Özgür Gürbüz-BirGün/31 Ağustos 2014
2011 Mart
ayında Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde dev bir kaza oldu. Santralden
sızan radyasyon, suya, havaya ve toprağa bulaştı. Reaktörleri soğutmada
kullanılan tonlarca radyoaktif suyun büyük bir bölümü de okyanusa bırakıldı.
Japonlar haftada bir okyanustan su örnekleri alıp radyasyon seviyesini ölçüyor.
Radyasyon bir yere gitmiyor ama okyanus çok büyük olduğu için dağılıyor. Belirli
bir noktada yüksek seviyede radyasyona rastlanmazsa bu zararsız kabul ediliyor
ve alarm düğmesine basılmıyor. Düşük seviyedeki radyasyonun zararsız olmadığını
söyleyen onlarca bilim adamı var ancak kuralları koyanlar buna inanmamızı
istiyor. Japonya’daki ölçümler daha uzun yıllar sürecek. Toprak, hava ve balıklardaki
radyasyon sürekli gözetim altında tutulacak. Balıkçılar ve çiftçiler o bölgeden
umudunu kesti. Artık radyasyon Fukuşima’da hayatın bir parçası, yok etme
şansınız yok.
Çernobil
sonrası İngiltere’nin Cumbria bölgesindeki koyunlarda da radyasyon ölçümleri başlatılmış,
hayvanların başka bölgelere götürülmesi yasaklanmıştı. 1986’da başlayan
ölçümler 2012 yılında sonlandırıldı. 26 yıl boyunca çiftçiler, koyunlarını
radyasyon taramasından geçirmeden pazara götüremediler. 2 bin kilometre ötede
olmuş bir nükleer kaza sonucu alınan en basit önlemden bahsediyorum. Şimdi
düşünelim. Mersin ya da Sinop’ta olacak bir nükleer kaza sonrası yapmamız
gerekecek bin tane işin sadece üçünü düşünelim.
1. Karadeniz ve Akdeniz’de, onlarca farklı noktada,
denizdeki radyasyon seviyesini sürekli ölçmemiz gerekecek.
2. Bölgedeki hayvan stoklarını düzenli radyasyon
taramasından geçirmek zorunda kalacağız.
3. Topraktan, meyve ve sebzelerden sürekli örnek
alıp onları radyasyon kontrolüne göndereceğiz. Yoksa ne yiyebileceğiz, ne de
satabileceğiz.
İşte
Türkiye’nin ihtiyacı olmamasına rağmen nükleer santralde ısrar etmesinin en
zararsız sonuçlarından üçü bunlar olacak. Sizce ülkede bu denetimleri
yapabilecek, hükümetten korkmadan sonuçları açıklayabilecek bir kapasite var
mı?
Fukuşima
kazasından önce Japonya’da 54 nükleer reaktör çalışıyor, ülkedeki elektriğin
yüzde 30’unu üretiyordu. Daha sonra birer birer kapatıldılar. 15 Eylül 2013’ten
bu yana Japonya’daki nükleer santrallerin hepsi kapalı. Nükleer lobi, santrallerden
birkaçını yeniden açtırmak için uğraşıyor; Abe hükümeti de bu fikri destekliyor.
Elektrik üretiminin neredeyse üçte birini nükleere bağlayan bir ülkede değişim
anında olmaz ancak nükleersiz bir Japonya artık herkesin dilinde. Japonya’nın
2030 hedefinde elektrik ihtiyacının yüzde 20’sini rüzgar, güneş gibi
yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak yazılı. Daha da önemlisi,
Japonya’nın tasarruf ve verimlilik tedbirleriyle elektrik talebini 2010-2012
arasında yüzde 8 düşürmüş olması. Aynı Almanya gibi, dünyanın bir başka sanayi
devi de çözümü daha az tüketmekte buldu.
Türkiye ise
yüzde 25’lere varan enerji tasarrufu potansiyelini görmek yerine, daha çok
enerji tüketerek ekonomisini ilerletmeye çalışıyor. İşin komik tarafı, bir
yandan da enerji ithalatından şikayet ediyor. Halbuki, tasarruf edilen, verimli
kullanılan enerjiden ucuzu yok. Japonya’dan nükleer santral almak yerine, iki
yılda nasıl oldu da Türkiye’nin elektrik tüketiminin yaklaşık dörtte biri kadar
tasarruf yapmayı başardılar onu öğrensek çok daha iyi olacak.
Kuzey Ormanları Savunması, 5-6-7 Eylül tarihleri
arasında Kemerburgaz’da bir kamp düzenliyor. Kamptaki enerji atölyesine ve iklim
değişikliğini konuşacağımız panele beklerim.