Antalya’nın Manavgat İlçesi’ndeki domuz çiftliğine gelen, ‘domuzları kesin tebligatı’, işyeri sahipleriyle Manavgat Kaymakamlığı’nı davalık etti. Tropical Domuz Çiftliği’nin sahipleri, domuz ürettikleri için kendilerine izin verilmediğini belirtirken, Tarım Bakanlığı işletmeye diğer hayvan üreticilerinden farklı bir muamele yapılmadığını, işletmenin ruhsat sorunu olduğunu söylüyor.
Özgür Gürbüz / 19 Haziran 2009
Türkiye’de sayıları çok olmasa da bazı marketlerde domuz eti satışı yapılıyor. Domuz eti ayrıca Türkiye’ye konaklamaya gelen turistler tarafından da tercih ediliyor. Ancak Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından ülkede ruhsat verilmiş bir domuz üretim çiftliği yok. Bir ara sayıları 80’i bulan domuz çiftliklerinin sayısı 3’e düşmüş durumda. Hiçbiri ruhsatlı değil. Antalya’nın Manavgat ilçesindeki Tropical Turizm’e ait çiftlik bunlardan biri ve Manavgat Kaymakamlığı’nca yapılan tebligatla çiftlikteki 501 domuzun kesilmesi isteniyor.
Kesim kararı askıda
Tropical Domuz Çiftliği’nin sahibi Mustafa Kaya, 2001 yılından beri faaliyette olan çiftlikleri için mezbaha ve Gayri Sıhhi Müessese (GSM) ruhsatları aldıklarını, 2006 yılında yönetmelik değişmesi sonucu işletme ruhsatı için yeniden başvurduklarını ancak bu sırada kesim tebligatının kendilerine geldiğini söylüyor. Tarım Bakanlığı yetkilileriyse, söz konusu çiftliğin işletme ruhsatı için başvurusunun, çiftliğin bulunduğu yerin alternatif turizm bölgesi olması nedeniyle onay alamadığını belirtiyor ve 155 erkek, 296 dişi ve 50 yavrudan oluşan domuzların günde 30 kesim yapılarak öldürülmesi gerektiğini söylüyor. Karara itiraz eden işletme olayı mahkemeye götürmüş. Antalya 2. İdare Mahkemesi ise dava görülene kadar kesim kararını askıya almış.
“Maliyeti 3, ithal edersem 75 lira”
Domuz çiftliği’nin yanında bir lokantası olan ve kesilen etleri Side’deki 5 otelindeki yabancı turistlere sunan Mustafa Kaya, “Türkiye yılda 17-18 milyon dolarlık domuz eti ithal ediyor. Rodos’tan, Bulgaristan’dan kaçak getirildiğini bile duyuyoruz. Biz, ruhsatlıi, kontrollü olarak yetiştirelim istiyoruz ama izin alamıyoruz” diyor. Çiftlik kurulduğunda Oymapınar Belediyesi’nden GSM ruhsatı aldıklarını, daha sonra kendilerinden GSM ruhsatını Özel İdare’den almaları istendiğini ve bunu da yaptıklarını belirten Kaya, bu ruhsat içerisinde yetiştirme izninin de yer aldığını belirtiyor. “2006’daki değişiklikten sonra yetiştirme izni almak için Tarım İlçe Müdürlüğü’ne başvurmamız istendi. Kesimhane olmazsa izin veremeyiz dediler. Biz de kesimhane kurup 10 Şubat’ta onun ruhsatını da aldık. Tüm belgeleri tamamladık bu sefer de domuz gribi çıktı ve bize kesim tebligatı geldi” diyen Kaya, dışarıdan alınan domuz pastırmasına 70-75 lira ödenirken, kendi imalatlarında maliyetin 3 liraya kadar düştüğünü söylüyor. Çiftlikteki domuzlar, otellerdeki artık yemeklerle beslendiği için maliyet düşük kalıyor.
Domuz gribiyle ilgisi yok
Tarım Bakanlığı yetkilileri ilgili tesiste tetkiklerin yapıldığını, domuz gribi ya da başka bir hastalık görülmediğini teyid ediyor. Kapatma kararının ruhsatla ilgili olduğunu, çiftliğin yeriyle ilgili sorun yaşandığını belirtiyor. Adını vermek istemeyen bir yetkili, “Domuz, at, büyükbaş çiftliği olsun, işletme ruhsatı almanız lazım. Bu işletmenin ruhsatı yok” diyor. İşletme ruhsatı almak için de önce hayvanların nerede kesileceğine dair mezbaha ruhsatı almak gerekiyor. İlgililer, domuzların normal mezbahalarda kesilmesine izin verilmediği için mezbaha kurma şartı arandığını, bunun da özel bir durum olmadığını belirtiyor. Gerekli uyarıların 25 Kasım 2008’de yapıldığını ve sorumluluğun işletmede olduğunu öne sürüyor.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
GDO için şeytani plan!
ABD Tarım Bakanlığı’nın, TBMM milletvekillerini, GDO’ların önünü açacak Biyogüvenlik Yasası’na onay vermesi için ABD’de ağırlamalarıyla ortaya çıkan lobi faaliyetinin tek olmadığı anlaşıldı. 2005 yılında yazılan rapor, bu gezi dahil yapılacak lobi faaliyetlerini ve geçmişte yapılanları tek tek ortaya koyuyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Haziran 2009*
TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri komisyonu üyesi milletvekillerinin, Genetiği Değiştirilmiş Organzimaların (GDO) Türkiye’de ekilmesi ve satışının önünü açacak Biyogüvenlik Yasası'na onay vermelerini sağlamak için ABD'de ağırlanmasının münferit bir olay olmadığı ortaya çıktı. Gazete Habertürk’ün ulaştığı ve dönemin ABD Tarım Ataşesi Robert Hanson tarafından kaleme alınan raporda, Türkiye’de genetiği değiştirilmiş (transgenik) ürünlere karşı bir kamuoyu oluştuğunu, bunun da muhtemelen ABD’den GDO’lu ürün ithal etmek isteyen üreticileri ürküttüğü belirtiliyor. Türkiye’nin GDO’lar karşısında Avrupa gibi “karşı” tavır aldığına dikkat çekilerek, söz konusu yasa tasarısının hükümetin aksini söylemesine rağmen GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye ithalinde engel teşkil edebileceği belirtiliyor. Yasanın bu haliyle çıkmaması için bu konuda karar vericileri, akademisyen ve üreticileri hedef alan bir dizi lobi çalışması yapılmasını öneriyor.
ABD Tarım Bakanlığı’nın (FAS) raporunda, 2005 yılına kadar yapılmış çalışmalar da yer alıyor. Üniversite, hükümet ve özel sektörden belirli kişilerin seçilerek ABD ve çeşitli ülkelerde seminer ve teknik gezilere götürüldüğü detaylarıyla belirtilmiş. Raporda ayrıca 1998-2000 yılları arasında yasak olmasına rağmen Türkiye’de sınırlı sayıda da olsa GDO’lu patates, mısır ve pamuk ekildiği belirtiliyor. Türkiye’de genleriyle oynanmış tarım ürünleriyle ilgili yasal boşluk nedeniyle, “GDO’lu ürün” etiketi taşıyan ürünlerin, ülkeye sokulmadığı, etiketsiz ürünlerinse girebildiği belirtilerek üreticilere yol gösteriliyor. gönderilmesi gizlice tavsiye edilmiş.
FAS Türkiye’nin yaptığı çalışmalardan bazıları:
Planlanan çalışmalardan bazıları:
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Haziran 2009*
TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri komisyonu üyesi milletvekillerinin, Genetiği Değiştirilmiş Organzimaların (GDO) Türkiye’de ekilmesi ve satışının önünü açacak Biyogüvenlik Yasası'na onay vermelerini sağlamak için ABD'de ağırlanmasının münferit bir olay olmadığı ortaya çıktı. Gazete Habertürk’ün ulaştığı ve dönemin ABD Tarım Ataşesi Robert Hanson tarafından kaleme alınan raporda, Türkiye’de genetiği değiştirilmiş (transgenik) ürünlere karşı bir kamuoyu oluştuğunu, bunun da muhtemelen ABD’den GDO’lu ürün ithal etmek isteyen üreticileri ürküttüğü belirtiliyor. Türkiye’nin GDO’lar karşısında Avrupa gibi “karşı” tavır aldığına dikkat çekilerek, söz konusu yasa tasarısının hükümetin aksini söylemesine rağmen GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye ithalinde engel teşkil edebileceği belirtiliyor. Yasanın bu haliyle çıkmaması için bu konuda karar vericileri, akademisyen ve üreticileri hedef alan bir dizi lobi çalışması yapılmasını öneriyor.
ABD Tarım Bakanlığı’nın (FAS) raporunda, 2005 yılına kadar yapılmış çalışmalar da yer alıyor. Üniversite, hükümet ve özel sektörden belirli kişilerin seçilerek ABD ve çeşitli ülkelerde seminer ve teknik gezilere götürüldüğü detaylarıyla belirtilmiş. Raporda ayrıca 1998-2000 yılları arasında yasak olmasına rağmen Türkiye’de sınırlı sayıda da olsa GDO’lu patates, mısır ve pamuk ekildiği belirtiliyor. Türkiye’de genleriyle oynanmış tarım ürünleriyle ilgili yasal boşluk nedeniyle, “GDO’lu ürün” etiketi taşıyan ürünlerin, ülkeye sokulmadığı, etiketsiz ürünlerinse girebildiği belirtilerek üreticilere yol gösteriliyor. gönderilmesi gizlice tavsiye edilmiş.
FAS Türkiye’nin yaptığı çalışmalardan bazıları:
- 2000 yılından bu yana Cochran Programıyla biyoteknoloji adaylarının ABD’ye gönderilmesi.
- Biyoteknoloji konusundaki bilgilerin tercüme edilip hükümet ve paydaşlara iletilmesi.
- Seçilmiş, gıda güvenliği konusunda çalışan 2 hükümet yetkilisini 2002’de Tunus’taki biyoteknoloji seminerine gönderilmesi.
- Yüksek düzey iki Tarım Bakanlığı uzmanının 2003 yazındaki Amerikan Hububat Konseyi toplantısına katılması için aday gösterilmesi.
- 2003 sonbaharında Ankara’da hükümet yetkililerine (250 kişinin üzerinde katılım olmuş) büyük bir konferans düzenlenmesi.
- 2003 yılı sonbaharında bir üniversitenin biyoteknoloji uzmanının Amerika’daki biyoteknoloji konferansına gönderilmesi.
- 2004, 2005 ve 2006 yıllarında, bakanlığın 5 gıda güvenlik elemanının, devlet fonlarıyla Biyoteknoloji Uluslararası Ziyaret Programı’na katılmasının sağlanması.
- 2004 yılı yazında bakanlık yetkililerinin ve gazetecilerin USGC Biyoteknoloji programlarına katılmasının sağlanması.
- 2005 yılı Nisan ayında bir grup milletvekili ve Tarım Bkanlığı’nın kilit elemanlarının ABD’ye davet edilmesi ve ABD’nin tarımsal biyoteknolojiyi nasıl kullandığının gösterilmesi.
- 2005 yılı Eylül ayında ABD Tarım Bakanlığı’nın yardımıyla bir biyoteknoloji uzmanının Türkiye’deki üç üniversitede ,Bakanlık yetkilileri ve paydaşlara konferans vermesinin sağlanması.
Planlanan çalışmalardan bazıları:
- Karar yetkisine sahip yüksek düzeydeki Tarım Bakanlığı yetkililerinin, seyahat ve eğitim programlarına dahil olmasının garanti edilmesi.
- Basında ve siyasi alanlardaki eleştirileri yanıtlamak için Türkiye’deki yerli endüstri ve ithalatçılar ile eşgüdüm içerisinde olunması.
- Biyoteknolojinin yararlarını göstermek için Türkiye’deki yerel üniversitelerle eşgüdüm içinde olunması.Ankara ve İstanbul’da bakanlıkların dönem dönem değişebilen elemanlarına gıda güvenliği seminerleri verilmesi için konuşmacılar ayarlamak.
- Bu seminerlere FDA’nın (Yiyecek ve İlaç Departmanı) katılımının ve ABD’deki biyotek ürünlerin yararlarını anlatan Amerikalı üreticilerin bu toplantılarda olmasının sağlanması.
- Cooperator, Cochran ve Uluslararası Ziyaretçiler Programı aktivitelerinin devam ettirilmesi. Bu aktiviteler arttırılmalı ve ziyaretler için İngilizce bilmeyen daha yüksek düzeydeki resmi görevlilerin hedeflenmesi.
- Türkiye’nin, biyoteknolojik mısır ve pamuk üretiminden diğer ürünlere nazaran daha karlı çıkacağının üreticinin karının artacağının, resmi görevliler ve yerel üretici birliklerine devamlı olarak anlatılması.
Nazlı, bakan eliyle denizine kavuştu
Dalyan’daki rehabilitasyon merkezinde tedavisi biten Caretta Caretta türü deniz kaplumbağası Nazlı, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu tarafından denize bırakıldı. Koruma altındaki kaplumbağaların yumurta bırakmaya da başladı. Geçtiğimiz yıl kaplumbağalar 20 bin yumurta bırakmış, yumurtalardan çıkan 7 bin yavru Caretta denize ulaşmıştı.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 14 Haziran 2009 *
Türkiye’deki 14 Özel Çevre Koruma Bölgesi’nden biri olan Dalyan’ın İztuzu sahili, Caretta Caretta olarak bilinen onlarca deniz kaplumbağaları her yıl ev sahipliği yapıyor. Yumurtalarını bırakmak için onlarca kilometre yolu kat ederek İztuzu’na gelen kaplumbağalar gece yumurtalarını bırakıp denize geri dönüyor. Cumartesi sabah erken saatlerde ise yaklaşık bir yıl önce ağzında olta ve başında bir yarayla bulunan Nazlı adlı kaplumbağa, özel hasta havuzundan denize doğru yola çıktı. Dalyan’daki Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi’nde tedavi edildikten sonra denize bırakılan ve Nazlı adı verilen kaplumbağayı Merkez’de ziyaret eden Çevre ve Orman Balanı Veysel Eroğlu, Nazlı’nın denize doğru taşınmasına da yardım etti. İztuzu’nda kumsala bırakılan Nazlı, medya ve devlet erkanının ilgisi nedeniyle önce bir nazlandı ama yüzünü vuran ilk küçük dalgayla Akdeniz’in yolunu tuttu. Eroğlu daha sonra, kumsala yumurta bırakan bir kaplumbağayı izledi ve ona kızının adı olan Ayşenur adını verdi.
32 derecede dişi, 26’da erkek oluyorlar
İribaş olarak da bilinen “Caretta caretta”lar dünyada neslini sürdürebilen sekiz deniz kaplumbağası türünden biri. Sadece Akdeniz’de yuvalayan Caretta’lar, sesten ve ışıktan uzak, gerekli iklim koşullarına uygun olduğu için her yıl Mayıs-Ekim ayları arasında İztuzu Plajı’nın yolunu tutuyor. Kumsalın denize yakın ıslak bölümünü geçen kaplumbağalar, daha içerideki sıcak kumları severse, arka ayaklarıyla 50-60 cm derinliğinde bir çukur kazıp pinpon topu büyüklüğünde 50-150 yumurta bırakıyor. Her 2-3 yılda bir buna benzer 3-5 yuva yapan dişi kaplumbağalar daha sonra denize dönüyor. Ortamın sıcaklığı 32 dereceleri bulursa yumurtadan dişi, 26’lara inerse erkek kaplumbağa çıkıyor. 2008 yılında yaklaşık 20 bin yumurta bırakılmış. Bunların 7 bini küçük adımlarla denize ulaşmayı başaran yavru “Caretta”lara dönüşmüş. İstatistiklere göre bu 7 bin yavrudan ergen kaplumbağa olacakların sayısı 30 ile 50 arasında. Yani, oran binde 3 ile 5.
Özel Çevre Koruma Bölgesi görevlileri ve Pamukkale Üniversitesi’nden Biyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç Dr. Yakup Kaska önderliğinde bir grup öğrenci ise yumurtlama dönemi boyunca geceleri kumsalı dolaşıp, yuvaları tilki ve martılardan korumak için özel kafeslerle koruyor. Rehabilitasyon Merkezi’nde de çalışan gençler, Dalyan Deltası’ndaki Nil kaplumbağaları ve Caretta’ların korunması ile izlenmesi için 2008’de 129 bin YTL bütçe ayrılmış. Bölge bu yatırım ve emeğin karşılığını ise her yıl Dalyan’ı ziyaret eden 500 bin turistten alıyor.
***
“Belediye başkanları hapse düşebilir”
Göçek-Dalyan Özel Çevre Koruma bölgelerini inceleyen Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, sahil şeridindeki kaçak yapıların mutlaka yıkılacağını, buna göz yuman belediye başkanlarının da görevden alınacağını söyledi. Muğla bölgesinde uydu aracılığıyla kaçak yapıların tarandığını belirten Eroğlu, “Kaçak yapıya göz yuman, imar planına uygun olmadığı halde izin veren belediye başkanlarını açık bir şekilde uyarayım. Kanuna aykırı işlem yaptıkları için İçişleri Bakanlığı gereğini yapar, görevden alınabilir, hapse de düşebilirler” dedi.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 14 Haziran 2009 *
Türkiye’deki 14 Özel Çevre Koruma Bölgesi’nden biri olan Dalyan’ın İztuzu sahili, Caretta Caretta olarak bilinen onlarca deniz kaplumbağaları her yıl ev sahipliği yapıyor. Yumurtalarını bırakmak için onlarca kilometre yolu kat ederek İztuzu’na gelen kaplumbağalar gece yumurtalarını bırakıp denize geri dönüyor. Cumartesi sabah erken saatlerde ise yaklaşık bir yıl önce ağzında olta ve başında bir yarayla bulunan Nazlı adlı kaplumbağa, özel hasta havuzundan denize doğru yola çıktı. Dalyan’daki Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi’nde tedavi edildikten sonra denize bırakılan ve Nazlı adı verilen kaplumbağayı Merkez’de ziyaret eden Çevre ve Orman Balanı Veysel Eroğlu, Nazlı’nın denize doğru taşınmasına da yardım etti. İztuzu’nda kumsala bırakılan Nazlı, medya ve devlet erkanının ilgisi nedeniyle önce bir nazlandı ama yüzünü vuran ilk küçük dalgayla Akdeniz’in yolunu tuttu. Eroğlu daha sonra, kumsala yumurta bırakan bir kaplumbağayı izledi ve ona kızının adı olan Ayşenur adını verdi.
32 derecede dişi, 26’da erkek oluyorlar
İribaş olarak da bilinen “Caretta caretta”lar dünyada neslini sürdürebilen sekiz deniz kaplumbağası türünden biri. Sadece Akdeniz’de yuvalayan Caretta’lar, sesten ve ışıktan uzak, gerekli iklim koşullarına uygun olduğu için her yıl Mayıs-Ekim ayları arasında İztuzu Plajı’nın yolunu tutuyor. Kumsalın denize yakın ıslak bölümünü geçen kaplumbağalar, daha içerideki sıcak kumları severse, arka ayaklarıyla 50-60 cm derinliğinde bir çukur kazıp pinpon topu büyüklüğünde 50-150 yumurta bırakıyor. Her 2-3 yılda bir buna benzer 3-5 yuva yapan dişi kaplumbağalar daha sonra denize dönüyor. Ortamın sıcaklığı 32 dereceleri bulursa yumurtadan dişi, 26’lara inerse erkek kaplumbağa çıkıyor. 2008 yılında yaklaşık 20 bin yumurta bırakılmış. Bunların 7 bini küçük adımlarla denize ulaşmayı başaran yavru “Caretta”lara dönüşmüş. İstatistiklere göre bu 7 bin yavrudan ergen kaplumbağa olacakların sayısı 30 ile 50 arasında. Yani, oran binde 3 ile 5.
Özel Çevre Koruma Bölgesi görevlileri ve Pamukkale Üniversitesi’nden Biyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç Dr. Yakup Kaska önderliğinde bir grup öğrenci ise yumurtlama dönemi boyunca geceleri kumsalı dolaşıp, yuvaları tilki ve martılardan korumak için özel kafeslerle koruyor. Rehabilitasyon Merkezi’nde de çalışan gençler, Dalyan Deltası’ndaki Nil kaplumbağaları ve Caretta’ların korunması ile izlenmesi için 2008’de 129 bin YTL bütçe ayrılmış. Bölge bu yatırım ve emeğin karşılığını ise her yıl Dalyan’ı ziyaret eden 500 bin turistten alıyor.
***
“Belediye başkanları hapse düşebilir”
Göçek-Dalyan Özel Çevre Koruma bölgelerini inceleyen Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, sahil şeridindeki kaçak yapıların mutlaka yıkılacağını, buna göz yuman belediye başkanlarının da görevden alınacağını söyledi. Muğla bölgesinde uydu aracılığıyla kaçak yapıların tarandığını belirten Eroğlu, “Kaçak yapıya göz yuman, imar planına uygun olmadığı halde izin veren belediye başkanlarını açık bir şekilde uyarayım. Kanuna aykırı işlem yaptıkları için İçişleri Bakanlığı gereğini yapar, görevden alınabilir, hapse de düşebilirler” dedi.
Hatasız nükleer olmaz!
Finlandiya’nın nükleer hatası ...
Özgür Gürbüz - Karga Mecmua / Haziran 2009
1978 yılında ABD’de meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazası, ardından dünya tarihine adını gelmiş geçmiş en büyük teknoloji felaketi olarak yazdıran Çernobil. Bu iki kaza zaten nükleer atıklar ve yüksek elektrik üretim maliyetleriyle başı iyice dertte olan sektöre adeta öldürücü darbeyi vurmuştu. Çernobil’den bu yana gerileme dönemine giren nükleer enerji, doğalgaz krizlerini, yüksek petrol fiyatlarını bahane ederek yeniden atağa kalktı. Çernobil’i anımsamayan bir kuşak ve eski defterlerin karıştırılmaması tek dilekleriydi. Bu dilek bir ölçüde tuttu, bahsettikleri gibi bir “nükleer rönesans” gerçekleşemedi ama işsizlikten kırılan ve neredeyse Fransa ve birkaç Asya ülkesi dışında sipariş alamayan nükleer endüstri bu sayede iflastan dönmüş oldu.
“Huylu huyundan vazgeçmez” misali, nükleer enerjinin geri dönüşü de altın çağını yaşadığı yıllardaki gibi sorunlu oldu. Koparılan onca gürültüye rağmen Batı Avrupa’da sadece iki nükleer reaktörün inşası sürüyor. Biri, nükleerden yıllardır taviz vermeyen ve nükleer reaktör satmak için bizzat cumhurbaşkanları Sarkozy’yi bir pazarlamacı gibi görevlendiren Fransa. Fransa’daki reaktör inşaatının nasıl gittiği hakkında çok detaylı bilgi almak, yıllardır bu konuda gizliliğini sürdüren devlet kontrolündeki nükleer sektör yüzünden pek mümkün değil. Buna karşın, dünyanın nükleer teknoloji konusunda örnek gösterilen Fransız Areva şirketi tarafından Finlandiya’da inşa edilen 1600 MW kurulu güçteki reaktörü hakkında oldukça fazla bilgiye ulaşmak mümkün. Ülkemizde medyanın ticari ilişkiler nedeniyle neredeyse hiç değinmediği bu haberler, nükleer rönesans masalının, Finlandiya’da nasıl bir kabusa dönüştüğünü gösteriyor.
Elektrik üretemedi ama 4 milyar avro zarar etti
Olkiluoto’daki 3 numaralı reaktörün inşası 2005 yılında başladı. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak nükleer reaktörü olması bekleniyor. Yalnız inşaatın ne zaman biteceği pek belli değil. Dört yıldır üzerinde çalışılmasına rağmen, Finlandiya otoritelerinin aradığı güvenlik standartları hala sağlanamadı. Bu nedenle inşaat birkaç kez gözden geçirildi, bazı bölümlerin yeniden yapılması istendi. Normal şartlarda reaktörün bu yaza bitmesi gerekiyordu, halbuki şu anda görünen en erken tarih 2012. Bu gecikmenin maliyeti, üretilemeyen elektrik enerjisiyle birlikte 4 milyar avroyu buluyor. Santralin maliyetinin firma tarafından inşaattan önce 3 milyar avro olarak açıklandığını da anımsatmakta fayda var. İşin komik tarafı, gecikme ve yapılan hatalardan dolayı ortaya çıkan 4 milyar avroluk (lütfen bu rakamı tekrar tekrar okuyun) ek maliyet yüzünden reaktörü tasarlayan ve inşa eden Areva-Siemens konsorsiyomu ile Finlandiya’daki reaktörü sipariş eden TVO’nun bu bedeli kimin ödeyeceği üzerine tahkimlik olması. Sonuçta faturanın Finlandiya vatandaşlarına pahalı elektrik yoluyla çıkacağıysa ortada.
Tasarım hatası
Bu işin komik tarafıydı. İşin daha komik tarafı ise dünyanın en iyi nükleer teknolojisine sahip olduğu iddia edilen firmanın, tasarımını yaptığı üçüncü jenerasyon nükleer reaktörlerin tam anlamasıyla çuvallaması. Bu teknolojinin her derde deva olduğunu söyleyen atom mühendislerinden ülkemizde de çok sayıda bulunduğunu anımsatmakta yarar var. Finlandiya Nükleer Güvenlik Otoritesi (STUK), en son yaptığı uyarıda, daha önce de dikkat çektiği ana soğutma borularındaki kaynaklarda yine hatalar tespit etti (Bu borulara daha önce de üç kez kaynak yapıldığı belirtiliyor). Finlandiya’da bir televizyon kanalı, STUK’tan Areva’ya yazılmış bir mektubu kamuoyuna açıkladı. Greenpeace tarafından Türkiye’deki medyaya da gönderilen bu mektupta, STUK, Areva’dan temel nükleer güvenlik ilkelerine uygun bir tasarım beklentisi içerisinde olduğunu söylüyor. Yani, bütün olan biten tasarım hatası diyor. Bu da, Türkiye gibi, nükleer enerjiyi gerçekten tartıp biçmeden baştacı yapmaya çalışan ülkelere önerilen “son model” reaktörlerin ne durumda olduğunu gösteren iyi bir örnek.
Bildiğiniz gibi Mersin’in Akkuyu beldesine yapılmak istenen bir nükleer reaktör var ve ihale tüm olumsuzluklara rağmen garip bir şekilde sonuçlandırılamıyor. İhalede verilen fiyatı pahalı bulan nükleerciler, yukarıdaki tabloyu nasıl yorumluyor bilmiyorum ama Finlandiya’da yaşanan bir istisna değil. Bugün, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın inşası süren santraller listesinde yer alan Attucha-2 reaktörünün 1981 yılından bu yana bitirilemediğini ve bu listede yer aldığını biliyor muydunuz? Arjantin’in zararı, on milyarlarca dolar olarak tahmin ediliyor. Hatalardan ders çıkarmak iyidir ama bazen çok pahalıya mal olabilir. Türkiye’nin ortada alınacak bu kadar ders varken “nükleer hata” yapmasına engel olmak hepimizin görevi olmalı. Eğer bu memlekette yaşamaya niyetliysek...
Özgür Gürbüz - Karga Mecmua / Haziran 2009
1978 yılında ABD’de meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazası, ardından dünya tarihine adını gelmiş geçmiş en büyük teknoloji felaketi olarak yazdıran Çernobil. Bu iki kaza zaten nükleer atıklar ve yüksek elektrik üretim maliyetleriyle başı iyice dertte olan sektöre adeta öldürücü darbeyi vurmuştu. Çernobil’den bu yana gerileme dönemine giren nükleer enerji, doğalgaz krizlerini, yüksek petrol fiyatlarını bahane ederek yeniden atağa kalktı. Çernobil’i anımsamayan bir kuşak ve eski defterlerin karıştırılmaması tek dilekleriydi. Bu dilek bir ölçüde tuttu, bahsettikleri gibi bir “nükleer rönesans” gerçekleşemedi ama işsizlikten kırılan ve neredeyse Fransa ve birkaç Asya ülkesi dışında sipariş alamayan nükleer endüstri bu sayede iflastan dönmüş oldu.
“Huylu huyundan vazgeçmez” misali, nükleer enerjinin geri dönüşü de altın çağını yaşadığı yıllardaki gibi sorunlu oldu. Koparılan onca gürültüye rağmen Batı Avrupa’da sadece iki nükleer reaktörün inşası sürüyor. Biri, nükleerden yıllardır taviz vermeyen ve nükleer reaktör satmak için bizzat cumhurbaşkanları Sarkozy’yi bir pazarlamacı gibi görevlendiren Fransa. Fransa’daki reaktör inşaatının nasıl gittiği hakkında çok detaylı bilgi almak, yıllardır bu konuda gizliliğini sürdüren devlet kontrolündeki nükleer sektör yüzünden pek mümkün değil. Buna karşın, dünyanın nükleer teknoloji konusunda örnek gösterilen Fransız Areva şirketi tarafından Finlandiya’da inşa edilen 1600 MW kurulu güçteki reaktörü hakkında oldukça fazla bilgiye ulaşmak mümkün. Ülkemizde medyanın ticari ilişkiler nedeniyle neredeyse hiç değinmediği bu haberler, nükleer rönesans masalının, Finlandiya’da nasıl bir kabusa dönüştüğünü gösteriyor.
Elektrik üretemedi ama 4 milyar avro zarar etti
Olkiluoto’daki 3 numaralı reaktörün inşası 2005 yılında başladı. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak nükleer reaktörü olması bekleniyor. Yalnız inşaatın ne zaman biteceği pek belli değil. Dört yıldır üzerinde çalışılmasına rağmen, Finlandiya otoritelerinin aradığı güvenlik standartları hala sağlanamadı. Bu nedenle inşaat birkaç kez gözden geçirildi, bazı bölümlerin yeniden yapılması istendi. Normal şartlarda reaktörün bu yaza bitmesi gerekiyordu, halbuki şu anda görünen en erken tarih 2012. Bu gecikmenin maliyeti, üretilemeyen elektrik enerjisiyle birlikte 4 milyar avroyu buluyor. Santralin maliyetinin firma tarafından inşaattan önce 3 milyar avro olarak açıklandığını da anımsatmakta fayda var. İşin komik tarafı, gecikme ve yapılan hatalardan dolayı ortaya çıkan 4 milyar avroluk (lütfen bu rakamı tekrar tekrar okuyun) ek maliyet yüzünden reaktörü tasarlayan ve inşa eden Areva-Siemens konsorsiyomu ile Finlandiya’daki reaktörü sipariş eden TVO’nun bu bedeli kimin ödeyeceği üzerine tahkimlik olması. Sonuçta faturanın Finlandiya vatandaşlarına pahalı elektrik yoluyla çıkacağıysa ortada.
Tasarım hatası
Bu işin komik tarafıydı. İşin daha komik tarafı ise dünyanın en iyi nükleer teknolojisine sahip olduğu iddia edilen firmanın, tasarımını yaptığı üçüncü jenerasyon nükleer reaktörlerin tam anlamasıyla çuvallaması. Bu teknolojinin her derde deva olduğunu söyleyen atom mühendislerinden ülkemizde de çok sayıda bulunduğunu anımsatmakta yarar var. Finlandiya Nükleer Güvenlik Otoritesi (STUK), en son yaptığı uyarıda, daha önce de dikkat çektiği ana soğutma borularındaki kaynaklarda yine hatalar tespit etti (Bu borulara daha önce de üç kez kaynak yapıldığı belirtiliyor). Finlandiya’da bir televizyon kanalı, STUK’tan Areva’ya yazılmış bir mektubu kamuoyuna açıkladı. Greenpeace tarafından Türkiye’deki medyaya da gönderilen bu mektupta, STUK, Areva’dan temel nükleer güvenlik ilkelerine uygun bir tasarım beklentisi içerisinde olduğunu söylüyor. Yani, bütün olan biten tasarım hatası diyor. Bu da, Türkiye gibi, nükleer enerjiyi gerçekten tartıp biçmeden baştacı yapmaya çalışan ülkelere önerilen “son model” reaktörlerin ne durumda olduğunu gösteren iyi bir örnek.
Bildiğiniz gibi Mersin’in Akkuyu beldesine yapılmak istenen bir nükleer reaktör var ve ihale tüm olumsuzluklara rağmen garip bir şekilde sonuçlandırılamıyor. İhalede verilen fiyatı pahalı bulan nükleerciler, yukarıdaki tabloyu nasıl yorumluyor bilmiyorum ama Finlandiya’da yaşanan bir istisna değil. Bugün, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın inşası süren santraller listesinde yer alan Attucha-2 reaktörünün 1981 yılından bu yana bitirilemediğini ve bu listede yer aldığını biliyor muydunuz? Arjantin’in zararı, on milyarlarca dolar olarak tahmin ediliyor. Hatalardan ders çıkarmak iyidir ama bazen çok pahalıya mal olabilir. Türkiye’nin ortada alınacak bu kadar ders varken “nükleer hata” yapmasına engel olmak hepimizin görevi olmalı. Eğer bu memlekette yaşamaya niyetliysek...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)