İklim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İklim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Fırtına ile kuraklık arasında sıkışan Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Ocak 2018 

Geçtiğimiz hafta neredeyse tüm ülke aşırı hava olaylarının etkisi altındaydı. İstanbul ve İzmir’i fırtına vurdu, sel baskınları yaşandı. Antalya’da fırtına ağaçları söktü. Önümüzde ise kuraklık tehlikesi var. Ülkenin batısı için aynı şeyi söyleyemesek de, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün son 12 aylık kuraklık analizlerine göre, Şanlıurfa’da, Erzurum ile Ağrı arasında kalan bölgede, Kırşehir’in kuzeyinde ve hatta Ordu’nun bir bölümünde olağanüstü bir kuraklık yaşanmış. Gaziantep, Maraş, Elazığ, Malatya, Diyarbakır, Muş, Antakya, Kilis, Mardin ve Kayseri’nin doğusunda da çok şiddetli kuraklık görülmüş. İklim krizi büyüyor, ülkenin batısını fırtına ve sellerle, doğusunu kuraklıkla vuruyor. Bilimsel tahminler doğru çıkıyor.


İklim değişikliğinin insan etkisiyle olduğunu biliyoruz. Geçmişte gezegenin yaşadığı ısınma ve soğumalarla akıl karıştırmaya çalışanlar artık ortada yok. On binlerce yılda meydana gelen bir ısınma ya da soğumadan bahsetmiyoruz. Sanayi devrimiyle değişen enerji tüketiminden, kömür, petrol ve doğalgazın kullanımıyla artan seragazı emisyonlarından ve bunun sonucunda ortalama sıcaklığı 1 dereceden fazla artmış bir gezegenden bahsediyoruz. Her şey son 100-150 yıl içinde oldu. Bunu da bize, Türkiye’nin de üyesi olduğu Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) söylüyor. 195 ülkeden bilim insanlarının bir araya geldiği IPCC, iklimin yüzde 95 olasılıkla insan kaynaklı değiştiğini, ortalama sıcaklık artışının da 1,5 dereceyi geçmemesi gerektiğini söylüyor. Söylüyor ama dinleyen var mı belli değil.

Zaman daraldıkça IPCC uyarılarını artırıyor. Ekim ayında özel bir raporla, 1,5 derecelik sınıra ne kadar yaklaştığımızı açıklayacaklardı. Bu rapor geçen hafta basına sızdı. IPCC, “bu son hali değil, değişebilir” dese de görünen köy kılavuz istemez. 1,5 derecelik hedefe ulaşmak artık çok zor. İpin ucu kaçmak üzere.

Kaçarsa geriye 2 derecelik politik hedef kalıyor. 2 derecelik hedefi, bir bedel ödemeyi kabul edip, sonuçlarını kestiremeyeceğimiz felaket senaryosundan önceki son eşik şeklinde tanımlayabiliriz. İki dereceyi aşarsak hava tahminlerini falan unutun. Tahmin edemeyeceğiniz fırtınalar, sıcaklıklar bizleri bekliyor.

Çözümü defalarca yazdık, siz de biliyorsunuz. Daha az tüketen, enerjisini kömür, petrol ve doğalgazdan almayan bir dünya kurmak zorundayız. Gel gör ki ülkede gündem başka. Paris Anlaşması’nı onaylamamış, kömüre teşvik veren bir Türkiye var önümüzde. “Para verirseniz onaylarım vermezseniz onaylamam”a sıkışmış kaderimiz. Halbuki, ne gelecek para Türkiye’yi bambaşka bir ülke yapacak büyüklükte ne de Türkiye’nin mevcut iklim hedefleri böyle bir mali desteği haklı kılacak nitelikte. Kamuoyu ise uzaktan izliyor durumu. Kyoto tartışmalarındaki yanlış algı hükmünü sürdürüyor. Kömür ve petrol ve doğalgazda boğazına kadar dışa bağımlı Türkiye’nin, bunların yerine yerli ve yenilenebilir kaynakları kullanmasının ekonomisini olumsuz etkileyeceğini sanıyor. Mantıksızlık diz boyu.

Görünen o ki, fosil yakıt imparatorluğunun bir parçası olmaktan vazgeçmenin kısa vadede getireceği fatura ile uzun vadede iklim krizinin yaratacağı hasarın faturasını karşılaştırmak için detaylı ekonomik çalışmalara ihtiyacımız var. Kuraklığın bedelini, doluların vereceği hasarı, su baskınlarında yitireceğimiz can ve mal kaybını her bir derecelik artış için hesaplamalıyız. Bunun üstüne de, iklim göçmenleri, sıcak hava dalgaları nedeniyle ölecek insanları, kuraklık yüzünden kendini yakacak çiftçileri, kaybedeceğimiz bitki ve hayvan türlerini koymalıyız ki hesabın fon hesabı değil, can hesabı olduğunu herkes anlasın.

Perulu çiftçi Almanya’nın kömür devine karşı

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Aralık 2017

Çocuklukta odamda Metin, Ali ve Feyyaz’ın posterleri vardı. Odama futbolcu posteri asmayalı çok oldu ama yakında duvarımda Saul Luciano Lliuya’nın bir fotoğrafını görürseniz hiç şaşırmayın. Luciano bir futbolcu değil, Perulu bir çiftçi. Dünyanın en büyük enerji devlerinden RWE şirketine karşı dava açmış, çevre hareketinin umut vaat eden hücum oyuncularından.

Luciano hakkında fazla bir bilgimiz yok ama iki ayağından çok kafasını iyi kullandığını görebiliyoruz. Peru’nun Huarez adlı kasabasında yaşadığını, 37 yaşında olduğunu biliyoruz. Elimizde kararlı bakışlarıyla bizi etkileyen bir fotoğrafı var. Huarez kasabası, eriyen buzullar yüzünden taşma potansiyeli olan bir göle ev sahipliği yapıyor. Luciano, Almanya’nın elektrik talebinin üçte birini karşılayan RWE’den kendisi için 6 bin 384 avro tazminat talep ediyor. Su baskını tehlikesine karşı evini korumak için harcadığı paraya karşılık. RWE’yi Luciano’dan daha iyi tanıyoruz. Denizli’de Turcas Enerji ile birlikte işlettikleri 800 MW’lık bir doğalgaz santralları var. Dünyada sahip oldukları santralların kurulu gücü ise 40 bin megavatı (MW) geçiyor; Türkiye’nin tüm kurulu gücünün yarısı kadar. Almanya’da üretilen elektriğin üçte birini bu şirket sağlıyor. Kömür, doğalgaz ve nükleer santral öncelikleri.

Yapılan hesaplara göre, şu ana kadar atmosfere bırakılmış, iklim değişikliğine yol açan seragazlarının yüzde 0,5’inden RWE sorumlu. O yüzden de Luciano, RWE’den kasabasını buzulların erimesiyle taşacak göl sularından korumak için gereken masrafın yüzde 0,5’ini (17 bin avro) karşılamasını istiyor. Sorumlu sizsiniz, bedelini ödeyin diyor. Almanya’daki Germanwatch adlı çevre örgütü de onu destekliyor. Luciano davayı kazanır mı göreceğiz ama Almanya’daki mahkemenin dava talebini kabul edip, Perulu çiftçiyi dinlemeye karar vermesi herkes tarafından bir milat kabul ediliyor. Bu davanın, gelecekte “Yaşamspor” kadrosunda mücadele eden birçok gence ilham vereceğinden eminim.

Luciano’nun davası bizi de ilgilendiriyor. Afrika’dan bir köylünün, tarlasındaki ürünleri yakan kuraklık için Türkiye’de EÜAŞ’a dava açması veya yeni kömür santrallarından birinden tazminat talep etmesi artık kimseyi şaşırtmamalı. Türkiye’de “milli enerji” diye pazarlamaya çalışılan kömür (zehir) yüzünden bedel ödeyenlerin, dünyanın neresinde olursa olsun kirletenden de hesap sorduğu bir enerji hareketi başlıyor. İklim adaletinden bahsediyoruz…

Nefesiniz Cebinizde
Kış aylarına girdik. Elektrik enerjisinin üçte birini kömürden üretip havasını kirleten Türkiye’de, kömür ısınmak için de kullanılıyor. Sonuç malum; hava kirliliği! Dünyada her yıl 7 milyondan fazla kişi hava kirliliği nedeniyle ölüyor. Akciğer kanserine bağlı ölümlerin yüzde 36’sının, kalp hastalıklarına bağlı ölümlerin yüzde 24’ünün sorumlusu kirli hava. Havamızı temizlemek için enerji, sanayi ve ulaşım politikalarını değiştirmek gerek. Birkaç günde olacak iş değil. Günlük hayatta ise yapabileceklerimiz sınırlı. Havanın çok kirli olduğu günlerde dışarıda geçirdiğimiz zamanı azaltmak bile önemli olabilir. Bunu yapabilmek için de havanın ne kadar kirli olduğunu bilmemiz gerek. Türk Toraks Derneği’nin, akıllı telefonlarınıza indirebildiğiniz uygulamasıyla bulunduğunuz yerdeki hava kirliliğini saati saatine izleyebilirsiniz. Nefesiniz Cebinizde adlı ücretsiz programı cep telefonunuza indirmeniz yeterli. Uygulama, istediğiniz hava kirliliği ölçüm istasyonundan bilgi almanızı sağlıyor ve bu değerleri Dünya Sağlık Örgütü’nün verileriyle kıyaslıyor. Size havanın çok kirli olduğu anlarda uyarı bile gönderiyor. Mutlaka kullanın. Hem sağlığınızı koruyacak hem de bizi bu hava kirliliğine mahkum eden politikaların sonuçlarını gördükçe isyan edeceksiniz.

Türkiye iklim fonundan para alsın diyenler el kaldırsın

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Kasım 2017

Ülkelerin iklim değişikliğini durdurmak için her yıl bir araya geldiği Taraflar Toplantısı (COP23) Almanya’nın Bonn kentinde devam ediyor. Hedef ortalama sıcaklık artışını 1,5, olmadı 2 derecenin altında tutup binlerce canlının yaşamını kurtarmak. Elde de bu işi yapıp yapamayacağı pek belli olmayan Paris Anlaşması var. Belli değil çünkü Paris Anlaşması’na imza atan ülkelerin seragazı emisyonlarını azaltmak için verdikleri taahhütler 2 derecelik ısınma hedefinin bile üstünde. Bu hedefler iyileştirilmezse 80 yıl sonra gezegenin ortalama sıcaklığı 3 derece artmış olacak.

Ortalama yüzey sıcaklığı 3 derece artarsa ne olur? Bir örnek verelim. Climate Central adlı örgütün bilim insanlarına göre 3 derecelik artış, 275 milyon insanın yaşadığı yerlerin sular altında kalmasına neden olacak. Asya’daki kentler başta olmak üzere milyonlarca insan göçe zorlanacak. Deniz seviyesindeki artış, Şanghay’da 17,5 Osaka’da 5, İskendireye’de 3 ve Miami’de 2,7 milyon insanın yaşadığı yerleri suyla dolduracak. Suriye’den göç etmek zorunda kalan 5 milyon mülteciyle baş edemeyen dünya, belki bunun 50 katı büyüklüğünde bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalacak. Yok olacak türlerin yanı sıra sıcak hava dalgaları, seller ve kuraklık yüzünden ölecek insanlar da cabası.

Türkiye’nin pazarlığı
Bunları sizi korkutmak ya da içinizi karartmak için yazmıyorum. Medyada Ajda Pekkan’ın estetik ameliyatları kadar bile yer bulmayan Bonn’daki tartışmaların ne kadar önemli olduğunu anlatmak için yazıyorum. Paris Anlaşması’nda ülkelerin verdikleri taahhütlerin iyileştirilmesi milyonlarca insan için hayati önemde. Bu anlaşmaya 197 ülke imza attı. 169 tanesi de anlaşmayı onaylayarak bu imzalarına resmiyet kazandırdı. Geriye 28 ülke kaldı. Tahmin edebileceğiniz gibi bunlardan biri de Türkiye. Türkiye anlaşmayı onaylamak için mali yardım talep ediyor. İklim değişikliğini durdurmak için oluşturulan Yeşil İklim Fonu’ndan (Green Climate Fund) para istiyor. ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilme kararından sonra Erdoğan’ın yaptığı, ‘biz de çekilebiliriz’ çıkışının arka planında bu yatıyor.

Bu talebin vicdan ve iklim adaleti açısından bir oluru yok. Mülteciler vs. üzerinden bir pazarlıkla kabul edilirse şaşırmam tabi ama umarım olmaz. Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’ndan para alması neden kabul edilemez açıklayayım.

Öncelikle Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği taahhüdü hatırlayalım. Türkiye, Paris’e imza atarken 2015 sonunda 475 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarını, 2030’da 929 milyon tona çıkarmayı taahhüt etti. Hiçbir şey yapmazsam 1 milyar 175 milyon tonu bulacak diye de ekledi. Ortada seragazı emisyonlarını azaltacağım diyen bir ülke yok. İki buçuk değil iki katına çıkaracağım diyen bir Türkiye var. Bu zayıf hedef için Türkiye’nin mali yardıma ihtiyacı olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye, milli kömür kandırmacasından vazgeçip yüzünü güneşe dönse hem elektriği daha ucuza üretir hem de 929 milyon tonluk artış hedefinin çok daha altında kalır. Kömüre verilen teşvikleri kesmek bile bu hedef için yetebilir. Yapması gereken zaten kendisi için daha ekonomik ve çevreci seçeneğe yönelmek. Bunun için “üstüne para ver” denir mi?  

İklim fonundan para gelsin diyenler el kaldırsın
Mantık, ekonomi ve enerjideki gerçek bunu söylüyor. Bir de işin vicdani boyutu var. Yeşil İklim Fonu’nun amacı açık. Gelişen ülkelerin seragazı emisyonlarını azaltmaları veya sınırlamaları için gelişmiş ülkelerden gelen parayı özellikle iklim değişikliğinin etkileri karşısında korunmasız ülkelere aktarmak. Bu ülkelerin başında da Afrika ülkeleri, az gelişmiş ülkeler ve küçük ada devletlerinin geldiği yine açık açık yazılmış.

Şimdi soralım. Türkiye Pasifik’te sulara gömülecek küçük bir ada devleti mi? Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına yanlışlıkla sızmış bir az gelişmiş ülke mi? İstanbul ne zamandan beri Afrika kıtasında?

İklim adaleti ve enerji demokrasisinden bahsettiğimiz günlerde, Türkiye’nin mali yardım isteğine örtülü-açık destek vermenin, denizdeki mültecinin kafasını suya batırmaktan farklı olmadığını altını çizerek vurgulamalıyım. Ortada, Türkiye’yi gerçekten zorlayacak bir seragazı indirim hedefi bile yokken, açlık, kuraklık ve göçle boğuşanlara ayrılmış parayı Türkiye için istemeyi benim vicdanım kaldırmıyor. İklim hareketi içindeki tüm kuruluşlara açık bir çağrım var. Yeşil İklim Fonu’ndan Türkiye’ye para gelmeli diyenler varsa açık açık söylesin. Herkes bu konuda rengini belli etsin.  

Şirketlerin palmiye yağı karnesi

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Temmuz 2017

Foto: James Morgan-WWF
Ocak ayında gündeme gelen palmiye yağı tartışmalarında odak noktası sağlıktı. Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu, palmiye yağının 200 dereceden yüksek ısıda rafine edildiğinde diğer bitkisel yağlardan daha kanserojen olduğunu söylemişti. Konu herkesin ilgisini çekti çünkü dünyadaki bitkisel yağ tüketiminin yüzde 38’inde palmiye yağı var. Bisküviden deterjana, hayvan yeminden araç yakıtına kadar birçok alanda bu yağ kullanılıyor. Diğer bitkisel yağlara göre aynı miktarda yağ elde etmek için daha az toprağa ihtiyaç duyması palmiye yağını öne çıkarıyor. Ucuz, verimli ve kullanım alanı geniş.

Buraya kadar her şey güzel görünüyor ama palmiye yağı tartışmalarının sağlık dışında bir başka boyutu daha var, o da doğa. Bu ağaç türü deniz seviyesine yakın, sıcak ve nemli yerleri seviyor; yağmur ormanlarını. Yağmur ormanları, orangutanlardan kaplanlara, vahşi hayatın son sığınağı. Palmiye yağı tüketimi arttıkça bu hayvan ve eşsiz bitki türlerinin evleri talan ediliyor. İklim değişikliğini durdurma konusunda önemli role sahip yağmur ormanlarının giderek küçülmesi de daha az karbondioksitin tutulmasına neden oluyor. İklim daha hızlı değişiyor. Sorun bunlarla sınırlı da değil. Bu ormanlarda yaşayan yerli halklar, küçük çiftçiler ve onları savunan çevrecilerle insan hakları savunucuları palmiye üreticilerinin baskısı altında. Bağımsız kuruluşlar, her ay yaklaşık 16 kişinin, topraklarını korumak veya korumaya çalışanlara yardım etmek isterken öldürüldüğünü belirtiyor.

Her yıl 10 milyon hektar orman yok ediliyor
Mevcut ağaçların yüzde 86’sı Endonezya ve Malezya’da. Artan talep, yağmur ormanlarının kesilmesine ve yerine palmiye yağı veren ağaçların dikilmesine yol açıyor. Malezya ve Endonezya’da her yıl 10 milyon hektarlık yağmur ormanı kesilip yerine palmiye ağaçları dikiliyor. Her saat başı, 300 futbol sahası büyüklüğünde bir orman alanı yok ediliyor. Palmiye yağ üretimi son 15 yılda üç kat arttı ve yılda 70 milyon ton seviyesine ulaştı. Ticari açıdan da önemli bir ürün haline geldi. Palmiye yağı dünyadaki bitkisel yağ ticaretinin yüzde 66’sından sorumlu.

Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın (WWF) ‘Palm Oil Scorecard’ adlı raporu bunun gibi onlarca çarpıcı veriye sahip. Aslında rapordan çok bir puan kartı ya da karne demeliyiz. Dondurmadan ruja kadar her yerde palmiye yağı kullanılabiliyor. Bu karne de şirketlerin palmiye yağı ve palmiye yağı içeren ürün alımında ne kadar hassas davrandıklarını gözler önüne seriyor. 


Türkiye ile ilgili veriler yok
Karnesi verilen 137 şirketten 28’inin WWF’e ve RSPO’ya rapor vermediklerini baştan belirtelim. Ve yine sadece 98’i ne kadar palmiye yağı kullandıklarını açıklamayı kabul etmiş. Bunlardan sadece 58’i tüm palmiye yağı tüketimini sertifikalı ürünlerden karşılıyor. Adı geçen şirketlerin bazıları Türkiye’de de faaliyette ancak veriler Avustralya, ABD, Avrupa, Hindistan, Kanada ve Japonya’yı kapsıyor. Yurt dışındaki faaliyetlerini şeffaflaştıran Migros, Carrefour ve Pepsi Cola gibi dev şirketlerin Türkiye’de de aynı hassasiyeti göstermesi gerek.

Atılması gereken temel adımlar değerlendirildiğinde birçok şirketin doğru yolda ilerlediği görülüyor. Perakendecilere baktığımızda Carrefour, Migros, Marks and Spencer ve IKEA’nın 9 üzerinden 9 aldığını görüyoruz. İşin üretici tarafında ise Danone, Kellogg’s, Heinz, Unilever ve Pepsi yine tam not alan firmalar. Avon, Johnson and Johnson, L’Oreal, Barilla, Ülker’in satın aldığı United Biscuits 9 üzerinden 8; Procter and Gamble 7, Nestle ise 6 alıyor. Nestle’nin kullandığı palmiye yağının sadece yüzde 24’ü sürdürülebilirlik sertifikasına sahip. Procter and Gamble’da ise bu oran yüzde 41. İş hedeflere gelince notlar yüksek ancak bu hedefleri tutturma konusunda sorunlar yaşanıyor. 2015 yılında tamamen sertifikalı palmiye yağı kullanacağım diyen 77 şirketten sadece 56’sı hedefini yakalayabilmiş.

Haliyle yukarıdaki, temel adımlar üzerinden yapılan değerlendirme size her şeyi anlatmıyor. Özellikle süpermarketlerde, başka şirketlere ait ürünler de satılıyor. O ürünler de hesaba katılınca hepsinin notları düşüyor. Tedarik zincirinin de hesaba katıldığı Örneğin IKEA 10 üzerinden 8, Migros 6,2 alıyor. Carrefour ise 10 üzerinden sadece 4,7 puan alabiliyor.

Şirketlerin karnelerine bakıp onlara bisiklet mi alırsınız yoksa palmiye yağı içeren ürünleri almaktan vaz mı geçersiniz bilemiyorum. Karar sizin. Ne de olsa bu firmaların velisi, yani onların ürettiği ürünleri alan, ayakta kalmalarını sağlayan tüketiciler sizlersiniz.

Şirketlerin tedarik zincirlerinin de değerlendirildiği süreçte
sürdürülebilir palmiye yağı kullanım karneleri

Yıllık palmiye yağı kullanımı (ton)
%100 Fiziksel CSPO
geçiş tarihi *
Karne notu
(10 üzerinden)
Danone
34.457
2015
10
Ferrero
181.000
2015
10
IKEA
41.686
2015
8
United Biscuits
76.196
2016
7,7
Marks & Spencer
3.630
2020
7,4
Migros
12.696
2015
6,2
Kraft Heinz
12.732
2025
6
Barilla
34.696
2015
5
Carrefour
12.632
2020
4,7
Unilever
1.513.265
2019
3,9
L’Oreal
54.986
2020
3,8
Pepsi
452.743
2020
2,8
Nestle
417.834
2020
1,9
Procter & Gamble
493.677
2020
1,2
Mc Donald’s
122.669
2020
0,5
*Birçok firma CSPO sertifikalı palmiye yağı kullanıyor olsa da bu yağlar belirli yerlerde birbirine karışıyor. Fiziksel anlamda da sertifikasız yağlara karışmamış olanlar için  %100 CSPO kavramı kullanılıyor.

***
Şirketlerin puanlaması nasıl yapılıyor?
Foto: Greenpeace
Raporda, dört konu üzerinden şirketlere puan verilmiş. Bu konulardan ilki, perakendeci ve üretici şirketlerin, Sürdürülebilir Palmiye Yağı Yuvarlak Masası (RSPO) adı verilen girişime üyeliğiyle ilgili. Üyelik ve düzenli raporlama 1’er puan değerinde. WWF’in kurucuları arasında yer aldığı bu platform, sivil toplum örgütleri, üreticiler ve palmiye yağı kullanan şirketlerden oluşuyor. İkinci konu, şirketlerin ne kadar sertifikalı (Sürdürülebilir Palm Yağı Sertifikası - CSPO) palmiye yağı kullandığıyla ilgili. Sertifikalı palmiye yağı sürdürülebilir üretimin belgesi. Kullanılan hammaddenin hepsi sertifikalıysa şirketin karnesine bu dersten 4 puan geliyor. Üçüncü başlıkta ise şirketlerden kullandıkları palmiye yağı miktarını açıklamaları isteniyor. Şeffaf şirketler 1 puan da buradan alıyor. Palmiye yağı kullanımı konusunda sertifikalı ürünlere geçeceğini açıklayan ve tarih veren şirketler de karne notunu yükseltiyor. Bu da dördüncü ve son alan. Beyanlar şirketlerden alınan verilerden oluşuyor. Ne kadar doğru, şüphelenmekte serbestsiniz ama söz konusu şirketlere bir çeşit sorumluluk yüklendiği kesin.

Türkiye kömür sevdası yüzünden tarihi fırsatı kaçırıyor

Özgür Gürbüz-BBC Türkçe/11 Temmuz 2017

Türkiye iklim değişikliğini durdurmayı amaçlayan Paris Anlaşması’na iki yıl önceki BM İklim Konferansı’nda imza atmıştı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için TBMM’nde görüşülerek onaylanması gerekiyor. Şu ana kadar anlaşmaya imza atan 197 ülkeden 153’ü anlaşmayı onayladı.

ABD’de Trump yönetiminin başa gelmesi ve anlaşmadan çekileceğini açıklaması, onay sürecine çok sıcak bakmayan Türkiye’nin itirazlarının yüksek sesle konuşulmaya başlamasına neden oldu. 

G20 Zirvesi sonrasında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin anlaşmayı onaylamayacağını açıkladı. Türkiye’nin müzakerelerde gelişen ülkeler sınıfında kabul edilmesini ve mali yardım almasını isteyen Erdoğan, anlaşmayı onaylamak için bu koşulların yerine getirilmesini istedi.
  
Türkiye’nin kendisini iklim müzakerelerinde gelişmiş ülkeler grubundan gelişen ülkelere aldırma isteği yeni değil. Bu isteğin haklı olduğu da söylenebilir. 

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne dayanan bu yanlış, Türkiye’nin başına hep bela oldu ancak 2001 yılında Marakeş’te düzenlenen 7. Taraflar Konferansı’nda (COP7) farklı konumu tanınarak biraz olsun düzeltildi. 

2004 yılında da Türkiye Çerçeve Sözleşmesi’ne katıldı. Geride kalan 13 yılda Türkiye’nin konumunun tamamen netleşememesi biraz da müzakere sürecinin iyi yürütülmemesine bağlı.

Kyoto Protokolü’nde alınan yükümlülükler ülkelerin nasıl sınıflandırıldığıyla (gelişmiş-gelişen gibi) yakından ilgiliydi. Bu yüzden Türkiye Kyoto’yu çok geç, deyim yerindeyse iş işten geçince imzaladı. 

Paris Anlaşması’nda ise bu statünün ne olduğundan çok verdiğiniz taahhüt ve o taahhüdün diğer ülkelerce kabul edilmesi önemli.

2015 yılında Türkiye’nin BM Sekretaryası’na sunduğu Niyet Edilen Ulusal Katkı (INDC) belgesi oldukça zayıf. 

Ne ekonomiyi tehdit edecek bir taahhüt içeriyor ne de ekonomide özel bir dönüşüm gerektiriyor.

Türkiye'nin Niyet Edilen Ulusal Katkı'sı (INDC)
Türkiye, 2015 yılında 477 milyon ton karbondioksit eşdeğerini bulan emisyonlarının, 2030 yılında, koşulların değişmediği bir senaryoda (business as usual) 1 milyar 175 milyon tona çıkacağını tahmin ediyor. 

Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği taahhüt ise bu rakamı 929 milyonda tutmayı öneriyor. Bir başka deyişle artıştan yüzde 21 oranında azaltım yapmayı.

Politik dili bir kenara bırakırsak şöyle demeliyiz: Türkiye, iklim değişikliğini durdurmak için önümüzdeki 15 yıl içinde seragazı emisyonlarını 477’den 929 milyon tona çıkarmayı, azaltmayı değil neredeyse iki kat artırmayı öneriyor.

Asıl sorun da burada. Türkiye’nin seragazı emisyonlarını ciddi şekilde artırmayı öneren bu planının iklime bir katkısı yok. 

Kimse Türkiye’den ABD’nin açığını kapamasını beklemiyor (zaten ülkedeki tüm enerji santrallarını kapatsanız bile bunu yapamazsınız) ancak Türkiye’den de herkes gibi kendi evinin önünü süpürmesi isteniyor. 

Dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 1’inden sorumlu bir ülkeden bahsediyoruz. 

Türkiye’nin emisyonlarının bir süre daha yükselmesi anlaşılabilir ancak makul bir yükselişten sonra düşüşe geçmesi, en azından artışın durması gerek. Türkiye’nin Paris taahhüdünde bunlar eksik.


Meksika-Türkiye Karşılaştırması
Bu nedenle, Türkiye’nin gelişmiş ülkeler yerine gelişen ülkeler statüsünü alması sorunu çözmeyecek. 

Paris’te önerilen ve Meksika gibi birçok gelişen ülkenin gerisinde kalan taahhüdün iyileştirilmesi lazım. 

Türkiye ve Meksika’nın ekonomik gelişmişlik düzeyleri birbirine yakın. İki ülkenin kişi başına düşen seragazı emisyon miktarları da aynı; yılda 6 ton civarında. Buna rağmen Meksika’nın sunduğu niyet belgesi, Türkiye’ninkinden çok daha iyi.

Aslında Meksika da Türkiye gibi artıştan azaltım öneriyor ve 2030 yılında koşulların değişmediği bir senaryoya (Business as usual) oranla seragazı emisyonlarını yüzde 22 oranında daha az artırmayı planlıyor. 

Bizden farklı olarak bu hedef için hiçbir şart koşmuyorlar ve halihazırda Paris Anlaşması’nı onayladılar.

Meksika bununla da kalmıyor,  2030 yılında seragazı emisyonlarını 2015’e göre yüzde 36 azaltmayı önerdiği bir başka seçenek de sunuyor. 

Bu hedef içinse, teknoloji transferi, düşük maliyetli finansal kaynaklara erişim ve teknik işbirliği gibi şartlar koşuyor. 

Ve yine bizim planımızda olmayan kritik bir hedefe daha sahipler. Meksika toplam emisyonlarının 2025 veya 2026’da zirveye çıkıp daha sonra azalmasını hedefliyor. 

Türkiye’nin emisyonlarının hangi yılda zirve yapacağı ve düşüşe geçeceğiyse belli değil. Bu önemli bir eksiklik. 

Diğeri de Türkiye’nin mali yardım şartını ciddi bir azaltım hedefi bile öne sürmeden masaya koymuş olması. 

Meksika gibi bunu daha iyi bir hedef için öne sürse, müzakerelerde çok daha fazla şansı olabilirdi.

Afşin-Elbistan- Foto: O. Gurbuz
Kömür Enerjide Dışa Bağımlılığı Azaltmadı
Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamaktan kaçınması, gerçekçi olmak gerekirse,  Erdoğan’ın öne
sürdüğü gerekçelerle ilgili değil. Türkiye’nin önündeki en büyük engel kömür sevdası. 

2012 yılını ‘Kömür Yılı’ ilan eden Enerji Bakanlığı, ülkenin neredeyse her yerinde kömür santralı kurmaya çalışıyor. 

Türkiye’nin elektrik üretiminde kömürün payı 2016 sonunda yüzde 33,8’e ulaştı ve doğalgazı geride bırakarak birinci sırayı aldı ancak enerjide sorunlar çözülmedi.

Yerli kömür ve HES hamlelerine rağmen umulan olmadı ve enerjide dışa bağımlılık azalmadı. 

2002’de enerjide dışa bağımlılık yüzde 67’ydi şimdi ise yüzde 75. 

Bunda ithal kömür, petrol ve enerji verimliliğini göz ardı etmenin büyük rolü var. 

Kömürün önünü açmak için santrallara çevre muafiyetleri getiriliyor. Bu da sadece yerli kömürün değil, ithal kömürün de önünü açıyor.

Türkiye Yenilenebilir Enerji Kaynakları Açısından Zengin

Kömürü savunanların sıkça kullandığı, Paris ve Kyoto gibi anlaşmaların Türkiye’nin önünü tıkadığı argümanı da sağlam bir temele dayanmıyor. 

Bu anlaşmalar, seragazı emisyonlarına yol açan fosil yakıtlar (petrol, kömür ve doğalgaz) yerine güneş, rüzgar ve biyogaz gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını dolaylı yoldan öne çıkarıyor. 

Türkiye fosil yakıtlar açısından zengin değil ve bunların büyük bir bölümünü dışarıdan alıyor. 

Halbuki güneş ve rüzgar gibi kaynaklar açısından Avrupa’nın önde gelen ülkeleri arasında.   

Yenilenebilir enerji kaynaklarının ekonomiyi yavaşlatacağı iddiası da artık tarih oldu. 

Yapılan son ihalelerde Ankara Çayırhan’da kurulacak kömür santralinden üretilecek elektriğin şebekeye satış fiyatı 6,04 dolar sent olurken, rüzgar ihalelerinde bu fiyat 3 dolar sent hatta daha aşağısında seyrediyor.

Paris Anlaşması’ndan kaçan Türkiye, aslında kendisini enerjide dışa bağımlılıktan, enerji kaynaklı çevre sorunlarına kadar birçok dertten kurtaracak enerji devriminden kaçıyor. 

Paris Anlaşması Türkiye’nin enerji dönüşümü için aradığı yol haritası olabilir ama yöneticiler bunun farkında değil.