Özgür Gürbüz-BirGün/7 Mart 2013
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önceki gün gazetecileri uyardı. “Gayri-milli medya” olmayın dedi. Bazı gazete ve siyasi partilerin “milli” olmadıklarını da sözlerine ekledi. Bildiğiniz gibi her şeyin başı eğitim. Gazeteciyi, politikacıyı yıllarca başıboş bırakmışsın. Gerekli eğitimi vermediğin gibi, zamanı gelince dinlendirmemişsin şimdi şikayet ediyorsun. Bu olmaz. Her şeyin başı eğitim.
Kendi alanımdan bir örnek vereyim. Milli çevre muhabiri yetiştirmek için işe iletişim fakültelerinden başlamak lazım. Öyle detaylı bir müfredata da gerek yok. Ne de olsa çevre haberleri kıyıdan, köşeden görülür. Gazetecilerin beyinlerine kazınacak bir andımız olsa yeter. Ben bir örnek hazırladım. İletişim fakültelerinde haftada bir okutulsa, ezberi zorunlu kılınsa sorun hallolur. İşte andımız…
Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
Gazetecilik yaşamım boyunca doğanın sadece yerlisini koruyacağım.
Papatyanın sadece bu toprakta yetişenini,
Ayının sadece anladığım dilden böğürenini,
Derenin sadece başı sonu bu ülke sınırları içerisinde akanını haber yapacağım.
Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
“Milli ekosistemimizi” istila eden yabancı türlerle hayatımın sonuna kadar mücadele edeceğim.
Nükleer, kimyasal atıklar komşu ülkelere gizlice veya alenen götürülürse sesimi çıkarmayacağım.
İnsanları kanser yapan etkiler milli sanayimizden geliyorsa görmezden geleceğim.
Başta küresel ısınma olmak üzere, içinde “küresel”, “global”, “evrensel” geçen hiçbir çevre haberine imza atmayacağım.
Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
Tarihi eser yağması ecdadın eserleriyle ilgili değilse gözlerimi kapayacağım; gerekirse ecdadın eserleri olsa da aynısını yapacağım.
Madenler ve taş ocakları milli sermaye tarafından işletiliyorsa sökülen ağaçlar zaten yaşlıydı diye yazacağım.
Sel baskını ve deprem gibi afetlerde “takdir-i ilahi” manşeti atacağım.
Park, bahçe gibi “boş alanların” ekonomiye kazandırılması için çalışacağım.
Sokaktaki kedi ve köpekleri canavar gibi gösteren fotoğraflar çekeceğim.
Vejetaryenliği dış mihrakların halkımızı bir deri bir kemik bırakma oyunu olarak yazacağım.
Rantın önündeki engellerin aşılması için gerekirse çimenleri ellerimle yolacağım.
Termik santrallerin kül barajlarında, “külden kale” yapan çocukları fotoğraflayacağım.
Olmadık yerlere dikilen AVM’lerin, TOKİ binalarının fotoğraflarını montajlayıp, yeşil renkte basacağım. Etrafına ağaçlar ekleyip kolajlayacağım.
Bunlar da yetmezse,
Çevre denen illetin ve çevreci denen musibetin kökünün kazınması için her türlü gayreti göstereceğime ve ölümü bile göze alacağıma, milli çevre muhabiri olarak şerefim ve namusum üzerine and içerim.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
İstanbul Pekin'e benzer mi?
Özgür Gürbüz-BirGün/3 Mart 2013
Pekin'de 20 milyon kişi yaşıyor. Yaşıyor ama
nefes almakta zorlanıyor. Geçen hafta kenti ziyaret eden kum fırtınası işleri
daha da zorlaştırdı. Pekin'de yaşarken
kum fırtınası görmüşlüğüm var. Gökyüzünün kaybolması nasıl tarif edilir
bilemiyorum ama öyle bir şey bu fırtına. Kum fırtınaları Pekinlilerin yabancı
olduğu bir konu değil, hava kirliliği de ancak bu yıl nefes almakta zorlanır
oldular. Öyle ki, Komunist Parti'nin yayın organı “Halkın Günlüğü” bile duruma
isyan etti.
Pekin'de otomobiller bisikletlerin yerini alıyor-Foto: O.Gurbuz |
1 Mart Cuma günü Pekin'de, PM 2,5 yoğunluğu
(çapı 2,5 mikron veya daha küçük olan ve akciğerlere nüfuz edebilen havadaki
parçacıklar) metreküp başına 469 mikrograma ulaştı. Dünya Sağlık Örgütü
bir gün boyunca maruz kalınacak miktarın metreküp başına 25 mikrogramı
geçmemesi gerektiğini söylüyor. 469 bir şey değil, Pekin'in bazı bölgelerinde
600 mikrogram görüldü. Kabaca söylersek sınır değerin 20-25 katı bir hava
kirliliğinden bahsediyoruz.
Hava kirliliğin iki ana kaynağı var. Endüstri
ve ulaşım. 20 milyon kişilik kentte belediye metro ağını her geçen gün
genişletiyor ancak araç sahipliği uçak hızıyla artıyor. Kentte 5 milyon 200
binin üzerinde araç var. Sadece 2010 yılında başkentte yola çıkan yeni araç
sayısı 750 bin civarındaydı. 2011'de yerel yönetim duruma el koydu ve plaka
dağıtımını kurayla yapmaya başladı. Otomobil almak için paranız olabilir ama
önce şansınız olacak. 2012'de yola çıkan yeni araç sayısı, kura çekimi nedeniyle
173 bine düştü. Kentte tek-çift plaka uygulaması olduğunu da hatırlatalım.
Kurada şansınız yaver gidip otomobilinize plaka alsanız bile, her gün o
otomobili sürme şansınız yok. Yerel yönetimin şimdiki hedefi ise araçların
egzoz emisyonlarını düşürmek. Pekin'de Avro 5 standardına yakın Çin 5
standardına sahip olmayan araçların satışı Cuma gününden itibaren yasaklandı.
2016'dan itibaren de Çin 6 standardı mecburi olacak. Otomobil üreticileri
ayakta, birçoğunun elinde bu standartlara uyan araç yok. Pekin gibi dev bir
pazarı terk etmek zorunda kalabilirler. Ulaşımda petrolün, endüstride ise
kömürün rolünü unutmamak lazım. Elektrik üretimi ve sanayi kaynaklı hava
kirliliğinde kömür kullanımı ana neden.
Nereden nereye! Çin'in ihracata yönelik
ekonomik modelinin sürdürülebilir olmadığını anlayan merkezi yönetim iç
tüketimi artırmak ve ekonomik büyümeyi sürdürmek için bireysel tüketimi
artırmayı planlamıştı. Formül buydu. Ekonomik krizde büyüme hızının
düşmemesinin ardında yatan nedenlerden biri de bu. Aynı bizde olduğu gibi.
Çin'de kapağı şehre atıp, düzenli maaş alan herkes şimdi ev ve araba almaya
çalışıyor. Bu aynı zamanda bir statü göstergesi haline geldi. Bisikletle dolu
Pekin caddeleri otomobillerle doldu. Doldu ama önce trafik tıkandı sonra hava
karardı. Şimdi başta Pekin olmak üzere her büyük kent aynı sorunlarla
boğuşuyor. Artan nüfus, trafik ve hava kirliliği gibi sorunlarla...
İSTANBUL'DA 3 MİLYON ARAÇ
Türkiye çoğu zaman Çin'le kıyaslanıyor. Büyüme
modeli ve hızı benzerlikler taşısa da arada belirgin farklar var. İstanbul ve
Pekin'i ele alalım. Pekin'de yeni kurulan mahallelerde çarpık kentleşme daha
az. Parklar, geniş caddeler göze çarpıyor. Toplu ulaşım da daha iyi durumda.
Pekin'de mevcut metro hattının uzunluğu 442 km. 16 hat, 261 istasyon var. İstanbul'da
hafif metroyu da saysanız 50 km'lik bir metro hattından bahsediyoruz.
İstanbul çarpık kentleşme için okullarda örnek
gösterilebilir. İstanbul'un merkezinde, mezarlıklar dışında yeşil alan kalmadı.
Bir de otoyol kenarları var. Taksim için cennet sayılabilecek Gezi Parkı
bile rantın izniyle katledilmek üzere. Park deyince belediyenin aklına ağaç
değil 'otopark' geliyor. Nasıl gelmesin? İstanbul'da araç sayısı 2 milyon 906
bin. Pekin'dekine yakın. İstanbul'un nüfusu ise 13 milyon; 7 milyon daha az.
İstanbul bugün Pekin gibi bir hava kirliliği kriziyle karşı karşıya kalmıyorsa
bunu iklime, coğrafi konumuna borçlu. Ağır metal kirliliği gözle görülmediği
için o konu da es geçiliyor. Bu daha ne kadar böyle sürer bilinmez. Şehrin iki
yakasını bir araya getirecek raylı sistem, Marmaray bitmeden, otomobiller için
bir başka tüp geçit planlayanlar Pekin'den ders çıkarmalı. Halkın tüketim
tercihlerini belirlemek her zaman yöneticilerin elindedir. Yüksek vergiler, iyi
bir toplu ulaşım ağı, düzgün kentler hava kirliliğini önleyebilir, otomobil
sevdasının önüne geçebilir. Enerji ithalatında aslan payının doğalgazda değil
petrolde olduğunu hatırlatalım. Bu saçma ekonomik büyüme modelinden vazgeçmenin
zamanı geldi. O sizden vazgeçmeden.
NÜKLEER KARŞITLARI SOKAKTA
Bulgaristan'ın Belene nükleer santralini
yapmaktan vazgeçmesi geçen haftanın haberiydi. Bizim medyamız pek oralı olmadı.
Hükümet korkusu mu, gazetecilik bilmemek mi yoksa Rus şirketin reklam pastası
mı kestirmek zor. Almanya, Japonya, İsviçre, İtalya derken komşu Bulgaristan da
nükleere hayır dedi. Mersin'e nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi
Rosatom da bir açıklama yaptı ve bu yıl başlayacak inşaatın 2015'e kaldığını
söyledi. Nükleer enerji miladını doldurdu, boşa kürek çekmenin anlamı yok.
Mersin projesi de öyle ya da böyle iptal olacak. Ekonomik gerekçeler ve siyasi
konjonktür nükleerin aleyhine. Nükleer enerjiyi ülkeden şutlamak için şimdi tek
gereken halkın sahaya inmesi. Tüm dünyada bu iş böyle oldu. İstanbul Nükleer
Karşıtı Platform da bunu yapıyor. Fukuşima'nın ikinci yıldönümünde, Galata
Köprüsü'nde el ele vererek nükleere karşı bir insan zinciri yapacaklar. 10 Mart
Pazar günü saat 12:00'de. Ben zincirin bir ucundan tutmaya gidiyorum. Hormonlu
domates gibi çocuklarınız olsun istemiyorsanız siz de gelin.
Karadenizliler doğa için biraraya geliyor
Karadeniz'de hidroelektrik santrallere karşı başlayan mücadele, termik ve nükleer santrallerle sürüyor. Karadeniz İsyandadır Platformu, 2-3 Mart 2013 tarihlerinde İstanbul'da bir forum düzenleyerek farklı mücadele alanlarındaki insanları biraraya getiriyor. Forumun amacı ortak sorunları tartışmak ve bu sorunların çözümü için fikir geliştirmek.
http://forumkaradeniz.wordpress.com/
Geri dönüştürmeyi öğretebildiklerimizden misiniz?
Özgür Gürbüz-BirGün/24 Şubat 2013
İşe giderken evden kahvaltı yapmadan çıktığımda soluğu yakındaki bir pastanede alıyorum. Her gün aynı sandviçi yemekten sıkılmayanlardanım ama mesele bu değil. Yüzlerce kişi her sabah benim gibi soluğu o pastanede alıyor. Açma, börek, sandviç ve plastik torba alıyorlar. Bir simide bir torba. Bir açmaya bir torba. İki çöreğe iki torba… Plastik torba yiyip, plastik torba içiyorlar sanki. Onlar hamur işi yediklerini sanıyorlar, aslında petrol türevi bir maddeyi mideye indiriyorlar.
Her sabah yüzlerce insanın, aldığı en ufak yiyeceği bile naylon torbanın içine koydurması beni çıldırtıyor. Saydığım tüm bu yiyeceklerin kağıt torbalar içinde sunulduğunu da belirtmeliyim. Kimse nasıl bir suça ortak olduğunun farkında değil. Çözüm kolay. Aldığım sandviçi sırt çantamın içine güzelce yerleştiriyorum, ne kırıntı oluyor ne de leke yapıyor. Bu yöntemi beğenmeyenler, yanlarında ufak bir bez torba taşıyabilir. Her gün bir plastik torba tüketmek yerine bir bez torbayla aynı işi görebilir. Çok mu zor? Hayır, gereksizce kullanılan petrol ürünleri nedeniyle, onlarca canlının hayatına kastetmekten zor olmasa gerek. Bu torbalar atılsa dert, yakılsa dert. Plastiklerin yakılması ve suya temas etmesi kanserojen maddelerin üretilmesine neden oluyor. Sizin ve diğer insanların kansere yakalanma riskini artırmak istemiyorsanız plastik torbalar gibi, benzeri “kullan-at” ürünleri tüketmekten kaçınmalısınız. İşte size altı basit öneri:
Su ve meşrubat içerken cam şişeleri tercih edin.
Alışverişe bez torbanızla gidin.
Ambalajı bol ürünleri almaktan kaçının.
Depozitoyu savunun.
Tüm bunları yaptıktan sonra da elde kalan atıkları mutlaka geri dönüştürün.
Toplu taşımayı kullanın, bisiklete binmeyi veya yürümeyi ihmal etmeyin.
Yukarıdaki altı madde, doğayla uyumlu yaşamak için ilk yapılacaklar listesi gibidir. Tüketim toplumunu değiştirmek için bireysel çabalar tek başına yeterli olmaz ancak tüketmeme konusundaki kararlılığınızı gösterir. Bir çeşit meydan okumadır. Karşı tarafta suçluluk duygusu uyandırır. Üzerlerinde bir “yeşil baskı” kurar. Yeşil devrim de diğerleri gibi gökten zembille inmeyecek; adım adım ilerleyek. Tüketim toplumuna karşı duruşumuzun en iyi göstergesi attığımız nutuklar değil, irademizdir.
KİŞİ BAŞINA YILDA 407 KİLO ÇÖP
İşin politikacıları ilgilendiren bir boyutu daha var. Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Türkiye’de belediye sınırları içerisinde oturan her bir kişi yılda 407 kilogram atık üretiyor. Avrupa Birliği’ne (AB) üye 27 ülkenin ortalaması ise 507 kilogram. Bizden daha çok belediye atığı çıkaran ülkeler var. Danimarka’da kişi başına 673, Macaristan’da 413, Portekiz’de ise 514 kilogram belediye atığı üretiliyor. Daha çok atık üretiyorlar ama bu ülkelerin hepsinde atıkların tümü işleniyor, doğaya kontrolsüz biçimde atılmıyor. 27 ülkenin hemen hemen hepsinde durum böyle. Türkiye’de ise kişi başına üretilen 407 kilogram atığın sadece 343 kilogramı işleniyor. Dünya Dostları Derneği’nin “Az Aslında Daha Çok” adlı (Less is More, Friends of the Earth, 2010) raporuna bakılırsa Türkiye’de belediye atıklarında geri dönüşüm yok denecek kadar az. Halbuki kamunun ya da özel sektörün açıkladığı rakamlar geri dönüşüm rakamlarının bu kadar da kötü olmadığını söylüyor. Bunun açıklaması şu olabilir. Kağıt toplayıcısı dediğimiz, ekmeğini çöplerden kazanan insanlar tüm belediye çöplerini ayıklayarak, istatistiklere girecek hiçbir geri dönüşüm malzemesini belediye araçlarına bırakmıyor. Çünkü raporda Türkiye’deki belediye atıklarının geri dönüşüme giden oranının yüzde sıfır olduğu yazılı.
Yine aynı raporda, Türkiye’deki alüminyum kutularının yüzde 75’inin geri dönüştürüldüğü ve bu işin büyük bir kısmının kayıt altına alınmadan yapıldığı yazılı. Bu da tezimi kuvvetlendiriyor ancak bir başka soruna daha işaret ediyor; sigortasız ve güvencesiz çalışan atık işçilerinin durumuna.
ESKİ ELBİSELER AFRİKA’YA
Atık denince akla sadece plastik torbalar, kağıt, cam ve metaller gelmemeli. Geri dönüşüm denince akla sadece bireylerin gelmemesi gerektiği gibi. Eski binaların yıkılmasıyla ortaya çıkan molozların, eski elbiselerin ve otomobil aküleri gibi onlarca ürünün geri dönüştürülmesi gerekiyor . Bu konu belediyeleri, özel sektörü ve hükümetleri de ilgilendiriyor. Londra’daki ünlü Wembley Stadyumu yenilenirken, eski stadyumun molozlarından çıkan alüminyumun yüzde 96’sının geri dönüştürüldüğünü (400 tondan fazla) unutmamak lazım. Bunu bireyler yapamaz. AB’de her yıl 5 milyon 800 bin ton tekstil ürünü çöpe atılıyor ve bunun sadece dörtte biri geri dönüştürülüyor. İşin çok tartışılacak bir sosyal boyutu daha var. Sadece İngiltere’de çöpe atılan her üç tekstil ürününden biri yeniden giyilmek üzere başka ülkelere gönderiliyor. En çok da Afrika’ya.
İşe giderken evden kahvaltı yapmadan çıktığımda soluğu yakındaki bir pastanede alıyorum. Her gün aynı sandviçi yemekten sıkılmayanlardanım ama mesele bu değil. Yüzlerce kişi her sabah benim gibi soluğu o pastanede alıyor. Açma, börek, sandviç ve plastik torba alıyorlar. Bir simide bir torba. Bir açmaya bir torba. İki çöreğe iki torba… Plastik torba yiyip, plastik torba içiyorlar sanki. Onlar hamur işi yediklerini sanıyorlar, aslında petrol türevi bir maddeyi mideye indiriyorlar.
Her sabah yüzlerce insanın, aldığı en ufak yiyeceği bile naylon torbanın içine koydurması beni çıldırtıyor. Saydığım tüm bu yiyeceklerin kağıt torbalar içinde sunulduğunu da belirtmeliyim. Kimse nasıl bir suça ortak olduğunun farkında değil. Çözüm kolay. Aldığım sandviçi sırt çantamın içine güzelce yerleştiriyorum, ne kırıntı oluyor ne de leke yapıyor. Bu yöntemi beğenmeyenler, yanlarında ufak bir bez torba taşıyabilir. Her gün bir plastik torba tüketmek yerine bir bez torbayla aynı işi görebilir. Çok mu zor? Hayır, gereksizce kullanılan petrol ürünleri nedeniyle, onlarca canlının hayatına kastetmekten zor olmasa gerek. Bu torbalar atılsa dert, yakılsa dert. Plastiklerin yakılması ve suya temas etmesi kanserojen maddelerin üretilmesine neden oluyor. Sizin ve diğer insanların kansere yakalanma riskini artırmak istemiyorsanız plastik torbalar gibi, benzeri “kullan-at” ürünleri tüketmekten kaçınmalısınız. İşte size altı basit öneri:
Su ve meşrubat içerken cam şişeleri tercih edin.
Alışverişe bez torbanızla gidin.
Ambalajı bol ürünleri almaktan kaçının.
Depozitoyu savunun.
Tüm bunları yaptıktan sonra da elde kalan atıkları mutlaka geri dönüştürün.
Toplu taşımayı kullanın, bisiklete binmeyi veya yürümeyi ihmal etmeyin.
Yukarıdaki altı madde, doğayla uyumlu yaşamak için ilk yapılacaklar listesi gibidir. Tüketim toplumunu değiştirmek için bireysel çabalar tek başına yeterli olmaz ancak tüketmeme konusundaki kararlılığınızı gösterir. Bir çeşit meydan okumadır. Karşı tarafta suçluluk duygusu uyandırır. Üzerlerinde bir “yeşil baskı” kurar. Yeşil devrim de diğerleri gibi gökten zembille inmeyecek; adım adım ilerleyek. Tüketim toplumuna karşı duruşumuzun en iyi göstergesi attığımız nutuklar değil, irademizdir.
KİŞİ BAŞINA YILDA 407 KİLO ÇÖP
İşin politikacıları ilgilendiren bir boyutu daha var. Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Türkiye’de belediye sınırları içerisinde oturan her bir kişi yılda 407 kilogram atık üretiyor. Avrupa Birliği’ne (AB) üye 27 ülkenin ortalaması ise 507 kilogram. Bizden daha çok belediye atığı çıkaran ülkeler var. Danimarka’da kişi başına 673, Macaristan’da 413, Portekiz’de ise 514 kilogram belediye atığı üretiliyor. Daha çok atık üretiyorlar ama bu ülkelerin hepsinde atıkların tümü işleniyor, doğaya kontrolsüz biçimde atılmıyor. 27 ülkenin hemen hemen hepsinde durum böyle. Türkiye’de ise kişi başına üretilen 407 kilogram atığın sadece 343 kilogramı işleniyor. Dünya Dostları Derneği’nin “Az Aslında Daha Çok” adlı (Less is More, Friends of the Earth, 2010) raporuna bakılırsa Türkiye’de belediye atıklarında geri dönüşüm yok denecek kadar az. Halbuki kamunun ya da özel sektörün açıkladığı rakamlar geri dönüşüm rakamlarının bu kadar da kötü olmadığını söylüyor. Bunun açıklaması şu olabilir. Kağıt toplayıcısı dediğimiz, ekmeğini çöplerden kazanan insanlar tüm belediye çöplerini ayıklayarak, istatistiklere girecek hiçbir geri dönüşüm malzemesini belediye araçlarına bırakmıyor. Çünkü raporda Türkiye’deki belediye atıklarının geri dönüşüme giden oranının yüzde sıfır olduğu yazılı.
Yine aynı raporda, Türkiye’deki alüminyum kutularının yüzde 75’inin geri dönüştürüldüğü ve bu işin büyük bir kısmının kayıt altına alınmadan yapıldığı yazılı. Bu da tezimi kuvvetlendiriyor ancak bir başka soruna daha işaret ediyor; sigortasız ve güvencesiz çalışan atık işçilerinin durumuna.
ESKİ ELBİSELER AFRİKA’YA
Atık denince akla sadece plastik torbalar, kağıt, cam ve metaller gelmemeli. Geri dönüşüm denince akla sadece bireylerin gelmemesi gerektiği gibi. Eski binaların yıkılmasıyla ortaya çıkan molozların, eski elbiselerin ve otomobil aküleri gibi onlarca ürünün geri dönüştürülmesi gerekiyor . Bu konu belediyeleri, özel sektörü ve hükümetleri de ilgilendiriyor. Londra’daki ünlü Wembley Stadyumu yenilenirken, eski stadyumun molozlarından çıkan alüminyumun yüzde 96’sının geri dönüştürüldüğünü (400 tondan fazla) unutmamak lazım. Bunu bireyler yapamaz. AB’de her yıl 5 milyon 800 bin ton tekstil ürünü çöpe atılıyor ve bunun sadece dörtte biri geri dönüştürülüyor. İşin çok tartışılacak bir sosyal boyutu daha var. Sadece İngiltere’de çöpe atılan her üç tekstil ürününden biri yeniden giyilmek üzere başka ülkelere gönderiliyor. En çok da Afrika’ya.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)