında. Yeşile alerjisi var
bu hükümetin. Ağaç gördüklerinde yatağa düşüyor olmalılar. Merak ediyorum
yaprak deyince uçuk da çıkıyor mu?
İSTANBUL NE
KADAR BÜYÜYECEK?
Üçüncü
havalimanı yerine Atatürk ve Sabiha Gökçen’in kapasitesinin artırılmasını
önerenler var ama asıl sorulması gereken soru “3. havaalanına ihtiyaç var mı” olmalı. İstanbul daha ne kadar
büyüyecek? Dünyanın en kalabalık ülkesi Çin’in en kalabalık kenti Şanghay’ın
nüfusu 23 milyon civarında. Çin’in nüfusu ise 1 milyar 350 milyon. Şanghay’da
yaşayanlar Çin’de yaşayanların sadece yüzde 1,8’i. Türkiye’nin 2011 nüfusu 74
milyon 724 bin. İstanbul’da yaşayanların sayısı ise 13 milyon 854 bin. Bu demektir ki Türkiye nüfusunun yüzde
18,5’i İstanbul’da. Çarpıklığı görebiliyor musunuz? Dünyanın en kalabalık
ülkesinde bile böyle bir saçmalık yok. O nedenle İstanbul’un nüfusunu artıracak
yeni yerleşim, iş ve finans merkezleri, havaalanı, kanal, AVM, tünel, köprü,
iskele gibi her proje sorunu daha da çözülmez kılacaktır. Türkiye’de anakentlerin
nüfusunun 5 milyonu geçmemesine hatta çok daha az nüfuslu kentler kurulmasına
çalışmak gerekir. Bu da büyümeye sınır koyarak olur, ranta kucak açarak değil.
Havaalanına
itirazın bir başka gerekçesi de iklim değişikliği. Türkiye’nin 2011 yılı
seragazı emisyonları iki gün önce açıklandı. 2011 yılı verileri bize gösteriyor
ki, Türkiye'nin toplam emisyon miktarı 422 milyon tona ulaşmış. Toplam emisyon miktarı 1990’a göre yüzde
124 artmış. Havacılık sektöründeki artış hızı ise daha yüksek. Havacılık
kaynaklı karbondioksit emisyonları 1990’dan bu yana yüzde 368 oranında arttı. Ulaşım
kaynaklı emisyonlar içinde aslan payı lastikli taşıtlarda olsa da giderek daha
fazla uçak kullanıyor ve daha fazla küresel ısınmaya neden oluyoruz. Hükümetlerarası
İklim Değişikliği Paneli’nin son değerlendirme raporuna göre (2007) küresel emisyonların yüzde 13’ü ulaşım
kaynaklı. Havacılığın küresel emisyonlardaki payı da o zaman yüzde 2’ydi. Ucuz
uçak bileti furyasıyla bu oran artıyor. Avrupa Birliği bu yüzden hava sahasını
kullanan uçaklardan emisyon vergisi almaya başladı. Uçak şirketleri de daha verimli
motorlar peşinde. 40 yıl öncesine göre yeni uçaklar yüzde 70 daha az yakıtla
aynı yolu yapıyorlar. İki hafta önce Hollanda Kraliyet Havayolları’na (KLM) ait
bir uçak, Amsterdam’dan New York’a atık yağlardan elde edilen biyoyakıtla uçtu.
Tüm
bu çabalara rağmen dolu bir otobüs veya tren uçağa göre daha çevreci bir tercih
olmayı sürdürüyor. Bisiklet ve yürümek dışında tabi... Bu yüzden yeni
havaalanları yerine yeni demiryolları döşemek, toplu taşımayı, özellikle kent
içinde teşvik etmek çok önemli. Öte yandan bazı kısıtlamalar da getirilmeli.
Örneğin Ankara-İstanbul gibi kısa mesafelerde uçakların kullanılmaması için ek
vergilerle bilet fiyatları pahalandırılmalı. Aslında bu örneğin kendisi de
garip. İstanbul’dan Ankara’ya otobüsle beş saatte gidiliyor. İstanbul’dan
normal bir trafikte havaalanına bir buçuk saatte gittiğinizi, bir saat önce
orada olduğunuzu düşünürseniz, yolculuk, bagaj, rötar vs. derken hemen hemen
aynı sürede Ankara’da olduğunuzu göreceksiniz. Uçağı öncelikli ulaşım aracı
kabul etmek, bu basit hesabı bile yaptırtmıyor çoğumuza.
Çok
değil, üç hafta önce Karadeniz kıyılarını vuran ve Abdulsamet Kahrıman adlı
gencin ölümüne neden olan o dev dalgaları hatırlayın. O dalgaların nedeninin
küresel ısınmayı ciddiye almayan politikacılar olduğunu unutmayın; hesap sorun.
Hesap sorun ki, İstanbul’un yeni havaalanından kalkacak uçaklar Karadeniz’de
dalga çıkarıp başka canlar almasın.
NOYAN ÖZKAN
Türkiye’de çevre ve
hukuk mücadelesi deyince ilk akla gelen isimlerden biriydi. İzmir Barosu Eski
Başkanı, Çevre Hareketi Avukatları’nın kurucularındandı. Noyan Özkan ile ilk
kez 1995 yılında Akkuyu’da, nükleer karşıtı şenlikte tanışmıştım. İzmir,
Bergama derken tüm Türkiye’de çevrecilerin en büyük destekçilerinden biri oldu.
Geçen hafta acı haberi aldık. Seni çok özleyeceğiz Noyan Ağabey. Hepimizin başı
sağ olsun.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Yeşil Kaplanın Uyanışı
Özgür Gürbüz-BirGün/7 Nisan 2013
Mao’nun, “İnsanoğlu doğayı fethetmeli” sözleri Çin’de önemini yitireli çok oldu. Bugün Çin’de aklı başında hiç kimse doğayı fethederek “kalkınmaktan” bahsetmez. Çin Kültür Devrimi’nden kalan “doğayı fethetme” hedefi yerini, “yeşil kentlere, düşük karbon ekonomisine ve yenilenebilir enerjiye bırakmaya başladı. Çin ekonomik kalkınma ve doğayı koruma kavramları arasındaki sorunları tümden çözmüş değil elbet ama gittikleri yolun yanlış olduğunu fark ettiler. Değişimin ilk adımı da hata yaptığınızı kabul etmektir. Darısı başımıza!
11 Nisan’da Ankara’da başlayacak Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin en çarpıcı ve tartışmalı filmlerinden biri hiç kuşkusuz Yeşil Kaplanın Uyanışı. Çin’in Yunnan bölgesinde kurulmak istenen barajlara karşı mücadele eden yerel halkın öyküsünü anlatan film, bir anlamda Çin’in son 50 yıllık kalkınma hamlesini inceliyor. Çin’in deneyimi hem doğa korumacılara hem de “ekonomik kalkınmayı” tanrılaştıran günümüz sanayici ve politikacılarına çok önemli mesajlar veriyor.
Serçe avından açlığa
1958’deki Büyük Atılım politikasıyla başlatılan çelik üretimi seferberliği nedeniyle yok edilen ormanlar, yeni tarım sahaları açmak için doldurula göller veya tahıl üretimini düşürdüğü için sinek, fare ve serçe avına çıkarılan kitleler. Çin’in bu kalkınma hamlelerinin yol açtığı ekolojik ve sosyal felaketlerden hepimiz, başta politikacılar, ders çıkarmalı. Çin’de bu politikaların sonuçları ağır oldu. Çelik ocakları için kesilen ağaçlar sonucu ormanlar kaybedildi. Filmde çarpıcı karelerle gösterilen, Diançi Gölü’nü doldurarak yeni tarım sahaları açma fikri, göl ekosistemini yok etti. Sadece göller değil, otlaklar ve ormanlar da pirinç üretimi için heba edildi. Bugün Diançi Gölü’nün iyileştirilmesi için milyonlar harcanıyor, ormanları yeniden kazanmak içinse fidanlar dikiliyor. Tahıl üretimini azalttığı için serçelerin ve farelerin öldürülmesi ise tahıllara saldıran böceklerin artmasına neden olmuş. Kimilerine göre 1958-1961 yılları arasında yaşanan büyük açlığın nedenlerinden biri de bu. Film, zaman zaman bir Çin karşıtı propaganda hissi verse de, ortalarında kapitalizmin de benzer sorunlara yol açtığını söyleyerek sizi biraz rahatlatıyor.
Çin’de 2004 yılında yürürlüğe giren Çevre Etki Değerlendirme Yasası, bu tip projelerde halkın katılımını ve onayını şart koşuyor. Belgesel, birkaç gazeteci ve akademisyenle yerel halkın bu yasal değişikliğe güvenerek, Yunnan eyaletindeki baraj projelerinin bazılarını nasıl durdurduklarını anlatıyor. İçlerinde en büyük olanı, Kaplan Atlatan Boğaz Barajı da var. Ana akım medyada baraj karşıtı ilk haberlerin çıkmasıyla eski Başbakan Vın Ciabao, Nu Nehri üzerindeki projelerin dikkatle ele alınması gerektiğini söylüyor. Ciabao’nun bu demeci, zenginliğin tartışılamaz ön şartı kabul edilen kalkınmanın sorgulanması anlamına geliyor. Bu açıdan baraj karşıtı bu mücadele Çin için önemli bir mihenk taşı niteliğinde. Ekoloji mücadelesi, halkın birlikte sesini yükseltmesine, hükümetin eleştirilere daha açık olmasına neden oluyor; tüm dünyada olduğu gibi. Türkiye’de süreç Çin’in tersi yönde ilerlese de…
Çin’de yaşarken Yunnan eyaletine gitmiştim. Doğasıyla insanı büyüleyen bir yer. Çin’in tüm hayvan ve bitki türlerinin yarısından fazlası bu bölgede. Yaşam suyla birlikte geldiğinden olsa gerek hidroelektrik potansiyelinin dörtte biri de yine burada. Kültürel zenginlik de çok çarpıcı. 25 etnik grup burada yaşıyor. Müslümanlar, Budistler ve Şamanlar.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Türkiye’de ilk kez İstanbul dışında bir kentte gösterilecek. Sinemaseverler, 14 Nisan’a kadar 24 filmi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ücretsiz izleyebilecek. Arıların neden son yıllarda kaybolduğunu, ABD’de 83 bin öğrencinin nasıl yerel gıda ile beslendiğini, Türkiye’de kentsel dönüşüm yaşanırken dünyanın pasif mimariye dönüşünü filmler çok güzel anlatıyor. Festivalin amacı sürdürülebilir yaşamı hep birlikte inşa etmek. Yunnanlı bir köylünün dediği gibi. “İki yemek çubuğunu kırmak kolay ancak bir deste yemek çubuğunu kıramazsınız”.
Dali'de pirinç tarlaları (Yunnan) - Foto: O.Gurbuz. |
Mao’nun, “İnsanoğlu doğayı fethetmeli” sözleri Çin’de önemini yitireli çok oldu. Bugün Çin’de aklı başında hiç kimse doğayı fethederek “kalkınmaktan” bahsetmez. Çin Kültür Devrimi’nden kalan “doğayı fethetme” hedefi yerini, “yeşil kentlere, düşük karbon ekonomisine ve yenilenebilir enerjiye bırakmaya başladı. Çin ekonomik kalkınma ve doğayı koruma kavramları arasındaki sorunları tümden çözmüş değil elbet ama gittikleri yolun yanlış olduğunu fark ettiler. Değişimin ilk adımı da hata yaptığınızı kabul etmektir. Darısı başımıza!
11 Nisan’da Ankara’da başlayacak Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin en çarpıcı ve tartışmalı filmlerinden biri hiç kuşkusuz Yeşil Kaplanın Uyanışı. Çin’in Yunnan bölgesinde kurulmak istenen barajlara karşı mücadele eden yerel halkın öyküsünü anlatan film, bir anlamda Çin’in son 50 yıllık kalkınma hamlesini inceliyor. Çin’in deneyimi hem doğa korumacılara hem de “ekonomik kalkınmayı” tanrılaştıran günümüz sanayici ve politikacılarına çok önemli mesajlar veriyor.
Serçe avından açlığa
1958’deki Büyük Atılım politikasıyla başlatılan çelik üretimi seferberliği nedeniyle yok edilen ormanlar, yeni tarım sahaları açmak için doldurula göller veya tahıl üretimini düşürdüğü için sinek, fare ve serçe avına çıkarılan kitleler. Çin’in bu kalkınma hamlelerinin yol açtığı ekolojik ve sosyal felaketlerden hepimiz, başta politikacılar, ders çıkarmalı. Çin’de bu politikaların sonuçları ağır oldu. Çelik ocakları için kesilen ağaçlar sonucu ormanlar kaybedildi. Filmde çarpıcı karelerle gösterilen, Diançi Gölü’nü doldurarak yeni tarım sahaları açma fikri, göl ekosistemini yok etti. Sadece göller değil, otlaklar ve ormanlar da pirinç üretimi için heba edildi. Bugün Diançi Gölü’nün iyileştirilmesi için milyonlar harcanıyor, ormanları yeniden kazanmak içinse fidanlar dikiliyor. Tahıl üretimini azalttığı için serçelerin ve farelerin öldürülmesi ise tahıllara saldıran böceklerin artmasına neden olmuş. Kimilerine göre 1958-1961 yılları arasında yaşanan büyük açlığın nedenlerinden biri de bu. Film, zaman zaman bir Çin karşıtı propaganda hissi verse de, ortalarında kapitalizmin de benzer sorunlara yol açtığını söyleyerek sizi biraz rahatlatıyor.
Çin’de 2004 yılında yürürlüğe giren Çevre Etki Değerlendirme Yasası, bu tip projelerde halkın katılımını ve onayını şart koşuyor. Belgesel, birkaç gazeteci ve akademisyenle yerel halkın bu yasal değişikliğe güvenerek, Yunnan eyaletindeki baraj projelerinin bazılarını nasıl durdurduklarını anlatıyor. İçlerinde en büyük olanı, Kaplan Atlatan Boğaz Barajı da var. Ana akım medyada baraj karşıtı ilk haberlerin çıkmasıyla eski Başbakan Vın Ciabao, Nu Nehri üzerindeki projelerin dikkatle ele alınması gerektiğini söylüyor. Ciabao’nun bu demeci, zenginliğin tartışılamaz ön şartı kabul edilen kalkınmanın sorgulanması anlamına geliyor. Bu açıdan baraj karşıtı bu mücadele Çin için önemli bir mihenk taşı niteliğinde. Ekoloji mücadelesi, halkın birlikte sesini yükseltmesine, hükümetin eleştirilere daha açık olmasına neden oluyor; tüm dünyada olduğu gibi. Türkiye’de süreç Çin’in tersi yönde ilerlese de…
Çin’de yaşarken Yunnan eyaletine gitmiştim. Doğasıyla insanı büyüleyen bir yer. Çin’in tüm hayvan ve bitki türlerinin yarısından fazlası bu bölgede. Yaşam suyla birlikte geldiğinden olsa gerek hidroelektrik potansiyelinin dörtte biri de yine burada. Kültürel zenginlik de çok çarpıcı. 25 etnik grup burada yaşıyor. Müslümanlar, Budistler ve Şamanlar.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Türkiye’de ilk kez İstanbul dışında bir kentte gösterilecek. Sinemaseverler, 14 Nisan’a kadar 24 filmi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ücretsiz izleyebilecek. Arıların neden son yıllarda kaybolduğunu, ABD’de 83 bin öğrencinin nasıl yerel gıda ile beslendiğini, Türkiye’de kentsel dönüşüm yaşanırken dünyanın pasif mimariye dönüşünü filmler çok güzel anlatıyor. Festivalin amacı sürdürülebilir yaşamı hep birlikte inşa etmek. Yunnanlı bir köylünün dediği gibi. “İki yemek çubuğunu kırmak kolay ancak bir deste yemek çubuğunu kıramazsınız”.
Pardon gaz çıkarttık
Özgür Gürbüz-BirGün/31 Mart 2013
***
Herkes “kaya gazı”nı konuşuyor. Nedir bu kaya gazı? Kilt
taşı veya şist dediğimiz derinlerdeki kayalıklar arasında sıkışmış metandan
bahsediyoruz. Çıkarabilirseniz doğalgaz gibi kullanabilirsiniz ancak çıkarmak
daha zahmetli. Kimyasallar eklenmiş basınçlı suyla kayaları çatlatmanız ve gazı
serbest bırakarak kuyular aracılığıyla yüzeye çıkarmanız gerekiyor. Yüzeye
diyorum çünkü genelde bu işlemi gerçekleştirmek için 1500-1600 metre derinliğe
inmek gerekiyor. Yüzeye çıkan sadece gaz değil tabi. Çatlatmada kullanılan
kimyasallar, kayaların içinde bekleyen ağır metaller de atık sularla birlikte
yüzeye çıkıyor. Bu devirde promosyonsuz hiçbir şey yok. Gaz alana zehir bedava.
Kaya gazı rezervi konusunda kesin rakamlar yok.
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) dünyada 208 trilyon metreküp kaya gazı rezervi
olduğunu tahmin ediyor. Bildiğimiz doğalgaz rezervlerinin 420 trilyon metreküp
olduğunu düşünürseniz, fosil yakıt şirketlerinin ilgisini daha iyi anlarsınız.
Bu rezervin 56 trilyon metreküpü ABD ve Kanada’da. Bu iki ülke üretim ve
teknoloji konusunda da herkesin önünde. Avrupa ve Orta Doğu ise kaya gazı
rezervlerinin sadece 16 trilyonuna (Avrupa 12, Orta Doğu 4) sahip. Türkiye’de
ise Trakya ve Güney Doğu’da kaya gazı rezervlerinin olduğu biliniyor. Türkiye’de
ne kadar rezerv bulunduğunu söylemek için erken ama bazı kaynaklar 400 milyar metreküp gaz olduğunu iddia
ediyor. Bu da aşağı yukarı Türkiye’nin 10 yıllık gaz tüketimi demek. Gaz demek
para demek, o yüzden aramalar sürüyor. İç Anadolu Bölgesi’nde de gaz peşinde
koşulduğu gelen haberler arasında. Gaz, diğer kirli kaynaklara oranla gerek
elektrik üretiminde, gerek ısınmada daha sorunsuz bir kaynak ama sütten çıkmış
ak kaşık da değil. Bu yüzden kaya gazına karşı çıkan çok kişi var.
Gaz da kömür ve petrol gibi bir fosil yakıt. Kömür ve
gaza kıyasla neredeyse yarı yarıya hatta daha az seragazı salsa da, o da iklim
değişikliğine neden oluyor. Çoğu çevreci grup, yenilenebilir enerji
kaynaklarına geçişte gazı bir geçiş teknolojisi olarak görmüştü. Kaya gazının
bizim gibi gaz rezervi sıfıra yakın ülkelerde bile bulunması, dışa bağımlılığı azaltır umuduyla ilgiyi
artırıyor. Çevreciler, kömürden, nükleerden kaçarken doluya mı tutulduk diye kara
kara düşünüyor.
MİLYONLARCA LİTRE SU
Kaya gazını çıkarmada suyun kullanılması en büyük dert. Dünya
Dostları Derneği’nin (Friends of the Earth) yaptığı hesaba göre, bir kaya gazı
kuyusunda yıl boyunca kullanılan su miktarı Avrupalı 10 bin ailenin yıllık su tüketimine bedel. Her
çatlatma operasyonu için 15 milyon litre su gerekiyor. Kuyuların sağlamlığı
da tartışmalı. Yanlış inşaat yüzünden yüzde 6’sı daha yapılır yapılmaz çalışamaz
hale geliyor. Yüzde 50’si ise 30 yıl içinde sonra sorun çıkarıyor. Bizim gibi
deprem riski altındaki ülkelerde durum daha da tehlikeli.
Suyla birlikte kullanılan kimyasalların oranı da az
değil. Bu oran suyun yüzde 1’i kadar olsa da, ortalama bir kuyuda kullanılan
kimyasalların 132 ton civarında olduğu belirtiliyor. Firmalar kesin rakamları
açıklamıyor. Suyla kayaları çatlatmada kullanılan kimyasalların yüzde 80’i yeraltında
kalıyor ve yeraltı sularına karışma tehlikesi yaratıyor. Kullanılan
kimyasalların yüzde 60’ı beyin ve sinir sistemini etkileyecek nitelikte. Yüzde
10’undan biraz fazlası da kanserojen.
Petrol fiyatlarının yüksek seyretmesinin de etkisiyle
kaya gazı enerji dünyasına o kadar hızlı girdi ki, kurallar, denetleme
yöntemleri ve etkileri neredeyse tartışılmadı bile. İklim değişikliği
milyonlarca insanı ve diğer canlıları tehdit ediyor. Ortalama sıcaklık artışı
1,5 ila 2,5 C arasında kalırsa dünyadaki hayvan ve bitkilerin yüzde 20 ila
30’unun soyları tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Şu andaki artışın
0,8 C dereceyi bulduğu biliniyor. Biz hala gaz, kömür ve petrolün peşinde
koşuyoruz. Taşın suyunu sıkma sevdasındayız. Sorun sadece iklim değişikliği de
değil. Bundan 20-30 yıl sonra yer altı sularında ağır metallere rastlanması,
gelecek nesillerde kanser vakalarının artması halinde bugün kârdan başka bir
şey düşünmeyen şirketler gelecek nesillere ne diyecek acaba? “Pardon, biz biraz
gaz çıkarttık” mı diyecekler? Ya biz ne diyeceğiz?
***
Dünyada durum
ABD ve Kanada dışında Arjantin’de kaya gazı çıkarma
konusunda ciddi gelişmeler var.
Ülkedeki 22 trilyon metreküplük rezerv için
ExxonMobil’den Total’e birçok petrol devi ülkede faaliyette. 100 kadar kuyu
var. Hükümet destekliyor ama çevreciler ayakta. Özellikle yerlilerin yaşadığı
bölgelerde ciddi sorunlar var. Avrupa’da ise İngiltere, Portekiz, İspanya,
Belçika, Almanya, Norveç, Polonya, Ukrayna, Romanya, Avusturya, Macaristan,
Hırvatistan, Yunanistan, Sırbistan ve Türkiye kaya gazına yeşil ışık yakan
ülkeler arasında. Fransa, Hollanda, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan ise şu an
için kırmızıda duruyorlar.
Prix Pictet: Güç - İklim Değişikliği
28 Mart Perşembe günü İstanbul Modern'de saat 18:30'da düzenlenecek İklim Değişikliği Paneli'ne bekliyorum. Etkinlik ücretsiz. İstanbul Modern'i perşembe günleri ziyaret etmek de ücretsiz. Ayrıntılar için yandaki duyuruya tıklamanız yeterli.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)